30 Eylül 2016 Cuma

YALAN


Dün kütüphanemi düzeltirken elime çok enteresan bir kitap geçti. Sonradan hatırladım bu kitap bir dönem çok da gündem de kalmıştı.
Kitabın adı “LİDERLER neden YALAN SÖYLERLER” yazarı John J. Meaesheimer.
Yazar kitabında “Yalan Nedir” diye sormuş ve “Yalan söyleme ise bir kişinin doğru olduğunu düşünmeleri umuduyla yanlış olduğunu bildiği veya şüphelendiği bir beyanda bulunmasıdır. Yalan, hedef kitleyi aldatmak için tasarlanmış pozitif bir eylemdir. Yalan, bir kimsenin yanlış olduğunu bildiği olguları uydurması veya doğru olduğunu bildiği olguları inkar etmesini içerebilir. Fakat yalan sadece belli olguların doğruluyla ilgili değildir. Hayali bir hikaye anlatmak üzere olguların gizli bir maksatla tertip edilmesini de içerebilir.“ diyerek cevap vermiş.
Yaşadığınız toplumda olup bitenleri izleyin, konuşulanlara bakın ne kadar tanıdık geliyor değil mi yazarın söylediği?
Özellikle siyasetçiler yalan söylememelidirler. Nitekim yazar kitabında çok önemli bir tehlikeye işaret ediyor.
“Yaygın yalan söyleme bir demokrasi içindeki yurttaşların kararlarını yanlış bilgilere dayandırma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle meseleler ve adaylar hakkında oy kullanırken bilinçli tercihler yapılmasını zorlaştırır………..Demokrasiler, ancak yurttaşların güvenilir bilgilere sahip olduğu ve yüksek düzeyde şeffaflık ve dürüstlük bulunduğu zaman çalışabilecek oldukça etkin bir fikirler piyasasını içerdikleri  zaman en iyi şekilde faaliyet gösterirler.”
“…, bir demokrasi içinde yalan söyleme çok yaygınlaşırsa  bu durum, halkın demokratik yönetime olan inancını kaybetmesine ve bir çeşit otoriter yönetime teveccüh göstermeye heveslenmesine yol açabilir. Sonuçta, kamuoyunun bir yalancılar güruhu olduklarını düşünmesinden dolayı liderlerine  hiç saygı duymadığı ve derinden yozlaşmış olduklarını düşündüğü için de kurumlarına hiç itibar etmediği bir demokrasinin  uzun süre hayatta kalabilmesini görmek zordur.Kısacası , çok fazla yalan söylenmesi devlete ve topluma çok ciddi zararlar verir.”
Aslında bu kitabı hepimizin  dikkatlice ve defalarca okumamızda fayda umuyorum.
Artık tarihi gerçekleri çarpıtarak, yalan söyleyerek halkı kandırmaktan vazgeçelim. Siyasetçi günlük çıkarı için yalan söylediğinde kazandığını zannettiği anda en büyük yenilgisini almak üzeredir.
Bindirilmiş kıtalar önünde yapılan konuşmalar o an için alkışta alır. Bunlar inandırıcı değildir. O alkışlayanlar gerçek bir tehdit karşısında bir anda yok olurlar.
Liderler kendi halklarına yalan söyledikleri zaman, gündelik hayatımıza da zarar veriyorlar, toplumun yozlaşmasına neden oluyorlar.
Tek radyo, kısıtlı yazılı basın dönemi çok geride kaldı. Artık teknolojideki gelişiminde baş döndürücü hızı nedeniyle kitle iletişim araçları çok gelişti. Bu nedenle insanları çok kısa bir süre için kandırabilirsiniz.
Topluma zarar veren liderlerin sadece yalan söylemeleri mi?
Elbette hayır.
Çarpıtma, bilgiyi saklama da toplumu aldatmanın, ona zarar vermenin diğer çeşitleridir.
Bir lider kendi içindeki yolsuzluğun hukuksuzluğun üstünü örtüp bunu saklarsa, rakibinin yolsuzluğunu, hukuksuzluğunu haykıramaz.
Toplumda inandırıcılığını yitirir.
Örneğin, kendisi de tarihi gerçekleri çarpıtarak, yalan söyleyerek toplumun bir kesimini kandırmışsa ya da kandırmaya çalışmışsa, en güçlü rakibinin tarihi çarpıtmasına, yalan söylemesine  gerektiği gibi cevap veremez.
O zaman toplum demokratik tercihini doğru yapamaz.
Bir ülkede demokrasinin sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi için, iktidarı elinde bulunduranlara karşı demokratik bir alternatifin olmasıdır.
Demokratik bir alternatif olmaktan çıkarsanız, kitleleri başka arayışlara mecbur edersiniz.
Siz ülke olarak, adı yolsuzluğa karışmış, siyasetçinizi, belediye başkanınızı yargı önüne çıkartmıyorsanız, bunun üstünü örtmeye çalışıyorsanız, demokrasiyi kendi ellerinizle öldürmeye çalışıyorsunuzdur.

