31 Ağustos 2015 Pazartesi

TÜM EZİLEN ULUSLARIN BAYRAĞI ATATÜRK


30 Ağustos günü facebook’da gezinirken gazeteci dostum, Mehmet Faraç’ın  CHP İnternet sitesinden "Atatürk’ün resmini kaldırmışlar" haberini okuyunca, buna hakikaten inanamadım ve “Bir yanlışlık vardır” yazdım ama siteye de girdim.
Atatürk’ün partisinde, kurucusunun reminin belli belirsiz hale getirildiğini gördüm.
30 Ağustos bu ülkenin hayatında çok önemli bir tarihtir.
30 Ağustos 1922 CHP’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat idare ettiği Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonucunda, Türk Ordusunun  kesin bir zafer kazandığı tarihtir.
Yani bu tarih, Türk ulusunun makus talihini yendiği gibi, mazlum milletlere örnek teşkil eden bir zaferde olmasına rağmen, Partinin sitesinde bununla da ilgili tek satır yoktu.
Bugün Cumhuriyet Halk Partisi tarihi hakkında en ufak bir bilgileri olmayanlara öğretmemiz gereken husus, Cumhuriyetin Kuruluşu’nun Cumhuriyet Halk Partisi tarafından başlatılmış olduğudur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin temelinde Atatürk, onun silah ve mücadele arkadaşlarının emekleri, kanları, alın terleri  ve anti emperyalist düşüncenin kutsal harcı vardır.
Onu Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve bu Cumhuriyetin tarihinden silmek/unutturmak  mümkün olmadığı gibi, kimsenin de haddi değildir.
Atatürkçülük, emperyalist işgalcilere  karşı  antiemperyalist kurtuluş savaşını başlatıp, sürdüren ve  zaferle sonuçlandıran bir harekettir.
Elbette Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye çalışanlar, Türkiye'deki maşaları vasıtasıyla onu milletin gönlünden silmeye/unutturmaya çalışacaklar ve bunun için Cumhuriyet Halk Partisi'ni de kullanmaya çalışacaklardır.  
Emperyalistlerin Atatürk’e ve Atatürkçülüğe  duydukları düşmanlığın sebebi onun, "Biz Batı emperyalizmine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda batılı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunun emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız…” sözlerinde yatmaktadır
Bugün Ortadoğu’da oynan oyunda Türkiye’ye verilen görev emperyalistlerin maşası olmak değil midir.
Elbette bu anlayış çerçevesinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne biçilen görevde, Atatürkçülerin yeri olmayacaktır.

Bırakın AKP’nin egemen olduğu medyayı, Cumhuriyet Halka Partisi’nin kendi internet sitesinde bile unutturulmak istenen Atatürk  "Tam bağımsızlık demek elbette siyaset, maliye,iktisat,askerlik,kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir.Bu saydıklarımdan herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamı ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.Biz, bunu sağlamadan  ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz” diyen kişidir.
Şimdi niçin Cumhuriyet Halk Partisi’nin dizayn edildiğini, göreve getirilenlerin neye hizmet etmek için Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü unutturmaya çalıştıklarını anlatabildik mi?
Sanki kendisi de bugünleri daha o günlerde görmüş gibi, “ Bir zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkar edenler ve bana taan(kınayanlar) edenler çıkabilir. Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir” demiştir.
Evet onun kurduğu partiyi bugün yönetenlerin arasından ona “Katil, katliamcı” diyenler  bile çıktı.
Onu inkar etmek için Cumhuriyetin söyle mi olan “Tunçeliyi kullanmayıp, derebeyliğin, ağalığın, şeyhliğin söylemi olan  “Ben Dersimli……” diyenler bile çıktı.
Genç Cumhuriyetin en büyük atılımları, devrimleri yaptığı dönemi bile inkar ederek,bölücülere ve emperyalistlere sempatik görünmek uğruna, “Bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi 1930 ların CHP’si değildir” demek saygısızlığını bile gösterdiler.
Kim ne yaparsa yapsın, onu ne kadar inkar ederlerse etsinler, biz Atatürkçüler, Cumhuriyet Halk Partisindeki bu işgale son verip, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü tüm ezilen ulusların ve özellikle Ortadoğu uluslarının bayrağı haline getireceğiz.



