26 Şubat 2018 Pazartesi

NABZA GÖRE ŞERBET VERMEK CHP’YE YAKIŞMAZ


Devletin kuran, bu ülkeyi, hiçbir iç ve dış baskı söz konusu değilken çok partili hayata geçiren Cumhuriyet Halk Partililere, Erzurum’da  “Allah bizden yanadır” diye bilen ama İzmir’de “Rakı-Balık” sözü veren AKP’li siyasetçi gibi, Nabza göre şerbet vermek”  yakışmaz.
Bunu yazmamın sebebi, Cumhuriyet Halk Partisine sızdırılmış numaralı Cumhuriyetçiler ve  Tr 705 gibiler, iktidar olabilmeyi, birilerinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde konuşmakla, davranılmakla olacağını zannetmektedirler.
Kırmızı Bültenle aranan, PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin geçmişteki sözde eşbaşkanı terörist Salih Müslim, Prag’da yakalandı.
Hatırlanacağı üzere bu terörist Salih Müslim, bu ülkede AKP iktidarı tarafından önüne kırmızı halılar serilerek layık olmadığı şekilde karşılanmıştı.
AKP iktidarı birilerine hoş görünmek için, böyle şeyler yapabilir, bunu içerde ve dışarıda hiç kimse yadırgamaz.
Ama Cumhuriyet Halk Partisi böyle bir şey yaparsa, bu Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihsel kurumsal kimliği ile bu davranış bağdaşmaz.
Irak ve Suriye toprak bütünlüğünün bozulması ve Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de oluşacak bir Kürt Koridorunu kendi politikaları için teşvik eden Amerika Birleşik Devletleri basını ve düşünce kuruluşları bile PYD’nin, PKK’nın Suriye uzantısı olduğunu kabul ederken, hatırlanacağı üzere  CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’da her nekadar şimdilerde “terörist diyorsa da, iki üç yıl önce “PYD terör örgütü değildir…vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur” diyordu.
Maalesef Prof. Dr Selin Sayek Böke’de  bir bilim insanına yakışmayacak bir şekilde iki üç hafta önce bir TV programında “Şimdi ne ben ne arkadaşlarım bir yapının terör örgütü olup olmadığına dair bir değerlendirme yapacak istihbarati bilgiye  ve kurumsal yapıya sahip değiliz” demek suretiyle de, Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin dümen suyuna girmiş oluyordu.
Zira, hepimiz biliyoruz ki; Amerika Birleşik Devletleri PKK ile PYD’yi bir birinden ayrı tutuyor. Nitekim terör örgütü kabul ettiği PKK’yı Türkiye’nin vurmasına ses çıkartmazken, PYD’yi kendi korumasına  aldı.
Nitekim Anadolu Ajansının 7 Ağustos 2015 günü geçtiği haberde ABD sözcüsü Mark Toner “ Türkiye’den hava saldırısı düzenlemeye başladığımız zaman da bu gruplara (PYD ve YPG )hava desteği daha hızlı ve daha iyi olacak……Ateş açılmaması veya taciz edilmemesi noktasında  Türk Hükümetine gayet açık olduk, onlarda buna katıldı” demiştir. 
Wikileaks belgelerine göre, Amerikan sefaretinin isminin saklı tutulmasını istediği bilgi kaynağı  TR 705 kod numaralı milletvekili zaten  PYD’nin terör örgütü olmadığı konusunda hep ısrarlı. Onun bu konuda fikrinin değiştiği duyulmadı.
Duyulması da beklenmezdi çünkü Habur’dan Türkiye’ye giren çadır Mahkemelerinde zorla serbest bırakılmak için sorgulanan  PKK’lı teröristlerinde Avukatı da  zaten bu kişiydi.
Partinin tutumu bu konuda karışıkken bu arada  Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Mahmut  Tanal, Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine, 7 Şubat 2018’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu  hakkında, PKK’nın Suriye kolu PYD’ye yardım ettikleri iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu.
Böyle kafa karışıklığı başka partilere örneğin Bahçeli yönetimindeki MHP’ye yakışa bilir. Bunun çok seslilikle bir alakası yoktur; bunu savunan insanların da siyaset yapma hakları vardır,ama onların yerinin Cumhuriyet Halk Partisi olmaması gerekir. Eğer bunu oy avcılığı için yapıyorlarsa yani nabza göre şerbet veriyorlarsa; nabza göre şerbet vermek Cumhuriyet Halk Partisine ve gerçek bir Cumhuriyet Halk Partiliye  asla yakışmaz.

 


        


23 Şubat 2018 Cuma

TÜRK MİLLETİ TANIMI REDDEDİLİYOR.