  

26 Eylül 2016 Pazartesi

ARAPLAŞTIRMA TAM GAZ


Son birkaç yıldır hız verilen Türk toplumunu Araplaştırma operasyonları tam gaz sürüyor. En son örnek “II. Abdülmamit Han” aşkı.
Son yıllarda basına yansımış haberlerden derleyebildiklerimize bakılınca durum daha net anlaşılacaktır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Araplara toz kondurmadığı ve Arapçaya merakı herkesin malumudur.
2014 yılında kendi adını taşıyan Üniversitede yaptığı konuşmada tarihsel yanlışlar ve çarpıtmalarla şunları söylemiş: “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi deniyor, sokaklarda dolaşan köpekler ‘Arap Arap’ diye çağrılıyor, köpeğe o ismi niye veriyor, hep bağlarımızı koparmak için, Ortadoğu’yu bataklık göstermek için”
Tayyip Bey, O bir buçuk milyon Iraklı Arap’ı  öldüren, Iraklı kadınların ırzına geçen Amerikan Askerlerine “Başarılar dilerken”, Araplarla aramızdaki bağlarımız mı güçlendiriliyordu?
Recep Tayyip Erdoğan gerek Başbakan olarak gerekse Cumhurbaşkanı olduktan sonra, harf devrimine, gerçekleri çarpıtarak defalarca saldırdı. 
Bir konuşmasında, “Şah damarımız kesildi, bizi tarihimizden kopardılar, harflerimiz çalındı, bu fetret devri gelir geçer” dedi.
Kimse de kendisine bu çalınan harfler hangi harfler demedi, fetret devriyle hangi dönemi kast ettiğini de  sormadı.
2014 Aralığında yaptığı bir konuşmada “En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok” dedi.
Sokaktaki insan harf devriminden önce de Türkçe konuşuyordu, Arapça küfür duysa anlamadığı için elini açıp amin diyordu.
Sanki dil devriminden önce bu ülkede bilimsel eserler veriliyordu da harf devriminden ötürü bir gecede bu ortadan kalkmış gibi gerçekler çarpıtılarak anlatılıyordu.
Sanki harf devriminden önce bu ülkede okur yazar sayısı yüzde seksenlerdeydi de, harf devriminden sonra bir gece de cahil kaldık. Harf devriminden önce bu ülkede okur yazar oranı yüzde bir buçuklardaydı, kadınlarda da bu oran sıfıra yakındı.
Haziran 2014 de daha vahim bir değerlendirme yapılıyor ve “Suriyeli sığınmacılara Türk vatandaşlığı verileceği ve bunların  her şehre/ kasabaya yerleştirileceği ve Arap çocuklarının gittikleri okullarda Arapça yaygınlaştırılacağı; halkımızın  Arapçaya alıştırılacağı  ve bunların nüfus artış oranı da göz önüne alındığında, ülkemizin demografik ve kültürel yapısının değişeceği ileri sürülüyordu.
Bunun Türkçesi, ülkesi için savaşmayıp  kaçan çam yarmaları burada aşk yapacak, bizim  “Memet” de oralarda hem de onlar için ölecek.
Yani demografik yapı değişerek Araplaşacak mıyız? Sen Türk halkına sordun mu Araplaşmak isteyip istemediğini.
 Niye ülkesinden kaçan Araplar, Suudi Arabistan’a, Katar’a gitmiyorlar da, Türkiye’ye ve Türkiye üstünden batıya gitmeye çalışıyorlar.
Arap dili ve kültürünü oralarda yaymak için mi gidiyorlar zannediyorsun?
İnsan gibi yaşamak için geliyorlar ve gidiyorlar.
2016-17 öğrenim yılından itibaren 2. Sınıftan başlayarak okullarda Arapça ders konuldu,
Atatürk devrimlerine düşman olan bizim yöneticilerimiz  “yaz saati devamlı uygulanarak ekonomik tasarruf sağlanacak” kandırmacısıyla  ve bilimsel bir açıklaması da yapılmaksızın, saatler Arap Yarımadasının saat dilimiyle uyumlaştırıldı. Böylece Cumhuriyet’in köklü düzenlemelerinden birisi olan saat dilimi değiştirilmiş oldu.
Araplar, her konuda geri kalmışlıklarını 400 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olmaya bağlarlar.
Osmanlıyı ve Osmanlı padişahlarını da bu nedenle hiç sevmezler. Tek istisnası II. Abdülhamittir.
Sebebi de, Kıbrıs’ı 90.000 altına İngilizlere satan Abdülhamit’in, Filistin’den kendilerine toprak satmasını isteyen Yahudileri  reddettiği efsanesidir.
Efsane bu olunca Abdülhamit’in yeri Araplarda bir başkadır.
Şimdi bizim hükümet de bunu kullanarak Abdülhamit üzerinden Araplarla  duygusal yakınlaşmaya ve Arapların gözüne hoş görünme gayretine girdi.
Abdülhamit aşkının asıl sebebi budur.    