28 Ağustos 2015 Cuma

GÜLÜYORUZ AĞLANACAK HALİMİZE


Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına bakarsanız, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.
Siyasi partilerin tüzük ve programlarını incelerseniz, hepsi hukuk devletinin yılmaz savunucusudurlar.  Ama hukuk ayaklar altına alınırken ne bu siyasi partilerin ve ne de hukukun savunucusu hukuk kurumlarının çıtı çıkmaz.
Seçimlerin yenilenmesi halinde seçimlerin ne zaman yapılacağı, Millet Vekili Seçimi kanunun da net olarak belirlenmişken, yani Cumhurbaşkanı'nın seçimlerin yenilenmesine dair kararının, hükümetçe yayınlandığı günden  sonraki doksanıncı günü takip eden ilk pazar günü yapılması bir amir hükümken, buna hiç uyulmadan Cumhurbaşkanı 1 Kasım gününü oy kullanma günü olarak ilan etmesi üzerine, Yüksek seçim Kurulu da "emriniz başüstüne" anlayışıyla Milletvekili Seçimlerinde oy verme gününü 1 Kasım ilan ediyor.
Yüksek Seçim Kurulu'nun  oy kullanma günü olarak tespit ettiği tarih açıkça yasaya aykırıdır.
Çünkü Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 8. maddesi  " Seçim dönemi bitmeden önce, seçimin yenilenmesine  Türkiye Büyük Millet Meclisi veya Cumhurbaşkanınca karar verilmesi halinde, durum Bakanlar Kurulu tarafından kırksekiz saat içinde ilan olunur.
Yenileme kararı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından verilmişse Meclis, seçimin yapılacağı tarihi belirler. Yenileme kararının Cumhurbaşkanınca verilmesi halinde, bu kararın verildiği günden sonra gelen doksanıncı günü takip eden ilk Pazar günü oy verilir" demektedir.
Bu hukuka aykırılığa kimin ses vermesi gerekmektedir.
Buna itiraz etmesi gerekenler öncelikle siyasi partilerdir.
AKP'nin bu seçimlerde de devlet ve Cumhurbaşkanının kontrol edilemeyecek siyasal gücünü arkasına  alarak, seçimlerde öne çıkacağı ham hayali içinde olduğundan, bu hukuksuzluğa sessiz kalması normaldir.
Ama seçimlere sadece AKP ile değil Cumhurbaşkanı ile yarışır durumda katılacak muhalefet partileri bu doksan günün kısaltılmasına yani kanunu açıkça ihlal edilmesine sessiz kaldılar.
Bu ilk anda anlaşılamaz gibi görünmekle beraber, olayları  biraz inceleyince  gerçek ortaya çıkıyor.
Mecliste temsil edilen MHP ve HDP'nin hemen hemen aynı listelerle seçim gidecekleri, yani merkez yoklaması ile bu işi çözecekleri anlaşılıyor. Ama tüzüğünde üyelerinin yüzde seksen beşini ön seçimle seçmek zorunluluğu olan CHP için bu sürenin çok kısa olduğu bir ön seçim çalışması yapılamayacağı daha doğrusu sağlıklı bir ön seçim çalışması yapılamayacağı görülüyor.
Bu nedenledir ki; CHP Yönetimi, bir yönetmelik değişikliği ile tüzük hükmünü çiğnemiş oluyor.
Buna da görevi olmadığı halde Yüksek Seçim Kurulu olur veriyor.
Partilerin gerek ülke hukukuna ve gerekse parti iç hukukuna uygun davranıp davranmadıklarını incelemek ve gereğini yapmak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın görevi iken, bu konuda da Yüksek Seçim Kururlu yasayı çiğnemekte sakınca görmüyor.   
Şimdi Yüksek Seçim Kurulu'nun Milletvekili Seçimi Kanunu ihlal ettiği zaman buna niçin sessiz kalındığı anlaşılıyor.
İnsanın aklına da,  "Siz 1 Kasım'a ses çıkartmayın, bizde tüzüğü yönetmelikle delmenize görevimiz olmadığı halde olur verelim" pazarlığı yapıldığı şüphesini getiriyor.
Yüksel Seçim Kurulu'nun bu açık iki hukuk ihlali, yani yasanın amir hükmünü yetkisi olmadığı halde değiştirme garabeti ve bir parti tüzüğünün yönetmelikle aşılabileceği düşüncesi, Türkiye'de hukukun geldiği noktayı göstermektedir.
Seçimlerin  hukuka uygun ve güvenli bir şekilde yapılmasının güvencesi olması gereken, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan  Yüksek Seçim Kurulu,  açıkça yasaları çiğneye biliyorsa, sözün bittiği yerdeyiz.
Artık bundan sonra kimse, "yargı vesayetinden","paralel yargıçlardan", "hukukun çiğnendiğinden" bahis edemez.

Hukukun çiğnenmesi işlerine geldiği zaman sessiz kalanlar veya hukuk kendileri yararına çiğnendiğinde, bunun kabul etmesine rağmen, bunu yargıya taşıyana "hain derler"  demek küstahlığını  gösteren zavallılar, ülke yönetmeye talip ise, gülüyoruz ağlanacak halimize demektir. 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

