29 Kasım 2019 Cuma

PARTİ İÇİNDE GÜÇLÜ OLMAK YETER Mİ?



Son Yerel seçimlerden sonra, Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içinde en güçlü olduğu dönemi yaşadığı tartışmasız. Parti içinde güçlü olmak, iktidar olmak için yeterli değil.
Kılıçdaroğlu Salı  grup konuşmasında Erdoğan'a sordu: 17 yılda hangi derdimizi çözdün?
O zaman insanın aklına da şu soru geliyor " Siz Genel Başkan olduğunuzdan bu yana yani son on yılda Erdoğan'ın içte ve dışta hangi yıkıcı projesini gerçekleştirmesine engel oldunuz?"
Cumhuriyetin bütün ekonomik kazanımları eşe, dosta, yandaşlara   bedavadan  ucuza peşkeş çekilirken siz Salı toplantıları hariç hiç ses çıkarttınız mı? Hayır çıkartmadınız.
Ülkede parlamento etkisizleştirilip, onun yerine dini cemaatler ve tarikatlara ülke teslim edilirken, sırf oralardan da oy alabiliriz, onun için onları kızdırmayalım  mantığı ile hiçbir tepki vermediniz. Bu tepkisizliğiniz doğrumuydu? Hayır değildi.
Bu partinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” Demişken, sizin bu konuda, üç beş oy uğruna  sessiz kalmanız doğrumuydu? Elbette ki doğru değildi.
Dış politikada 17 yıllık AKP İktidarı hata üstüne hata yapıp ülkenin geleceğini, bekasını  tehlikeye sokarken tutarlı bir tepki verdiniz mi? Vermediniz.
Halbuki selefiniz Deniz Baykal ve arkadaşları 1 Mart tezkeresini TBMM de reddini sağlamışlardı.
AKP’nin yukardan aşağıya yanlış Suriye politikasına tutarlı bir tepki verdiniz mi? Vermediniz.
Tepki vermediğiniz gibi, partinizin üst kademesinde görev yapan kişilerin açıklamaları, siz de dahil  birbirleriyle çelişiyordu.
Partililer, parti tüzük ve programlarına uygun davranmak ve konuşmak zorundadırlar.
Ama partinizin bir yetkilisi, Parti programındaki 1915 Ermeni tehciri hakkında “Sözde Ermeni Soykırımı” tabiri kullanılırken, “Türkler Ermenileri katletti “diyebilmek cüretini gösterebilmiştir
Cumhuriyet Halk Partisi, düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünü sonuna kadar savunur. Onun için kişiler parti programını beğenmiyorlarsa, benimsemiyorlarsa, partideki görevlerinden ayrılırlar, diledikleri yerde, diledikleri gibi konuşurlar. Ama hem partinin yetkili makamında oturup hem de parti programına aykırı beyanda bulunmak yapılmaması gereken bir davranıştır.
 Dünyada kendi kendine yete bilen yedi ülkeden biriyken, saman ithal eden ülke haline gelmemiz nedeniyle, Türk çiftçisi, Türk tarımı hakkında Cumhuriyet Halk Partisi ne söyledi? Hiçbir şey.
Tarımı terk eden genç nüfusun, büyük kent varoşlarında ucuz emek olarak sömürülür hale geldiği bunu nasıl önleyeceğiniz konusunda hiçbir şey söylemiyorsunuz.
Tarımda üretim planlaması konusunda hiçbir şey söylemiyorsunuz.
AKP iktidarı döneminde yok edilen tohum ıslah istasyonlarının mı tekrar hayata geçirileceği  dile getirildi? Ne gezer. İsrail’den hibrit tohum ithal edildi. Hiç ses çıkartmadınız. Çiftçinin sorunlarının dile getirildiği bir çiftçi mitingi düzenleyemez miydiniz?
Küçük çiftçinin kooperatifleşmesi  konusunda bugüne kadar hiçbir şey söylediniz mi? Hayır söylemediniz.  
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki o feodal düzeni, aşiret düzenini nasıl ortadan kaldıracağınız konusunda hiçbir şey söylediniz mi? Söylemediniz.
Emeklilikte yaşa takılanların sorununu biz çözeriz demek kafi değil, onların sorunun kazanılmış haklarını iade yoluyla olacağını söylemek gerekir. Zira onlara bir lutufta bulunmayacaksınız, hukuken sahip oldukları ve gasp edilmiş haklarını iade edeceksiniz.
Her şey eski tas eski hamam olacaksa seçmen siyasal tercihini niçin değiştirsin ki. Değiştirmeyecektir. Değiştirmesi için yeni şeyler söylemek, toplumda umut yaratmak lazım.
Üzülerek yazıyorum CHP umut yaratmıyor. Laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin kurucusu olan Cumhuriyet Halk Partisi, oy temelli saikle hareket ederek laiklikten, kimsesizlerin kimsesi olmaktan vazgeçemez.
Yerel seçimlerdeki görülen başarı kimseyi yanıltmasın, bu başarının temelinde,  AKP’ye duyulan toplumsal tepki,  adaylarımızın çabası ve asıl önemlisi de göreceli olarak daha eğitimli kitlelerin ülkenin bir uçuruma gittiğini görüp, duyarlı davranmaları yatmaktadır.








