29 Mart 2019 Cuma

DEMOKRASİ ERDEMDİR.



Son yıllarda, Atatürk’e saldırmayı göze alamayanlar, onun en yakın silah ve siyaset arkadaşı, demokrasinin erdem olduğuna inan İsmet İnönü’ye yalan yanlış saldırmayı ve saldırtmayı siyaset yapmak zanneden bir kısım zavallılar ortalarda cirit atıyorlar.
Ünlü Siyaset Bilimci Dankwart A. Rustow ise İnönü’yü “Dünyada elindeki ancak bir diktatörde bulunabilecek gücü demokrasiyi gerçekleştirmek için feda eden tek devlet adamı olmanın eşsiz onuruna sahip” kişi diye tanıtmıştır.
Tabii bu tanıtım ancak, demokrasi aşığı  bir devlet adamı için yapılabilinir.
Gerek Atatürk ve gerekse İnönü, Devlet mekanizmasını tek insanın kaderine bağlayan sistemden mutlaka sıyrınılması gerektiğine inanırlardı.
İnönü Mayıs 1945’te, çok partili rejime geçmenin neden acil bir ihtiyaç olduğunu “ Tek parti rejimleri, normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal etmedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapmadıkları için yıkılmışlardır.”  sözleri ile açıklamıştır.
İnönü’nün en büyük rakibi Celal Bayar bile onun demokrasiye olan inancını şu sözlerle teyit ediyordu.  “İki jandarma eri gönderebilirler ve partiyi kapatabilirlerdi ve memlekette hiçbir şey olmazdı. Fakat ben İsmet İnönü’nün bunu arzulamadığından emindim.” demek erdemini göstermiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Beşinci Büyük Kurultayında, İnönü temel hedefinin, gelecek kuşaklara “siyasi hayatında ilerlemiş bir millet “ bırakmak olduğunu söyledikten tam 11 yıl sonra 1950 seçimlerini kaybedip, Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra kısa ve öz bir cümleyle nasıl bir demokrasi aşığı olduğunu  Yenilgim en büyük zaferimdir” diyerek ortaya koymuştur.
Geçmiş siyasi tarihimize ait bu anımsatmaları yapmanın sonrasında günümüzdeki söylemlere bakınca, demokrasiyle, demokrasi idealiyle hiç alakası olmayan  sözlerin  havada uçuştuğu görülecektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yargının Yavaş’la ilgili kararı kenara konulacak bir şey değil. (Seçilmeye engel hangi karar olduğunu söylemiyor)  Bu seçime böyle girebilse dahi seçimden sonra çok ciddi bir bedeli kendisi ödeyeceği gibi Ankaralı hemşerimizi de ödetme durumuna düşürür” ifadelerini kullanmaktan kaçınmamıştır.
Tabii Cumhurbaşkanı böyle konuşunca İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da kendisini Yüksek Seçim Kurulu’nun da üstünde görerek, PKK ile bağlantılı isimlerin aday listelerinde yer aldığı yönündeki iddialarla ilgili "Ben İçişleri Bakanıyım, bu PKK'lılar seçilirse göreve başlayabilirler mi başlayamazlar mı siz bana sorun" diyebilmiştir..
Bu sözlerin sahipleri kendileri ile çelişir haldedirler. Bunlar değil miydi “Seçimle gelen seçimle gider” diyen. Şimdi de bunun tam aksini söylüyorlar. Seçimle de gelsen ben seni o makama oturtmam, diyorlar.
AKP Genel Başkanı ve parti sözcüleri, partilerinin seçimlerdeki şansını yükseltmek için zarif olmayan söz ve davranışlarda bulunuyorlar.
AKP Genel Başkanı Siyasi nezaket kurallarını çiğneyerek Meral Akşener hakkında "Mahalle köşelerinde sakız çiğnemeyi bile bilmeyen zilli Meral ülke yönetecekmiş. Hadi oradan Kemal'in eteklisi."  Diyebiliyor.
Siyasi hayatımızın en çalkantılı dönemlerinde bile böyle bir üslubun hiç kullanılmadığını herkes hatırlayabilecektir.
Asıl üzücü olan bundan 70 sene önce bir devlet adamı çıkıp, “Yenilgim en büyük zaferimdir” diyebiliyor iken, günümüz siyasetçisi de "Mahalle köşelerinde sakız çiğnemeyi bile bilmeyen zilli Meral ülke yönetecekmiş. Hadi oradan Kemal'in eteklisi."  Diyebilmesidir.
Demokrasilerde seçimler ülkenin önemli meselelerinin tartışılması için bir nedendir. Ama Milletin bu tartışmalarda beklediği nezaket ölçülerinin aşılmamasıdır.
Eğer tartışma üslubu böyle devam ederse toplum çöker. Çöküntünün altında sadece bu kabul edilemez üslubun sahipleri değil,hepimiz kalırız.