OYUNA GELMEMEK LAZIM


Türkiye 1 Kasım’da tarihinde ilk defa Anayasa’nın 116. Maddesine göre, bir hükümet kurulamaması nedeniyle Cumhurbaşkanı tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilerek seçime gidiyor.
Bu anayasal bir süreç gibi görülmesine rağmen MHP’nin daha Meclis Başkanlığı seçiminden başlayarak, her öneriye hayır demesi nedeniyle, yelkenleri suya indirmiş, “Seçmen iradesine saygı duymak gerekir” diyen Erdoğan’dan ben ne dersem o diyebilen bir Erdoğan’a dönüştü.
Şimdi Anayasanın 114. Maddesine göre, her partinin TBMM’deki sandalye sayılarına göre teşkil edilecek  geçici bir bakanlar kurulu oluşturulacak. CHP ve MHP bu Bakanlar kuruluna üye vermeyeceklerini daha baştan kesin bir dille açıkladılar.
HDP fırsatı kaçırmadı ve böyle bir Bakanlar Kurulunda yer alacağını ama dayatmaya karşı olduklarını açıkladı.
Tayyip Erdoğan’ın şimdi HDP’yi de nasıl bu bakanlar kurulunun dışında bırakacağının hesaplarını yaptığını düşünüyorum.
Tayyip Erdoğan bunu da bir şekilde başarırsa kendisinin emir komutasında hareket edecek, bakandan ziyade Amerikan tipi “sekreter” niteliğinde sözde bakanlarla fiilen ülkeyi Başkan” gibi yönetecektir.
Ondan sonra yapması gereken 1 Kasım da yapılacak seçimlerin ertelenmesini temin etmektir.
Bu konuda kendisine yardımcı olacak bir YSK var.
Niçin bu yargıya vardım.
Şundan vardım, erken seçim veya seçimlerin yenilenmesine karar verildiğinin Resmi Gazetede yayınlanmasın takip eden 90. günden sonraki ilk Pazar günü seçimlerin yapılması gerekir.
Bu hesaba göre seçimlerin Aralık ayının ilk Pazar günü yani 6 Aralık Pazar günü yapılması gerekmektedir.
Herkesin bildiği bir gerçek var ki yoğun kış aylarında Türkiye’de terör olayları asgariye iner. Bu nedenle bölgede az çok asayiş sağlanmış gibi görünür. Bu nedenle seçimlerin ertelenmesi söz konusu olamaz.
Terör tırmanmışken, asker polis rütbeli rütbesiz şehit haberleri gelirken o bölgede seçim yaptırmaya çalışmak akla başka şeyler getiriyor.     
Anayasamızın 78. Maddesi “Savaş sebebiyle seçimler TBMM tarafından bir yıl süreyle ertelenebilir” hükmünü taşır.
Güneydoğu Anadolu bölgesinden her gün şehit haberleri geldiğine göre de orada şiddetli çatışmalar olduğu anlaşılmaktadır.
Bir anlamda bölgede can ve mal güvenliği asgari seviyededir, hatta kalmamıştır.
Gerek AKP’nin gerekse PKK’nın kullandığı, “Savaş”, “taraflar”, “iki tarafta da silahlar sussun”  terminolojisi  halk indinde bölgede savaş varmış düşüncesini yaymak çabasıdır.
AKP’de “barış süreci” denen dönemde PKK’nın 80 bin silah dağıttığını, bugün daha komplike silahlara sahip olduğunu kabul etmektedir.
Kala kala geriye seçimleri bir yıl erteletmek kalmaktadır.
MHP sıkıyönetim önerisinde bulunduğuna göre böyle bir öneriye de destek olabileceği gibi, hatta o zaman hükümete içerden veya dışarıdan destek bile verebilir.
O zaman Tayyip Bey, emrindeki işgüder Davutoğlu ve sekreterler vasıtasıyla devleti “Başkan” gibi yönetmeye devam  edecektir.
Tayyip Erdoğan’ın kendisi değil midir, anayasa fiilen değişmiştir, buna göre anayasa yapın diyen.
Her şeye “Hayır” diyerek Tayyip Erdoğan’ın kafasını kaldırmasına neden olan MHP’nin hiç olmazsa bu oyuna gelmemesi ve böyle bir şeye destek olmaması gerekir.
Eğer yüzde altmış bloğu oluşturan muhalefet partileri beraber hareket edebilselerdi, bugün bir seçimi değil “Yüce Divan’a kimlerin gideceğini” konuşuyor olacaktık.
Bu demokratik yollardan seçilmiş bir parlamentonun Türk demokrasisine en büyük katkısı olacaktı.
Bizim demokrasimizin en büyük eksikliği olan “Devri sabık yaratmama” hastalığı ortadan kalkacak, bundan sonra herkes çalanın yanında kar kalıyor düşüncesinden sıyrılacak ve kendine çeki düzen verecekti.
Ama maalesef bu fırsat kaçırıldı, seçimlerin yenilenmesine karar verileceği artık gün gibi ortadayken bir Milletvekili’nin bu yoldaki bir önergesi, iyi niyetli bile  olsa, kadük olacağını bile bile, dostlar alış verişte görsün hesabıdır.



21 Ağustos 2015 Cuma

İKİ YÜZLÜLÜK


Terörle arasına mesafe koymayan, ya da bir şekilde terör örgütü ile ilişki içinde bulunan partiler bütün demokratik ülkelerde kapatılır.
Zira terör bir insanlık suçudur.Terör örgütü, propagandasını yapabilmek, toplumun ve dünyanın ilgisini üzerine çekebilmek için masum insanları da öldürmekten kaçınmaz
Türkiye’de PKK terörü gene can almaya devam ediyor.
Terör demokrasiye ve ulusal bütünlüğümüze yönelik ağır bir tehdittir.Terör sorununu olağan rejim içinde, demokrasinin bütün kanallarını açarak çözülmesi gerekirdi.
Maalesef bunu bugüne kadar beceremedik.
Geriye dönüp baktığımızda, AKP’nin iktidarı devir aldığı tarihlerde terör sıfır noktasına geriletilmiş, yani güvenlikçi tedbirler semeresini vermişti. Artık devletin yapması gereken, bölgede alması gereken sosyal ve  ekonomik  tedbirleri almaktı.
Ama maalesef bu tedbirler alınmadı ve terör örgütünün tekrar canlanmasına sanki göz yumuldu.
AKP tarafından açılım süreci denilen, aslında üniter yapının bozulması, çözülmesi anlamına gelen süreçte, PKK’nın güçlenmesine göz yumuldu.
OSLO görüşmeleri önce inkar edildi, sonradan varlığı kabul edilmek zorunda kalındı.
Hem de bu görüşmeler, PKK sorununu uluslararasılaştırmak yanlışı yapılarak bir üçüncü devletin gözetimi altında yapıldı.
Bu süreçte PKK Türkiye içinde her türlü silah yığınağı yaptı, AKP iktidarı bütün bunları bilmesine rağmen sessiz kaldı.
Buna sessiz kalan AKP, yıllarca PKK’nın siyasal uzantısı HDP ile masa başında toplumdan ve parlamentodan hatta kendi milletvekillerinden bile gizli pazarlıklar yürüttükten sonra şimdi bir anda HDP’yi düşman ilan etti.
Hatta o kadar ileri gittiler ki, bir bakan çıktı “HDP’ye oy vermek demokrasi değildir” bile dedi.
İşte bu iki yüzlülüktür.
Zamanında masa başında dostluk  nutukları at, şimdi ona oy vermek demokrasi değil de.
Bu söylemin tek anlamı vardır. Bana verilen oylar demokratiktir, diğer partilere verilen oylar demokrasi dışıdır.
Adama “Hadi canım sende” derler.
Bu zavallılığın, suçluluğun bir anlamda faşist bir anlayışın  dışa vurumudur.
Siyasetle uğraşan herkesin, demokrat geçinen herkesin yapması gereken şey,terörü lanetlemek olmalıdır.
Kan ve kafatasına dayanan her türlü ırkçılık insanlık dışıdır, çağdışıdır.
Kürt milliyetçiliği yaparsan çağdaş ve ilericisin, bu ülkede yaşayan insanları tarif eden,  etnik kimliğe dayanmayan Türküm dersen, gerici ve tutucusun.
Bu coğrafya da yaşayan, ırk temeline dayanmadan kendilerini Türk diye niteleyenler  hep kötü, diğerleri hep iyi.
Zamanında PKK ile masaya oturan AKP bugün HDP’ye verilen oyları demokrasi dışı kabul ederken ne kadar ilkelse, terör faaliyetlerini tek kelimeyle eleştirmeyen HDP ve CHP içine sızmış bölücü yandaşları da o kadar ilkel.
İnsanlık ırk temeline dayanan faşizmden çok çekti. Milyonlarca insan ikinci Dünya harbinde öldü.
Hala bir ırk söyleminin peşinden gitmek en aşağılık  insan davranışıdır.
Türkiye’nin demokrasi sorunu olduğu hiç tartışmasızdır; eğer bu ülkede demokrasi tüm kurum ve kuralları ile çalışsaydı 17-25 Aralığın hesabı sorulmaz mıydı?
17-25 Aralığın yaşandığı bir ülkede, ana muhalefet partisi çıkıp “ devri sabık yaratmayacağız” diye bilir miydi?
Elbette diyemezdi.
Her türlü hırsızlığa göz yumacaksın, benim hırsızım iyidir diyeceksin sonrada çıkıp demokrasi söyleminde bulunacaksın.
Geçin efendiler geçin, önce bir aynaya bakın, işinize geldiği zaman terörle arasına en ufak mesafe koymamış partiyle masaya oturup adı “Özerklik” olan, aslında Sevr’in uygulamasının ilk adımı olan pazarlıkları yapın, şimdi de kalkıp demokrasi nutukları atın.
Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanlar, bu coğrafyada yaşayan insanları ırklarına göre sınıflandırmamıştı, onlara sadece insan diye bakmışlardı.
Kürt olmuş, Arap olmuş, Arnavut olmuş, Çerkez olmuş hiç fark etmez. Evvela karşımızdakine  insan diye bakmasını öğreneceğiz.
Hadi kalkın ayağa, hiç ayırımsız TERÖRÜ LANETLEYİN; yapamazsınız teröre bakışınız sadece oy kaygısıyla, hepiniz iki yüzlüsünüz.