 


26 Kasım 2019 Salı

İLAHİ MUHARREM İNCE


                            
Günlerdir Türkiye  tek konuyu konuşuyor. Saraya gidip görüşen CHP’li kim?
Önce  haberi yazan deneyimli gazeteci Rahmi Turan bu ismin Muharrem İnce olduğunu yazdı.
Rahmi Turan’da haberin kaynağının inandığı bir gazeteci arkadaşı olduğunu açıkladı.
Daha Rahmi Turan kendi haber kaynağını açıklamadan Kılıçdaroğlu FOX TV’ye çıkıp olayı bildiğini, CHP’nin içini karıştırmak istediklerini söyledi.
Bu TV programından birkaç gün sonra Rahmi Turan kendi haber kaynağının Ankaralı deneyimli gazeteci Talat Atilla olduğunu yazdı.
Talat Atilla da haber kaynağının CHP Genel Merkezi’ndeki bir kişi olduğunu açıkladı.
Bu haberin kaynağı bir CHP’li ise ki, Kılıçdaroğlu’nun bu kaynağı ve bu haberin gazeteciye verildiğini bilmemesi mümkün değildir.
Nitekim gazeteciler kendisine bu olayı sorunca da;  haber doğrudur, isim veremem dedi.
Kılıçdaroğlu FOX TV’ye çıktığı tarih ve saatte olayı da , olayı gazeteciye kimin aktardığını da  biliyordu.
Ancak burada, partiden bu haberi gazeteciye aktaran kişinin aracın saraya giriş saatini,  girerken ve çıkarken ki sahte plaka numaralarını kendisine veren kişinin, CHP’nin içini karıştırma çabası içinde olanların uşağı olduğunu anlaması gerekirdi.
Aslında anlamaması mümkün değildi ama böylece bir taşla iki kuş vuracaktı, hem Muharrem İnceyi yıpratacak ve hem de Saray ve çevresini; böylece Genel Başkan’ın gözüne girecekti,  ama  olmadı.
Niçin Muharrem İnce seçilmişti, çünkü ismi geçenler arasında en  zayıf halka olarak o düşünülmüştü, onun buna tepki vereceği düşünüldüğü için  seçildi.
Muharrem İnce  hata yapıyor ve  ilk açıklamasını Ahmet Hakan’a yapıyor ve “Partim  yara aldığı için ciğerim yanıyor. Genel Başkan’ı aradım birlikte fotoğraf verelim dedim. Bu belayı birlikte def edelim dedim, Görüşürüz , bakarız falan dedi. Kabul etmedi”
İlahi Muharrem İnce senin partiyi sakınmak gibi bir kaygın var ama onların var mı ki seninle niye fotoğraf versin , Genel Başkan, senin top önüme düştü fırsata çevireyim diye düşündüğünü zannediyor. Beraberce fotoğraf verirse sana prim yaptırmış olacağını; kuyudan adam çıkartmış olacağını düşünüyor. Onun için seninle beraber fotoğraf vermez.
Ortada bir "komplo" olduğu tamam da, bu komplo CHP'nin yönetimini değiştirmek için değil, ülkenin sıkıntılı iç ve dış gündemini böyle saçma sapan işlerle meşgul etmek için. Genel başkan ve yöneticiler oltanın ucunda uzatılan yemi kaparak bu komplonun parçası haline geldiler. Böylece, sanki çok etkili bir siyaset tarzları varmış da, Recep Tayyip Erdoğan bundan rahatsızmış gibi bir hava yaratmaya çabalıyorlar. Bunların haline en çok Recep Tayyip Erdoğan  gülüyordur kuşkusuz!!!
 Bu Genel Başkan ve Yönetimi, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet'in temel ilkelerini zarar veren hatta tahrip eden hangi iç ve dış projesine engel oldular? Vakitlerini laf ebeliği yapmaktan başka neyle geçirdiler? Halkı demokratik muhalif siyasete etkin şekilde katacak bir faaliyetleri mi oldu?
 Recep Tayyip Erdoğan'a siyaseten en ufak bir zarar verebildiler mi ki bu kadronun değişmesi Recep Tayyip Erdoğan'ın işine gelsin? Kendi yardımıyla başa getirilecek birisi bile olsa, yeni bir siyaset anlayışı ve yeni bir ekip bir sürü bilinmezlik taşımayacak mı? Böyle bir riski neden alsın?



      












