29 Mayıs 2017 Pazartesi

DIŞ POLİTİKA TUTARLILIK İSTER


CHP'nin dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcısı Öztürk Yılmaz geçtiğimiz günlerde Washington'da temaslarda bulunduktan sonra Türk gazetecilere aşağıdaki değerlendirmeyi yapmış (Hürriyet):
"....Biz şunu diyoruz; PYD ‘Ben PKK’yı kınıyorum ve faaliyetlerini desteklemiyorum, kesinlikle bir bağım yok’ diyorsa bu bir yol olabilir. Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi PKK’yı reddettiği için onlarla ayrı bir kanal açtık. Aynı şey neden Suriye’de olmasın? Suriye halkı özerk bir yapı isterse bu, o bölgenin Türkiye ile ilişkilerini de kolaylaştırabilir ama tek bir şartla; PYD’nin PKK ile bağlarını kesmesi halinde. PYD’nin o bağı koparması mümkün. Hatırlayın Talabani ve Barzani de ‘PKK’yı kabul etmiyoruz. İşbirliği yapmıyoruz ve ofisini kapatıyoruz’ noktasına bir süreçle geldi. Halbuki ilk önceleri PKK ile Peşmerge ayrımı pek yapılmazdı....”
Öztürk Yılmaz’ın bu söylediklerinin Cumhurbaşkanı ve Adalet Kalkınma Partisi Genelbaşkanı’nın  başdanışmanı İlnur Çevik'in geçen ay New York Times'da çıkan "kuzey Suriye Barzanileşirse onlarla ilişki kurarız" mealindeki demecinden bir farkı var mı? Yok!
Öztürk beyin yukarıdaki sözleri önceki tutumları ile taban tabana zıt olduğu gibi, kendi içinde de çelişkili.
Geçmişte Türkiye'nin Esad rejimi ile temas kurması gerektiğini savunan, Vaşington'a gitmeden birkaç gün önce TBMM'ne düzenlediği basın toplantısında hükümetin politikasını eleştirerek "Suriye bölünüp gider ve Suriye'nin bütün yükü Türkiye'nin üzerinde kalır" diyen Öztürk bey, şimdi Suriye'nin bölünmesini kabul etmiş görünüyor.
Sözlerinin kendi içindeki çelişkilere gelince...
Barzani'nin Kürdistan Demokratik Partisi PKK'dan çok önce vardı. Hatta Barzani, PKK ile bir dönem savaştı. Aralarında bir organik bağ yok.  PYD'yi ise, doğrudan PKK (Öcalan) oluşturdu. 
Şimdi ABD'nin kurduğu tezgah şu: PYD'ye bir açıklama yaptırılarak PKK ile bağlarının güya kesildiğini bildirmesi sağlanacak ve Türk hükümeti buna "inanacak". Daha doğrusu inanmış görünecek. Böylece PYD ile temasın önü açılmış olacak. 
Öztürk Yılmaz’ın sözlerinden anlaşıldığına göre, CHP bu tezgaha peşinen tav olmuş.
Öztürk beyin söylediği gibi Barzani "PKK'yı kabul etmiyoruz. İşbirliği yapmıyoruz" dediyse bundan hangi yararı sağladık? "Bir kürt kedisini bile Türkiye'le vermem" sözü Talabani'ye ait değil mi? Barzani'nin Kuzey Irak'daki Kandil'in faaliyetlerinin engelleyici herhangi bir oldu mu? Kuzey Irak ile doğrudan temasları geliştirerek Bağdat yönetimini kendimize düşman ettiğimizi ve Barzani'yi bağımsızlık yolunda cesaretlendirdiğimizi Öztürk bey görmüyor mu? Aynı hataların şimdi Suriye'de tekrarlanmasını nasıl savunur? 
Belli ki Vaşington'da ABD yetkilileri ile yaptığı temaslar Öztürk Yılmaz’ın  zihnini açmış. 




