29 Nisan 2016 Cuma

KİM, HANGİ CESARETLE KEMAL BEY?

KİM HANGİCESARETLE KEMAL BEY

27 Nisan akşamı CNN TURK ‘de yayınlanan ‘’Tarafsız bölge’’ programında gazeteci İsmail Saymaz baykal’a ‘’ iktidar size karsı yapılan kaset komplosunun cemaatin yaptığını söylüyor. Size göre komploda cemaatin parmağı varmı?’’ Sorusunu yöneltti.

Baykal bu soru uzerine: ‘’…. O günkü yüksek siyasi iradenın talimatı, onayı kararı olmadan böyle bir iş yapılamaz. Ben bu kanaatimi ilk gün söyledim,bugüne kadar o kanaatimi değiştirecek hiçbir somut gelişme sağlanamadı…bu işi çözmek istiyorsanız sorarsanız Başbakana ,yukarıdan aşağıya inin ,aşağıdan yukarıya çıkmaya çalışmayın. Birde sayın Kılıcdaroğlu’na sorulsun çünkü o başbakanın o kaseti seyrederken görüntüsünü izlediğini söyledi. ‘Gözlüğünü takıp ‘diye anlattığı gördüğünü iddia eden ana muhalafet partisi başkanı var.’’

Bu kasette aynen Baykal kaseti gibi özel hayatıon gizliliğini ihlal eden hukuka ve kanuna aykırı şekilde elde edilmiş bir kasettir.

Kılıçdaroğluna Tayyip Erdoğan kasetine getirip izlettirenlerle Baykala komplo kuranların aynı yada ilişkili kişiler olduğu muhtemeldir.

Her ne kadar Kılıçdaroğlu , Habertürkte katıldığı TV  proğramında cemaat değil dedi ama, büyük bir ihtimallede bunlar paralel yapının elemanlarısdır.

Zira geriye dönüp baktığımızda Kılıçdaroğlunun açıklamaları, bir grup chp milletvekillerinin cansiperhane bir şekilde cemaate karşı yapılan operasyonlarda, FETO ’cuların ‘’ önlerine yatmaları ‘’sebepsiz olmasa gerek.

Bu nedenlerle aydıonlanması gereken sorular var.
Kılıçdaroğlu kaseti getiren insanları önceden tanıyormuydu.

Kılıçdaroğlu 20 Şubat 2015 tarihinde kanaltürk TV ‘de yayınlanan ‘’Farklı Bakış’’ proğramında kendisine getirilen kaseti seyrettiğini, çekimi bir diz üstü bilgisayarın objektifinden yapıldığını anlattı.
Kendisine bu kadar detaylı bilgi verildiğine göre kaseti getirenleri tanıdığı anlaşılıyor.

O zamanda akla şu geliyor; bu kasetten haberdardı kendisi seyretmek istedi.

Bir an için kaydı yapanları Kılıçdaroğlunu tanımadığını kabul etsek bile, birileri bu ilişkinin kurulmasına aracılık etmiş olmalı. Kim dir bu aracılık eden kişi yada kişiler?

Bu kasetin kanuna aykırı bir şekilde elde edildiği açıkken, bunu getirip kendisine izlettirenler hakında suç duyurusunda bulunmuşmudur.

Bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulunsa idi, büyük bir ihtimalle Baykala kurulan komplonun failleri çıkartıla bilinirdi.
Niye yapmadı bunu, sebep ne?
Bu kaseti kendisine seyrettirenler, cemaate yakın isimlermiydi? Zira kendisi geçmişte  ‘’ yargıda ve poliste cemaat yapılanması vardır diyemem ‘’ demiş ve hatta şimdi sahip çıktığı Ergenekon mağdurları içinde geçmişte, yetmez ama evetçilerin, numaralı Cumhuriyetçilerin, bölücü sevicilerin, peşine takılıp ‘’Darbeciler yargılansın ‘’diyordu.

Acaba kanuna aykırı şekilde elde edilmiş bu Tayyip Erdoğan görüntüsünü kendisine getirenler yâda aracılık edenler Kılıçdaroğlu’nun yakından tanıdığı isimlermidir?

Bunlar hakkında suç duyurunda bulunmamasının sebebi, kendisine yakın kişiler olmalarımıdır.

Bu kişler, Baykal kaset komplosunun suç ortakları olabilirlermi ?
Suçu ve suçluyu bilerek izlemek te suçtur. Bu Tayyip Erdoğan içinde, Kemal Kılıçdaroğlu içinde suçtur.

Hukukun üstünlüğünü savunan bir partinin Genel Başkanı’na kim hangi cesaretle, ister Baykalın ister Tayyip Erdoğan ‘ın olsun, kanuna aykırı şekilde elde edilmiş, özel hayatın gizliliğini ihlal eden bir kaseti izlettirebilir.
Kimdir bunlar Kemal Bey susmayın bildiğiniz bir konuda susmak yalan söylemektir.