22 Kasım 2019 Cuma

PARTİ DİSİPLİNİ



Cumhuriyet Halk Partisi’nde Deniz Baykal’ın ayrılıp yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldikten sonra, bazı İl başkanları, Milletvekilleri, Genel Başkan Yardımcıları ve hatta Genel Başkan dahil partinin görüşlerine aykırı açıklamalarda bulunarak partiyi zor duruma düşürdükleri görülmüştür ve görülmektedir.
Bir il başkanı, bir milletvekili çıkıp “Ermeni soykırımından” söz edebilmektedir. Bir diğer milletvekili “Ben CHP milletvekiliyim ama CHP’li değilim” diyebilmekte, bir diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’nin onurlu tarihini reddi miras eder şekilde “Ben Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı olarak, Dersim olayları nedeniyle Cumhuriyet Halk Partisi adına özür diliyorum”  diyebilmektedir.
Bu saydığımız örneklerin tamamı parti tüzüğü ve programına aykırı söylemlerdir.
Kamuoyunda partiye kuşku ile bakılmasına yol açan bu söylemlerin sahiplerine hoş görüyle yaklaşıldı ve haklarında hiçbir işlem yapılmadı.
Hiçbir parti üyesi, parti içinde hangi makamı işgal ederse etsin, parti programında yer almayan bir görüşü savunamaz. Eğer böyle bir görüşü ve inancı varsa partiden ayrılır ve fikrini, düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü çerçevesinde her yerde savunabilir.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanları bu konuda çok hassastırlar. Nitekim, Cumhuriyet Halk Partisi eski Senatörlerinden Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülayim,  Bir Cumhuriyet Senatörünün anıları isimli kitabında İsmet Paşa ve Turan Güneş arasında geçen bir olayı anlatmış, bende bu hikayeyi burada siz değerli okurlarımla baylaşmak istiyorum.
İsmet Paşa partinin Genel Başkanı, Turan Güneş’te Parti Meclisi üyesidir. Turan Güneş kendinsinin ve diğer 10-15 kişinin imzaladığı NATO’dan çıkalım diye bir bildiri yayınlarlar.
İsmet Paşa, Turan Güneş’e imzanın kendisine ait olup olmadığını sorar, Turan Güneş imzanın kendisine ait olduğunu söyleyince, Paşa parti programında, NATO’dan çıkalım diye bir görüşü var mı? Diye sormuş. Turan Güneş, Yok deyince, Paşa  o zaman sen böyle bir bildiriyi nasıl imzalarsın deyince, Turan Güneş, ben üniversite öğretim üyesiyim, istediğim yere imza atarım diye cevap verince, Paşa “O kadar basit değil, sen her yere imza atamazsın. Öğretim üyesisin ama aynı zamanda CHP Parti Meclisi üyesisin ve Parti Meclisi Üyesi olarak partinin görüşüne aykırı olarak bir bildiriye imza atamazsın, imza atacaksan Parti Meclisinden istifa eder ve öğretim üyesi olarak istediğin bildiriye imza atarsın. CHP Parti Meclisi üyeliğinin sorumluluğu bunu gerektirir.”
Tabii bu olay İsmet Paşa’nın parti disiplinine bakış açısını ortaya koyduğu için çok önemlidir.
Parti programına aykırı görüşleri,   kamuoyu önünde ileri sürerek partiyi müşkül durumda bırakanlara, hakkı ve  haddi olmadan reddi miras anlamına gelecek şekilde açıklama yapanlara   hiç ses çıkartmayanlar, sadece kendisinin de içinde bulunduğu yönetimin, bir FETÖ operasyonuna direnemediklerini söyleyen partinin her kademesinde görev almış olan bir parti emekçisini partiden ihraç edeceksin, bunu ne vicdanen ve ne de parti iç hukuku açısından kabul etmek mümkün değildir.
Parti içi hukuk her zaman ve herkese eşit şekilde uygulanmazsa ileride telafisi mümkün olmayan büyük zararlara yol açar. 








              