  

17 Ağustos 2015 Pazartesi

TARİH SURATINIZA TÜKÜRÜR


7 Haziranda seçim oldu, üstünden tam 70 gün geçti, ülke düşük hükümet tarafından yönetiliyor.
Seçimlerden sonra Meclisten güvenoyu alan bir hükümet kuruluncaya kadar görevine devam eden eski hükümetler sadece günlük rutin işleri yapabilirler.
Şimdiki düşük Davutoğlu hükümeti gibi, ülkenin önündeki beklide otuz kırk yılı ipotek altına alacak, ABD ile yapılan üst antlaşması gibi, işlemler yapmazlar.
Düşük hükümet 70 gündür ülkeyi sanki güven oyu almış bir hükümetmişçesine  yönetiyor.
Bir Cumhurbaşkanı var, bu anayasa fiilen tarafımdan değiştirilmiştir diyor, fiilen ben bu ülkeyi başkan olarak yönetiyorum, siz anayasayı buna göre tekrar yapın diyor, siyasi partilerden “Bu yaptığın çok ayıp” kıvamında cılız açıklamalar geliyor.
12 Eylül Askeri yönetiminin ilk bildirilerinden birinde, “Milli Güvenlik Konseyi’nin açıklamaları anayasa ile çelişiyorsa, anayasa bu yönde değiştirilmiştir”, deniyordu.
Tayyip Bey’in “anayasa fiilen değişmiştir, sizde yeni anayasayı buna göre yapın” açıklamasının Milli Güvenlik Konseyi’nin açıklamasından hiçbir farkı yoktur.
Eğer 12 Eylül askeri darbesini yapanlar başarılı olamasalar idi, o tarihte yürürlükte bulunan, bugünkü Türk Ceza Kanunun 309. maddesinin karşılığı olan 146. maddesinden yargılanacak ve idama mahkum edileceklerdi.
Hukuk sistemimizden idam cezası kaldırıldığı için artık bu anayasayı ihlal  suçunun  karşılığı ağırlaştırılmış müebbet hapistir.
Bu arada  KCK (Kürt Komünler Birliği) Güneydoğu Anadolu’da “özerklik bildirileri” okuyor.
Çok rahat bir şekilde artık devlet yetkililerinden emir almayacaklarını ilan ediyorlar.
Şehirler de yol kesip hüviyet kontrolü yapıyorlar, kolluk güçleri geçemesin, olaylara müdahale edemesin diye hendek kazıyorlar, devletin gücü oradaki belediye yetkililerine o hendekleri kapattırmaya yetmediği gibi, İçişler Bakanı diye orada oturan zat ı muhterem de yasaların kendisine verdiği yetkiyi kullanamıyor.
Bu nasıl devlet yönetimidir anlamak mümkün değil.
Bu arada bu olaylara el koyup çözüm üretmesi gereken Meclis tatilde, AKP bu fiili durumun devamından mutlu, zira; düşük hükümeti ve başındaki işgüderi Davutoğlu vasıtasıyla Tayyip Bey’in emirlerini yerine getiriyor.
Tayyip Bey, bu anarşik ortamın yayılmasından mutlu, kendisi veya emrindeki adamları her gün çıkıp bize 400 milletvekilliği verseydiniz, Başkanlık sistemine geçer bu işleri hallederdik diyor.
Bir tane Allahın kulu çıkıp da, “Şu TBMM’yi toplantıya çağıralım da memleketin kötü gidişine bir dur diyelim” demeyi akıl edemiyor, ya da işlerine gelmiyor.
Bugün yurt içindeki bu silahlı terör faaliyetlerinin tek sorumlusu AKP iktidarlarıdır.
Onlar terör örgütüyle oturdukları “müzakere masalarında” iğrenç iğrenç, pis pis sırıtarak  terör örgütü mensuplarına “nerelere silah depoladığınızı biliyoruz” ,”istemediğiniz vali, kaymakam, komutan varsa bize bildirin gereğini yapalım” ,dedikleri için bunların hesabını soracağını  söyleyecek bir tane siyasi parti yok mudur?
Elbette bu olayın bu noktalara gelmesinin tek sorumlusu AKP ve terör örgütünün siyasal uzantısı HDP’den bunları söylemelerini beklemek abesle iştigal olur.
Ama CHP ve MHP’nin bunu önce TBMM çatısı altında ve sonra da meydanlarda haykırması gerekmiyor mu?
Anayasayı koruyacağına yemin eden bir tane Milletvekili çıkıp, bu işlerin baş sorumlusu Tayyip Erdoğan’dır deme cesaretini gösteremiyor mu?
Milletvekilini görevi bugünlerde köy kahvelerinde, partili ziyaretlerinde  hamasi nutuklar atıp, nabza göre şerbet vermek değildir.
 Şimdi yapılması gereken TBMM’yi  çalıştırıp, ülke sorunlarına el koymaktır. Bu meclisin çalışması AKP ve HDP’nin işine gelmeyecektir; ama CHP ve MHP’nin milletvekili sayıları hem meclisi olağanüstü toplantıya çağırmaya ve hem de  Meclis Genel Kurulu’nu açık tutmaya yeterlidir.
Ülkenin çivisi çıktı, bunu düzeltmek Meclisin görevidir.
Meclis bunu yapmaz ise, yani bu konudaki boşluk derinleşerek devam ederse, terör en azgın şekilde devam ederse, ülke bütünlüğü tehlikeye girerse,  anayasa yetkililer tarafından ihlal edilirse, siyaset boşluk taşımaz kuralı işlemeye başlar.
O zaman hiç kimsenin, hiç birimizin ağlamaya, serzenişte bulunma hakkımız olmaz.
Ülke bir uçuruma sürüklenirken sessiz kalıp, görevini yapmayan siyasiler, tarih suratınıza tükürür