25 Nisan 2016 Pazartesi

OLMUYOR KEMAL BEY OLMUYOR


AKP’nin yanlış açılım politikası nedeniyle her gün şehit cenazesi geliyor.
Dünya da basın özgürlüğü sıralamasında acınacak haldeyiz, yargı bağımsızlığını kimse ağzına bile almıyor, ekonomi dibe vurmuş, dış politika rezalet, çevremizde tek dost ülke kalmamış, bir Cumhurbaşkanı var, hiçbir anayasal, yasal sınır tanımıyor, aynen cunta yönetimleri gibi, “benim dediğim gibi anayasa yapın” diyor. Çocuk tacizi artık kanıksandı, bu listeyi daha da uzatmak mümkün.
Ama bütün bunların müsebbibi AKP iktidarının oyları artıyor, MHP ve HDP’nin oyları düşüyor, en iyi niyetlerle CHP’nin oyları sabit kalıyor.
Doğrumudur yalanmıdır bilemem, ama Kemal Bey’in bazı kişilere Partinin oylarının  %18-19’larda olduğunu söylediği, anlatılıyor. Böyle bir şeyin söylenmemiş olduğunu  ve oyların sabit kaldığını düşünsek bile durum vahim.
CHP’nin geçmişi inkar edilerek, temel değerlerinden uzaklaşılması, ırkçı bölücü Kürtlerden, Atatürk düşmanı yobazlardan, Türk Milliyetçiliğinden nefret edenlerden yapılan transferlerin partiye hiçbir getirisi olmamış demek ki.
HDP oyları düşerken, ortalarda dolaşan rakamlara bakıldığında, bu oylar AKP’ye gittiğine göre, partiye transfer edilen Kürtçü bölücü Kürtlerin ve her gün HDP milletvekili ağzıyla konuşan devşirmelerin, CHP’ye bir katkısı olmadığı ortada.
MHP oyları düşmüş oradan da CHP’ye gelen oy olmamış, bu çok doğal çünkü bütün ulusalcı söylemler terk edildiği için, kentli MHP’li de CHP’ye gelmemiş. 
Bu tablo doğru okunduğunda CHP’nin artık hiçbir şekilde umut olamadığı anlaşılıyor.
Her konuda olduğu gibi, ama özellikle de siyasette umut olabilmek için önce tutarlı olmak, sonra da CHP’nin o laik, halkçı, devrimci niteliğini ön plana çıkartmak gerekir.
Güneydoğu Anadolu sorununa çözüm önerirken, bölgede ki feodal yapıyı yıkacağız, iktidara geldiğimiz gün orada toprak reformu yapacağız diye biliyor musun?
Diyemiyorsun, diyemezsin, çünkü ağaların, beylerin egemen olduğu HDP’nin kuyruğuna takılmış gidiyorsun. O zaman o yörenin ağalar, beyler tarafından sömürülen köylüsü niye sana oy versin.
Ülkenin Ege’deki 17 adası Yunanlılar tarafından işgal ediyor CHP bu konuyla hiç ilgili değil.
Biz, “Yeni CHP’yiz” demekle ilerici olunmaz, Tayyip Erdoğan’da “Yeni Türkiye” diyor. İlerici mi? Ne gezer, ülkeyi orta çağ karanlığına sürüklüyor.
AKP’yi 17-25 Aralık’tan başlayarak haklı olarak yolsuzluklara batmakla suçlamak için öncelikle tutarlı olmak gerekir. Tutarlılık nasıl sağlanır? Tutarlılık, kendi Milletvekillerinden oluşturduğun komisyonun, Beşiktaş Belediyesi için verdiği raporu, kamuoyuna açıklayıp gereğini yaparak sağlanır.
AKP iktidarını, devletin bütün olanaklarını seçim zamanında kendi yararına kullandığını söylerken, Ataşehir Belediye Başkanı’nın, Belediyenin bütün imkanlarını ön seçimde karısının lehine kullanmasına sessiz kalırsan, senin AKP iktidarını eleştirme hakkın kalır mı? Toplum seni inandırıcı bulur mu?
Dokunulmazlıklarla ilgili Anayasa değişikliği için Anayasaya aykırı ama buna rağmen evet diyeceğiz demek, hukukun üstünlüğünü savunan CHP’nin Genel Başkanı’na yakışır mı? Bu söylemin “anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” diyen kafa yapısından ne farkı kalır?
Anayasaya aykırı olduğunu iddia ettiğin, anayasa değişikliğine “evet” deme   konusunu kimseyle tartıştın mı?
Bu da Ekmelettin İhsanoğlu konusunda olduğu gibi senin tek başına aldığın bir karar mı?
Olmuyor Kemal Bey olmuyor, bu iş seninle olmuyor. Bu partinin entelektüel derinliği olan, partide ciddi bir ONARIM yapma yeteneğine sahip, Genel Başkana değil LİDER’E ihtiyacı var.









  