19 Kasım 2019 Salı

ERDOĞAN TRUMP GÖRÜŞMESİ



Değerli siyaset adamı ve diplomat Onur Öymen, Erdoğan Trump görüşmesini değerlendirdiği mektubunu siz değerli okuyucularımla paylaşmanın faydalı olacağına inandığım için aynen yayınlıyorum.                             “Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13 Kasım tarihinde Washington’da Başkan Trump’la yaptığı görüşme son zamanlarda giderek sertleşen üslubun yumuşatılmasına yardımcı olmuştur. Bu üslup değişikliğinin bazı Avrupa ülkelerinin tutumunu da etkilemesi beklenebilir. Özellikle Amerikan firmalarının Türkiye’ye yatırımlarını arttırmaları bazı büyük Avrupa firmalarının tereddütlerini giderebilir.
Bu arada Cumhurbaşkanının Başkan Trump’ın kendisine gönderdiği ve halkımızın gururunu inciten ve haklı tepkilere yol açan mektubunu iade ettiğini basın toplantısında açıklaması ve Trump’ın bunu sessizlikle karşılaması dikkat çekici olmuştur. Kuşkusuz mektubun geldiği gün iadesi daha isabetli olurdu. Gene de ilişkilerimizde kalıcı hasar yaratabilecek böyle bir mektubun devletimizin arşivlerinde yer almaması önemlidir.
Bunun yanı sıra Kongre’de Türkiye’ye yönelik olarak alınan bazı kararların ertelenebileceği veya yumuşatılabileceği izlenimi uyandırılmıştır. Bu çerçevede sözde Ermeni soykırımına ilişkin tasarının Senatoda engellenmesi ihtimali kuvvetlenmiştir. Yaptırımlarla ilgili tasarının nasıl bir gelişme göstereceği zaman içinde anlaşılacaktır. 
Evvelce üzerinde mutabakata varılan, ancak daha sonra vazgeçileceği ifade edilen ticaret hacmimizin 100 milyar dolara yükseltilmesi hedefi yeniden benimsenmiştir.
Bunlara karşılık iki ülke arasında ihtilaf konusu olan belli başlı meselelerde kayda değer bir gelişme sağlanmamıştır.Bu arada Kıbrıs Rum Kesimine karşı uygulanan askeri ambargonun kaldırılması amacıyla Kongrede verilen önergenin engellenmesi için Başkan Trump’tan bir vaat alınıp alınmadığı bilinmemektedir.
Kıbrıs Rum yönetiminin Adanın civarındaki doğal gaz yataklarının işletilmesi kararının ve Türkiye’nin sondaj çalışmaları taşıdığı büyük öneme rağmen liderlerin basın toplantısında ön plana çıkmaması dikkat çekici olmuştur.
Türkiye’nin en önemli beklentisi ülkemizin güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturan PKK/PYD/YPG işbirliğinin sonlandırılması ve Amerika’nın bu örgütlere siyasi, ekonomik ve askeri destek vermekten vaz geçmesiydi. Trump bu konudaki politikalarında her hangi bir değişiklik yapılabileceği izlenimini vermemiş, tam tersine bu desteğin sürdürüleceği, Suriye petrollerinin denetim altına alınmasında onlarla birlikte çalışılacağı ve örgütün lideri Mazlum Kobani ile işbirliğinin devam ettirileceğini tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. 
Türkiye, Suriye sınırımızın güneyinde kontrol altında tuttuğumuz bölgelerdeki varlığını sürdürecek, ancak öyle anlaşılıyor ki, Irak sınırına kadar uzanan ve 30 kilometre derinliğe sahip olan toprakların tamamında söz sahibi olma hedefini gerçekleştirmesine Amerikan tarafı sıcak bakmamaktadır. O alandaki petrol bölgelerinde Amerika uluslararası hukuku göz ardı ederek “Suriye Demokratik Güçleriyle” birlikte çalışmaya devam edecektir. Bunun ileride doğurabileceği sakıncalar açıktır. Türkiye'nin o bölgeye 1 milyon, Rakka ve Deyrezor bölgesine de 1 milyon sığınması yerleştirme projesine Amerika'nın ne ölçüde destek vereceği zaman içinde görülecektir. 
Sınırın bazı bölgelerinde Suriye birlikleri Ruslarla birlikte etkili olacaktır. Bu durum bir yandan Suriye’nin kendi topraklarının bir bölümünde daha egemenliğini yeniden ele geçirmesi, ancak diğer yandan da Rusya’nın o bölgelerin bir kısmında etki alanını genişletmesi sonucunu verecektir.
Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir ihtilaf konusu olan FETÖ’nün iadesi konusunun, basın toplantısında Erdoğan tarafından açıkça dile getirilmesine rağmen Trump’ın değinmemeyi tercih etmesi dikkat çekici olmuştur.
S-400’ler ve F-35’ler konusunda ilerleme kaydedilmemiş, bu meseleler üzerinde konuşulmaya devam edileceği yolunda muğlak ifadeler kullanılmıştır. Amerika’nın Türkiye’den önemli bir taviz almadıkça bu sorunların çözümüne yanaşmayacağı anlaşılmaktadır. Türkiye'nin Amerika'dan Patriot alımı önerisinin bu sorunların çözümünde etki olup olmayacağı ileride görülecektir.
Halk Bankası’yla ilgili yargı sürecinin engellenebileceği yolunda bir bilgi ortaya çıkmamıştır.
Özetle Amerika’nın son zamanlarda izlediği baskı ve tehdit yöntemleriyle beklediği sonuçları alamayacağını gördüğü, bu yaklaşımın Türkiye ile Rusya’yı birbirine yakınlaştırmaktan başka sonuç vermeyeceğini anladığı izlenimi alınmaktadır. 
Trump’ın kamuoyu üzerinden açık ve kırıcı suçlamalar yerine sessiz diplomasiye dönmeyi tercih ettiği, bu arada Türkiye’ye ve Sayın Cumhurbaşkanına yönelik övücü ifadeler kullanarak anlaşmazlık konusu olan hususlarda ülkemizin direncini yumuşatma yaklaşımını denemeyi tercih ettiği görülmektedir.
Türkiye ile Amerika arasında ihtilafların yoğunlaştığı dönemde selden kütük kapmaya çalışan bazı lobilerin, hiç değilse şimdilik beklentilerini elde edemedikleri söylenebilir.
Türkiye’de iktidarın ve muhalefetin ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren konularda birlik içinde çalışmaları, dış baskılara birlikte direnmeleri sorunların aşılmasında ve fırsatların değerlendirilmesinde bence en doğru yol olacaktır.”