14 Ağustos 2015 Cuma

CHP NASIL KURTULUR?


Bir siyasetçi beş altı yılda nasıl bu kadar irtifa kaybeder, yaldızları dökülür anlaşılır gibi değil.
İrtifa kaybeden, yaldızları dökülen siyasetçi Kılıçdaroğlu’dur.
Büyük umutlarla CHP’nin başına geçti ama maalesef onu taşıyamadı.
Genel kanı artık bu işin, yani CHP’nin, bir proje olan  Kılıçdaroğlu ile gidemeyeceğidir.
Hele Davutoğlu ile Perşembe günkü toplantı sonrası yaptığı açıklama tam  içler acısıydı. Halkı nasıl kandırdığını anlattı, aslında bu anlatımıyla kendisinin, daha doğrusu CHP’nin AKP tarafından nasıl kandırıldığının üstünü örtmeye çalıştı.
Şimdi CHP’nin içine dönüp, kendisini restore etmesi gerekmektedir.
Bu restorasyon dönemimde en büyük yanlış geçmişi unutalım, geleceğe bakalım demekle olur.
CHP önce “Kılıçdaroğlu projesini”, parti içinden ve dışından arkasındaki aktörleriyle birlikte açığa çıkartmak zorundadır. Bu ileride bir daha böyle olayların yaşanmaması için şarttır.
Kılıçdaroğlu ve ekibinin bu kaset operasyonunun arkasındaki aktörlerin, zülfü yare dokunabileceği için ortaya çıkartılmasını istemedikleri, bu olayın hiç üstüne gitmemelerinden anlaşılmaktadır.
Hatırlanacağı üzere birileri Baykal’ın görüntülerini, Tayyip Erdoğan’ın seyrederken çekilmiş kasetini Kılıçdaroğlu’na getirmişdi.
Kimdi bunlar? Kılıçdaroğlu bunları kamuoyu ile en azından savcılığa paylaşmak zorundadır.
Kılıçdaroğlu ayrıca ABD Büyükelçisi ile 23 Ekim 2013 tarihinde parti yönetiminden de habersiz olarak Ankara Sheraton otelinde yaptığı  gizli görüşmede ne konuşulduğunu da açıklamak zorundadır.
Kılıçdaroğlu için açıklanması zorunlu olan bir başka konu da, Cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmelettin İhsanoğlu’nu kendisine kimin ya da kimlerin dayattığıdır.
Hatırlanacağı üzere kişinin Cumhurbaşkanlığı adaylığını yetkili kurulların yetkilerini gasp ederek belirlemişti.
CHP’lilerin bunları öğrenmeleri gerekmektedir. Bu CHP’liler için bir haktır. Zira yeni yol haritasını buna göre çizeceklerdir.
Bunları aydınlatmanın yolu öncelikle Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlıktan uzaklaştırılmasıyla olur.
Kılıçdaroğlu ile partide öyle bir çürüme başladı ki; Kılıçdaroğlu’nun yüzüne hiçbir şey söyleyemeyen bazı eski ve şimdiki  milletvekilleri, kapı kapı dolaşıp Genel Başkanlık için nabız yokluyorlar.
Asıl çirkin ve siyasi etiğe uymayan budur.
Bir siyasetçi çıkar, Kılıçdaroğlu’nun neyini beğenip beğenmediğini, açıkça söyler.
Bu kapı kapı dolaşıp nabız yoklayan eylemli ve eylemsiz milletvekillerinin Ekmelettin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıktıklarını hiç duydunuz mu?
Duymadınız ama, bunlar kapalı kapılar arkasında Kılıçdaroğlu’nu bu konuda acımasızca eleştiriyorlardı.
Açıkça yapamıyorlardı, zira vekillik bekliyorlardı.
Onun için bu tür adamların hiç birinden ne CHP’ye ve ne de ülkeye bir fayda gelir.
Bir zamanlar Baykal’a karşı imza toplayıp sonradan da dönüp Baykal’a biat edip, her yerde vıcık vıcık zavallılık kokan, “Ben her sabah kalkınca bugün genel başkanım için ne yapabilirim diye” düşündüğünü söyleyerek espiri yaptığını zanneden  omurgasızlardan da bir şey olmaz.
CHP’nin kurtuluşu, siyasal ve kültürel  derinliği olan genç bir ekibe  liderlik yapacak bir ağabeyle olur.
İleride bu genç kadrodan birisi muhakkak öne fırlayacaktır.
Deneyimli ağabey siyaseti bırakırken CHP’de en az üç dört tane Genel Başkanlık yapabilecek aday yaratmalıdır.
CHP’de zamanında bu yapılsaydı, kaset operasyonuna, onca parlatmalara  rağmen CHP Genel Başkanlığı Kılıçdaroğlu’na kalır mıydı?
Elbette kalmazdı.
O zaman CHP tabanı, Deniz Baykal’ı, böyle bir ekibin başında partiyi yeniden yörüngesine oturtmak için harekete geçmeye zorlamalıdır.
Yoksa koskoca Cumhuriyet Halk Partisi’ne, Atatürk’ün partisine, devletten evvel var olan ve devleti kuran partiye yazık olacaktır.
O  kadar yazık olacaktır ki, HDP’lilerle beraber APO posterleri altında miting yapan, 10 Aralık hareketi içindeyken “CHP kapatılsın vakıf olsun” diyenlerin elinde yok olacaktır.
HAYDİ BAYKAL, KURACAĞIN GENÇ BİR EKİPLE, GEÇMİŞİN BEKÇİLİĞİNİ YAPMAK İÇİN DEĞİL, GELECEĞİN ÖNCÜLÜĞÜNÜ YAPMAK İÇİN  GÖREV BAŞINA.