23 Eylül 2016 Cuma

“YENİ CHP” YİZ DEMEKTE ÇOK HAKLISINIZ.


Kaset operasyonuyla CHP yönetimine getirilen kadrolar, partiyi “Yeni CHP” olarak tarif ediyorlar.
CHP’nin değerlerine bağlı devşirme olmayan gerçek CHP’liler bu söyleme çok içerliyorlardı.
Ancak yaşananları gördükten sonra,  bugünkü yönetimin elindeki  CHP’nin, kaset operasyonundan önceki CHP ile hiçbir ilgisi olmadığı aşikar.
Ülkemizde yolsuzluk iddiaları hiç bitmez, hele belediyeler de, kent rantını vergilendirmediğimiz için de bu soysuzluk, hırsızlık her gün artarak devam eder.
Özellikle de son yıllarda ülkemiz ve toplumumuzun gündemini, haksız ve yolsuz kazanç elde edenlerin iç karartıcı görüntüleri oluşturmaktadır.
Kaset operasyonundan evvel ki CHP yönetimi 2000 yılında herkese örnek olacak bir karar almıştı.
Karar da “Yolsuzluk yaptığı, haksız kazanç elde ettiği, rüşvete veya bu tür işlere bulaşan kişiler ve kuruluşlarla işbirliği içinde olduğu belirlenen her kademedeki  CHP’li üyeler ile Yerel Yönetimlerdeki başkan ve meclis üyelerinin  CHP ile ilişkilerinin derhal kesmelerine, istifa ederek bulundukları  görev yerlerini boşaltmalarına, bunu yapmadıkları takdirde haklarında en çabuk, en hızlı yoldan gecikmeden her türlü yaptırım ve disiplin işleme uygulamasına”  denmişti.
Bu karardan sonra CHP’li bir Belediye ile ilgili olarak, basında, yolsuzluk, rüşvet ve haksız kazanç elde etme iddiaları ileri sürülünce, o tarihteki CHP Merkez Yönetimi, vakit geçirmeden, konunun ve iddiaların incelenmesi gerektiğini vurgulamış, bunun için de, o şehrin Milletvekillerinden oluşan bir komisyon oluşturulmuştu.
Bu komisyonun verdiği rapor, o tarihteki yönetim ve Genel Başkan tarafından, bugün ki Genel başkanın yaptığı gibi,  hasır altı edilmemiş, tam aksine kamu yararı olduğu  gerekçesiyle de kamuyla paylaşılmıştı. 
Bu davranış, erdem sahibi, halkına karşı sorumluluk duygusu taşıyan siyaset anlayışının gereğidir.   
Ya şimdi ki, yani “Yeni CHP” yönetimi ne yapmış.