15 Kasım 2019 Cuma

ÇANLAR YEREL BASIN İÇİN ÇALIYOR



Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı Yargı Reformu Strateji Belgesinde, gazeteleri de çok yakından ilgilendiren bir madde yer aldı. Belgeye göre yazılı basını ayakta tutan en önemli gelir kaynağı olan resmi ilan statüsündeki icra ilanlarının, yaygın/yerel gazetelerde yayınlanma zorunluluğu kalkacak.
   Kağıt ve döviz kurundaki artış nedeniyle zor günler geçiren yazılı basın, şimdi en önemli gelir kaynağı resmi ilanlarda kesinti riski altında.
Siyasi iktidar basını baskı altına alma çabasını bundan önce evvela “Resmi İlan ve Reklamlar ile Bunları yayınlayacak Süreli yayınlar Yönetmeliğinin 110. Maddesinde  Anayasaya aykırı bir
düzenleme olan “ süreli yayının içeriğinden veya imtiyaz sahibi gerçek veya tüzel kişilerin ortaklarının çoğunluğunun ya da varsa tüzel kişi temsilcisinin fiillerinden dolayı haklarında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer  alan Anayasal Düzene ve Bu Düzenin işleyişine Karşı suçlar veya 3717 sayılı Terörle Mücadele Kanununu kapsamındaki suçlar nedeniyle ceza davası açılan asgari fikir işçileri kadrosunda yer alan kişilerin asgari kadrodan çıkarılmaması halinde ilgili gazetenin yayınlama hakkının durdurulacağı” şeklinde düzenlemesiyle çözmeye çalışmıştı.
Ancak Danıştay 10. Dairesi bu Anayasaya aykırı yönetmelik hükmünün yürütmesinin durdurulmasına karar vermişti.
Resmi ilan ve reklam gelirleri, pek çok süreli yayının yayın hayatına  devamı bakımından önemli bir kaynak olduğundan bunun kesilmesi halinde bu yayın organları yayın hayatlarına devam edemeyeceklerdir.
Siyasi iktidarın getirmek istedikleri bu düzenleme, İcra takip masraflarını azaltmaya yönelik olmaktan ziyade düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti bakımından kısıtlamalar getirmeye yöneliktir.
Bu getirilen yöntemle havuz medyasından da öte Demokrat Parti dönemindeki gibi bir besleme basın yaratma çabasıdır.
Bu sadece besleme basın yaratmayacak bugünlerde Türk yayın hayatına girme çabasındaki yabancı sermayeli yayın kuruluşlarının önünü açacaktır.
Resmi ilanlar bu hale getirildikten sonra, iktidar tarafından atılacak son adım ise gazete kağıdı ithal ve dağıtımına iktidarın el koyması olacaktır.
Objektif habercilik yapan basın yayın kuruluşları siyasi iktidarı çok rahatsız ettikleri için, tüm basın yayın organlarını susturmanın yollarını aramaya başladılar.
Bu Türkiye’de ilk defa olmuyor. Demokrat Parti İktidarında da bunlar olmuştu, ama sonuçta bunun iktidar sahiplerine hiçbir faydası olmamıştı.
Yargı reform paketinde getirilmek istenen bu düzenleme adalete erişimi kolaylaştırmayacağı gibi, bir çok basın emekçisini de aç bırakacaktır.
Ülkemizde bugün binin üstünde yerel basın kuruluşu vardır, bu  düzenleme parlamentodan geçerek yasalaşırsa bu yerel basın organlarının büyük çoğunluğu yayın hayatlarına son vereceklerdir. Bu da yüzlerce insanın işsizler ordusuna katılmaları demek olacaktır.
Demokratik bir ülkede siyasal iktidarların görevi, basına zorluklar çıkartmak değil, tam aksine basının  önünü açmaktır. Bu halkın haber alma, doğruları öğrenme  hakkına duyulan saygının sonucudur.




12 Kasım 2019 Salı

SİYASETÇİLER NEDEN YALAN SÖYLERLER.



Yalan söylemek siyasetin siyasetçinin doğasında yoktur. Ne zaman ki yönetenler başarısız olurlar, isimleri hukuksuzluğa yolsuzluğa karışır, o zaman iktidardan gidip hesap verme korkusu başlayınca yalan söylemeye başlarlar.
Hele bu başarısız iktidar sahipleri, bir de besleme basın yaratmışlarsa artık söylenecek ve söyleyecekleri yalanın sınırı kalmaz.
Yalan söyleme, çarpıtma ve bilgiyi saklama aldatmanın tüm şekilleridir.
Siyasetçilerin yalan söylemesi ve hele birde o ülkede besleme basın var ise, ülke yurttaşlarının demokrasi içindeki kararlarını yanlış bilgilere dayandırılma ihtimalleri yüksek hatta kaçınılmaz olması nedeniyle olaylar ve aralarında tercihte bulunacağı siyasetçiler açısından bilinçli ve doğru bir tercihte bulunamazlar.
Doğru bilgiye sahip olamayan geniş seçmen kitlesinin bir politikacı veya lideri nasıl sorumlu tutabilir.
Demokrasiler, seçmenlerin güvenilir bilgilere sahip oldukları, ve yüksek düzeyde şeffaflık ve dürüstlüğün egemen olduğu zaman çalışabilecek yaygın ve etkili bir fikirler piyasasını içerdikleri zaman en iyi şekilde çalışırlar.Bundan hem toplum ve hem de siyasetçiler fayda görürler.
Demokrasi içinde yalan söylemek çok yaygınlaşırsa bu durum halkın demokratik yönetime olan inancını kaybetmesine ve bir çeşit otoriter yönetimlere heveslenmesine yol açabilir. Sonuçta , kamuoyunun siyasetçiler hakkında bir yalancılar güruhu olduklarını düşünmesinden dolayı, kamuoyu siyasetçilere, dolayısıyla liderlere hiç saygı duymadığı ve yozlaşmış olduklarını düşündüğü içinde siyaset kurumlarına hiç itimat edilmeyen bir demokrasinin uzun süre hayatta kalabilmesi zordur. Kısacası siyasetçilerin yalan söylemeleri devlete ve topluma telafisi çok zor olan zararlar verir.
Siyasi varlıklarını yalan üstüne kuran siyasetçiler, siyaset sahnesinden çekildikten çok kısa bir sür sonra artık hatırlanmazlar bile.
Ama kendi halkına sadece doğruları söyledikleri için  sadece göz yaşı ve sıkıntı vaat etseler bile, sonunda ülkelerini düzlüğe çıkarttıkları için onlar ölümlerinden sonra seksen yıl, yüz yıl bile geçse saygı, sevgi ve minnetle anılırlar. Bunlar şovenist olmayan gerçek efsanelerdir. Bunun çağımızdaki en seçkin örneği ulu önder Atatürk’tür.
Ama birde şovenist efsaneler vardır. Bunlar üç şekilde görünürler. Kendini yücelten, kendini aklayan ve ötekini kötüleyen.
Bu tür siyasetçiler, daha çok geri kalmış ülkelerde kendilerine yer bulurlar. Bunlar her şeyi en doğru yaptığını zannedenlerdir ve bunlar kendi hatalarını gerçek efsanelerin yaptıkları ile aynı gösterip kendilerinin doğru yaptığını ispat etmeye çalışırlar.
Bunlar zaman zaman bu yanlışa bilgisizliklerinden düşerler. Bunlar genellikle tarih bilgisinden yoksun has bel kader ülkenin başına gelmiş olanlardır.
Bunlar yaptıklarını kendilerinden çok üstün olduğunu bildikleri liderlerin yaptıklarıyla eş tutmaya çalışarak kendilerini yüceltmeye çalışırlar.
Kendilerini yüceltmeye çalışırken, aklamaya da çalışmış olurlar. Bir de her yaptıklarının doğru olduğunu zannederler. Bunu yaparken yani her yaptıklarının doğru olduğunu zannederken, bir şeyi gözden kaçırırlar, kendi yönetim dönemlerinde besleme basın yarattıklarından basında yanlışlarını yüzlerine vurmayacağı için, etraflarındaki dalkavuklarda kendi çıkarları nedeniyle efendilerinin her söylediğini, her yaptığını onayladıkları için, kendilerini gerçekten Dünyada saygın bir  lider zannederler.
Gerçeklerin böyle olmadığını, iktidardan düştükleri zaman anlarlar. Ama artık işten geçmiş olur.    