22 Nisan 2016 Cuma

HEPİNİZ SUÇ ORTAĞIYDINIZ


21 Nisan günü Yargıtay 16. Ceza Dairesi Ergenekon Davası diye bilinen, aydın, asker birçok kişinin, hukuk en iğrenç şekilde çiğnenerek mahkum edildiği davayı, hukuk fakültelerinde ders diye okutulacak nitelikte bir kararla bozdu.
Hatırlanacağı üzere o tarihte başta Tayyip Erdoğan olmak üzere bütün AKP’liler bu davanın tarihi bir dava olduğunu, askeri vesayetin son bulduğunu, “Türkiye’nin bağırsaklarını temizlediğini” söylüyorlardı.
Tayyip Erdoğan, önceleri “Uygun bir savcı arıyoruz” diyerek yola çıktı, bulunan o uygun savcının düzmece belgelerle açtığı davalar içinde “Ben bu davanın savcısıyım” diyecek kadar davayı benimsedi.
Bu çok doğaldı, zira o tarihte iktidar, “paralel”  bu ülkenin aydınlarına, subaylarına karşı elbirliği halinde ihanet içindeydiler.
Yetmez ama evetçiler, dönek solcular, numaralı Cumhuriyetçiler ve de tabi onların o tarihteki doğal müttefikleri yobazlar ağızlarından salyalar akarak, Silivri zindanlarındaki insanlara acımasızca saldırıyorlardı.
İnsan mantığına aykırı ithamlar vardı, ülkenin Genel Kurmay Başkanı, Ordunun başındayken değil emekli olduktan sonra darbeye teşebbüsten tutuklanıyordu.
Yurt dışında görevdeyken, ifade vermeye çağrılınca, hiç tereddüt etmeden koşup gelen bir subay, fıkra gibi bir gerekçeyle “kaçma şüphesi var” diyerek tutuklanıyordu. 
Avukatlar, sanıklar delil diye sunulan belgelerin düzmece olduğunu, hukuka aykırı deliller toplandığını söylüyorlardı, hatta bu konuda kitap bile yazıldı, ama ciddiye alınmadı.
Bu süreçte, bu davanın sanıklarına yapılan maddi manevi işkenceye AKP iktidarı ve yandaş basın destek veriyordu.
Adamı “Ergenekon’un kasası” diye tutukladılar, kanser oldu, ancak ölüme tahliye ettiler, ailesi parasızlıktan cenazeyi kaldıramadığı için Belediye kaldırdı.
Deniz Subayı Ali Tatar uğradığı haksızlığa isyan ederek canına kıydı.
Bir tarafta bunlar vardı, diğer tarafta katiller, ırz düşmanları, kurtarılma vadiyle ve öğretilenleri söylemek şartıyla gizli tanık yapılanlar.
Sırf aydınların, subayların aleyhine tanıklık yapacak diye, katile bir can dostuna hitap edercesine, “Osman’ım” diye seslenen hâkimler yürüttü bu yargılamayı.
Bu ahlak ve hukuk dışı yargılamanın sonunda günahsız insanlar mahkûm edildi. Yani vatanseverler bedel ödedi.
Bugün Yargıtay tarafından paçavraya çevrilen o karar çıkınca, o tarihte yandaş gazete manşetleri ibretlikti.
Bu ahlak dışı, hukuk dışı yargılamanın suç ortakları vardı. İktidar ve “paralel” diye nitelenen ve şimdilerde “FETÖ terör Örgütü” diye nitelenen örgüt, bu hukuk katliamını müştereken yaptılar.
“FETO Terör Örgütü’nün” çete başına “Ne istediniz de vermedik”, “Bu hasret ne zaman bitecek” diyen kimlerdi.
Bu işbirliğini yargıdaki bir numarası Savcı Öz’e, zırhlı makam aracını tahsis eden kimdi?
AKP iktidarının tepesindekilerdi.
Bu işbirliği o kadar yoğundu ki, oyun bozulup ortaklık bittikten sonra, doğrudan talimat verilenlerin, konuşmalarından korkularak kaçmalarına göz yumuldu.
Şimdi “aldatıldık” mazeretinin arkasına sığınarak insanları kandırmak mümkün değildir. Yargıyı 12 Eylül 2010 değişikliğinden sonra bunlara kendi elleriyle, sırf bu nedenle   teslim ettiler. Yani hepsi suç ortağıdır.
Bu ahlak ve hukuk dışı yargılamayı, tertipleyenler, onların maşaları olan savcılar, yargıçlar, polisler yargı önünde hesap vermeliler ki, işte Türkiye o zaman bağırsaklarını temizlemiş olsun.





18 Nisan 2016 Pazartesi

AB İLERLEME RAPORU


14 Nisan günü Avrupa Parlamentosunun içinde ne ararsan bulunan Türkiye raporunu yayınlandı, hükümette tribünlere mesaj olmaktan başka hiçbir kıymeti olmayan biz bu raporu “yok sayıyoruz” açıklamasını yaptılar.
Hiç kimse de “ Sayın Bakan Dur Atma” sen yok diyince yok olmuyor, demiyor.
Kimse siyasi iktidara 3 Ekim 2005 de büyük başarı diye halka yutturduğunuz, hatta AB’ni 28. Üyesi olduk diye öğlen vakti havai fişekler atarak kutlanan AB-Türkiye Müzakere Çerçevesi’nin 10. Maddesi “… Türkiye bu müktesebatı, katılım tarihindeki haliyle uygulamak zorundadır. Ayrıca katılım, mevzuat uyumuna ilaveten, müktesebatın zamanında ve etkili olarak uygulanmasını da gerektirir. Müktesebat sürekli olarak gelişmekte olup, aşağıdakileri içermektedir” dedikten sonra ve başka Türkiye açısından bağlayıcı bir çok hükümden başka “Birlik çerçevesinde kabul edilen hukuken bağlayıcı olan veya olmayan diğer işlemler” dediğini söylemiyor.
O tarihteki CHP yöneticileri bu sakıncaları, tehlikeleri görerek, bu belgeyi imzalamayın demişlerdi. Tayyip Bey ve arkadaşları dinlemediler.    
Bu belge imzalandıktan sonrahukuken tavsiye niteliğinde olan bütün belge ve kararlar, Türkiye için bağlayıcıdır. Türkiye bunları uygulamak zorundadır. Bunu daha işin başında peşinen kabul etmişiz. Dolayısıyla bugüne kadar çıkmış ve bundan sonra da çıkacak bütün parlamento kararları Türkiye için bağlayıcı olacaktır.
İşin daha vahimi, raporda, Türkiye’nin “Ermeni Soykırımı” nı tanınmasını isteyen geçen yılki karar atıf yapılması üstüne, iktidarından muhalefetinden bir Allahın kulu çıkıp da, “Bak efendi AHİM’in, devletlerin, parlamentoların, eyaletlerin, belediyelerin bu konuda karar alamayacağına ve 1915 olaylarının Yahudi Soykırımına benzemediği konusunda” kararı var, niye ikiyüzlü davranarak, mahkeme kararını yok kabul ediyorsunuz demek, akıllarına gelmiyor.
Bakın AB Parlamentosu’nun küstahlığı ve buna tepkisizlik sadece bununla da kalmıyor.
Örneğin, Raporda, Dünyadaki en geniş Roman nüfusunun Türkiye’de olduğu iddia edilerek, Roman nüfusa eşit haklar verilmesi gerektiği vurgulanmış 
Bir kişinin de aklına “bana, benim mevzuatımda, Roman kökenli vatandaşlarımızın eşit olmadıklarını, onlara ayrımcılık yapıldığı anlamına gelecek bir madde göster”, demek gelmiyor.