26 Mayıs 2017 Cuma

DİKTATÖRLEŞMEK


Kuvvet ve keyfilik yoluna sapılması,  sadece bir azınlığın zora başvurarak ihtilalle devlet gücünü ele geçirmesi halinde değil, aynı zamanda  şaibeli bir referandum, hatta meşru bir seçim  sonucunda  iktidar gücünü  elinde toplayan bir kişi, açık veya gizli  bir  darbe ile  veya hukuka aykırı kanunların yardımıyla bir diktatöre dönüşmesi halinde bile mümkündür.
Bu nedenle “Demokrasi bizim için bir hedef değil, bir araçtır” diyen bir kişinin demokratik yollardan iktidara gelse bile tek adam olmayı kafasına koyduğu açık olduğundan muhalefetin uyanık davranıp buna engel olmak için bütün meşru yol ve vasıtaları denemesi gerekirdi.     
Ama maalesef yapılmadı; şaibeli 16 Nisan 2017 referandumunda kanunun emredici  hükmünün ve hem de hakimler tarafından ihlali karşısında gerekeni yapması gerekirdi, yapmadı.
Bizdeki muhalefetin siyaset yapış tarzı,  demokratik kurumların sağlıklı çalıştığı, yargı bağımsızlığının tartışılmasının bile düşünülemediği bir ülkede olabilir.
Ama bizde muhalefet partileri ve özellikle de ana muhalefet partisi “aman ne derler kompleksi” içinde göstermelik dostlar alış verişte görsün kıvamında davranmaktadır.
Şaibeli referandumdan sonra, İl Başkanları, Belediye  Başkanları ile toplantılar yapıp artık “TBMM’de sert muhalefet yapmaya” karar almışlar.
Hatırlanacaktır, bir tarihteki Anayasa  Mahkemesi Başkanı, ülkenin ana muhalefet partisini, ABD Büyükelçisine,  Anayasa’nın sadece Ana Muhalefet Partisi’ne tanıdığı bir hakkı kullandığı için şikayet ettiği zaman gereğini yapmayan, buna tepki vermeyen ana muhalefet partisi bugünlere gelinmesine yardımcı olmuştur.
Eğer bir ülkede denge fren mekanizması yani yargı bağımsızlığı yoksa o ülke için artık tehlike çanları çalıyor, tek adam rejimi bütün acımasızlığı ile hayata geçiyor demektir.
Ülkenin bu hale gelmesinin  müsebbipleri iktidar sahipleri ve de kifayetsiz muhalefet değildir. Parlamenter rejim ortadan kaldırılıp, hiçbir anayasa kitabında yeri olmayan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” gibi bir bilimsel yalana bile tepki vermeyen Üniversite hocaları, yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılırken sessiz kalan Yargıtay üyeleri ve küçük menfaatleri uğruna her türlü hukuksuzluğa sessiz kalan “yetmez ama evetçi” sözde aydınlarıdır.
Muktedir olduğunu zannedenler, ekonomi kötüye gitmeye başlayıp, halk desteğinin düşmeye başladığını görmeye başladıkları andan itibaren, hesap sorulacağı korkusu ile sertleşmeye ve kendilerini korumaya almaya çalışırlar.
Şaibeli referandum sonucu sağlanan gayri meşru anayasa değişikliği işte bu koruma kalkanını kurmaya yöneliktir.
Demokratik ülkelerde iktidarlar yargının dümeninde değil, hizmetindedirler. Ancak şaibeli gayri meşru referandum sonucunda, yargı da Tayyip Erdoğan’a biat etmiş, aynen AKP milletvekilleri gibi sözünden çıkmayan bir yapı oluşmuştur.
Artık istediği korumayı sağladığını düşünmektedir, ama maalesef bu her zaman böyle olmamaktadır.
Hikaye bu ya, bir zamanlar erken kalkanın darbeye teşebbüs ettiğ bir Güney Amerika ülkesinde başarısız darbeci subaya hakim sorar, -Suç ortakların kimlerdi, diye,  Darbeci subay çok kısa ve net cevap verir, -Sendin, diye .. Bunun üzerine hakim hiddetlenir, darbeci subayı azarlar, darbeci subay yine aynı umursamazlık içinde, -Eğer Muaffak olsaydım, bugün benim adıma burada yargılama yapacaktın, der.
Kısadan hisse, yarın bir iktidar değişikliğinde, bugünkü sistemi sırf kendilerini emniyete almak için kuranlar, yargının bağımsız olmamasından şikayetçi olacaklardır.
Diktatörleşmek arzusu böyle tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. 