8 Kasım 2019 Cuma

EKONOMİK KRİZİN SONUÇLARI



Başta Damat bey olmak üzere Tayyip Erdoğan’ın atadığı memurlar, ekonominin çok iyi olduğunu, bütün dünyanın bizi kıskandığını falan söylüyorlar.
Ama gerçek hayat hiçte bunun böyle olmadığını bize söylüyor.Ülkeler ekonomik olarak çöktüğü zaman bazı konular artış gösterir. Bunlardan ilki İcra dosya sayısında ki artışlardır.
Türk halkının büyük çoğunluğu borç içinde ve icralık. Banka kredi kartı borçlarını ödeyemedikleri için milyonlarca insan icralık.
Ekonomi çöktüğü zamanlarda bazı suçlar artar. Nedir bunlar? Bunlar hırsızlık, fuhuş, gasp, rüşvet gibi  suçlardır.
Adalet Bakanlığı yıllık olarak bu suçlardaki artış oranlarını yayınlasa da bunu net olarak görebilsek, ama bu suçlardaki artış oranını açıklamak bir yana, iktidar nerede ise “ekonomi kötü” demeyi bile yasaklayacak.
Menderes dönemini yaşayanlar anlatırlardı. Ekonomi çökünce mal kıtlığı başlamış, karaborsayı da önlemek için bir milli Korunma kanunu çıkartmışlar, bu kanun çerçevesinde, talep edilen bir mal için “Yok” demek yasaklanmış onun yerine “kalmadı” denecek denmiş. Ama tabii bu yasa ne karaborsayı engellemiş ne de malların “yok” olmasını.
Bugünkü iktidarda şimdilerde “Ekonomi Kötü” demeyi yasayla engelleyecekmiş.
Siyasal iktidar bunu yapacağına, ahbap çavuş kapitalizminden vaz geçip öncelikle ekonomide yapısal reformları yapması gerekiyor. Bu da yetmez, siyasetende parlamenter rejime dönüp, yargı bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü demokratik ülkelerde ki gibi gerçekleştirmelidir.
Ekonominin kuralları vardır, o hükmünü icra eder, yasal düzenlemelerle ne olmayan üretimi arttırabilirsiniz ve ne de insanların karnını doyurabilirsiniz.
Bu ülkedeki gerçek enflasyon mutfaktaki enflasyondur. İktidar sahipleri enflasyon rakamlarını nasıl maniple ederlerse etsinler, halk mutfaktaki yangından gerçek enflasyonu yaşayarak tespit eder.
Daha iki gün evvel beraberce intihar eden dört kardeş, ekonomik refahtan mı intihar ettiler.İstenildiği kadar bu olayın üstü örtülmeye çalışılsın, ama bu acı olay bu ülkede yaşandı.
          Ekonomik kriz sadece açlık çeken insanlarımızın, aklını başından almadı. İktidar sahipleri de ne diyeceklerini şaşırdılar.
Milletin efendisi dediğimiz Türk köylüsü geçinemez halde iken, Türkiye hayvancılığını kalkındırmak için Afganistan’dan 150.000. çoban getirecekmiş.
Mantık güzel(!) malı üretme, ithal et. Çobanı ithal et
Zaten hasta olan Türk ekonomisi ölümcül hale gelmiştir. Dünyada kimse bizi kıskanmıyor Türk ekonomisi, Türk milletinin ihtiyaç duyduğu, talep ettiği mal ve hizmetleri üretmekten aciz hale gelmiştir! Sağlıklı, iyi işleyen  bir ekonomi sadece kendi ülkesinin  ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri üretmekle kalmaz diğer ülkelere de mal ve hizmet ihraç ederek cari fazla verir! Bir kere konunun bu boyutunu anlayıp kabullenmeden güncel ekonomik hareketlere tepki olarak politika üretmek, çözüm değildir, olamaz.
Türk ekonomisinin Türk halkının ihtiyaç duyduğu talep ettiği mal ve hizmetleri üretip üretemediğini anlamanın birinci yolu dış ticaret rakamlarına bakmaktan geçer. Türk ekonomisi çok uzun yıllardır dış ticaret açığı veren bir ekonomidir. Özellikle son on altı yıllık AKP iktidarı döneminde dış ticaret açığı fahiş miktarda artmıştır.
Amerikan kaynaklı neoliberal politikaları Türkiye’ye getiren ve uygulayan Turgut Özal’ın bile bir yılda verdiği dış ticaret açığından fazlasını Erdoğan iktidarı sadece ve sadece bir ayda vermektedir! Bilimsel makaleler böyle olduğunu söylemektedir.