Raporda, Kürt sorunun şiddete dayalı çözümlenmemesi gerektiğine de  yer vermişler.
Bu raporu kaleme alanlar, PKK’nın Türkiye’nin Anayasasını, devlet yapısını, kendi özerklik talepleri doğrultusunda değiştirmek istediklerin bilmiyorlar mı?
Elbette biliyorlar. Hangi etnik kökenden, hangi dinden,hangi mezhepten gelirse gelsin bütün vatandaşları ayırımsız kapsayan Türk milleti kavramını bilmiyorlar mı?
Elbette biliyorlar, ama yüz yıldır kendi menfaatleri gereği Türkiye’yi Sevr’e göre bölmek için Türkiye’yi Kürtlere veya başkalarına köklü tavizler verdirmeye uğraşıyorlar.
İşte 3 Ekim 2005 de imzalanan “Müzakere Çerçeve Belgesi”nden sonra, “Biz bu raporu yok sayıyoruz” demekle  rapor yok olmuyor.
Tabii rahatsınız, bunu takip edip sizin suratınıza vuracak, halka doğruları anlatacak  bir muhalefet yok..      

14 Nisan günü Avrupa Parlamentosunun içinde ne ararsan bulunan Türkiye raporunu yayınlandı, hükümette tribünlere mesaj olmaktan başka hiçbir kıymeti olmayan biz bu raporu “yok sayıyoruz” açıklamasını yaptılar.
Hiç kimse de “ Sayın Bakan Dur Atma” sen yok diyince yok olmuyor, demiyor.
Kimse siyasi iktidara 3 Ekim 2005 de büyük başarı diye halka yutturduğunuz, hatta AB’ni 28. Üyesi olduk diye öğlen vakti havai fişekler atarak kutlanan AB-Türkiye Müzakere Çerçevesi’nin 10. Maddesi “… Türkiye bu müktesebatı, katılım tarihindeki haliyle uygulamak zorundadır. Ayrıca katılım, mevzuat uyumuna ilaveten, müktesebatın zamanında ve etkili olarak uygulanmasını da gerektirir. Müktesebat sürekli olarak gelişmekte olup, aşağıdakileri içermektedir” dedikten sonra ve başka Türkiye açısından bağlayıcı bir çok hükümden başka “Birlik çerçevesinde kabul edilen hukuken bağlayıcı olan veya olmayan diğer işlemler” dediğini söylemiyor.
O tarihteki CHP yöneticileri bu sakıncaları, tehlikeleri görerek, bu belgeyi imzalamayın demişlerdi. Tayyip Bey ve arkadaşları dinlemediler.    
Bu belge imzalandıktan sonrahukuken tavsiye niteliğinde olan bütün belge ve kararlar, Türkiye için bağlayıcıdır. Türkiye bunları uygulamak zorundadır. Bunu daha işin başında peşinen kabul etmişiz. Dolayısıyla bugüne kadar çıkmış ve bundan sonra da çıkacak bütün parlamento kararları Türkiye için bağlayıcı olacaktır.
İşin daha vahimi, raporda, Türkiye’nin “Ermeni Soykırımı” nı tanınmasını isteyen geçen yılki karar atıf yapılması üstüne, iktidarından muhalefetinden bir Allahın kulu çıkıp da, “Bak efendi AHİM’in, devletlerin, parlamentoların, eyaletlerin, belediyelerin bu konuda karar alamayacağına ve 1915 olaylarının Yahudi Soykırımına benzemediği konusunda” kararı var, niye ikiyüzlü davranarak, mahkeme kararını yok kabul ediyorsunuz demek, akıllarına gelmiyor.
Bakın AB Parlamentosu’nun küstahlığı ve buna tepkisizlik sadece bununla da kalmıyor.
Örneğin, Raporda, Dünyadaki en geniş Roman nüfusunun Türkiye’de olduğu iddia edilerek, Roman nüfusa eşit haklar verilmesi gerektiği vurgulanmış 
Bir kişinin de aklına “bana, benim mevzuatımda, Roman kökenli vatandaşlarımızın eşit olmadıklarını, onlara ayrımcılık yapıldığı anlamına gelecek bir madde göster”, demek gelmiyor.