O da Beşiktaş Belediyesi’ndeki yolsuzluk iddiaları üstüne, biri hukukçu, biri hesap uzmanı kökenli ve biri de Belediye Başkanlığından gelen üç milletvekilinden oluşan bir komisyon kurmuş.
Bu komisyon raporunu hazırlıyor ve Genel başkan’a sunuyor. Basına yansıdığı kadarı ile tek suret olarak hazırlanan rapor, Genel başkana sunulmasının  üzerinden aylar geçtiği halde açıklanmıyor.
Eğer bu raporda yolsuzluk tespit edilmemiş olsa, Kılıçdaroğlu bu raporu göğsünü gere gere açıklar ve böylece de Belediye Başkanı’nı töhmet altında kalmaktan kurtarırdı.
Yapmadığına göre demek ki kamuya açıklamaktan çekindiği bir şeyler var.
Bu raporu açıklayamaması bir yana, yurt dışına çıkma yasağı olan bu Belediye Başkanı’nın annesinin adına Ordu’da yaptırdığı, şaibeli okulun açılışını yapmaya gitmekten de geri duramıyor.
Kaset operasyonu öncesi yönetimle, bugün ki yönetimin sade  yolsuzluk karşısındaki duruşları  mı farklı?
Başka konularda olduğu gibi laikliğe bakışları da farklı.
Laikliğe karşı gevşek duruş, din üzerinden siyaset, siyasi prim getiriyormuş! Eksik olsun o siyasi prim” diyen kaset operasyonundan önceki yönetim, bir de “Laikliği ağzınıza almayın” diyen şimdiki yönetim.
Bir tarafta dış politikada ulusal onuru ve ülke yararını göz önünde bulunduran, 1 Mart 2003 tezkeresini reddettiren kaset operasyonu öncesi CHP Yönetimi, bir tarafta ABD’nin kuyruğuna takılmış giden şimdiki yönetim.
Bir tarafta terör örgütü ile müzakere edilmez, mücadele edilir diyen kaset öncesi CHP yönetimi, bir tarafta ne olduğunu bilmediği açılım sürecine destek veren, APO ağzı ile konuşan şimdiki yönetim.

Sizin ne yolsuzluklar karşısındaki tavrınızın, ne laikliğe, ne dış politikaya bakışınızın ve ne de terör örgütüyle ilgili söylemlerinizin, kaset operasyonundan evvel ki CHP yönetimi ile hiçbir benzerliğiniz yok. Bu nedenle “Biz ‘Yeni CHP’ yiz” demekte çok haklısınız. Onlar Atatürk’ün partisini, onun ilkelerine sadık kalarak  yönetiyorlardı, ya siz ……….  

19 Eylül 2016 Pazartesi

ABD İŞİ KÜSTAHLIĞA VARDIRDI.