22 Mayıs 2017 Pazartesi

ZORLAYICI SIYASET ANLAYIŞI



Hukuku, demokratik ilkeleri ve anayasayı açıkça çiğneyerek yıllardır "baskıcı siyaset" yürüten bir iktidara karşı muhalefetin, şimdiye kadar olduğu gibi, sıradan usullerle siyaset yaparak başarı kazanması mümkün olamaz.
Baskıcı siyasetin ortadaki unsurlarını saymaya gerek yok. 
"Sıradan usullerin” ne olduğu ise, Cumhuriyet Halk Partisi’nin şimdiye kadar yaptıklarına bakarak görülebilir ve siyaseti TBMM'ne hapsetmek olarak özetlenebilir. Genel Kurul ve grup konuşmaları, yazılı sorular, basın toplantıları vb. yöntemlerin hemen hiçbir etkinliğinin olmadığı gibi, kamuoyunda da bir karşılığının bulunmadığını geçtiğimiz yıllarda net olarak gördük. Esasen, iktidarın en güçlü olduğu zemin TBMM..
Mevcut siyaset tarzı ile CHP, hiçbir seçimde başarılı olamadığı gibi, AKP'nin içeride ve dışarıda herhangi bir olumsuz politikasına da 1 Mart tezkeresi hariç engel olamadı. 
O halde, başarı için CHP'nin, halkta karşılık bulacak, kitlelerde heyecan yaratacak, meşru toplumsal muhalefeti harekete geçirecek başka bir siyaset tarzı benimsemesi gerekiyor. CHP'nin mevcut yönetimi bunu yapar mı? Yapabilir mi? Cevabım kesin olarak, hayır!
Referandum sonrası CHP, önümüzdeki dönemin stratejisini belirlemek için, merkez kurullarını, belediye ve il başkanlarını topladı. Toplantılardan "TBMM'de sert muhalefet" kararı çıktığı bildirildi. Yani, eski tas, eski hamam. Kıpırdamaya niyetleri yok!
Oysa, AKP iktidarının  baskıcı siyasetine karşı Cumhuriyet Halk Partisinin -elbette demokratik kurallar ve meşruiyet içinde kalarak- “zorlayıcı siyaset” tarzı geliştirmesi gerekiyor. 
Bu kavram, yani zorlayıcı siyaset, uluslararası ilişkilerde mevcut olan “zorlayıcı diplomasi (coersive diplomacy) kavramından yola çıkarak bulunmuş bir kavramdır.
Zorlayıcı diplomasi, rakibin girişmesi olası bir eylemi daha başlanmadan önlemeyi; silah kullanmadan, başlamış veya sona ermiş bir eylemi de durdurmayı veya geri aldırmayı amaçlayan girişimlere deniliyor. Konumuz değil; ama, araçları,  ültimatom, siyasal ve askeri baskı gibi..
Oradan yola çıkılarak, "zorlayıcı siyaset" de meşruiyet sınırını geçmeden; ama, o sınırı zorlayarak, “birileri ne der” kompleksinden kurtularak politik rakibi baskı altına alacak yöntemler olarak tarif edilebilir.
En basiti Sözcü Gazetesine uygulanan haksız, hukuksuz baskı karşısında yazarlarının ortaya koydukları tavır ve   halkın büyük çoğunluğunun birden fazla sözcü gazetesi alarak gösterdiği tepki gibi.
Cumhuriyet Halk Partisi Yönetimi, Halk partili Belediyelere her gün muhalefet yapan gazetelerden 500.000.- adet aldırıp kahvelere üniversite kantinlerine, yoksul semtlere dağıtma talimatı verebilir.
Son yıllarda yapılan bütün seçimlerin meşru, adil ve demokratik olmayan koşullarda yürütüldüğünü bütün dünya gördü, yazdı. Cumhuriyet Halk Partililer de hep bu durumdan şikayet ettik. Ama bir şeyi gözden kaçırdık sokaktaki insanların şikayet etme hakları olabilir de, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin  olamaz. Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminden  beklenen, bu koşulları ortadan kaldıracak siyaseti üretmektir.
Pasif direnişler organize edilebilinir. İnsanlar kırmadan dökmeden meydanlarda toplanmaya çağrılabilinir.  Unutmayalım ki “Duran Adam” eylemi hem Türkiye’de ve hem de dünyada çok dikkat çekmişti.
Nitekim, Doğu Avrupa'da komünizme son darbeyi Prag'ın, Varşova'nın, Leipzig'in meydanlarında  haftalarca sessizce toplanarak direnen yüzbinler vurdu
Türkiye de denenmiş ve başarılı olmuş “Devamlı aydınlık için bir dakika karanlık eylemi”  gibi, “Cumhuriyet Mitingleri” hukuka aykırı bir tarafı olmayan toplumsal eylemlerdi.
Bu ve benzeri, hukuka ve kamu düzenine aykırı olmayan etkin   pasif direniş yöntemleri bulunabilir.
Tabii bunları bulup hayata geçirmek Cumhuriyet Halk Partisi yönetimlerinin görevidir.



.