Raporda, Kürt sorunun şiddete dayalı çözümlenmemesi gerektiğine de  yer vermişler.
Bu raporu kaleme alanlar, PKK’nın Türkiye’nin Anayasasını, devlet yapısını, kendi özerklik talepleri doğrultusunda değiştirmek istediklerin bilmiyorlar mı?
Elbette biliyorlar. Hangi etnik kökenden, hangi dinden,hangi mezhepten gelirse gelsin bütün vatandaşları ayırımsız kapsayan Türk milleti kavramını bilmiyorlar mı?
Elbette biliyorlar, ama yüz yıldır kendi menfaatleri gereği Türkiye’yi Sevr’e göre bölmek için Türkiye’yi Kürtlere veya başkalarına köklü tavizler verdirmeye uğraşıyorlar.
İşte 3 Ekim 2005 de imzalanan “Müzakere Çerçeve Belgesi”nden sonra, “Biz bu raporu yok sayıyoruz” demekle  rapor yok olmuyor.
Tabii rahatsınız, bunu takip edip sizin suratınıza vuracak, halka doğruları anlatacak  bir muhalefet yok..      


15 Nisan 2016 Cuma

KARAMAN OLAYI


Karaman’da yaşanan bir sapığın Ensar Vakfı’na ait bir evde ANAYASAYA AYKIRI OLARAK kendisine emanet edilen çocuklara cinsel tacizde bulunduğunun ortaya çıkmasından sonra olay Türkiye’nin gündeminde birinci sıraya oturdu.
Tartışma asıl mecrasından saptırılarak, Ensar Vakfı’nı suçlayanlar ve onu koruyanlar arasında düzeysiz bir şekilde tırmanarak devam ediyor.
Ensar Vakfı olayında ısrarla ve bilinçli olarak gözden kaçırılmak istenen, AKP iktidarının Anayasa’nın 41 ve 42. Maddelerinin devlete yüklediği sorumluluğu yerine getirmediği olgusudur.
Anayasanın 41. Maddesinin  4.fıkrası, ki bu fıkra,  12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasa’ya ilave edilmiştir-, bu fıkra ile “Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” hükmü getirilmiştir.
AKP, bu Anayasa hükmüne rağmen çocuk istismarını önleyici hiçbir tedbiri almamış, olduğu gibi İlk ve Orta Öğretimde, Milli Eğitim Bakanlığından başka hiç kimsenin yurt açamayacağı yolundaki Milli Eğitim Bakanlığı Okul Pansiyonları Kanunun çiğnenmesine de göz yummuştur.
Devletin, maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmesi için bunlara burs vermek ve diğer gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu da,Anayasanın 42. Maddesinin  7. Fıkrasında açıkça belirtilmiştir.
Biz devletin anayasal yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini tartışmıyoruz, okumuş ama maalesef hem kifayetsiz ve hem de cahil bir bakanın söylediği, saçma sapan bir cümle üzerinden tartışarak, devletin yükümlülüğünü yerine getirmemesini görmezden geliyoruz.
Burada asıl suçlu, görevini yapmayarak, bu çocukları, bazı vakıf, dernek veya özel şahısların insafına bırakan devlettir.
Devletin buradaki sorumluluğu sadece Anayasanın bu iki maddesinden kaynaklanmamaktadır. Sosyal devlet olmanın gereği de bu çocukların devlet himayesinde olmalarını gerektiriyor.
Yapılması gereken çocukları sokağın ve bu tür organizasyonların karanlığından kurtarmaktır. İstismara uğradığı için travma yaşayan çocuğun ruh ve beden sağlığı bozulacaktır.
Bunları tartışmayıp, önüne yattın, altına yattın, üstüne çıktın düzeyinde tartışmaya başlanırsa, bu en çok Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının işine yarar, zira suçüstü yakalandıkları bir konuyu saptırma imkânı onlara verilmiş olur.
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar görevlerini yapmazlarsa - ki yapmadığı yaşanan olaylarla ortaya çıkmıştır- devletin üstlenmesi gereken ödevler, fiilen ve büyük ölçüde bir takım hukuka aykırı işler yapan kuruluşlara kayar, bugün yaşadığımız da budur.
Anayasal görevlerini yerine getirmeyen yetkililer, bu tür yasadışı işler yapan vakıf ve kuruluşlara  hem personel desteği vermekte ve hem de bazı taşınmazlarının kullanmalarına imkan sağlayarak, kanunsuzluğu himaye ve teşvik etmektedirler.
Asıl tartışmamız gereken konu budur.
Her akıllarına  geldiğinde Atatürk’e saldırmayı çağdaşlık zannederler ama onun daha 1921 de savaş devam ederken, Çocuk Esirgeme Kurumunu kurduğunu görmezden gelirler.  Kutlanmasına bile tahammül edemedikleri, 23 Nisan çocuklara  armağan edilmiş ilk bayramdır..
Çocukları korumak devletin görevidir, çünkü onlar bu ülkenin devamdır, geleceğidir.