26 Mart 2019 Salı

GENE İDAMI TARTIŞTIRIYORLAR



Türkiye’de idamın geri getirilmesi gene gündemde.Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis idam cezasını getirirse ben onaylarım dedi.
Zannedersiniz ki; Cumhurbaşkanı eskisi gibi herhangi bir partiyle bağı olmayan partiler üstü bir kişilikmiş de kendisi parlamentoda istediğini yaptıramıyor. Kendi partisi ve destekçisi MHP’nin oyları bu konuyu Meclise getirebilir  . Ama aslında bu tartışma tamamıyla gündem değiştirmeye yönelik, yoksa kendi milletvekillerine bir talimat verir ve bu kanun teklifini Meclise getirirdi.
Ölüm cezası bugün dünyada 74 ülkede hala uygulanıyor. Amerika Birleşik  Devletleri dışında hepsi hemen hepsi Ön Asya, Orta Asya ve Afrika ülkeleridir., Buna karşılık idam Cezasını bütünüyle kaldırmış ülke sayısı 86’dır.
Türkiye’de İdam Cezası son olarak 1984 yılında uygulandı. Ondan sonra 20 sene bu insanlık dışı ceza yasalarda bulunmasına rağmen hiç uygulanmadı. Bundan 15 yıl önce yani 2004 yılında bir kanunla  bu cezayı kaldırarak bu ülkeler arasına çağdaş bir ülke olarak girmişti. Bunun sonucunda da ölüm cezasının verilemeyeceğine  dair kural Anayasa’nın 38/9. Maddesinde kabul edilmişti. Bu kabule bağlı olarak Anayasa’mızın 17/4 maddesinde bulunan “…Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hali ile ….” Şeklindeki  cümlede anayasadan çıkarılmış ve 17/1 maddesindeki “ herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Şeklindeki kural mutlak bir içeriğe ve değere kavuşmuştu. Bu önemli kuralın  yanı sıra, Anayasa’nın 12. Maddesinde yazılı “….Herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez,vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir…” kuralı da Anayasal çizgiyi de bütünüyle tamamlamaktaydı.
Anayasa’nın 38/9, 17/1 ve 12. Maddesindeki bu düzenlemeler rağmen bugün ölüm cezasını yeniden yürürlüğe koymaya çalışmak Anayasa’ya açıkça aykırı bir tutum olacaktır.  
Anayasa’ya aykırılığının yanında Türkiye’nin 35 yıldır uygulamadığı bir ceza türünün geri getirilmesi, AB üyeliğini kendisine hedef olarak tespit etmiş ülkemizin gelişmişlik düzeyini, sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlarına çözüm bulması ve demokratik ve sosyal reformlar için model oluşturması bakımında olumsuz sonuçlar doğurabilir.
 Ülkede yaşanan ekonomik çöküntünün gündem değiştirerek konuşulmasını engellemek için getirilen bu tartışma, ekonomik açıdan da bakıldığında böyle bir konun tartışılması dahi olumsuz sonuçlar doğurabilir.
İdam cezası tartışmaları gerçekçi olmadığı gibi, tamamıyla iç politikaya yönelik sığ bir tartışmadır.
Bu sığ tartışmaya maalesef Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı da katılmıştır. Kılıçdaroğlu bir gazeteye verdiği röportajda “İdam cezasını getirecekleri yok. İdam cezası tartışması ile mutfaktaki yangını örtmeye çalışıyorlar. Yalan üzerine siyaset olmaz. Halka yalan söyleyerek oy devşirmeye çalışmak, halka demokrasiye saygısızlıktır. Saygısızlık üzerine siyaset olmaz. İşsizlik var, çiftçi perişan vaziyette. Esnaf siftah yapamıyor. Gereksiz tartışmalarla beceriksizliklerini kapatmak istiyorlar. Benim idamım işsizliği önleyecekse, yoksulluğu bitirecekse, esnafı rahatlatacaksa, mutfaktaki yangını söndürecekse buyurun idam edin” diyerek tepki göstermiş.
Tabii bu tepkide aynen anayasaya aykırı olan dokunulmazlıkların bir defaya mahsus kaldırılmasına kerhen de destek verilmesinde olduğu gibi yanlıştır.
Siyasiler hiçbir olaya kendi pencerelerinden bakamazlar.
Cumhuriyet Halk Partisi her olaya evrensel değerler açısından bakmak zorundadır.
Yaşadığımız dönemde, insan hakları çok özel bir yer, önem ve değer kazanmıştır. Diğer tüm insan haklarının kaynağında hayat hakkı vardır. Bu nedenle hayat hakkı, insan kaklarının kaynağı olarak, en yücesidir. Bu hakkı tümüyle yok eden bir ceza olamaz. Olmamalıdır.Çağın anlamına da  ruhuna da aykırıdır.Bu nedenlerle hangi gerekçeyle olursa olsun Cumhuriyet Halk Partisi “İdamı getir” diyemez. Derse ucuz popülist politika yapmış olur.




22 Mart 2019 Cuma

YİNE ATATÜRK, YİNE LAİKLİK !



Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yeni Zelanda'daki menfur saldırı üzerine şu açıklamayı yapmış:
"Ülkemizi, milletimizi, şahsımı da hedef alan katilin anlayışının Batı toplumunu da hızla ele geçirmeye çalıştığı açıktır"
Gerçekten, teröristin ilan ettiği "manifesto"da, müslüman sığınmacılara hoşgörülü yaklaşımları nedeniyle "beyaz karşıtı" olarak söz ettiği Angela Merkel ve Londra'nın Pakistan asıllı müslüman belediye başkanı Sadiq Ahmed ile beraber, "insanımızın en eski düşmanının ve Avrupa’daki en büyük İslamcı gruplardan birinin lideri" olarak tanımladığı CB Erdoğan'ı hedef gösteriyor.
Ülkemize ve yöneticilerimize vaki olacak her tehdidin kuşkusuz milletçe karşısında dururuz. 
Ne var ki, bu karşı duruşumuz, ülkemizin ve cumhurbaşkanının ne sebeple Müslüman karşıtı ırkçı tehdidin hedefi haline geldiğini incelememizi engellememelidir.
Hasım ideolojilere dayanan bloklararası soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte emperyalizmin, küresel etkinliğini sürdürebilmesi için, yeni bir "düşman" yaratacağı belliydi. Bunun kuramsal alt yapısı Samuel Huntington'un 1993'de yayınladığı (sonradan kitaplaştırdığı) Medeniyetler Çatışması başlıklı makalesi ile oluşturulmuştu. Huntington'un saydığı medeniyetler arasında, Batı Medeniyeti (Batı Hıristiyanlığı) ile İslam Medeniyeti birbirine karşıtlık bakımından ana ekseni oluşturuyordu.
Bu kuramsal altyapı üzerine ilk uygulama 11 Eylül 2001'de New York ve Washington saldırıları ile yaşandı. Bu saldırılardan sonra Başkan Bush, "(İslamcı) teröristlere" karşı savaş ilan etti.
Türkiye'nin o noktada çıkarması gereken dersler olmalıydı.
İslam adına hareket ettiği iddiasındaki terörizmin ve buna karşı ilan edilen savaşın süreceği, bunun sonucunda, batıda islam karşıtı siyasal ve toplumsal hareketlerin güçleneceği, medeniyetlerin düğüm noktasında yer alan ve ülke dışında milyonlarca insanı yerleşik bulunan Türkiye'nin bundan kaçınılmaz biçimde en çok etkilenen ülke olacağı belli idi. Buna karşı Türkiye'nin alması gereken tedbirler vardı.
Aslında, alınması gereken tedbiri o Büyük Adam muazzam bir öngörüyle daha yüzyıl öncesinde belirlemişti: LAİKLİK 
Nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olan Türkiye laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılmalı, dinsel kimliğini öne çıkartmaktan sakınmalı ve dini titizlikle devlet yaşamının dışında tutmalıydı. Böylece Türkiye oluşacak tepkilerin hedefi olmaktan ancak bu şekilde kendisini uzak tutabilirdi.
Tam tersi yapıldı. 2002'den başlayarak, din, giderek devlet işlerinin ana unsurlarından birisi haline getirildi. Kılık-kıyafetten eğitime, bankacılıktan vergilere kadar siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşam dini çizgilerde düzenlendi.
 Maalesef dışişleri bakanlığı sırasında İsmail Cem de bu tuzağa düştü. 11 Eylül saldırılarından sonra İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Avrupa Birliği arasında bir toplantı düzenledi. İKÖ tarafının liderliğini kendisi üstlendi
Üstelik, Anayasanın başlangıç kısmındaki "....kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı" hükmüne rağmen, iç ve dış politikalar dini referanslarla oluşturuldu ve uygulandı. Anayasa açıkça ihlal edildi.
Bu gelişme, Huntington'un tanımıyla "Batı Hristiyanlığı"nın, yani ABD'nin ve belli başlı AB ülkelerinin, işine geldi. Soyut olan islam karşıtlığı, bu şekilde Türkiye ve cumhurbaşkanı üzerinde somutlaştırıldı. 
Batı'nın AKP'nin iktidara getirilmesine destek olduğu ve bu desteğini geçen 17 yıl boyunca sürdürdüğü artık bir sır değil. Bu süre içinde "ılımlı islam" yaratılacağı bahanesiyle Türkiye'deki gelişmelere göz yumuldu, hatta gelişmeler teşvik edildi. 
Laiklik olmadan demokrasi olmayacağını kendi tarihsel geçmişleri ile çok iyi bilen batılı ülkeler, Türkiye'de laikliğin ortadan kaldırılmasına hiç ses çıkarmadılar. Türkiye'den gelen islamcı, batı karşıtı sert söylemlere aynı tonda tepki vermekten kaçındılar. Öyle olunca, batı aleyhtarı söylemler artarak devam etti.
Herhangi bir olumlu sonuca ulaşmayacağı en başından belli olan "medeniyetler ittifakı" safsatasına, RTE, İslamı temsilen eş başkan yapıldı ve Türkiye'nin dinsel kimliğinin dünya önünde vurgulanması sağlandı. Suriye olayları başlayınca, Türkiye, Esad karşıtı koalisyonun başat ülkelerinden birisi haline getirildi. Bütün dünyadan cihatçı militanların ve silahların Türkiye'de kurulan "otoyol" üzerinden Suriye'ye akmasına göz yumuldu.
Bu ve benzeri gelişmeler, Türkiye'yi yönetenlerin Osmanlı'yı ihya ve İslam dünyasının lideri olma ham hayali ile örtüştü.
Türkiye'nin ve cumhurbaşkanının (daha genel ifadeyle, Türklerin) İslam adına hedef haline getirilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Ne var ki, cumhurbaşkanı bu durumu düzeltmek için hiçbir adım atmadığı gibi, bundan bir şikayeti de yoktur. Aksine, şimdilerde "beka" söylemi bakımından yaptığı gibi, özellikle batı kamu oylarında yükselen islam ve Türkiye karşıtlığını  taraftarlarını pekiştirmek için kullanıyor. Son örnek, Yeni Zelanda saldırısı sonrası aldığı ve Yeni Zelanda ve Avustralya hükümetlerinin tepkisine neden olan tutumdur.