19 Mayıs 2017 Cuma

OLMADI, YANLIŞ YAPTINIZ

Türkiye Barolar Birliği, ülkeyi tek adam rejimine geri götürmek için yapılan referandum öncesi bu anayasa değişikliğinin ne anlama geldiğini, yasanın kendisine verdiği görev nedeniyle ülke çapında anlatmaya çalıştı.
Referandumda çıkan “Hayır” oylarında büyük katkısı oldu.
13-14 Mayıs günlerinde Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu vardı. 400 civarında avukat o gün oradaydı.
Siyasi Parti temsilcileri oradaydı Genel Başkan düzeyinde tek katılım  Demokrat Parti’den oldu. Genel Başkanları Gültekin Uysal orada idi.
Uysal’ın bu davranışı savunma mesleğine gösterdiği saygının bir işaretiydi.
AKP ve MHP Genel Başkanlarının bu genel kurula katılmamaları anlaşılır bir davranıştır.
Hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığının yılmaz savunucusu olan Barolar Birliği Genel Kurulu’na katılmamaları anayasa referandumu sürecinde sergiledikleri duruşla uyum göstermektedir
Anayasa Mahkemesi Kuruluş Yıldönümüne, Yargıtay Adli Yıl açılışına ve Danıştay Kuruluş Yıldönümlerine katılan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, görme özürlü bir genç hanımın nikâhında şahit olacağı ve Bursa’daki diğer programları  gerekçesiyle Genel Kurula katılamayacağını son dakikada bildirerek, adil yargılamanın olmazsa olmazı olan savunma mesleğine Tayyip Erdoğan gibi baktığını ortaya koymuştur.
Halbuki hukuk devletinin ağır yara aldığı, yargı bağımsızlığı ve yargıç tarafsızlığının sağlanamaması nedeniyle hukuk güvenliğinin kalmadığı için adil yargılamanın önemini yitirdiği, hak ve özgürlüklerin ve özellikle de savunma özgürlüğünün alabildiğince kısıtlandığı,medyanın baskı altında olduğu, halkın haber alma hakkını kullanamadığı Olağan Üstü Hal döneminde bu Genel Kurul çok daha büyük önem taşıyordu.
Bu kongreye davetli oldukları halde katılmayan siyasi parti Genel Başkanlarına, adil yargılanmanın olmazsa olmazının savunma olduğunu birilerinin anlatması lazım.
Referandum sürecince tek adam rejimine karşı Baroların nasıl bir mücadele verdikleri ortadır.
Bunu görmezden gelmek  ya da küçümsemek iyi niyetle bağdaştırılamaz.
Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulları en az Anayasa Mahkemesi ve Danıştay Kuruluş Yıldönümleri, Adli Yıl açılış töreni kadar önemlidir.
Hatta daha da önemlidir. Zira Barolar Birliği Başkanı ve kadroları şaibeli, ayıplı, hukuken kabul edilemez referandum sonrası “referandumla birlikte kuvvetler ayrılığının daha da güçlendiği” yalanını Danıştay başkanı gibi savunmamışlardır.  
  Türkiye barolar Birliği Genel Kuruluna katılmama nedeni, Türkiye Barolar Birliğini yani yargının ayrılmaz bir parçası olan avukatların meslek kuruluşunu  ciddiye almamak olsa gerek.
Bunun başka bir anlamı olmadığı kanısındayım
Bir gözünü kaybeden genç hanımın Nikahı Pazar günüymüş. O bakımdan nikah Türkiye Barolar Birliği Genel Kuruluna katılmamanın gerekçesi olamaz. Bursa’daki “referandum değerlendirme toplantısı” ise bir başka güne ertelenebilirdi.
Kimse kusura bakmasın ama “referandum değerlendirme” toplantısı tam bir “dostlar alışverişte görsün” havasında yapılan bir şeydir. Gayrimeşru bir referandumun değerlendirmesi mi olur. Böyle toplantılar yaparak referanduma meşruiyet kazandırıyorsunuz.
Bu nedenle bu davranışınızla barolara bakışınızın daha doğru bir ifadeyle Metin Feyzioğluna bakışınızın, yarın AKP Genel Başkanı olacak Tayyip Erdoğan ile aynı olduğunu ortaya koyuyorsunuz.

Türkiye Barolar Birliği Genel Kuruluna katılmama gerekçesi inandırıcı değildir. Hüküm, sav, savunma hüküm üçgeninden oluşur. Savunmayı avukatlar yani Barolar ve onun üst kuruluşu olan Barolar Birliği temsil etmektedir. Bu meslek kuruluşunun Genel Kuruluna katılınmayarak savunma mesleğine saygısızlık yapılmıştır.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İFLAS EDEN DIŞ POLİTKA