11 Nisan 2016 Pazartesi

“TÜRKSÜZ” CHP PROGRAMI


CHP Genel başkanı örgütlere talimat vererek “Türksüz” bir parti programı için çalışma yapmalarını istemiş.
Bu sadece yanlış olarak nitelenemez bu aynı zamanda CHP’nin onurlu tarihine ihanettir. Sevr’i yapanlarla aynı çizgiye düşmektir.
Kılıçdaroğlu’nun, Atatürk ve İnönü’yü sevmediği artık herkesin bildiği bir gerçek. Bu arada da Ecevit hayranı gibi görünmeye çalışıyor. “Türksüz” parti programı diyerek aslında Ecevit’i de sevmediğini, ama seviyor görünme çabası içinde olduğunu ortaya koyuyor.
Kendisine Arayış Dergisi’nin 21 Mart 1981 tarihli 5. Sayında rahmetli Ecevit tarafından kaleme alınan “Türk’le Türkiye Bir Bütündür” başlıklı yazısını okumasını tavsiye ederim.
Sözünü ettiğim yazısı içinde geçen bazı bölümlere burada yer vereceğim. “Atatürk’ün  belirlediği çağdaş Türk Milliyetçiliğinde, ırkı, dini, mezhebi, geçmişi ne olursa olsun, ‘Türküm’ diyen herkes ayırım gözetilmeksizin birleşir; yine bu milliyetçilikte, vatan milletle bütünleşir ve bütünüyle geçmişiyle ve geleceğiyle özümsenir” demiştir.
Belirttiğim yazısında rahmetli Ecevit 23 Ekim 1967 günlü gazetelerde bulunabileceğine işaret ettiği Ağrı ve Doğubayazıt konuşmalarından “Bizim Milliyetçiliğimiz  Ortaasya  milliyetçiliği değildir….Bu topraklarının insanlarının hepsi Türk Milletinin  aynı derecede şerefli insanlarıdır.Atatürk bu tür milliyetçidir. Atatürk Etilere Eti Türkü demiştir. Sümerlere Sümer Türkü demiştir. Türkiye’de yaşayan bu vatan için kanını dökmeğe seve seve katılan herkes Türktür….Bu türlü olmayan, bu toprağa bağlı, bu vatana bağlı bir milliyetçiliği reddeden kafatasçılar ve ümmetçiler, bu vatana da bu millete de ihanet etmektedirler. Biz milliyetçi olarak bu toprağa bağlıyız. Geçmişi ile bugünü ile geleceği ile bu topraklar bizimdir.Göçebelikten çıkmıştır Türk Milleti…..O halde milliyetçiliğimizin sağlam olması için, bu toraklara  kök salmış olması lazımdır. Bu topraklarda en eskiden, binlerce yıl önceden beri yaşananlarla… o cetlerden gelen insanla, bundan 900 yıl önce ortaasyadan gelmiş olan insan aynı derecede Türktür.” diyerek    Türk Milliyetçiliğinden ne anladığını ortaya koymuştur.
Aynı yazısında Ecevit 29 Ocak 1971  günü de Millet Meclisi kürsüsünden söylediklerine yazısında yer vermiş. “Doğu Anadoludaki Türkiye’yi bölücü….tahrikler, halkı kurtarmak için değil, halkı ‘halklar’ diye bölerek birbirine kırdırmak için yapılan tahriklerdir”.  Gene aynı yazısında yıllarca “Halklar” slagonuna karşı meydan meydan mücadele ettiğini, bunun Atatürk Milliyetçiliğine ters düşen bir durum olduğunu anlattığını belirtmiştir.
Ecevit bir kez de 6 Eylül 1970 günü Küçük Kurultay’da yaptığı konuşmasına atıf yaparak “Türk toplumunu….. bölmeğe kalkışmanın tarihsel gelişmeyle de solculukla da ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa Türk Devletini ve Türk ulusunu geçen yüzyıldan beri bölmek isteyen değişik güçlerin oyununa bilmeden veya bilerek gelmektir. Böyle bir bölücülük çabasını ırk ayırımına dayandırmaksa, sağ açıdan da sol açıdan da bakılsa, kaba bir ırkçılıktan, ilkel bir kafatasçılıktan başka bir şey değildir.” Dediğini belirtmiştir.
Sayın Kılıçdaroğlu’na oy hesaplarıyla bu ülkenin bölünmesine gidecek yolun önünü açmaya çalışmamasına, bu konuda AKP ve HDP ile omuz omuza yürümemesine, gerçek Cumhuriyet Halk Partililerin buna izin vermeyeceğini, bunun bir ihanet olduğunu anımsatmak isterim.
Yol yakınken bu yanlıştan dönülsün. “Türksüz” bir Cumhuriyet Halk Partisi programı düşünülemez.  