Son zamanlarda AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın ve AKP li yöneticilerin dilinden düşmeyen bir deyim var  “Milli ve yerli”.
Bir sözü söylemek önemli, ama daha da önemlisi söz ile davranışların uyumlu olması.
Söylediğinin tersini yapıyorsan, o sözü söyleyen nezdinde değeride anlamı da yoktur. Dinleyen içinde itibarı yoktur.
Hergün televizyonlarda haber saatlerinde onlarca kez “Milli ve Yerli Sözleri tekrarlanıyor. Başkaları suçlanıyor.
Onların söylediğinin aksini söyleyen ya da onların yanlışlarını dile getiren herkes “milli ve yerli”  olmamakla suçlandı. Örneğin Suriye’de yaşananların sorumlusu senin yanlış dış politikandır derseniz “ milli ve yerli” değilsiniz deniyor.
Ama milli ve yerli olmamanın kıstası nedir, açıklanmıyor.
Aslında “milli ve yerli” olmanın kıstaslarını 6 Şubat 2018 günü partisinin grup toplantısında yaptığı veciz(!) konuşmasında aynen şöyle söyleyerek “ … Biz, millet-i İbrahim’den geliyoruz. Sen Cumhuriyet dediğin zaman, daha dur bakalım ya, neredesin! Bak, taa millet-i İbrahim. Osmanlı, milletimizin tarih boyunca kazandığı tüm gücün ve birikimin zirvesini oluşturan bir devletti. Bizim millet tanımımız özünü İslam’ın millet anlayışından alır. …. Mesela, pek çok farklı dinden ve kökenden gelen insanı çatısı altında toplayan Osmanlı, bunların milliyetlerini dinlerine göre tasnif etmiştir. Osmanlı böyle bir imparatorluk. Müslümanlar bir millet, Hristiyanlar bir millet, Yahudiler bir millettir. Etnik bakımdan zaman zaman çok küçük karışmalar olsa da, tarihimizin ve coğrafyamızın gerçekliğine en uygun tanım budur...". diyerek, milli olmanın kıstaslarını açıklamış  oldu. Bu tanım milletimi ? Ümmetimi tanımlıyor acaba
Bu konuşma Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet’in “tasada, kıvançta, hak ve ödevlerde birlik ve eşitlik (ülküde birlik)” olarak tanımlanabilecek herhangi  bir etnik, dinsel veya mezhepsel vurgulardan uzak “Türk Milleti” tanımı yok sayılıyor. Öyle olunca Atatürk’ün belirlediği ve keza Anayasa’da ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı reddediliyor.
Cumhuriyetin temelini oluşturan ve milletimizi diğer Müslüman toplumlardan ayrı tutan “ulus devlet” yok sayılıyor. Cumhuriyet alaya alınıyor. Bu çarpık zihniyeti bir AKP Milletvekili de Cumhuriyeti “doksan yıllık” parantez olarak tanımlayarak yansıtmıştı.
Tayyip Bey’in konuşmasında, Millet (ulus) ve milliyet kavramları din üzerinden, Müslüman Milleti, Hıristiyan Milleti, Yahudi Milleti olarak yani din üzerinden  tanımlanıyor. Bunun anlamı “Ümmetcilik” anlayışının Anayasamızda yer alan, millet anlayışın yerine geçmesidir. Böylece “biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” söylemine açıklık getirilmiş de  olunuyor.
Bu söylemle Anayasanın başlangıç bölümündeki “ dinin devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” hükmü ve devletin “laiklik” ilkesi, yani Anayasa ihlal ediliyor.
Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki Millilik anlayışı Anayasa’ya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık olarak değil, ümmete mensup  olmak olarak anlaşılıyor.
Türk halkına yani hepimize açıkça, siz tasada kıvançta bir olan Türk Milleti değilsiniz, İslam Ümmetinin parçasınız diyor.
Tayyip Beyin  bu söylemleri bir Osmanlı özleminden kaynaklanıyorsa ki;Suriye’nin içişlerine müdahalemiz bu özlemden kaynaklandığı için oldu.Tayyip Bey’e Barış Doster’in şu sözünü hatırlatmak lazım “Osmanlı’nın yıkılmasına üzülmeyenin kalbi, bugün Osmanlıyı diriltmeye çalışanların aklı yoktur”.
Tayyip Erdoğan bu söylemiyle, bizler gibi ümmet fikrini reddedenlerin Müslümanlığımızı da tartışılır hale getiriyor.
Atatürk’e saldırılması, “T.C” ibaresinin ve andımızın kaldırılması, harf devrimine tepki, gösterilmesi, Lozan’ının karalanması, toplumun Araplaştırılması, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının isimlerinin başındaki “Türk” ve “Türkiye” sözcüklerinin kaldırılması, birbirinden bağımsız olaylar olarak değil, Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının Türkiye Cumhuriyetine bakışı çerçevesinde görmek gerekiyor.
Anayasadaki Türk Milleti tanımı reddedilerek Anayasa ihlal ediliyor, ama necip Türk Milleti seyrediyor, Anayasayı korumakla görevli  yargı kurumları sindirildiği için sessiz, üniversiteler ortada yok, STK lar güçsüz, bir iki istisna hariç medya teslim olmuş vaziyette, siyaset zaten etkisiz. Olayın vahametinin bile farkında değiller.Hamaset ile işi idare ediyorlar.
      