Cumhurbaşkanın Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı ziyarette görüşmeler bugün başlıyor.
Bu seyahatin ön hazırlığını yapmaya giden heyetin bakanlık dışı yetkililerden oluşmuş olması tam da Tayyip Erdoğan tarzı dış politikaya yakışan bir durumdu. Böyle önemli bir ziyareti hazırlamak üzere dışişleri bakanı veya hiç olmazsa bakanlık müsteşarı önceden ABD’ye gitmeliydi,
Bu üst düzey heyetin amacı, Suriye'de İŞİD'e karşı nihai harekatın, YPG/PYD ile işbirliği yerine, TSK ile yapılması konusunda ABD yönetimini ikna etmekti.
Ama Trump, daha heyetin ayrılmasını bile beklemeden, YPG'ye gelişmiş silahlar verilmesi kararını onayladı. Beyaz Saray sözcüsü, kararı teyit ettikten sonra, "Türkiye'nin güvenlik endişelerinin farkındayız. Türk halkına ve hükümetine, ABD'nin NATO müttefiki Türkiye'yi koruma konusunda kararlı olduğu güvencesi veriyoruz" dedi. 
Bu sözlerden, "YPG Türkiye'ye zarar verirse, biz Türkiye'yi koruruz" anlamı çıkıyordu ki, bu sözlerin Türkiye'yi rencide edeceği tartışmasızdı.
Bu koşullar altında, kendisine saygısı olan bir devlet, yapılacak ziyareti iptal ederdi. Ancak, İŞİD bağlantılarına ilişkin belgeler ve Zarrab dosyası masada iken, cesaret edilebilir miydi? Tabii zordu.
.Uluslararası basın, ABD'nin desteğinden cesaret alan YPG/PYD'nin, İŞİD'e karşı mücadelenin karşılığı olarak, ABD'den "Rojava"nın dışındaki bazı alanların da kendi denetimlerine bırakılmasını ve Akdeniz'e bir "ticaret yolu" açılmasını isteyeceğini yazıyor.
Afrin'deki Rus üssü de yerinde duruyor. 
Velhasıl, Suriye politikası battıkça batıyor. Şuursuzca bir Rusya'ya, bir ABD'ne koşuyoruz. İkisinin de esiri halindeyiz...
Bu arada, CHP, Suriye'de gelinen aşama üzerinden hükümeti eleştiriyor ve Şam ile işbirliği yapılmasını tavsiye ediyor. İyi de, 2O11 yılında o zamanki genel başkan. Yardımcısının  "Esad'ın gitmesi hedeftir ve CHP bu hedefe katılmaktadır" açıklaması ile, Genel Başkan'ın 2014 ve 2015 yıllarında söylediği "YPG bize göre terör örgütü değildir. Vatanını kurtarmak için örgütlenmiş oluşumdur" sözleri arşivlerde dururken nasıl inandırıcı olacak?
"Kerkük'e çekilen o Kürdistan bayrağı inecek" naralarına Barzani kulak asmadığı gibi, sonbahar aylarında" bağımsızlık referandumu" yapma hazırlığı içinde. Üstelik referandumu, sanki resmen kendisine aitmiş gibi, Kerkük'de ve el koyduğu diğer Arap topraklarında da yapmayı planlıyor. 
Barzani, bölgesel ve uluslararası koşullar şimdilik uygun olmadığından, referandum sonrasında hemen bağımsızlık ilan edemeyeceğini biliyor. Amacı, Bağdat karşısında elini güçlendirip bağımsızlık yolunda daha geniş hareket alanı sağlamak. Bağdat hükümeti nezdinde hiçbir güvenilirliği olmayan Türkiye'nin bu gelişmelere müdahale edebilecek imkanı maalesef yok.
Mezhepçi dış politika Irak'da da duvara toplamış durumda.
 Trump'ın ilk yurt dışı ziyaretlerini bu ay içinde İsrail, Suudi Arabistan ve Vatikan'a yapacağı açıklandı. İsrail ve Suudi Arabistan, malum, İran'a karşı ABD'ni kışkırtıyorlar.
Trump, seçim kampanyası döneminde İran ile varılan nükleer anlaşmayı "gördüğüm en kötü anlaşma" olarak tanımlamış, seçilince bu anlaşmayı bozacağını ve İran'ı bu yolla sıkıştıracağını ima etmişti. Ancak, göreve gelince gördü ki, İran, anlaşmanın kendisi bakımından koyduğu bütün yükümlülükleri yerine getiriyor. Bu şartlar altında anlaşmayı bozsa, uluslararası alanda güç durumda kalacak. İran'ın "üzerine çullanmak" için başka bahaneler üretilmesi gerekiyor. İşte, İsrail ve Suudi Arabistan'a yapılacak ziyaretler bu bakımdan önem kazanıyor. 
Bizi de içine çekme riski taşıyan bu gelişmeler karşısında çok dikkatli olmamız gerekirken, en yetkili ağız "fars yayılmacılığından" söz edebiliyor.
Velhasıl, mezhepçi dış politika  çok vahim gelişmelere gebe


12 Mayıs 2017 Cuma

TÜRKİYE’NİN İHTİYAÇ DUYDUĞU LİDER


Bugün ülke,  fabrika  ayarlarına döndürebilecek halkçı, devrimci, millet egemenliğine inanan lider ve kadrolara ihtiyaç duymaktadır.
Bu millet son yüzyılda, hele son 90 yılda, olağanüstü değişiklikler görüp geçirdi. İlkin padişahlıktan Cumhuriyete, maalesef bugün tam aksine bir dönüş de olsa,  tek kişinin egemenliğinden ulus egemenliğine , sonra tek partili rejimden çok partili demokratik rejime; şeriat devletinden laik devlete geçti; yasalarını değiştirdi, yaşamını, giyimini kuşamını değiştirdi. Son kırk yılda ise köyden kente göç ederek yerini çevresini değiştirdi. Yani bir insan ömrüne sığacak sürede çağ değiştirdi.
Ancak maalesef yeniliklerin bir çoğu gibi, demokrasi de, millet egemenliği de, demokratik haklar ve özgürlükler de tepeden geldi, toplumumuza yukarıdan verildi.
Verildiği gibi bazen de şimdi olduğu gibi bir tek adam iradesiyle geri alınabildi.
Bu hakların, özgürlükler için özveri gösterilmeden, mücadelesi yapılmadan geldiği için  değeri de gereğince bilinmedi.
O nedenle kişi güvenliğini de ortadan kaldıracak,  kuvvetler ayrımı ortadan kaldırılırken, toplumun yarısı bu olaya tepkisiz kaldı.
Bu işin mimarı Recep Tayyip Erdoğan’dı. Geriye gidiş olarak nitelenebilecek köklü değişikliklere yönelmesi bakımından radikaldi.
Bu radikal değişikliğe destek verenlerin büyük çoğunluğu doğrudan doğruya Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine bağlı ve inanan kitlelerdir.
Anlaşılıyor ki, önümüzdeki  dönem Recep Tayyip Erdoğan ve onun getirmek ve kurumsallaştırmak isteyeceği yapıyla demokratik yollardan mücadeleyle geçecektir.
Durum böyle olduğuna göre, bu yapılanmayla, bu geriye gidişle  mücadele edecek  Cumhuriyet Halk Partisinin  genel başkanı olacak kişinin vasıfları önem arz etmektedir.
Bu nedenle, Cumhuriyetin temel değerleri iktidar sahipleri tarafından ortadan kaldırılırken, bununla mücadele edecek ve bunu yaparken de kurtuluş savaşında olduğu gibi toplumun geniş bölümünü kucaklayabilecek bir lidere ihtiyaç vardır.
Böyle bir liderin ortaya çıkabilmesi içinde tarihi, sosyal ve psikolojik şartlar mevcuttur.
Elbette entelektüel derinliği olan, saygın bir insan olması gerekiyor. Bir şey söylemeye başladığı zaman karşı taraftakilerin bile acaba ne diyor diye kulak vereceği bir insan olması gerekiyor.  
Elbette bu lider yüzlerce yılda bir defa gelebilen bir Atatürk olmayacaktır ama anayasa referandumundaki yüzde ellinin üstündeki seçmen kitlesini kucaklayabilecek bir insan olması gerekiyor.
Siyasi şartlar artık insanları sağcı solcu diye ayırabileceğimiz noktayı çoktan aşmıştır.  Olayı sol sağ diye kategorize ettiğiniz zaman ulaşılacak nokta yüzde yirmi beşleri aşamaz.
Ama Cumhuriyet Halk Partisi fabrika ayarlarına dönüp, ırkçı ve şeriatçı olmayan muhafazakar seçmeni de kucakladığı zaman referandum sonucuna yakın  ve hatta daha büyük bir kitleye ulaşır.
Geçtiğimiz hafta içinde Prof. Dr Korkut Boratav Cumhuriyet Halk Partisine bir çağrı yaparak “Sosyal demokrasiyi değil, açıkça cumhuriyet değerlerini sahiplenin. ‘Hayır’ bloğunun pekişmesine, genişlemesine ancak bu doğrultuda katkı yapılabilinir”  demişti.
Bu tarif tam da partinin kurucu Genel başkanı Ulu Önder Atatürk’ün dayandığı geniş halk kitlesini tarif etmektedir.
Yıllardır oynanan oyun Cumhuriyet Halk Partisini önce bu çizgiden uzaklaştırıp ve sonrada orada tutarak yüzde yirmi beş sınırına mahkûm etmektir.
Cumhuriyet Halk Partisinin ve de Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu lider, partiyi, geniş halk kitleleriyle buluşturacak ve halkçı devrimci çizgiye çekebilecek liderdir.