"Laiklik" ilkesini Türkiye'ye getiren siyasi parti yıllar içindeki bu gelişmelerin hiçbirisine engel olmadığı gibi, ülkenin adeta bir "din devleti" görüntüsü almasına söylem ve eylemleriyle yol bile verdi.
Türkiye'yi acilen "kuruluş ayarlarına" döndürecek siyasi kadrolara ihtiyaç var. Aksi takdirde ülkemizin işi çok zor..


.






19 Mart 2019 Salı

NE KANDİL’DEN NE PENSİLVANYA’DAN



Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının ağızlarından düşmeyen “CHP listelerinde  FETO’cular ve PKK’lılar var, bunlar terör örgütleriyle işbirliği yapıyorlar, Kandil’den, Pensilvanya’dan talimat alıyorlar” şeklinde  bir cümle var.
Cumhuriyet Halk Partisi’ni bu sözlerle itham etmeye çalışanların geçmişi bu konularda hiç temiz değildir.
Tayyip Erdoğan ve yandaşları tarafından bugün terör örgütünün siyasi uzantısı olarak nitelenen HDP’liler ile Dolmabahçe sarayında görüşen hangi partinin üyeleriydi. Oslo’da PKK’lılar ile görüşen kamu görevlilerini oraya gönderen ve görüşme talimatı veren kimdi?
Pensilvanya’da yaşayan ilkokul kaçkını meczuba “Bitsin bu hasret” diyen kimdi? AKP’lilerin söylemiyle  “Fethullah Gülen Hoca efendiye” methiyeler düzün kimlerdi?
AKP lilerin Abdullah Öcalan ve Fethullah Gülen’e yaptıkları yalakalıkları burada alt alta yazsak sayfalara sığmaz.
“Terör örgütü üyelerini görseniz de ateş açmayacaksınız” talimatını veren kimdi?
“Valilere operasyon yapmayın talimatını veren” kimdi?
“, Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı dönemindeki MİT müsteşarı değil miydi, PKK lılara  şehirlere cephane depoluyorsunuz diyen”
Şimdi kalkmış Cumhuriyet Halk Partisini suçluyorsunuz.
Cumhuriyet Halk Partisinin tarihinde terör örgütüyle masaya oturmak yoktur, hatta “terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir” sözü Cumhuriyet Halk Partisi’nin teröre bakışının en açık göstergesidir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin başında kim olursa olsun bir terör örgütüyle masaya oturmaz, müzakere etmez, edemez. Abdullah Öcalan’ı Suriye’den hudut dışı edilmesini sağlayan hangi iktidar dönemidir.
Bütün bunları yok kabul edip, aynaya bakmadan Cumhuriyet Halk Partisini itham etmek, bu milletin aklıyla alay etmektir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihi bu ülkeyi bölmeye çalışan, emperyalist uşaklarıyla mücadeleyle doludur.
Cumhuriyet Halk Partisine en çok saldıranlar, ister fesli ister kravatlı olsun emperyalistlere uşaklık edenlerdir. Emperyalistler bunun için Cumhuriyet Halk Partisinden Kemalistlerin tasfiyesinin şart olduğu ve Türkiye’de bir tek adam rejimi kurulması gerektiğini Beyaz Saray’a verdikleri istihbarat raporlarında belirtmişlerdir.
Güneydoğu Anadolu da yaşayan insanlar ,size oy verirlerse “Kürt kardeşleriniz”, başka bir partiye oy verirlerse “Teröristler.
Bütün siyasilerin bilmesi gereken bir şey var, Cumhuriyet ile beraber insanlar kul olmaktan kurtuldu vatandaş oldu. O günden beri siyasal tercihlerini emirle değil, kendi kişisel tercihleriyle yapıyorlar.
Bu nedenle CHP Ankara ve İstanbul’u kazanırsa; Sezai Temelli’nin dediği gibi bu kentlerde yaşayan  HDP’lileri, Kürtleri  var saydığı için değil, bu kentlerde, bu ülkede  yaşayan tüm insanları etnik kökenlerine bakmadan  kucakladığı için kazanacaktır.
Bir başka çok önemli bir nokta daha var, bu satırların yazarı hayatının hiçbir döneminde HDP ve onun devamı odluğu partilere oy vermediği gibi sıcak da bakmamıştır.
Eğer bu parti hakikaten Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi terör örgütünün siyasi uzantısı ise niye gereği yapılmıyor. Eğer elinizde böyle bir bilgi yoksa 6 milyon oy almış bir partiyi niye ve nasıl suçluyorsunuz. Bu ahlaki oluyor mu? Bunun bir örneği İspanya’da olmuştu, terör örgütünün uzantısı kabul edilen parti kapatılmıştı ve AİHM’de bu kapatma kararını onaylamıştı.
Cumhuriyet Halk Partisini, terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan Tayyip Erdoğan’ın şunu bilmesinde fayda var, Cumhuriyet Halk Partisi’nin başında kim olursa olsun, ne Kandil’den, ne de Pensilvanya’dan talimat almaz, onlarla müzakere masasına oturmayacağı gibi onlarla mücadele ederler.