8 Nisan 2016 Cuma

KAÇ KURTUL


Bu totaliterleşen  siyasetçiler aralarında kırk yılda olsa aynı şeyleri söylüyorlar, yapılmasını istiyorlar.  
Nitekim 12 Eylülün muktedir paşası Kenan Evren 1981 yılının başlarında, yurt dışına kaçmış terör zanlısı ve suçlularından, “yurda dön” çağrılarına uymamış olanların vatandaşlıktan çıkarılacakları konusunda yasal düzenlemeler yapılacağını söylemişti.
Aradan kırk beş yıl geçtikten sonra anayasayı dikkate almamayı bir siyasal davranış tarzı haline getiren, günümüzün muktediri Recep Tayyip Erdoğan da “…Terör örgütünün yandaşlarını devre dışı bırakmak için vatandaşlıktan çıkartma dahil gereken tüm önlemleri almakta kararlı olmalıyız. Bunlar bizim vatandaşımız olamazlar”   diyerek, kırk beş yıl sonra Kenan Evren ile benzer şeyleri söyledi.
Yurt içindeki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını belli şartların varlığı halinde “kaybettirme” dışında nasıl vatandaşlıktan çıkartacağız, bu mümkün olmadığına göre, vatandaşlıktan çıkartılması düşünülenler, ancak yurt dışında olup da terör faaliyetine katılan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları  ile, bu eylemleri yurt içinde yaptıktan sonra her ne surette olursa olsun, yani düzenli bir pasaportla bile olsa yurt dışına çıkmış terör örgütü mensupları olabilir.
Terör örgütü yandaşlarının bazıları da, bulundukları yabancı ülkelerde oturma iznine sahip olduklarından eylem ve çalışmalarını, bulundukları ülkenin göz yumması/himaye etmesi nedeniyle oralarda sürdürüyorlar.
Şiddet eylemine karışmamış ve fakat örgüt adına bulunduğu ülkelerde faaliyetlerde bulunanları yurda getirtmek dün olduğu gibi kuşkusuz bugünde zordur.
Demokratik ülkelerde, şiddet eylemine karışmamış, olan terör örgütü mensuplarının bulundukları ülkelerde kendilerini “siyasal mülteci” olarak kabul ettirmeleri kolaydır, bu sıfatı kazanmakta güçlük çekmezler.
Ama şiddet eylemlerine karışanlar için durum aynı değildir. Şiddet eylemi, tüm demokratik ülkelerde kınanıyor ve özellikle Paris ve Brüksel saldırılarından sonra bunların yakalanıp cezalandırılmaları için uluslararasında sıkı işbirliği yapılması zorunluluğunu, artık bütün Dünya kabul ediyor.
Bu konudaki uluslararası işbirliği  çok geniş olmakla beraber, bazı “dost” bildiğimiz ve “müttefiklerimizin” kendilerine sığınmış şiddet eylemi sanıklarını yakalamalarına rağmen, çeşitli gerekçelerle, örneğin Sabancı suikastı faili  Fehriye Erdal’da olduğu gibi Türkiye’ye iade etmiyorlar.
Şimdi bu tip sanıklar veya suçlular vatandaşlıktan çıkartılırsa onları himaye eden ülkelere de, kendi elimizle mazeret sağlamış olacağız.
Geçmişte, yani 12 Eylül de, suçluların iadesinde  aşılması gereken idam cezası gibi önemli bir engel vardı.
Şimdi Türkiye’de de ölüm cezası kaldırıldığı için bu engelde ortadan kalkmış durumda.
Şiddet eylemi suçlularını vatandaşlıktan çıkartarak başka bir ülke uyrukluğuna geçmelerini ve adaletten yakalarını kurtarabilmelerini kolaylaştırmakta Türkiye’nin ne yararı olduğunu anlamak mümkün değildir. Bu sadece terör örgütü mensuplarına kolaylık sağlar.
Siyasal suçlu denen kişilerin yurt dışına kaçıp kurtulma şansları dünde vardı, bugünde var.

Şimdi bu yapılması istenen yasa değişikliği de gerçekleştiği zaman, bu kez, terör örgütü adına insan ve silah kaçakçılığı yapanlar, haraç toplayanlar için de, yurt dışına kaçarak adaletten yakasını  kurtarma yolu açılarak, devlet teröriste kaç kurtul demiş olacak.

4 Nisan 2016 Pazartesi

VAHİM BİR TABLO

Tayyip Erdoğan’ın Nükleer Güvenlik Zirvesi nedeniyle yaptığı ABD ziyareti öncesinde en çok konuşulan konu, başkan Obama ile görüşüp görüşmeyeceği idi. Bu görüşmenin ayak üstümü yoksa başa başa mı olacağı ön plandaydı.
Yani toplum olarak daha çok Türk Amerikan ilişkilerinin magazini ile meşguldük.
Gerek iç basında ve gerekse dış basında yapılan yayınlarda Türkiye “ricacı ülke”  konumunda gösteriliyordu.
Burada esas olan Tayyip Erdoğan’ın durumu değildir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin saygınlığıdır.
Saygınlığınızdan fedakarlık edip “Ricacı ülke” konumuna düştükten/düşürüldükten sonra artık karşılaşacağınız her türlü davranışı kabullenmek zorundasınızdır.
Görüşmelerin nasıl geçtiği konusunda ilk etapta taraflar alışılmış basmakalıp sözlerden fazla bir şey söylememişlerdi.
Görüşmelerin Tayyip Erdoğan açısından nasıl geçtiği, Amerikan yönetimi tarafından basına dağıtılan fotoğraflar ile Başkan Obama’nın yaptığı basın toplantısında kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıtla bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı.
Bir gazeteci basın toplantısında lafı uzatmadan, eveleyip gevelemeden  Obama’ya soruyor.
Sizce Erdoğan otoriter mi?”
Obama bu soruya “hayır” demiyor. NATO üyesi olarak Türkiye’nin öneminden ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile geçmiş yıllarda yürüttüğü verimli işbirliğinden söz ettikten sonra şunları söylüyor:
“Ancak şu da doğru ki- ve kendisine doğrudan söyledim, bir sır değil-Türkiye’de beni kaygılandıran bazı eğilimler var. Ben basın özgürlüğüne, din hürriyetine, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye  kuvvetle inanıyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın demokratik süreç yoluyla üst üste seçildiğine kuşku yok. Fakat basına karşı almış oldukları yaklaşım Türkiye’yi çok kaygı verici bir yola sokabilir..onlara öğüt vermeyi sürdüreceğiz.Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, demokrasi sözü vererek iktidara geldiğini hatırlattım. Türkiye tarihsel olarak derin İslami inancın modernlik ve giderek artan açıklıkla bir arada yaşadığı bir ülke olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a peşinden gitmesi gereken mirasın, bilgi edinmenin baskı altına alınması ve demokratik sonlandırılması yerine, bu olduğunu söyledim…”
Yani Obama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na, basın özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, inanç özgürlüğü hakkında “öğüt veriyor”  yani büyük ağabey edasıyla “nasihat çekiyor”
Tayyip Erdoğan, Obama’nın açıklamalarını duyunca üzüldüğünü, söyledi.
ABD hemen bir açıklamayla Tayyip Bey’e, “Başkan Obama sözlerinin arkasındadır.” diye cevap verdi. 
 Recep Tayyip Erdoğan’ın karşılaştığı bu tablo bir Cumhurbaşkanı açısından  çok vahim bir tablodur. Bu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakışan bir tablo değildir.
Gezinin kısa özeti Türkiye hiçbir konuda ABD’den beklediği  desteği alamamış, tam aksine birde  “nasihat” dinlemiştir.
Siz bakmayın bazı gazetecilerin, gezinin ekonomik ayağı çok başarılıydı dediklerine, bu tamamıyla siyasi başarısızlığı örtme çabasıdır.  
Durumun Tayyip Erdoğan açısından, olayın böyle gelişeceği daha ABD’ye ayak bastığı anda kendi Dışişleri bakanı tarafından karşılaşılınca anlaşılmıştı.