8 Mayıs 2017 Pazartesi

OLAĞANÜSTÜ KURULTAY KAÇINILMAZDIR.


Cumhuriyet Halk Partisi çok sıkıntılı günler yaşıyor. Bir taraftan düşünce ve ifade özgürlüğünü savunan bir partide, Genel başkanı tek adam olmakla eleştiren Mersin Milletvekili Fikri Sağlar’ı kesin ihraç talebiyle, tedbirli olarak disiplin kuruluna sevk ediliyor, diğer  taraftan partinin ekonomiden sorumlu Genel başkan yardımcısı Selin Sayek Böke partideki görevlerinden bu yönetimin parçası olamayacağı gerekcesiyle istifa ediyor.
Cumhuriyet Halk Partisi biat kültüründen gelmediği için parti içinde fikir tartışmaları hiç eksik olmamıştır.
Ancak, Merkez Yönetim Kurulu içinde de bu kadar hizipleşmenin olduğu bir dönem görülmemiştir. Her oda üç beş kişi bir araya gelip toplantılar yapıyorlar.
Basına sızan haberlere göre, Kılıçdaroğlu, Sayek’e parti sözcülüğünü bırak ama, istifa etme demesine rağmen tüm görevlerinden istifa ettiği dilendiriliyor.
Aslında Sayek istifa da geç bile kalmıştır. Parti sözcüsü olarak, referandum sonrası yapılan MYK toplantısında görüşmeleri özetlerken gazetecilere, (bana göre şu aşamada sine i millete dönmek yanlış olmakla beraber), sine i millet dahil mücadele için bütün seçeneklerin masada olduğunu söylemesinin üstünden iki saat geçmeden parti grup başkan vekiline sine i milleti  yalanlatmak, liderlikle bağdaşmaz.
Merkez Yürütme Kurulunda konuşulmayan bir konuyu Parti sözcüsünün açıklaması mümkün müdür?
Asla böyle bir şey mümkün değildir. O zaman grup başkan vekiline o açıklamayı yaptırmakta liderlikle bağdaşmaz.
O grup başkan vekili de Genel başkanın talimatı olmadan o açıklamayı yapamaz.
Eğer parti sözcüsü böyle bir yanlış yapıyor, yani konuşulmamış bir konuyu tartışılmış gibi gazetecilere açıklıyorsa  da onu  orada bir saat bile tutamak gerekirdi.
Fikri sağlar olayı da tam bir içler acısı  durum.
Düşünce ve ifade özgürlüğünü savunan bir siyasi parti, bir milletvekilini, Genel başkan hakkında yandaş bir gazeteye “tek adam”  dediği gerekcesiyle, tedbirli olarak, kesin ihraç talebiyle Yüksek Disiplin Kuruluna sevk ediliyor.
Anlaşılıyor ki artık partide eleştiriye bile tahammül kalmamıştır. Şimdi parti içindeki bir kısım partili olmaktan ziyade Kılıçdaroğlucular, hemen, eskiden de oluyordu, savunmasını getireceklerdir.
Eskiden oluyor olması eğer o yapılanlar hata idiyse bugünde aynı hataların yapılmasını mazur göstermez. 
Ancak gelişen olaylar ve yaşananlar Cumhuriyet Halk Partisinde bir yenilenmeye ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde kimseye danışmadan, partinin yetkili organlarının görüşünü almadan Türk halkının hiç tanımadığı, Cumhuriyet düşmanı bir aileden gelen 20 yaşına kadar Mısır’da  yaşamış bir kişiyi Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklayan, Türkiye’nin içine girdiği yeni dönemi algılayamamış bir genel başkanla bu süreci aşmak imkansız olacaktır.
İmkansızdır zira Kılıçdaroğlu Cumhuriyet Halk Partisi tabanını denilenleri “tıpış tıpış” gidip yapacak insan grubu olarak görüyor.
Baykal’ın yüzde 49 kucaklamak için yapılması gerekenleri söylerken yaptığı tarif,  kurtuluş savaşı yapılırken Padişah ve İstanbul Yönetimine karşı olanların birlikteliğidir.
Hem CHP’nin ve hem de Türkiye’nin bu birlikteliği sağlayacak bir genel başkana, daha doğru bir söylemle bir lidere ihtiyacı vardır. O nedenle Cumhuriyet Halk Partisi gecikmeksizin olağanüstü kurultaya gitmelidir, bu kaçınılmaz olmuştur, Kılıçdaroğlu’nun  böyle bir birlikteliği sağlayamayacağı artık anlaşılmıştır.
Parti tabanında huzursuzluk had safhaya varmıştır
Bugünkü yönetimin Cumhuriyet Halk Partisinin başında kalmasından memnun olacaklar yerel yönetimlerde  makam bekleyenlerle, AKP’li  Recep Tayyip Erdoğan’dır.