  

19 Şubat 2018 Pazartesi

ASTIK KESTİK SONUNDA PES ETTİK


Cumhurbaşkanı tarafından casus, ajan olduğu söylenen Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel yurt dışına çıkma bile yasağı konmadan hem de hakkında 18 yıla kadar hapis istemli iddianame düzenlendiği gün tahliye edildi. O da elini kolunu sallayarak yurt dışına gitti.
Tabii kaçtı mı kaçmasına göz mü yumuldu bunlar hep bir soru işareti.
Hatırlayın söylenenleri “Burası hukuk devleti, yargının işi” gibi güzel sözlerin daha mürekkebi kurumadan Merkel Binali Yıldırım konuşmasından hemen sonra bir anda serbest bırakıldı.
Deniz Yücel tahliyesinden sonra şunları söylemiş “ Niye çıktım, bir sene önce niye tutuklandım halen bilmiyorum. Önemli değil, Sonuçta şunu biliyorum. Ne geçen sene tutuklanmamın , ne bu sene bırakılmamın hukukla, hukuk devletiyle alakası yok. Söyleyecek çok şey var ama şimdilik bu kadarıyla kalsın” demiş.
Cezaevinden çıkarken de kendisine 13 Şubat tarihli tutukluluğa devam kararı verilmiş.
Yaşanan tam bir komedi aslında komedi falan değil yargı bağımsızlığının bu ülkede söz konusu bile olmadığının açık göstergesidir.
Nitekim sosyal medyada bir dostum harika bir pasaj yayınlamış tam halimizi anlatıyor. “Eskiden arkanda seni kollayan dayının, eniştenin olması yeterliydi .şimdi işler değişti artık...
Merkel Yenge Arkanda Olsun Yeterli
...” diye 
Soruşturma sonucunda hazırlanan iddianamede, Deniz Yücel'in "terör örgütü propagandası yapmak" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlarından 4 yıldan 18 yıla kadar hapisle cezalandırılması istendi.
 Yargı bağımsızlığının olmadığı gün gibi aşikarken, siz nasıl olacakta firari FETO sanıklarını ya da başka siyasi suçluları iadesini isteyebileceksiniz.
Türkiye bir hukuk devletidir söyleminize kimi nasıl inandıracaksınız. En basitinden Almanlar buna inanır da elinde bulunan siyasi suçluları iade eder mi?
Bir gazetecinin sırf gazetecilik faaliyetinden ötürü tutuklanması, yargılanması elbette demokratik bir ülkede kabul edilemez.
Ama en yetkili ağızlardan, onun bir gazeteci olmadığını, onun bir casus, ajan olduğunu ilan edeceksiniz, ondan sonra Merkel Binali Yıldırım görüşmesinden bir gün sonra tahliye edeceksiniz ve Türkiye’yi terk etmesine de göz yumacaksınız.
AKP iktidarı döneminde Türkiye hiç olmadığı kadar dünya ya rezil oldu.
Geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ın Türkiye ziyareti öncesi Cumhurbaşkanı başta olmak üzere Türk yetkililer estiler gürlediler, Osmanlı tokadından bile söz ettiler.
Bu konuşmaları dinleyince hani Türk Hükümetini çok kararlı zannetmiştik. Misafir Dışişleri Bakanı’nın 24 saat bile sürmeyen Türkiye ziyareti sonrasında yapılan açıklamalar tam tabiriyle “Dağ fare doğurdu” denecek cinstendi.
Ama sonradan yabancı gazeteciler Osmanlı tokadını sorunca “Afrin’e bakın” diyerek geçiştirmeye çalışıyorsunuz.
Üç buçuk çapulcuyu da dövemiyorsak, bundan ancak utanılır. Bugün Afrin’i yaşıyorsak tek sorumlusu da sizsiniz.
Suriye’nin içişlerine karışıncaya kadar, Suriye’den Türkiye’ye terör ihraç edilmiyordu. Emperyalizme hizmet etmediğimiz dönemde Türk Suriye ilişkileri gelişmişti. Suriye’nin içişlerine karıştık bugün kendi yaptığımız hatayı düzeltmek için Suriye’de savaşıyoruz.
Tabii sizin çocuklar cephede yoklar, ya sakat raporları var ya da paralı askerlik yapmışlar. Şimdi sadece ok ve  yayla gösteri yapıyorlar.
Bir daha kandırıldım dememek için, emperyalistlerin lafıyla hareket etmeyeceksin. Onun için geleneksel Türk dış politikasından sapmayacaksın ve  komşular arası ihtilaflarda taraf olmayacaksın, Arapların içişlerine karışmayacaksın. Yoksa Suriye’de olduğu gibi bataklığa saplanırsın.
Bu dış politika desturu emperyalistlerin kucağında öğrenilmedi. Arap çöllerinde Osmanlı’nın topraklarını savunurken öğrenildi.