10 Ağustos 2015 Pazartesi

CHP’DE RESTORASYONA İHTİYAÇ VAR.


7 Haziran’da yapılan seçimler sonucunda seçmen tarafından iktidardan düşürülmüş bulunan AKP hükümeti, anayasayı çiğneyerek hala tek parti iktidarını  yürütüyor.
Cumhurbaşkanı tarafından  anayasa çizgisi dışına çıkarılan, yani meşruiyeti tartışmalı bir seçim sonucunda bile iktidarı kaybeden AKP, iki aydır ülkeyi düşük hükümeti eliyle güvenoyu almışçasına yönetiliyor.
İktidarı gasp ettiği için meşruiyeti tartışma konusu yapılması gereken AKP düşük hükümeti, parlamento da bulunan diğer parti ve özellikle de CHP’li milletvekilleri tarafından meşruiyet tanınmak istercesine yazılı  sorularla muhatap alınıyor.
Bu milletvekilleri ve onların genel başkan ve parti yöneticileri, bu ülkede bir şahsın otoriter  rejiminin egemen olduğunu bile idrak edemiyorlar.
Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçildiği andan beri Anayasayı pervasızca çiğniyor.
Anayasanın boşluklarını ülke yararına kullanmak yerine, kendi kişisel ihtiraslarını gerçekleştirmek için kullanıyor.
Çağdışı, mezhepçi, dinci ideolojik saplantıları doğrultusunda yürüttüğü dış politikası ile ülkeyi uygar dünyadan kopararak felakete sürüklüyor.
Şahsi siyasal çıkarı öyle gerektirdiği için önce terör örgütüyle müzakere ediyor, bunun tutmadığını, kendisine oy kaybettirdiğini  görünce de “kandırıldık” diyerek, bu kez terörle müzakere değil mücadeleye karar veriyor.
Y-CHP yönetimi de kendisine “neden şimdi, neden zamanında yapmadın” diye sormayı bile akıl edemiyor.
Akıl edemedikleri gibi, PKK’nın siyasal uzantısı ile aynı söylemleri kullanıyorlar.
Tayyip Bey, bütün otoriterlerin yaptığını yapıyor, yargıyı bağımsızlığından söz edilemeyecek hale getirirken, eğitim sistemi, basın, haberleşme ve bilişim sistemleri üzerinde eşi görülmemiş bir kontrol, hatta baskı uyguluyor.
Tayyip Bey, işin doğası gereği, vereceği emirleri yerine getirsin diye, kendisinin tayin ederek  AKP Genel Başkanlığı koltuğuna oturttuğu Davutoğlu’nun, kişisel bir irade ortaya koymasına da izin vermiyor.
Sandığa giden seçmen iradesini tanımayarak, demokrasilerde  “seçimle gelen seçimle gider”  temel kuralını da hiçe sayıyor.
Kendisini ve ailesini çok sıkıntıya sokacağını bildiğinden, hükümete başka bir partinin ortak olmasını, yani bir koalisyon hükümeti kurulmasını istemiyor ve bunu engelliyor.
Y-CHP yönetimi de Tayyip Beyin oyunun bir parçası haline gelerek, onun davranışlarını meşrulaştırmak için koalisyon hükümetinin bir parçası olmak uğruna her türlü tavizi kapalı kapılar arkasında veriyor.
Tayyip Bey, bu koalisyon kurma oyunu sürecinde, seçim kazanacağı ortamları oluşturmak uğruna, ülkeyi on yıllarca altından kalkamayacağı siyasal, ekonomik ve sosyal çalkantılara sürüklemekten, vatanın ve milletin bölünmezliğini tehlikeye atmaktan çekinmiyor.
Buna karşın, Y-CHP yönetimi demokratik, hukuk düzeni içinde kalarak, muktedire karşı hazır bekleyen büyük kitleleri harekete geçirecek eylemli siyaset yapmaktan ısrarla kaçınıyor.
Ama bu arada toplum indinde hiçbir kıymeti har biyesi olmayan TBMM basın toplantıları yaparak, düşük hükümetin bile çöpe attığı yazılı sorular sorarak, yürüttüğü siyasetin toplumda karşılık görmediğini bile anlayamıyor.
Bölücülerin destekçileri tarafından iyi yolda olduğu kandırmacasına inanıyor. Hatta PKK’nın siyasal uzantısının kendisini aynı kampta göstermesine tepki vermeyi bile akıl edemiyor.
Y-CHP yönetimi ülkenin temel sorunları (Dış politika, terör, ülkenin ve milletin bölünmezliği v.b) konularda AKP’den farklı ne düşündüğünü net biçimde ortaya koyamıyor.
Koyamadığı ve aralarında milleti bölmeye yönelik “halkların kardeşliğinden” söz edenler olduğu içinde halk desteğini tam anlamıyla arkasına alamıyor.
Velhasıl bu kadroların, ülke çıkarlarına uygun olmayan siyaset anlayış ve yöntemleri ile Y-CHP, halka  umut vermiyor.
Ülkenin Tayyip Beyin elinden kurtuluşunun tek yolu, CHP’nin bu Y-CHP’lilerden kurtulmasıdır.
Daha net bir söylemle ekseninden kaydırılan CHP’de bir restorasyona ihtiyaç vardır.
CHP kurtulmadan Türkiye kurtulamaz. 