5 Kasım 2019 Salı

ÇİRKİN AMERİKALI



Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi, düşmanca bir tutum içinde, Türkiye’den öç almak kastı ile sözde Ermeni soykırım tasarısını kabul etti.
“Ermeni Soykırımı”nın olup olmadığı siyasetçilerin karar verebileceği bir konu değildir. 1915 olayları ile ilgili kararı ancak tarihçiler verir. Tarihçilerin sağlıklı bir sonuca varabilmesi için de, Türk, Rus, İngiliz, Fransız, Amerikan arşivlerinin yanında Ermeniler’in de, Amerika Birleşik Devletleri Boston şehrinde bulunan, bugüne kadar kimseye açmadıkları Taşnak arşivlerini  açmaları gerekir.
Bugün Sözde “Ermeni Soykırımı” tasarılarını onaylayan ülkelerin siyasetçilerine şunu hatırlatmak gerekir:
İstanbul işgal edilmiş, bütün Osmanlı arşivi elinizdeyken, İttihat Terakkinin önden gelen isimlerini Ermenileri katletmek suçlamasıyla tutuklayıp, Malta Adasına göndermiştiniz. Sonuç ne oldu? Söylenenlerin hepsinin yalan olduğu ortaya çıktı ve bunu ortaya çıkaran da,  olayı araştıran “Majestelerinin” savcısıydı. İngiliz Savcı dava açılacak bir husus olmadığına karar vererek, dosyayı takipsizlikle sonlandırdı ve bütün Malta sürgünlerini serbest bıraktı.
Olayın yaşanmasından çok kısa bir süre sonra yapılmış bu yargısal araştırma en gerçekçi olanıdır.
Yapan da “siyasetçi” değil, hukukçudur. Bu karardan sonra artık bu konunun kapanması gerekirdi ama kendi iç siyasetlerinde kullandıkları ve parçalanmış bir Türkiye arzuladıkları için emperyalistler bunu hep kaşıdılar.
Taşnak Partisi’nin Genel Başkanı ve Başbakan Ovanes Kaçaznuni “Askeri operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiçbir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik.” diyerek, gerçeği bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur.
Türkiye’nin zayıfladığı bir anda da, Ermeniler için Toprak talebinde bulunacaklardır.
Tarihi bir olay hakkında siyasetçiler karar veremez ama, verirlerse de bu konuda  en son karar verebilecek   olanlar, tarihleri birçok soykırım olayı ile dolu olan, Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikalı siyasetçilerdir.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda 1 milyon kişi Fransızlar yüzünden hayatını kaybetti..  Fransa’nın bu yaptıkları hatırlatıldığı zaman, o tarihteki Fransız Cumhurbaşkanı Francoıs Hollande  “bana babalarımızın hesabını soruyorsunuz” diyen kişi değil miydi?
Ama batı hala Sevr’in yırtılıp atılmasını ve  Lozan’ın yapılmasını içine sindiremediği için Türkiye Cumhuriyetine duyduğu kin ve nefretten ötürü, tarihe karışmış bir imparatorluğun hesabını Türkiye Cumhuriyetinden sormaya çalışıyor.
Birilerini soykırım yapmakla suçlayabilecek en son devlet de Amerika Birleşik Devletleridir.
Eğer dünya soykırım arıyorsa önce dönüp, gerçek bir soykırım olan, Amerikan Kızılderililerine  karşı uygulanan soykırıma baksın.
Hafta sonu Sözcü Gazetesinde vardı; Türkiye aleyhine soy kırım tasarısını kabul eden  Amerika, Vietnam’ da 4 Milyon, Kore’de 3 milyon, Kamboçya’da 1 milyon, Afganistan’da 1.5 milyon, Irak’ta 1 Milyon, Japonya’da 350 bin kişiyi öldürmüştü.
Tabii bunlardan çok daha vahimi Hitler’in Nazizm’in, Faşizm’in perde gerisindeki gerçek beynin, Yahudi ve komünist düşmanı Amerikalı Sanayici Henry Ford’un olmasıdır.
Nitekim, İngiliz ekonomisttarihçi ve yazar.. Antony Cyril Sutton , Amerikan ekonomisinin kalbi olan Wall Street'in 20. yüzyılın önemli olaylarındaki (Hitler'in güç kazanışı gibi) etkinliğini araştırıp ortaya koyan kişi olarak Alman Faşizmi’nin Amerikalı Sanayiciler tarafından yaratıldığını ortaya koymuştu.
Amerikan General Motors fabrikası Alman savaş  sanayinin temel direğiydi. Nitekim, 1938 Temmuzunda Hitlerin diplomatları, Hitleri düşünsel olarak biçimlendirip parayla ve teknik olarak donatan Henry Ford’u “Alman Kartalı’nın Büyük Haçı” Madalyası ile onurlandırıyorlardı(!)
Almanya’nın Rusya’yı işgal edebilmesi için ihtiyaç duyduğu milyonlarca varil petrol gereksinimini çözen Amerikan  Standard Oil petrol şirketiydi.
Tarihçi Cengiz Özakıncı’nın  mutlaka okunması gereken “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı” kitabında “…Hitler, NAZİ partisi ve Alman Faşizmi, on yıllara yayılmış bir Amarikan tasarısının ürünü olarak Amerikalılar tarafından var edilmiş; NAZİ’ler Amerika tarafından komünist ve Yahudi cellatları olarak kullanılmış, İngiliz ve Fransızlar da kendi canları yanıncaya  dek Hitler’i Sovyetler Birliğine karşı kışkırtmış ve desteklemişlerdi.” diye yazarak emperyalist batının iki yüzlülüğünü çok güzel ortaya koymuş.
Milyonların ölümünü planlayan ve gerçekleştiren, ama bunun hiç hesabını vermeyen  “Çirkin Amerikalı” düşmanca duygularla Türk Milletini mahkum etmeye çalışıyor.
   