Doksan Yıllık enkaz dönemi dedikleri süreçte Türkiye hiç böyle vahim bir tablo yaşamamıştı.

1 Nisan 2016 Cuma

PARTİ İNANDIRICILIĞINI YİTİRİR


Evet bu başlığı CHP yönetimi için seçtim.
Sabahları gazeteleri elimize aldığımızda, ya da akşamları televizyonlarda ana haberleri dinlerken, “Bugün acaba gene ne gaf yapmışlar” heyecanı içindeyiz.
Gerçek CHP’liler, her gün, yeni bir gafı okumak, duymak mecburiyetinde değildirler.
İki üç gün önce gazetelerde çok çarpıcı bir haber vardı. ABD’de tutuklanan Rezza Zarrab’ın yargılandığı davanın ABD’de yapılacak ilk duruşmasını izlemek üzere dil bilmeyen bir jinekolog, bir eczacı ve bir inşaatçıdan oluşan üç CHP Milletvekili görevlendirilmiş.
Tam bir komedi.
Davanın konusu, bir İran asıllı Türk vatandaşının, ABD’yi dolandırması, kara para aklaması ve İran’a uygulanan ekonomik ambargoyu delmesidir.
Bir parti kendisini doğrudan ilgilendirmeyen, yani hukuken müdahil olamayacağı bir davayı izlemek üzere siyasetçilerden oluşan bir heyeti yabancı bir ülkeye göndermez.
Hadi bu yanlışı yaptın, ABD’ye bir heyet gönderiyorsun, bari komisyon üyelerini, hukukçu, maliyeci ve dış politikada uzmanlaşmış milletvekillerinden seç. Aslında bu davayı gerçekten ciddi olarak takip etmek istiyorsan, o zaman yapılması gereken, ABD’de yaşayan, orada hukuk tahsili yapmış, o yer barosuna kayıtlı bir Türk avukattan yardım istemektir.
Anlaşılıyor ki gezinin amacı, bir yargısal olayı ciddiyetle takip etmek  değil, yiyelim içelim, hoşça vakit geçirelimdir.
İnsanları kendinize güldürmeyin, partinin inandırıcılığını yitirtmeyin. 
Gene gazetelere bakıyoruz, AKP iktidarına karşı kişisel olarak ciddi hukuk savaşı veren, hatta TBMM çatısı altında, sırf bu nedenle AKP Milletvekillerinin fiziki saldırısına uğrayan, CHP üyesi Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, anayasal bir hak olan, meşru yol ve vasıtalarla, üyesi olduğu partinin, hükmi şahsiyetinin hukukunu korumak için yasal yollara başvurmasını, gerekçe gösterip, partiden ihracı isteniyor.
Nedir Eminağaoğlu’nun yaptığı?
Eminağaoğlu’nun yaptığı şudur. Yönetmelik değişikliği ile tüzük hükmünü bertaraf edilemeyeceği yönündeki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Partiye hitaben yazdığı yazısının, Genel Başkan ve Genel sekreter tarafından parti yetkili kurullarından saklanmasını ve iki yıllık Kurultay sürecini en fazla bir yıl ertelenebilineceği, yani üçüncü yılın sonunda kurultayın yapılması zorunluluğunun ihlal edilmiş olduğundan dolayı parti yönetimine kayyum atanması için yargıya başvurması.
Bu davranışla parti tabanına verilmek istenen mesaj; “Biz parti iç hukukunu istediğimiz gibi çiğneriz, siz de buna uymak zorundasınız” dır?
Eminağaoğlu’nun bir önemli suçu da(!), AKP iktidarının laikliğe aykırı “Cuma Genelgesi”nin iptali için  hukuk yollarına baş vurmayan CHP Genel Başkan ve MYK üyelerinin Laikliğe aykırı davranarak bir parti suçu işlediklerini ileri sürerek, ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevkleri konusundaki başvurusu nedeniyle, disiplin kuruluna sevk edilmiştir.
Hukukun üstünlüğünü ve Laikliği savunmak her CHP’linin hem hakkı ve hem de görevidir.
Bunun aksine davranan herkes parti suçu işlemiş olur.
Bu iki kavram da hem devletin ve hem de partinin temel ilkelerindendir.
Sırf birileri bize oy vermez popülist mantığı ile Anayasaya aykırı işlemlere sessiz kalarak, laikliği savunmamak ülkeye ve CHP’ye ihanettir.
Bir partili, hukukun üstünlüğüne ve laikliğe karşı  eylemler içinde bulunanlara karşı çıktığı için disiplin kuruluna sevk edilirse, parti bütün inandırıcılığını yitirir.