Geçtiğimiz günlerde  bazı belediyelere kayyum atanması üzerine ABD Ankara Büyükelçiliği hiç vakit kaybetmeden bir açıklama yayınladı.
Açıklama aynen şöyle:
“Hükümetin bazı seçilmiş yerel yetkilileri terörizmi destekledikleri iddiasıyla görevden alma ve yerlerine kayyum atama kararını takiben Türkiye’nin Güneydoğusu’ndaki çatışma haberlerinden endişe duyuyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri terörizmi lanetlemekte ve Türkiye’nin kendisini savunma hakkını desteklemektedir. Türk mercileri bazı yerel yetkililerin terörist gruplara katıldığı veya maddi destek sağladıkları yönündeki iddiaları araştırırken, hukuki süreç ve Türk Anayasası’nda saklı olduğu şekilde barışçıl politik ifade hakkını da içermek üzere, kişisel haklara saygının önemine işaret ederiz. Kayyum atamalarının geçici olacağını ve vatandaşların Türk yasasına uygun bir şekilde yeni yerel yetkililer seçmelerine izin verileceğini ümit ediyoruz”   
Hemen peşinen belirtelim ki, bu gibi konularda Büyükelçilerin hükümetlerinden talimat almadan kamuoyuna açıklama yapmaları mutat değildir.
Bizim hükümet yetkilileri  ve basın, açıklamayı sanki  Büyükelçinin kendi kişisel görüşü imiş gibi ele aldılar.
Bu ve benzeri açıklamaları ABD’nin uzun zamandır uyguladığı Kürt Politikası çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Açıklama bu politikalara da uygundur.
Nitekim 15 Eylül günü ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü gerçeği herkesin suratına “ Ne zaman bir ABD Büyükelçisi konuşsa, O, ABD hükümeti adınadır” diyerek tokat gibi vurdu.
Bununla da kalmadı bir müstemleke valisi edasıyla “…insan hakları ve Türk demokrasisinin durumu hakkında görüş ayrılıklarımız olursa, bunu kamuoyuna açıklayacak kadar güçlü ilişkiler içinde olduğunu düşünüyoruz” diyerek açıklamaya devam etti.
Kayyum atamaları bizim iç işimizdir. Biz  kendi içimizde, kayyum atamalarının  hukuka uygun olup olmadığını elbette tartışırız ve tartışmalıyız da.
ABD ve diğer büyük devletler unutmamalıdırlar ki; biz bu Cumhuriyeti başkaların beklentilerine boyun eğerek değil, emperyalizme karşı, bütün mazlum milletlere örnek olan bir savaşı vererek ulusal çıkarlarımızı koruyarak kurduk ve yaşatıyoruz.
Bizi masa başında sömürgeci subayların harita üzerinde kurdukları aşiret devletleriyle karıştırmasınlar.
Ancak burada kızılması gereken ABD Büyükelçisi veya ABD hükümet yetkilileri değildir. Benzer olaylar karşısında gerek geçmişte ve gerekse de şimdi diplomatik teamüllere uygun şekilde tepki vermeyen yetkililerdir. Bu tepkiler verilmediği için bugün iş bu noktaya gelmiştir.
Bu tür, ülkemizin içişlerine bir müstemleke valisi edasıyla yapılan müdahalelere, bazı Bakanların yaptığı gibi Cami çıkışında, halkın önünde popülist konuşmalarla değil , doğrudan muhatabına, diplomatik teamüllere uygun en sert tepki verilerek yapılır..
Yaşadığımız bir başka hazin durum da CHP’nin bu olay karşısındaki sessizliğidir.
Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir liderin koltuğunda oturanlar, ABD’nin dümen suyuna girip sinmiş vaziyetteler.
Bu içişlerimize yapılan çirkin, küstahlığa vardırılan müdahale karşısında kükremesi gereken parti Cumhuriyet Halk Partisi olmalıydı.
Ama maalesef anlaşılıyor ki; 1 Mart 2003 tezkeresini reddettirenlere duyulan kin nedeniyle, CHP’nin ulusalcı kadroları bugünler düşünülerek bir kaset operasyonuyla tasfiye ettirmişlerdir.
Bunun yerine, ABD Büyükelçileri ile otel odalarında gizli görüşme yapmakta sakınca görmeyen, Türkiye’nin ulusal çıkarları için bile kükremekten çekinen ABD’nin dümen suyuna girmekte sakınca görmeyenlerin  önü açılmış.
Özetle: Ülkeyi yönetenlerin, ama özellikle de CHP’nin bugünkü yöneticilerinin, Amerika’nın ve diğer büyük devletlerin,  bizim ülke güvenliğimizle ilgili çıkarlarımızı ilgilendiren konularda izledikleri politikaların özünü anlamaya çalışmaları ve bu politikaların Türkiye’nin temel çıkarlarıyla çeliştiği durumlarda tavırlarını açıkça ortaya koymaları gerekir.
NOT:Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Kayyum” olarak yazıldığı için bunu kullandım.