15 Mart 2019 Cuma

ANAYASANIN ÇELİŞKİSİ



Ülkemizde temsili demokrasi uygulanmaktadır, yani halk egemenliğini kendi seçtiği temsilcileri aracılığı kullanmaktadır. Bu temsilciler yani milletvekilleri, bu egemenliği kendi adlarına değil, halk adına kullanmaktadırlar.
Yani Milletvekillerinin parlamento çalışmalarında kullandığı oy ve sözler, temsil ettiği halkı temsilen kullanılmış ve söylenmiştir.
Anayasamızın 175. Maddesinin başlığı “Anayasanın değiştirilmesi, seçimlere ve halkoylamasına katılma başlığını” taşımaktadır.
Bu madde içeriğinde, hem anayasanın Türkiye Büyük Millet Meclisinde ve hem de halkoylaması ile, yani doğrudan halkın iradesi ile olmak üzere iki farklı yöntemle değiştirilmesini kurala bağlanmıştır.
Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anayasa değişikliğinin kabulü için üye tam sayısının beşte üçü ve üçte iki çoğunluğu aramaktadır.
Eğer Anayasa değişikliği üye tam sayısının beşte üçünün oylarıyla kabul edilir ve Cumhurbaşkanı tekrar görüşülmesi için Meclise iade etmezse, değişiklik metni Resmi Gazete de yayınlanarak Halk oyuna sunulur. Eğer üye tam sayısının  üçte iki çoğunluğu ile kabul edilirse Cumhurbaşkanı tarafından halkoylamasına götürülebilinir.Eğer Cumhurbaşkanı halkoyuna değişikliği halk oyuna götürmez ise yayınlanarak yürürlüğe girer.
Burada dikkat edilmesi gereken konu aranan her iki çoğunluğunda üye tam sayına göre hesap edilmesidir.
Üye tam sayısı nedir?
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getiren  toplam Milletvekili sayısıdır. Şimdi toplam üye tam sayısı 600 dür. BU 600 sayısı sabit bir sayıdır, Milletvekillerinden biri veya bir kaçı vefat etseler ya da istifa ile Milletvekilliğinden çekilseler,  üye tam sayısının hesabında bu boşalmalar dikkate alınmaz ve 600 olarak kabul edilmeye devam edilir.
Ancak Anayasa halkoyuna sunulursa değişikliğin kabulü için  toplam seçmen sayısının yarısından bir fazlası değil, geçerli oyların yarısından  bir fazla oy anayasa değişikliği için yeterli sayılmıştır.
Anayasa koyucu Mecliste bütün hesapları üye tam sayısı ve vasıflı çoğunluk üstünden yaparken halk oylamasında geçerli oyların  basit çoğunluğunu yeterli görmüştür.
Bu durum aynı madde içinde çelişki yaratmaktadır. Parlamentoda hesaplar üye tam sayısına göre yapılırken, halk oylamasında sadece geçerli oylara göre hesap yapılmaktadır.
Halk oylamasında, geçersiz oylar yok kabul edilmektedir. Halbuki geçersiz oylar çekimser  oylardır. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisinde çekimser oylar Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında belirttiği gibi red anlamına gelmektedir.
Bu nedenle geçersiz oylar red olarak kabul edilseydi 16 Nisan 2017 tarihli halkoylamasında evetler%50 nin altında kalmaktadır. Nitekim o halk oylamasında Evet oyları geçerli oyların %51.41 ne tekabül eden 25.157.463 dür.
Geçersiz oylar toplam  oyların %1.7 sine tekabül eden 865.047 dur. Eğer Anayasa Mahkemesi kararı göz önüne alınmış olsaydı “Evet”ler % 50 nin altında kalmış olacaktı.
Hele hesap birde toplam seçmen sayısına göre yapılırsa “Evet” oyları % 43lerde kalacaktır.
Her halükarda şu anda Türkiye’yi bir azınlık yönetimi yönetmektedir.
Yani durum, 16 Nisan akşamı yapıldığı gibi “Adam kazandı” denmeyecek kadar ciddidir.
Şimdi muhalefet partilerinin ve aydınların yapmaları gereken, parlamenter demokrasiye tekrar dönülmesi  ve anayasanın halkoyuna sunulması durumunda  da siyasi partileri uzlaşmaya mecbur bırakacak, toplam seçmen sayısının yarısından bir fazlası kuralı getirilmesi için çabalamaktır.