16 Şubat 2018 Cuma

BAĞIMSIZ YARGIYI TAMAMİYLE BİTİRMEK ARZUSU


AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iktidar gücünü kullanarak yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdıktan sonra yargının ayrılmaz bir parçası olan Sav, Savunma, hüküm üçgenin son kalan bağımsız ögesi olan bağımsız avukatlığı bitirmeye karar vermiş bulunmaktadır.
AKP Genel başkanını bu noktaya sevk eden husus  Türk Tabipler birliğinin yaptığı bir açıklamaya  duyduğu öfke değildir. O açıklama vesile edilerek demokrasiye sahip çıkan bütün kurumlar yok edilmek isteniyor.
Demokratik toplumlarda olması gereken çoğulculuğu kabullenmek zorundayız. Türk tabipler Birliğinin açıklamasını benimsememek başka şeydir, açıklamaya kızarak “Türk”, “Türkiye” isimlerinin kullanılmasını yasaklamaya çalışmak başka şeydir.
Kamu Kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları Anayasa’nın  135. Maddesinde düzenlenmiştir.
Anlaşıldığı kadarı ile AKP Genel Başkanına danışmanları  her zaman olduğu gibi gene yanlış bilgi vermişler; bu kurumlar Kanunla kurulur. Bunların isminin başındaki “Türk”, “Türkiye” gibi isimler Bakanlar Kurulu tarafından verilmemiş , tam aksine kanunla kuruldukları için  kanunla verilmiştir, yani Yüce Meclis tarafından verilmiştir.
Türkiye Barolar Birliği ile ilgili yapılacak her türlü düzenleme de öncelikle anayasanın 135. Maddesinin değiştirilmesi ile mümkün olacaktır.
Ondan sonra da 1136 sayılı Avukatlık kanununu  değiştirmeleri  gerekecektir.
Türk, Türkiye adının çıkarılması, baro üyeliği zorunluluğunun kaldırılmasındaki asıl amaç AKP iktidarına yakın AKP iktidarına uzak baro ayırımı yaratıp tüm toplumda olduğu gibi avukatlarda da ötekileştirmeyi bizden, bizden olmayan ayrımını sağlayabilmektir.
AKP Genel başkanının bu çıkışı  Türk Tabipler Birliğinin açıklamasını vesile ederek, ele geçiremediği meslek örgütlerine karşı yeni bir cezalandırma yöntemidir.
Bu düşmanlığın sebebi eğitimli kesimlerde AKP’nin çok düşük oy alıyor olmasından kaynaklandığına inanıyorum.
Türkiye Barolar Birliği bünyesinde her türlü dünya görüşüne sahip avukatlar vardır.
Türkiye Barolar Birliği ortadan kaldırılırsa buna en çok bölücüler sevinecektir.
Çünkü bundan sonra Amed Barosu, Dersim Barosu, Mezpotamya Barosu isminin kullanılması gelecektir.
Demokrasiden yana olan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını bitirmek isterken çok tehlikeli bir yola girilmektedir.
AKP genel başkanı her şeyi en doğru kendisinin bildiğini zannederek büyük yanlışlar yapmaktadır.
Bugün silmeye çalıştığı kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına yarın büyük ihtiyaç duyabilir, ama o zaman da iş işten geçmiş olur.
Demokrasiye bağlı meslek kuruluşları gün gelecek her siyasetçiye, her siyasi partiye gerekecektir.
AKP Genel başkanı ne yaparsa yapsın, Türk avukatları, baroların ve  Türkiye Barolar Birliği’nin bağımsızlığının gerekliliğine inanmışlardır. Bu konuda gerek kişi, gereke kuruluş olarak kendilerine düşen her fedakârlığı yapmaya hazırdırlar.
Bir çok iktidar döneminde de Barolar ve Barolar Birliği vardı hukuk devletini ve hukukun üstünlüğünü hep savundular. Hiçbir iktidar zamanında bu dönemdeki kadar haksız ve yersiz ithamlara uğramadılar.
Ancak siyasi iktidar sahiplerine şunu anımsatmakta fayda var.GÖREVİMİZİ YAPARKEN KİMSEYE, NE MÜVEKKİLE, NE HAKİME, HELE NE DE İKTİDARA TABİİZ. BİZİM AŞAĞIMIZDA KİŞİLERİN VARLIĞI İDDİASINDA DEĞİLİZ. FAKAT HİÇBİR HİYERARŞİK ÜST DE TANIMIYORUZ. EN KIDEMSİZİN, EN KIDEMLİDEN VEYA İSİM YAPMIŞ OLANDAN FARKI YOKTUR ...”
    