7 Ağustos 2015 Cuma

BİTMEYEN YALAN


Güneydoğu’da yaşanan ve artık ülkenin her tarafına yayılma eğilimi gösteren hadiseler herkesin yüreğini yakıyor.
Ülkeler zaman zaman bu tür terör faaliyetleriyle, örgütleriyle karşı karşıya kalmışlardır. Ama orada devletler terör örgütleriyle görüşmediler.
Ne Almanya’da Ne Fransa’da ve ne de komşumuz Yunanistan Terör örgütleriyle görüşmediler.
Hatta George W. Bush, 8 Mayıs 2008 tarihinde İsrail parlamentosunda yaptığı konuşmada, çok haklı olarak, teröristlerle, şiddet yanlılarıyla müzakere etmenin çok yanlış olacağını söylemiştir.
Kendi Başkanları teröristle görüşmenin çok yanlış olacağını söylemiş bulunan Amerikalı yöneticiler bugün Türkiye’nin PKK’yı muhatap kabul ederek müzakere masasına dönülmesini isteyebilmektedirler.
Amerikalı ve diğer batılı ülkelerin bu yöndeki taleplerini, bize aykırı bile gelse anlayabilmek mümkün, zira onlar, her devletin yapması gerektiği gibi, kendi ulusal çıkarlarını korumak ve savunmak uğruna bunu isteyebilirler.
Çünkü Türkiye’nin üniter yapısı onları ilgilendirmemektedir.
Ama bu ülkenin siyasetçileri ve aydın geçinenleri açısından bunu anlayabilmek mümkün değildir.
Terör örgütü PKK ile müzakere masasına oturmak demek, PKK’nın şuana kadar yaptığı her eylemi ve ortaya koyduğu her söylemi kabullenmek demektir. Bu da, hak elde etmenin yolunun hukuk dışı, yasa dışı faaliyetlerle ve kan dökerek olacağı kanısını uyandırır.
Bu nedenle terör örgütüyle müzakere edilerek, ülkeye huzur geleceğini düşünmek çok büyük bir yanılgıdır.
Türkiye önce bu terör belasını kendi çabasıyla, güvenlikçi önlemlerle  bitirmeli ve ancak verilmesi gereken hakları da geciktirmeden bütün vatandaşlarına vermelidir.
Yani verilmesi gereken demokratik hak ve özgürlükler, terör belasından kurtulmak için, yani def-i bela kabilinden değil, bu halk, bunlara layık olduğu için verilmelidir..
Terörü bitirmek, terör örgütünü muhatap alarak değil, terörün maddi ve manevi silahlarını elinden alarak olur.
Terör örgütüyle Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçten bu yana, bir zamanlar Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak kabul edilen  “Demokratik özerklik”,”Genel af” gibi kavramlar artık sıradanlaşmış ve her gün kullanılan sözler haline gelmiştir.
Bu ülkede terör  örgütü PKK’nın TBMM de bir bildirisini bir Milletvekili okumaya kalkınca mecliste “Terör örgütünün adını bu çatı altında okuyamazsınız” diye kızılca kıyamet kopmuştu.
Nereden nereye geldik, terörist başından yüce meclisin çatısı altında “Sayın” diye söz edilebilmekte.
Daha iki gün evvel müzakere masasına dönmenin ön şartı olarak, Öcalan’la görüşme öne sürülmüştür.
Kendini aydın zanneden bazı zavallılar terör elebaşlarından sanki bir meşru askeri kuvvetini komutanı gibi söz ederek onları yüceltmekte, sadece yüceltmekle de kalmamakta, başkaldırıyı, kimi zaman düşük ve kimi zamanda yüksek yoğunluktaki çatışmaları “savaş” diye niteleyerek terörle mücadeleyle  aynı kefeye koymaktadırlar.
PKK’nın siyasi uzantısı olan siyasi parti Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullandığı meşru müdafaa hakkını, Birleşmiş Milletlere şikayet konusu yapmaktadır.  
Bu Türkiye açısından son derece tehlikeli bir durumdur. PKK ve onun siyasi uzantısının nihai hedefi PKK terörünü uluslararasılaştırmaktır.
Birleşmiş Milletlerin olaya müdahalesini sağlamaktır.
Ülke içinde yaşanan terör sorunun halinde PKK’nın siyasal uzantısı partiyle aynı paralelde davranan siyasi partiler, bunun tarihi sorumluluğunun altında kalırlar.
Bu olaya en sert tepkiyi vermesi gereken parti Cumhuriyet Halk Partisidir.
Bu yazıyı yazdığımız ana kadar bu konuda bir tepkileri duyulmadı.
Cumhuriyet Halk Partisi yöneticilerinin seçimde doğrudan ya da dolaylı PKK’nın siyasal uzantısına destek açıklamaları, içeriğini bilmedikleri bitmeyen yalan olan açılıma dolaylı destek vermeleri, taşıdıkları tarihi sorumlulukla bağdaşmamaktadır.