   

12 Mart 2019 Salı

NİTELİKLİ ÇOĞUNLUKLU REFERANDUM ŞART



Referandum, devlet yaşamı bakımından önemli bir kararın halk tarafından alınmasını sağlamak için başvurulan bir "doğrudan demokrasi" yöntemidir. Ancak referandumun, iyi tarafları olduğu kadar, tehlikeleri ve tuzakları da vardır. Belli bir konuda halkın doğrudan katılımıyla karar alınmasını sağlarken, başka alanlarda derin sorunlara yol açabilir. 
Bizim anayasamıza göre referandumda Meclisteki anayasa değişikliğinde aranan vasıflı çoğunluk aranmadığı için; Referandum sonrasındaki gelişmeler, nesillerin geleceğini etkileyecek, ülkeler için yaşamsal önemde hukuki ve siyasal sonuçlar ve değişiklikler yaratacak bir kararın, çok dar bir zaman dilimi içinde, o zaman diliminin özgün koşullarına göre oluşan ve kısa süre sonra değişmesi mümkün olmayan, bıçak sırtı bir farkla alınmasındaki tehlikeleri ve tuzakları şimdi açık biçimde gözler önüne serdi. Bu gibi kararlar için "oya katılanların yüzde ellisi artı bir oy" değil, daha geniş yani vasıflı bir çoğunluk aranmasının şart olduğunu gösterdi.
Şimdi, önce bu konuda akademisyenlerin ve sonrasında siyasetçilerin bir fikir oluşturmaları gerekmektedir.
16 Nisan 2017 de  yapılan anayasa değişikliği referandumunu "evet" diyen taraf yüzde 51.2/48.8 gibi çok küçük bir farkla kazanmıştı. Tam Kanunsuz Yüksek Seçim Kurulu kararları, hile iddiaları bir kenara, referanduma  katılmayanlar da hesaplanırsa, aslında "evet" diyenler genel seçmen sayısının yüzde 50'sinden bir hayli azdı.
 Yani referandumda vasıflı çoğunluk aranmaması, ülkeyi genel seçmen sayısına göre azınlıkta kalanların iradesinin çoğunluğa egemen olması gibi demokrasiyle bağdaşmayan bir duruma sürüklemiş , tek adam rejimi kurulmasına  sebebiyet vermiştir.
Referandumda alınan sonuçta, önerilen rejimin Recep Tayyip  Erdoğan'ın siyasal kişiliği ile özdeşleştirilmesinin belirleyici etkisi olmuştur. Bu özdeşleştirme olmasa, anayasa değişikliğinin kendi başına kabul görmesi olasılığı neredeyse hiç yoktu.
Anayasa değişikliğinin TBMM'de sonuçlandırılması ile halk oylamasına konulmasında aranacak çoğunluklar arasındaki farklılık üzerinde fazla durulmayarak en büyük yanlış yapılmıştı. Oysa, o noktada ciddi bir tutarsızlık vardı. Nitekim, TBMM'de anayasa değişikliği için nitelikli çoğunluk aranırken, halk oylamasında, oylamaya katılanların yüzde ellisinden bir oy fazlası yeterli sayılmıştı. 
Aslında, rejimin "hukuken" değiştirildiği 16 Nisan 2017 tarihinden önce, Recep Tayyip Erdoğan, ilk defa doğrudan yapılan 2014 cumhurbaşkanlığı seçimini de bir halk oylaması olarak görmüş ve rejimi "fiilen" değiştirmişti. Dolayısıyla, Türkiye'de rejim değişikliğinin başlangıcını 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi olarak almak daha doğru olur. Oysa, o seçimde de Recep Tayyip Erdoğan seçime  katılan seçmenin yüzde 52'si, yani bıçak sırtı bir çoğunluk, ile seçilmişti.
 2014 sonrası Türkiye'de  bir karmaşa ortamı oluştu. Bu tarihten sonra Devletin kolektif aklı, Cumhuriyet'in ekonomik ve siyasal birikimleri tasfiye edildi. Bütün kurumlar adım adım etkisizleştirildi. Türkiye'nin sağlam ve iyi yetişmiş asker/sivil bürokratik kadroları karar ve politika üretme süreçlerinden dışlandı. Güçler ayrılığı ve denge/fren sistemleri yok edildi. Devlet yaşamında alınacak önemli/önemsiz bütün kararlar için (yargısal olanlar dahil) Saraydan  talimat aranır hale geldi. 
Referandum, toplumu bölgesel, dinsel ve etnik temelde ayrıştırdı. 
En vahimi, dışa karşı bütün direniş noktaları (TBMM, asker/sivil bürokrasi, medya, sivil toplum, üniversiteler/bilim insanları) etkisizleştirilince, dış politikada devletin yüksek çıkarlarının korunması -mevcut cumhurbaşkanının kişiliğinden bağımsız olarak, sistem gereği- bir kişinin direncine veya dirençsizliğine, gücüne veya zaaflarına terk edildi. Bunun bir ciddi bir güvenlik sorunu yaratmaması mümkün değil.
Bütün bu olumsuz gelişmeler karşısında direniş gösteremeyen muhalif siyaset uzun zamandır zaten içten içe kaynıyordu. Şimdi AKP içinde de rahatsızlıklar olduğu kamuoyuna yansıyor. Yerel seçimler sonrası siyasi yapının sarsılacağı görülüyor.
Bir "beka" sorunundan söz ediliyorsa, bunun sebebi, Suriye politikasında yapılan vahim yanlışlar yanında, toplam seçmenin (halkın) çoğunluğunun onaylamadığı bir rejim gömleğinin ülkeye giydiriliyor olmasında da aranmalıdır.
Devlet Bahçeli'nin iddiasının aksine, "beka" sorunu rejimin yerel seçimlerde kökleştirilmesiyle ortadan kalkmaz. Aksine, rejim zorlamasının sürmesi halinde, şayet varsa, "beka" sorunu ağırlaşır. Yoksa, ortaya çıkar!
Esasen, şimdi "kökleştirilmesi" ihtiyacından söz etmek, 2014'den beri fiilen uygulamada olan rejimin bünyeye uymadığının itirafıdır.
Aynı zaman dilimi içinde Referandumun ortaya çıkardığı sorunları gören Birleşik Krallık'da, halkın "Nihai Söz"ünü söylemesine imkan sağlamak üzere, AB referandumunun tekrarlanması tartışılıyor. Türkiye'de de rejim değişikliğine sebep olan anayasa değişikliği bakımından böyle bir tartışmanın yapılması gerektiğine inanıyorum.

