5 Mayıs 2017 Cuma

YAKIŞMADI

    YAKIŞMADI
Kemal Kılıçdaroğlu partisinin grup toplantısında “parti içi kavgaya izin vermeyeceğim, gerekirse kapının önüne koyacağım” dedi.
Bu cümle işgal ettiği makama yakışmadı. Bu cümle “kanun benim” diyen 14. Lui rolüne soyunmaktır.
Bu cümle ben ne dersem o olur, bu partide herkes bana biat etmek zorundadır, benim talimatlarımın dışına çıkılamaz  demektir. Demektir diyoruz, zira Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğüne göre Genel başkanın, başkanı olmadığı tek organ Yüksek Disiplin Kuruludur.
Bunun amacı Yüksek Disiplin Kurulunun genel başkan dahil kimsenin tesiri altında kalmadan  özgür davranmasını temin etmektir.
Anayasamıza göre, Siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğuna göre, kendi içinde de demokrasinin işlemesi için her türlü tedbir almak zorundadır. Yani partilerin iç düzenlemesi de demokrasi prensiplerine uygun olmalıdır. Parti içi muhalefet özgür olmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi bu geleneğin partisidir. Parti içi muhalefetin baskı ile sesinin kısılması demek kapıkulları olsun demektir. Cumhuriyet Hak Partisinde kapıkulları hiç olmamıştır. Parti içi muhalefetin  yok edilmesi Cumhuriyet Halk Partisinin siyasal kültüründe yoktur.
Partiyi de, devleti de kuran Cumhuriyet Halk Partisinin kurucu babaları Atatürk ve İsmet Paşa’nın ağzından böyle bir söz duyulmadığı gibi “ikinci grup, Serbest Grup Atatürk tarafından kurdurulmuştur.
Parti içi demokrasi, yanlışların düzeltilmesi ve noksanlıkların giderilmesindeki en önemli kontrol aracıdır.
Nitekim Atatürk, Parti içinde olumsuzlukları görüp susmanın o sorumsuzluklardan daha kötü, olduğunu söylemiştir.
Bu nedenle parti içi muhalefet çok önemlidir. Onun sesinin kısılması demek partinin her gün adım adım geriye gitmesi, en azından durağan hale gelmesidir.
Parti içi kavgadan ne anlaşılmaktadır. Bu açıklamaya muhtaç bir söylemdir.
Yönetim hataların dillendirenler parti içi kavga mı ediyorlar diye nitelendirilecektirler? Partideki yönetim hatalarını dile getirenler Yüksek Disiplin Kuruluna verilecek bir emirle partiden mi attırılacaklardır?
O zaman Cumhuriyet Halk Partisi’nin biat kültüründen gelen AKP den ne farkı kalacaktır.
Nitekim biat kültüründen gelen parti içi iktidarı tek başına kullanan AKP’de Tayyip Erdoğan “reis”olarak anılmaktadır. .
Üyelerin partilerine karşı en önemli sorumluluğu,  sadakat yükümlülüğüdür.
Üyeler parti kurumsal kişiliğine ya da görevlilere karşı belli bir saygı ölçüsü içinde   kalmak şartıyla düşüncelerini açıklamakta özgür olmalıdırlar.
Tabii bu özgürlük, yetkili organların karar vermesi gereken bir hususta böyle bir karar yokken, varmış gibi göstererek açıklamada bulunmak olmadığı gibi, tarihten husumet çıkartmak hiç değildir. Tarihten husumet çıkartmayacağız ama ders alacağız.
Kılıçdaroğlu’nun partide engellemesi gereken, partide düşünce ve ifade özgürlüğü değil, hemşericilik, bölgecilik ve mezhepsel ayırımcılığın yapılmasıdır. Yoksa kendisine muhalif kişi ve grupların konuşmasına fikirlerini açıklamasına engel olmamalıdır. Farklı fikirlerin dile getirilebilmesi partinin güçlü olduğu kadar, zayıf yönlerinin de gösterilmesi gerekir.
Fikirlerin çatışmasından, üyelerin, parti yöneticileri ile düşünsel ihtilafa düşmekten korkutularak en iyi sonuca ulaşmak mümkün değildir.
      Bu nedenle  Fikri Sağlar’ın kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk edilmesini kabul etmek mümkün değildir. Ve hele bunun ulusalcıları, Kemalistleri tasfiye ederken “korku imparatorluğunu yıktık” diyen Kılıçdaroğlu zamanında yapılıyor olması da ayrıca dikkat çekicidir.