12 Şubat 2018 Pazartesi

BEKA SORUNU


Başka kentlerde de var mı bilmiyorum? Ama Ankara’nın bilbordları Cumhurbaşkanı’nın belli ki, kendi hatalı dış politika uygulamalarından dolayı içine sürüklendiğimiz Suriye bataklığındaki gelişmeleri kasteden, şu sözler ile dolu: Bu mücadele, devletimiz ve milletimiz için beka mücadelesidir.
Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre, “beka” kalıcılık, ölmezlik anlamına geliyor. Bu nedenle Afrin operasyonu için herkes bu sözcüğü kullanıyor.
Suriye Bataklığına sürüklendiğimiz için bugün yaşadıklarımız, ülkemiz için bir ölüm kalım mücadelesi ise bunun sorumluları kimlerdir.
Kimler istediği için biz bu bataklığa girdik, bunun hesabını kimler verecek. Bu bir beka sorunu ise kendisini Başbakan zanneden adamım halkın önüne çıkıp soğuk soğuk espiriler yapıp sonrada gülmesi yakışıyor mu?
Olay espiri konusu yapılacak kadar hafif bir konuysa, o zaman da “beka sorunu” olmaz.
Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye, Türk dış politikasının temel prensiplerinden olan bölge ülkeleri arasındaki sorunlarda taraf olmama, onların içişlerine karışmama politikasından vaz geçerek, Yeni Osmanlıcılık yapmaya başlamıştır.
Ciddi tarihçiler " Osmanlı Devleti'nin dağılmasına üzülmeyenin kalbi, Osmanlı Devleti'ni yeniden diriltmeye çalışanın aklı yoktur" derler.
Bugün yaşadığımız sorunların temelinde Recep Tayyip Erdoğan döneminde uygulanan Ortadoğu politikası yatmaktadır.
Irak’ın kuzey’inde kurulan Kürt Özerk bölgesi Türkiye için büyük bir tehlikeydi ama biz Türkiye bu tehlikeyi göremedi Özerk Kürt Yönetimi ile Bağdat yönetimine rağmen ilişkiye girdi.
Bu nedenle Amerika Birleşik Devletlerinde bir çok uzman, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinden sonra Suriye’nin kuzeyinde de  Kürt özerk bölgesine alışması gerektiğini söylüyorlar.
Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin uyguladığı dış politika yanlışlığı biz Suriye Bataklığı’na sürükledi.
Ama bu elbette Türkiye’nin varlık yokluk, yani beka sorunu olamaz.
Televizyonlarda boy gösteren KADROLU yorumcular, Recep Tayyip Erdoğan ve yandaşlarına  hoş görünmek için bu “beka” söylemini dile getirebilirler, bu kendilerinin bileceği iştir.
Ancak, Cumhurbaşkanı’nın başında olduğu devletin ve milletin“bitebileceğini” söylemeye, halkı karamsarlığa itmeye hakkı olabilir mi?  Tersini yapması, ne olursa olsun Türkiye’nin ve Türk milletinin sonsuza kadar kalıcı olacağını anlatması, halka güven vermesi gerekmiyor mu?
Tabii Cumhurbaşkanı 22′inci muhtarlar toplantısında . “‘Tayyip Erdoğan gitsin demek', ‘Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın' demektir” diyerek ‘ben gidersem, devlet yıkılır’ demek istemişti.
Recep bey bunu söylerken, silah arkadaşlarıyla  Türkiye Cumhuriyeti’ni bizzat kuran o büyük adam bile Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi varlığına bağlamamıştır. Hatta “Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilel ebet payidar (kalıcı) olacaktır.” Sözlerindeki tevazua ve millete olan güven ifade eden anlayışına bakın. Bir de şimdilerde getirildiğimiz anlayışa bakın. Yani özellikle Recep Tayyip Erdoğan ve onların “mücadelesi”(!) olmaz ise, devlet ve millet olmayacakmış.
Mücadeleyi yapan millettir. Şahıslar değil. O büyük millet olmaz ise sen hiçbir şey yapamazsın.

Bu millete bundan daha büyük hakaret olabilir mi?           