   



1 Kasım 2019 Cuma

ATATÜRK NEFRETİ



Birinci Dünya Savaşı sonrası Sevr antlaşmasını yırtıp atıp Lozan’ın eşit koşullarda yapılmasını sağlayan Atatürk ve silah arkadaşlarına emperyalistlerin duyduğu kin ve nefret hiç dinmiyor.
Emperyalistler, bugünkü Türkiye yerine Sevr antlaşması ile bölünmüş parçalanmış ve küçülmüş bir Türkiye ve Anadolu istiyorlardı. Onun için Kurtuluş Savaşı döneminden başlayarak, yurt içindeki hainleri kullanarak isyanlar çıkarttılar. Türkiye Cumhuriyeti  kurulduktan sonra da bu çabalarından hiç vazgeçmediler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çimentosunun Atatürk ve Atatürk ilkeleri olduğunu gören emperyalistler içerdeki uşaklarını da kullanarak Atatürk’e karşı bir propaganda bombardımanına başlamışlardır.
Örneğin Alman asıllı  Kurt Ziemke, “Yapılması gereken Atatürk’ün hem din düşmanı hem de Kürt düşmanı olduğu fikrini yaymaktır.” demiştir.
2008 yılında vefat eden Amerikalı Siyaset Bilimci o Samuel Huntington “Türkiye Atatürk’ün mirasını reddetmelidir.” derken, Rand düşünce kuruluşunun daimi danışmanı CIA ajanı  Graham Fuller de, “Kemalizm’e son verin Osmanlıyla övünün” demiştir.
Eski CIA Ajanı, 12 Eylül darbesini, ABD Cumhurbaşkanı’na “ Bizim çocuklar yaptı diye duyuran Paul Henze de “ Atatürkçülük öldü nurcular ileri” demiştir.
Bu şahısların söylediklerine baktığımız zaman bu söylenenlerle aynı düşünce yapısına sahip, bu söylenenleri harfiyen yerine getiren  onbinlerce hain olmasına rağmen, Atatürk’e ve onun devrimlerine bağlı sessiz ve eğitimli kitlelerde artık seslerin çok gür bir şekilde çıkartmaya başlayınca, yani Atatürk sevgisini Türk milletinin kalbinden silemeyeceklerini anlayanlardan Paul Henze, 2016 yılında Beyaz Saraya sunduğu ünlü raporunda bugün ülkemizde yaşanan “Türk Tipi Başkanlık Sistemini” ve bu sistemin nedenini şöyle açıklamıştır:
Türkiye’nin bu şekliyle Amerikan Politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Hükümeti ikna ettiğimizde, Meclis, Meclisi ikna ettiğimizde ordu, Orduyu ikna ettiğimizde, yargı karşımıza çıkabiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarları Türkiye’de bir federalizm, yani federal devlet kurulması ise; Mutlaka ve öncelikle Türkiye’de; yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir! Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı kontrol  kontrol etmekten  çok daha kolay olacaktır..!Eğer o kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse….” Libya ve Irak örnekleri verilerek rapor şu cümleyle tamamlanıyor: BİR KİŞİ ÜZERİNE KURULMUŞ OLAN YAPIYI YIKMAK, AMERİKA İÇİN SORUN OLMAZ….”
Durum bu kadar net ortadayken, bir takım kendisini Anayasa Hukuku hocası zanneden zavallılar bu Anayasayı biz yaptık demesinler
Olayların akışı gösteriyor ki, emperyalistlerin Türkiye üstüne oyunları bitmiyor.
Ancak, asıl kusurlu olan bizleriz, eğer böyle bir oyun varsa bunu bozmakta Türk Milletine düşer.
Yedi Düvel’e kafa tutmuş, batan bir imparatorluğun küllerinden  bir  Devlet kurmuş, bu millet, yani Türk Milleti bu oyunu  bozar.
Ülkemiz üstüne oynanan oyunu Türk Milletinin bozması için bunu Millete anlatmak gerekiyor. Bunu da, halka anlatacak olan, devletten evvel var olan, devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisidir.
Herkes demokratik yollarla üstüne düşeni yapmalı ve bu oyunu bozmalıdır.