3 Ağustos 2015 Pazartesi

BARIŞ


Son aylarda terör gene can almaya devam ederken, kitlesel olarak terörü lanetlemek aklımıza gelmiyor ama herkesin ağzında bir “barış”, “eller tetikten çekilsin” gibi söylemler var.
Nedir bu barıştan birilerinin muradı. Başı sonu nedir? Nedir istenen?
Özerklik mi? Bağımsızlık mı? Bireysel kültürel haklar mı? Kolektif Kültürel haklar mı?
 “Eller tetikten çekilsin”, “silahlar sussun” demek, yalnızca fiili bir durumu saptayan, sorunların çözümünü bir barış antlaşmasına bırakan askeri nitelikli bir davranıştır.
PKK bir terör örgütüdür ve devlete karşı başkaldırının küçük provasını yapmaktadır.
Çift taraflı olarak “silahların susması”,”ellerin tetikten çekilmesi” lafları PKK’yı meşrulaştırmaya yönelik bir algı operasyonudur.
PKK terör örgütünün siyasal uzantısının mensupları çok kışkırtıcı bir şekilde kaç yüz kilometre karede egemen olduklarını bile açıklamak cesaretini göstermeye başlamışlardır.
Normal vatandaşların uluslararası hukuku bilmeleri beklenemez, böyle bir zorunlulukları da yoktur.
Türkiye için artık bıçak kemiğe dayanmış, ülke bütünlüğü tehlikeye girmiştir.
Kuzey Irak’ta üslenen PKK terör örgütü vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğine yönelik saldırışları iyice arttırmıştır.
Ne Irak Devlet Yönetimi ve ne de bölgesel Kürt yönetimi bu terör örgütüne karşı gerek kendi iç hukuklarından ve gerekse uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmedikleri için Türkiye doğrudan bir mücadele başlatmıştır.
Bu mücadele de çok geç kalınmış, PKK’nın on iki yıl silahlanmasına göz yumulmuştur.
Türkiye kuzey Irak’a yönelik hava operasyonlarında uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkını kullanmaktadır.
Birleşmiş Milletler  Genel Kurulu’nun 2625 sayılı dostça ilişkiler bildirisi “ Bir başka devlet ülkesinde iç savaş ya da terörist eylemleri örgütleme, kışkırtma, yardım etme ya da bunlara katılma, ya da ülkesinde bu gibi eylemlerin yapılanmasına yönelik örgütlenmiş faaliyetlere rıza göstermeyi” yasaklamıştır.
Bu nedenle Türkiye’nin PKK terörünün Kandildeki merkezine yönelik hava operasyonları uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkıdır.
Nitekim, Türkiye’nin kandile yaptığı hava saldırıları meşru olduğu için Barzani bile PKK’nın Irak’ı terk etmesini istemiştir.
Batılı müttefiklerimizin de aynı çağrıda bulunması gerekir. Bunu 1997 de İspanya’da, çok yakın zaman da Fransa’da yapmışlardı.
Hatırlanacağı üzere, ETA terör örgütü İspanyol İçişleri Bakanı’nı kaçırıp öldürmüş, bunun üzerine   6 milyon İspanyol  Temmuz 1997 de terörü telin mitingi yapmıştı.
Papa, ABD olayı telin etmişti.
Daha çok yakın bir dönemde Fransa’da öldürülen 12 günahsız insan için Dünya ayağa kalkmıştı.
Bizde benzer olaylar nerede ise her gün oluyor sözde dost ülkelerin kılı bile kıpırdamıyor.
Onun için dost olduğunu söyleyen, Türkiye’yi tekrar masaya oturmayı telkin eden ülkeleri artık ciddiye almamak gerekiyor.
Şimdi toplum olarak yapmamız gereken tek şey, PKK’nın bir terör örgütü olduğunu kabullenerek tavır almamızdır.
Demek ki biz sorunu kendimiz çözeceğiz.
Devletin silah bırakması düşünülemeyeceğine, teröre karşı etkin bir mücadeleyi artık top yekûn yapmalıyız.
Akan kan ancak böyle durdurulur.
Terör tek başına güvenlikçi politikalarla bitirilemez.
Bu nedenle ülkeyi yönetenlerde bu arada, tüm ülkedeki demokrasi ve insan hakları konusundaki eksiklikleri gidermelidirler.Bu çerçevede demokrasimize çağdaş boyutlarıyla işlerlik kazandırmaya ve işsizliği önleyecek ekonomik ve sosyal önlemleri alarak terörün beslendiği tüm olumsuz unsurları ortadan kaldırmayı ve terörü toplumsal gündemimizden çıkartmayı hedef almalıdır.
Türkiye bundan böyle dış politikasını Brüksel, Berlin, Washington eksenli düzenlememeli, bağımsız bir dış politika uygulamalıdır.
Dost olduğunu iddia edip PKK ile tekrar masaya oturmamızı telkin edenlere verilmesi gereken cevap tektir.
 PKK’ya, İRA’nın yaptığı gibi silahlarını imha ve silahlı militanlarını yargıya teslim etmek yönünde baskı yapmalarını istemeliyiz.