11 Şubat 2018 Pazar

DİPLOMALI CAHİLLER


Diplomalı cahillerin/yalakların  cirit attığı ülkede hala bazı namuslu aydınlarda var.
Bu namuslu aydınlar diplomalı cahillerin göremediği emperyalist oyunlarını yazıyorlar. Ama tabii okumak gibi alışkanlığı olmayan cahiller bunu bilemezler.
Anti emperyalist Kurtuluş Savaşımızdan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetiyle ilgili, ülkemizde yakından tanınan CİA Ajanı Graham Füller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabını yayınlamasından sonra, bizim ülkede de buna paralel bir “yeni” sıfatı bir kısım politikacılar tarafından çokça kullanılmaya başlandı.
Derinliği kendinden menkul, bugün Suriye Bataklığına sürüklenmemizin müsebbibi olan, diplomalı cahil, “stratejik derinlik” kitabının yazarı Türkiye Cumhuriyeti’ni” “Yeni Türkiye” diye niteledi.
O yeni Türkiye diye  niteleyince, Cumhuriyetten önce var olan, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşının kahraman lideri ve onun  kahraman silah arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi bir anda oldu Yeni CHP.
Gerek Türkiye’nin ve gerekse Cumhuriyet Halk Partisi’nin başına eklenen  “Yeni” sıfatı sadece emperyalistleri ve onların uşaklarını mutlu eder.
Çünkü Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanların eseridir.Yani Büyük Atatürk ve silah arkadaşlarının eseridir.
Emperyalistler Lozan’da yırtıp atılan Sevr’i unutamamışlardır.
Sevr’in yırtılıp atılmasını hazmedemeyen emperyalistler o günden bugüne bu ülke istikrarsızlığa sürüklensin diye bu ülkede çıkan tüm isyanların arkasındadırlar.
İngiliz kışkırtmasıyla çıkan Şeyh Sait isyanı, İngilizler ve Fransızların da destek verdiği Dersim isyanı ve günümüzde de PKK Terör örgütünün saldırıları bu Cumhuriyeti istikrarsızlaştırmak, toprak bütünlüğünü parçalamak için sahnelenen emperyalist oyunlardır.
Batı emperyalizmi bu isyanlara ve  terör eylemlerine verdikleri desteği hiçbir zaman inkar etmemişlerdir.Bunu açık veya üstü kapalı dile getirmişlerdir.
Örnek mi istiyorsunuz işte örnek; 1993 yılında İngiliz Lordlar Kamarası’nda Lord Aveery “ PKK önce Türk’ Kürdistan’ında, sonra da Irak, İran ve Suriye’nin Kürt bölgelerinde bağımsız devlet kurmak istiyor.
Bu devlet 1918’de  ABD,İngiltere ve Fransa tarafından Kürtlere vaat edilmiştir. Bu nedenle İngiltere ve  ABD’nin PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmeleri çok yanlıştır…..”
Bütün ayrılıkçı isyanlar, Türkiye dış sorunlarla boğuşurken emperyalistler tarafından kaşınmıştır. Şeyh Sait isyanı, Türkiye  Musul, Dersim isyanı, Hatay meseleleri ile boğuşurken patlak vermişlerdir.
1961 Anayasası ile birçok atılımı gerçekleştirmeye başlarken, önce 1970’ lerden  başlayarak 1980 ortalarına kadar  ASALA ondan sonra da PKK terör eylemlerini tahrik ve teşvik ederek gerçekleştirmeye başlamışlardır.
Bu kısa özet bile emperyalistlerin Türkiye Cumhuriyeti’nden ne kadar rahatsız olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir ülkede aç, işsiz bıraktığımız  ve iyi eğitilmemiş insanlar var ise, o ülke  her türlü dış etkiye açıktır.
Daha çok yakınlarda iktidar yalakası bir sözde bilim adamı, okumuş insanlardan rahatsızlığını dile getirmemiş miydi?
Biz Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Atatürk’ün çok isteyip de, ömrü yetmediği için yapamadığı toprak reformunu gerçekleştirebilseydik, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan vatandaşlarımızı feodallerin marabası olmaktan kurtarabilseydik, onlara insanca yaşamanın koşullarını sağlayabilseydik, bir köylü hareketi olarak başlayan PKK o bölgede yaşam alanı bulabilir miydi?
İşte bütün bunları göz önüne alıp, emperyalizmin uşağı olanlara sempatik görünmek için gerek Türkiye’nin ve gerekse CHP’nin başına “Yeni” sıfatını eklemekten kaçınmak gerekir.
Aç çiftçi, işsiz işçi bırakmamanın yollarını arayalım. Halka bunların formüllerini sunalım.        
 “1920 lere dönmek istemiyorum” , “Biz 1930 ların CHP si değiliz” gibi saçmalıkları bırakın.
Bunları söyleyenler keşke büyük Atatürk’ün tam bağımsızlık ve antiemperyalizm konusundaki duyarlılığına sahip olabilseler.
1920 lerde  Kurtuluş savaşı ile birlikte başlayan aydınlanma devrimi, bir İslam toplumunda ilk defa gerçekleşmiştir.
Bu gün keşke 1920’ler deki 1930’lar da ki kadar devimci ve kimsesizlerin kimsesi olabilsek. 