1 Mayıs 2017 Pazartesi

ÖFKEYLE KALKAN ZARARLA OTURUR


Kırk yılını devlete adamış değerli diplomat ve siyaset adamı Onur Öymenden aldığım bir mektubu köşemin elverdiği ölçüde özetleyerek sizlerle paylaşıyorum
“Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi yeniden gözetim altına alma kararı ülkemizin dünyadaki itibarını zedeleyecek ve ulusal çıkarlarımıza zarar verecek bir gelişme olmuştur. 
Demokrasi ve insan haklarının üstünlüğünün korunması amacıyla 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi bu alanda Avrupa’nın en saygın kuruluşlarının başında gelmektedir. Türkiye’nin de kurucu ortaklarından olduğu Konsey ,Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini hazırlayarak bu alanda uyulması zorunlu olan kuralları saptamış, daha sonra, Konseyin öncülüğünde kurulan ancak bağımsız bir hüviyete sahip olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kurallara üye ülkelerin uyumunu denetleyen ve güvence altına alan bir kurum olmuştur. Yani Avrupa Konseyine üye ülkeler açısından insan hakları bir iç mesele sayılamaz.Nitekim Türkiye, diğer Konsey üyeleri gibi, vatandaşlarının AHİM’e bireysel başvuruda bulunmasını ve AHİM kararlarına uyulmasının zorunluluğunu kabul etmiştir.
Soğuk savaş sona erdikten sonra Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Batı Avrupa kurumlarına katılması söz konusu olduğunda Avrupa Konseyi 1993 yılında bir gözetim mekanizması kurmuş ve bu ülkelerin demokrasi ve insan hakları alanındaki standartlarını yükseltmelerine katkıda bulunmuştur.
Ne yazık ki, Türkiye 1996 yılında demokrasi ve insan hakları alanlarındaki eksikleri nedeniyle gözetim alınan ülkelerden biri olmuş, ancak bu alanlardaki yoğun yasal düzenlemeler ve uygulamadaki iyileştirmeler sonucunda 2004 yılında bu statüden çıkabilmiş, bu sayede de Kopenhag kriterlerine uygum sağladığı kabul edilerek Avrupa Birliğiyle üyelik sürecini başlatabilmiştir.
Şimdi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin dünkü kararıyla ülkemiz maalesef yeniden gözetim altına alınmıştır. Türkiye gözetim statüsünden çıktıktan sonra yeniden gözetim altına alınan ilk ülke olmuştur. CHP v AKP milletvekillerinin Strazburg’daki oylamada karşı çıkmalarına rağmen karar büyük çoğunlukla aleyhimizde sonuçlanmış, sadece 45 üyenin aleyhteki oyuna karşı 113 üyenin oyuyla kabul edilmiş, 12 üye de çekimser kalmıştır. Türkiye şimdi, gözetim altında bulunan Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan,Sırbistan, Bosna Hersek ve Moldavya’yla aynı kategoriye girmiş bulunmaktadır. 
Aslında Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunduğu 1987 yılından sonra çeşitli nedenlerle üyeliğimize karşı olan devletlerin ve çevrelerin ülkemize yönelik haksız ve ölçüsüz eleştirilerde bulundukları, zaman zaman insan hakları alanındaki eleştirilerinde de çifte standartlar uyguladıkları bilinmektedir
Bununla birlikte insan hakları ve demokrasi alanlarında ülkemize yönelik bütün eleştirilerin ve alınan bütün kararların maksatlı ve kötü niyetli girişimlerin ürünü olduğunu söylemek de gerçekçi değildir. Nitekim Avrupa Konseyi’nin dışında da insan hakları alanındaki saygın pek çok uluslararası kuruluşun demokrasi, insan hakları, özgürlükler, özellikle basın özgürlüğü, kadın erkek eşitliği gibi alanlardaki sıralamalarında Türkiye’nin çok gerilerde yer aldığını göz ardı etmek mümkün değildir. 

. Bu gerçekler ortadayken Avrupa’ya karşı önlemler alacağımızı söylemenin bu eleştirileri önlemenin en etkili yolu olacağı kanısında değilim.