8 Mart 2019 Cuma

DİN İSTİSMARININ, GERÇEKLERİ ÇARPITMANIN HUKUKEN CEZASI YOK



Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı olan AKP Milletvekili Mehmet Kasım Gülpınar, Şanlıurfa’daki bir ilçe seçim bürosu açılışında AKP'ye oy verenlerden mahşerde hesap sorulmayacağını söyledi.
İlçe Meclis Üyesi Adayı Celal Akıl’ın seçim bürosu açılışına katılan Gülpınar, partili adaylara oy isterken, bunun Allah’ın emri olduğunu söyleyerek şu ifadeleri kullandı: "Allah sizden emaneti ehline vermenizi emrediyor, bu emir hepimiz için geçerli, sadece yöneticiler için değil, herkes için halk için de geçerlidir. Halk emaneti nasıl verir? Sandığın başına gider, oyunu atar ve emanetini verir. Allah size bir emanet veriyorsa, bunun hesabını soracak demektir. Vicdan rahatlığıyla size diyorum ki, yarın inşallah mahşerde Allah’ın karşısına çıktığınız zaman, o emaneti bize verdiğinizden dolayı, size inşallah hiçbir hesap sormayacak."
Siyasi çıkar uğruna sergilenen bu davranış ulu önder Atatürk’ün "Din gibi temiz bir duygu, politika gibi kirli oyunlara alet edilemez. Din, ait olduğu yerde, temiz vicdan sahnesinde yaşanmalıdır." Cümlesinin ne kadar doğru olduğunu ve bugünleri görerek söylediğini ortaya koyuyor.
Siyasi ikbal uğruna her şeyi söylemeye hazır bir siyaset adamı, temiz din duygularını siyasi çıkarına alet ediyor. Ulu önder yıllar önce bunu görmüş ve yukarıdaki veciz cümleyi söylemiş.
Aslında bugün duyduklarımız yaşadıklarımız bizi şaşırtmamalıdır. Zira; iktidar partisi AKP’nin kurucuları “Milli Görüş” kökenlidirler.
Ancak onlar kapatılan Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Selamet Partilerin mirasına, ne olur ne olmaz diye ilk zamanlarda  pek el sürmek istemediler.
Ancak TBMM deki sayıları, seçim sisteminin çarpıklığı nedeniyle arttıkça rahatladılar ve siyasette her türlü istismarı rahatça yapmaya başladılar. Bunun ilk işaretleri ilk okul mezunu bir meczuba kendilerine oy getiriyor diye göz yumdular, ülkeyi onlarla beraber yönetmeye, devlet kadrolarının onlar tarafından doldurulmasına göz yumdular, ancak aralarında  menfaat çatışması başlayınca da onları tu kaka ilan ettiler.
Onları tasfiye ettikten sonra da diğer Cemaatlerle ortaklık kurdular. Şimdi FETO Ortaklığı bozuldu ama onun yerine diğer cemaatler devletin içine kök salmaya başladılar.
AKP Meclisteki sandalye sayısını arttırdıkça Laik Milli Eğitime paralel  ve hatta karşıt Müslüman Kardeşçi bir eğitim politikası hayata geçirildi. Basın yayın organları besledikleri, korudukları sermeye tarafından denetim altına alındı ve tek sesli hale getirildi.
Tabii bu denetim altına almanın sonucunda İktidarın hiçbir yanlışı, gerçekleri çarpıtması, gündeme getirilmedi.
Örneğin AKP Genel Başkanı 1975 yılında kurulan Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kendi iktidarları tarafından kurulduğunu söyledi yandaş medyada bu konuda tek satır yazılmadı.
Aynı şey Zonguldak Karaelmas Üniversitesi içinde söylendi.
Cumhurbaşkanı’nın Cuma namazlarına gidişi, Osmanlı Sultanlarının “Cuma Selamlığına” döndü. Yüzlerce korumayla, uzun konvoylarla Cuma namazına gidiliyor.
Din istismarı, gerçekleri göz göre göre çarpıtmak artık siyasi yaşamımızın bir parçası haline geldi.
Eski Ceza kanunumuzdaki 163. Maddenin kaldırılması sonrası kutsal din duyguları çıkarlarını düşünen siyasetçiler tarafından yukarıda belirttiğimiz örnekte olduğu gibi rahatlıkla siyasete alet edilebiliniyor.
Halka yalan söylemenin de bir müeyyidesi yok.   
Din istismarının, gerçekleri çarpıtmanın yasal bir müeyyidesi olmayınca, siyasette de kalite süratle düşüyor.   