5 Şubat 2018 Pazartesi

TEMASI BİLE YANLIŞ KURULTAY


Cumhuriyet Halk Partisi’nin 36. Olağan kurultay’ına parti yönetimi tarafından tespit edilen “Adalet ve Cesaret” teması yanlıştı.
Bu iki kavramı herkes kullanabilir ama Cumhuriyet Halk Partisi’nin şuandaki yöneticileri kullanamaz, kullanmamalıdırlar. Zira bu iki kelime de onların ağzına yakışmamaktadır.
Kurtuluş savaşı sırasında kan ve göz yaşı içinde Müdafayı Hukuk dernekleri tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin genlerinde zaten cesaret vardır.
Partinin genlerinde var olan “cesaret” şimdiki parti yöneticilerinde yok. Milletin hukuku, Yüksek Seçim Kurulu tarafından, kanunun açık hükmüne rağmen  çiğnenirken verilen karara Yüksek Seçim Kurulu’nun kapısına giderek tepki göstermeyenlerin,  bu kurultayının temasında “Cesaret” kullanmaları komik olmuştur. Bu davranış  Cumhuriyet Halk Partisine oy veren milyonlarca insanı değil,  sadece kendilerini kandırmaya yarar.
Siyasi iktidardan korkup, o gün milyonlarca insanı Yüksek Seçim Kurulu’nun önüne yığıp, milletin hukukuna sahip çıkamayanların bugün cesaretten söz etmek hakları yoktur. Bir ilim adamı dostumun söylediği gibi “ Sessiz, tepkisiz, siyasetsiz olunca cesaret neye yarar..”
Bu olsa olsa göz boyamak olur.
Bu kurultay için kullanılan “Adalet”  sözcüğü de “Cesaret” gibi  Kurultaya hiç yakışmamıştır.
Ankara’dan İstanbul’a doğru yapılan 430 Km lik yürüyüşün perde arkasını bilmeyenlere bu yürüyüş çok anlamlı, çok görkemli gelebilir.
Türkiye’de adalet aranacak yer İstanbul değil Ankara’dır. Ama o yanlış kabul edilebilinir.
Toplu dokunulmazlık kaldırmak çok yanlış olmuştur. Hakim teminatının yok olduğu bir ülkede, milletvekillerini hak, hukuk tanımayan, toplumu “biz ve ötekiler” diye ayıran bir iktidarın insafına terk etmek, aymazlıkların en büyüğüdür. Bu aymazlığı yaptıktan sonra “hak, hukuk, adalet” diye yürümek insanı ancak güldürür.
Kurultay salonunda bu partinin kurucusu Atatürk’ün bir tek o da küçük boy resmi vardı. Enis Berberoğlu’nun resmi bile ondan büyüktü.
Bu bir hata değil, bilerek ve isteyerek yapılmış bir davranıştı. Bu davranış da Enis Berberoğlu’ndan bir anlamda yapılan,  toplu dokunulmazlık yanlışından dolayı özür dilemek ve aynı zamanda Atatürk’e sempatiyle bakmayan bazı çevrelere sempatik görünme çabası olduğuna inanıyorum. 
Elinizi vicdanınıza koyun, Türk Silahlı Kuvvetlerinin dolayısıyla Devletin mahremi kozmik odaya girilmesinde bile  bir sakınca  görmeyen bir siyasi  iktidarın insafına  milletvekilinin özgürlüğü nasıl teslim edilir.
Şimdi bu yanlışınız  yüzünüze vurulduğu zaman “biz konuyu milletvekillerimizin özgür iradesine bıraktık” sözü inandırıcı olmadığı gibi öngörüsüzlüğü de gösteriyor.
Konuşmanız da çelişkiler de vardı.Örneğin iktidarın Suriye’de süratle Esad ile ilişkiye girmesi gerektiğini söylediniz.
Sizin genel başkan yardımcınız değil “miydi, “Biz de Esad’ın gitmesini istiyoruz” diyen?
Kurultayın her şeyi yanlış olduğu gibi aldığınız oy da yanlış, 1130 delegenin imzasıyla aday oldunuz, 790 oy aldınız, bu sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Bu size atılan imzaların baskıyla alındığını göstermiyor mu?
Evvela içimizde adaleti sağlayacağız, ondan sonra iktidarla adalet kavgası yapacağız.
Sayın Kılıçdaroğlu, en kısa zamanda bir tüzük kurultayı toplayın ve bu iki yüzlülüğe, bu çirkinliğe  bir son verin.
Delege baskı ve tehditle size imza veriyor ama sandıkta oyunu diğer adaya atıyor, bu sizin genel başkanlığınız döneminde de ilk defa da olmuyor.Bu tam bir riyakarlıktır. Cumhuriyet Halk Partisine hiç yakışmıyor.
Bu size güvensizliğin işaretidir. Aslında Muharrem İnce konuşmasında, salonu heyecanlandırdı ama o da  yeni hiçbir şey söylemedi.
Ya Atatürk’ten alıntı yaptı ya da Ecevit’in slagonlarını tekrarladı. Yeni olarak bir tek muktediri, haklı ve doğru bir şekilde “cahil” diye nitelemesiydi.
Bu niteleme bizler için bilindik bir şeydi ama bir Cumhuriyet Halk Partili yetkili tarafından ilk defa dile getiriliyordu.
Artık yeni ve devrimci söylemlerde bulunma zamanı, söyleyemezsek yok olup gideriz, onun için  yeni bir şey söylemek zorundayız. Nasıl kimsesizlerin kimsesi olacağımızı, devletçiliğimizi ve devrimciliğimizi bu çağa uygun bir şekilde anlatmak zorundayız.
  




2 Şubat 2018 Cuma

TERÖRİST Mİ ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇİLARI MI?


Bu hafta başında CHP sözcüleri “ÖSO teröristtir, Türkiye teröristlerle birlikte hareket ediyor, dedikleri için çok ağır eleştirilere maruz kaldılar.
Bu konuda bilen de bilmeyen de ahkam kesti, hatta bir köşe yazarı CHP’yi eleştirirken “Efendim Neymiş? ABD, Arap ülkeleri,İran, AB, Rusya falan ÖSO terörist demezken CHP’nin demesi tuhaf geliyormuş.
Bu yorum kötü niyetle ya da  birilerine sempatik görünmek arzusuyla  yapılmamışsa, tam bir bilgisizlik daha da ötesi cehalet işaretidir.
ÖSO için hangi ülkenin ne dediği önemli değildir. Suriye’nim ne dediği önemlidir ve Suriye ÖSO’ya terörist demektedir.
Üstelik Suriye bu tanımında haklıdır. ÖSO, Suriye rejimini yıkmak ve aynen PKK’nın Türkiye de yaptığı gibi ülkesini bölmek için silahlı mücadele yürüten bir yapıdır.
Bugüne kadar dünya da  üstünde anlaşılmış bir terör tanımı yoktur. Onun için birisi için terörist olan diğerleri için özgürlük savaşçısı olarak kabul edilebilmektedir.
Yani örneğin ABD ve AB, PKK için şimdi şeklen yaptıkları “terör örgütü” tanımını geri çekseler, PKK Türkiye için terörist bir yapılanma olmaktan çıkacak mı? O  nedenle “bir terör örgütü ile mücadele başka bir terör örgütü ile yapılmaz” söylemi çok doğrudur.
Daha yakın geçmişte AKP iktidarı, ABD’nin  İŞİD ile mücadelesinin PYD/PKK ile işbirliği yapılarak yürütülmemesi gerektiğini söylemiyor muydu?
İster iktidar ister muhalefet olun her konuda tutarlı olmak gerekiyor ama özellikle dış politikada bu daha da önem arz ediyor.
CHP, tutum ve yaklaşımlarını zamanında alacağı sert ve kurumsal tavırla kamuoyuna yansıtırken de AKP’nin daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın yanlışlarını da aynı şekilde halka anlatmalıdır.
Türkiye, Kuzey Suriye’de gerekli temizliği yaptıktan sonra bölgeyi ÖSO’ya teslim ederse bu Birleşmiş Milletlerin 2005 yılında Kuruluş Yıldönümü nedeniyle 150 devlet ve hükümet başkanın iştirakiyle toplanan zirvede; amacı ne olursa olsun ve kimin tarafından yapılırsa yapılsın, terörizm, güvenlik ve barışın bir numaralı tehdidi olarak ilan edilmiş, terörle ilişkisi saptananların barınabileceği “güvenli bölgeler” yaratılmaması  kararına aykırı olacaktır.
Kılıçdaroğlu  “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin’deki başarılarının  ÖSO’ya mal edildiğini söylerken, sanki TSK/ÖSO işbirliğine itirazı yokmuş gibi bir anlam çıkıyor.
Ama  yardımcısı Öztürk Yılmaz daha doğru ve daha sert bir açıklama yaparak, Afrin operasyonunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin terör örgütü El Kaidenin uzantısı ÖSO ile birlikte yapmasını eleştirmişti.
Tabii El Kaide uzantısı bir örgüt olan ÖSO AKP Genel başkanı tarafından  kurtuluş savaşının Kuva i Milliyesi ile nasıl özdeşleştirilir anlamak  da mümkün değil.
ÖSO ABD’nin teşvikiyle kurulmuş, Suriye ordusundan kaçanların kurduğu bir örgüttür.
Türkiye bölgede haklı olarak kendisi için terör tehdidi yaratan PYD/PKK’nın yok edileceğini söylüyor ve buna yönelmiş durumda, ancak PYD/PKK dan temizlenecek bölge, Suriye’nin meşru yönetimine değil de, ÖSO’ya teslim edilirse, bu kez de ÖSO içine cihatçıların sızmasına müsaade edilmemelidir.
Aslında Türkiye’nin güvenliği Suriye’nin toprak bütünlüğünden geçmektedir. Bu toprak bütünlüğünü de Esad’ı devirerek, yok ederek sağlamamız mümkün değildir.
Ayrıca Esad bölge devletlerinden Rusya ve İran tarafından da desteklenmektedir. Esad’ı devirmek arzu ve çabası bizi bu iki bölge devletiyle Türkiye’yi karşı karşıya getirir.
Biz nasıl PKK ile mücadele ediyorsak, Suriye devleti de, kuzeyinde kantonlar kurmaya çalışan PYD ile İran ise PEJAK ile mücadele etmektedir.
O nedenle Türkiye ortak düşmana karşı bölge ülkeleriyle müşterek hareket etmek durumundadır.
Zira; dış politika hedefe, güce, olanaklara, ihtiyaçlara, tehdit algılarına göre belirlenir.
Türkiye, manda ve himayeyi reddederek kurulmuş bir ülkedir,kendisiyle ilgili hazırlanan senaryoları yırtmıştır,  bölgede doğru bir politika takip etmek için, bölge ülkelerinin hudutlarını ABD istediği gibi  değiştirmeyi hedefleyen  BOP eş başkanlığını reddedip, ABD adına hareket  eden bir ülke olmadığını, onun dayatmalarına direnen bir ülke olduğunu dosta düşmana kanıtlamak için öncelikle İncirlik Hava Üstünü ABD uçaklarına kapatmalıdır.