1 Mart 2019 Cuma

SİYASETTE ÜSLUP



Siyasi yaşamımızda üslup olmadığı kadar dibe vurdu. Ülkedeki siyasi partiler gruplaşarak ittifaklar kurdular. AKP ve MHP ittifakı kendisini “Cumhur İttifakı”, CHP ve İYİ Parti de “Millet İttifakı” olarak isimlendirdi.
Ancak Cumhur İttifakı daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli karşı tarafı, yani Millet İttifakını dilimizde “alçalma” anlamına gelen “Zillet” olarak nitelemekte ve bu ittifakı Gizli Pazarlıkların, çıkar hesaplarının ürünü,Kandil ve Pensilvanya’nın güdümünde olan, Yalan, İftira, hakaret, inkarı dillerinden düşürmeyen, mazluma hoyrat, zalime müşfik, amacı terör örgütlerinin uzantılarını Belediye Meclislerine  ve bürokrasisine taşımak olan bir beraberlik olarak niteledikten sonra, bu beraberliğin iki parti arasındaki kirli ilişkiler bitene, çıkarları çatışıncaya kadar devam edeceğini iddia etmektedirler.
Siyasi partiler elbette rakiplerinin tutum ve davranışlarını eleştireceklerdir. Yani, bu noktadaki düşüncelerini serbestçe yayacak ki geniş kitleler olaylar hakkında sağlıklı bilgiye ulaşsın ve siyasal tercihini doğru yapabilsin, dünyada da gelişmenin temel dinamiği olarak  düşünceyi yayma ve açıklama hürriyeti kabul edilmektedir.
Ancak bunu yaparken, rakiplerini sadece eleştirecek ama Millet İttifakından yana olanlara şimdi Tayyip Erdoğan ve yandaş ve stepnelerinin  yaptıkları gibi düşmanca tavır göstermemeleri gerekir.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan maalesef rakipleri hakkında aşağılayıcı bir kelime olan “zillet”i kullanabilmektedir.
Millet İttifakı’nın PKK’nın emir komuta noktası olduğu artık herkesin malumu olan “Kandille” ve FETO terör örgütünün sözde lideri Fethullah Gülen’in ikametgâhı olan Pensilvanya ile işbirliği yaptığını iddia etmektedir.Bunlar çok ağır ithamlardır. O zaman eğer bu ithamlar  doğru ise  yapılması gereken yasal yollara başvurmaktır. Eğer bu yapılmıyorsa ya da yapılamıyorsa yapılan sadece dedikodudur.
Bu ülkenin insanları bölücü terör örgütü PKK’nın komuta merkezi olan Kandille ya da bir zamanlar AKP’lilerin yaptığı gibi ilkokul mezunu bir meczupla ilişkiye girilmesini, oralardan talimat alınmasını hoş karşılamaz, hoş karşılamanın ötesinde bunu yapanlara karşı kin ve nefret besler.
Ayrıca PKK gibi bölücülerle ve FETO gibi Cumhuriyet yıkıcıları ile işbirliği yapmak, onların güdümüne girmek suç da  oluşturur. O zamanda devleti yönetenlerin gereğini yapmaları gerekir. Bunu yapmamak Türk Ceza Yasasının 278. Maddesine göre  de suçtur.
Hatırlanacağı üzere İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kendilerine  çok önemli istihbaratlar geldiğine dikkat çekerek “Bilselerdi bugün terör örgütü ile beraber aynı ittifakın içinde olmazlardı. Elimde öyle istihbaratlar var ki esas kanınız buna donar. Hiçbir ahlak, hiçbir memleket duygusu, hiçbir bayrak sevdası düşünmeden kol kola girenleri görüyorum ve iğreniyorum” demiştir.
İçişleri Bakanları dedikodu yapmaz, ortada bir suç ve suçlu varsa gereğini yapar. Bu söylemler sadece soyut iddialar ise bu konuda dedikodu yapmakta  kamu güvenliğini tehlikeye düşürür.
Tabii AKP Genel Başkanı siyasi rakiplerini soyut iddialarla suçluyorsa, onun İçişleri sekreteri de aynı şeyi yapar.
Soylu’nun bu yaptığını düşünce ifade özgürlüğü içinde nitelemek mümkün değildir.
Bu tür açıklamalar halkı kin ve düşmanlığa sevk eder. Toplumu kutuplaştırmanın kimseye bir faydası yoktur. Biz ülke olarak bunun acısını çok çektik. Bu topluma bunları bir daha yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur.
Bu tür söylemler kin ve düşmanlık yarattığı gibi toplumun bir bölümünü diğer gruba karşı tahrik de  eder. Bu da isyana misillemeye neden olur.
Onun için siyasiler ve özellikle de ülkeyi yönetenler söylemlerine siyasi üsluplarına çok dikkat etmelidirler.
Halk bu noktada Cumhuriyet Halk Partisinden istiyor ki, Recep Tayyip Erdoğan ve yandaşları tarafından her geçen gün dozu arttırılarak Cumhuriyet Halk Partisini  ağız dalaşına çekme oyununa gelmesin doğrudan doğruya kendisine hitap etsin ve belediyeleri nasıl idare etmeyi düşündüğü hususunda açıklamalarda bulunsun.