9 Eylül 2016 Cuma

TERÖR MAHKEMELERİ

Ankara, İstanbul ve İzmir’de terör mahkemeleri kurulacağı, bunun için HSYK’da çalışmalar yapıldığı, bu mahkemelerin yürütülen FETÖ soruşturmalarının tamamlanmasına yakın kurulacağı söyleniyor.
Ancak HSYK Başkan vekili şimdilik yeni mahkemelere ihtiyaç olmadığını söylese de “şimdilik” kaydını koyduğundan olayın incelenmesinde yarar var.
Yeni Mahkemelerin kurulması ve hem de FETÖ soruşturmasına yönelik olarak kurulması tabii hakim/tabii mahkeme ilkesi zedeler.
Nedir tabii hakim/mahkeme ilkesi? Bir uyuşmazlık hakkında karar verecek olan hakimin/mahkemenin, o uyuşmazlığın doğumundan önce yasal olarak belli olmasıdır.
Yani somut olay ile kuruluşu arasında bir ilgi bulunmayan mahkeme demektir.
Bu ilke hukuk devletinin olmazsa olmazlarından biridir. Zira bu hukuk güvenliğinin teminatıdır.
Bu FETÖ soruşturması ile ilgili yargılamayı, 15 Temmuz darbe girişiminden önce yasal olarak kurulmuş görev yapan mahkemelerin yapması olayıdır.
Nitekim, Anayasa mahkememiz 1971 ve 1990 yıllarında verdiği  kararlarla, tabii ya da doğal hakim/mahkeme kavramını ceza yargısının temeli olarak “bir suçun işlenmesinden önce, yasayla kurulmuş ve o suça ilişkin davalara bakmakla görevli ya da yetkili kılınmış mahkemenin hakimleri” şeklinde tanımlamıştır.
Davaya göre hakim, savcı atanarak birileri sırf cezalandırsınlar diye mahkeme kurmak, hukuk devleti olduğunu iddia eden bir devlet için yapılmaması gereken bir davranıştır.
Hele hele adaleti devletin temeli olarak benimsemiş Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç yapmaması gerekir.
FETÖ soruşturmalarında, tabii hakim/mahkeme ilkesi çiğnenerek adil yargılanma hakkı ihlal edilirse, kamu vicdanı bundan rahatsızlık duyar.
FETÖ terör örgütü mensuplarının sadece mahkemelerde değil ve asıl olan kamu vicdanında mahkum edilmelerini istiyorsak-ki ben bunu bütün içtenliğimle istiyorum- bunlara, kendilerinin Ergenekon, Balyoz, Ay ışığı, Askeri casusluk gibi davalarda  yaptıkları hukuksuzluğu yapmamak gerekir.
Bunlara uygulanacak en basit hukuksuzlukta önce bunlar  mağduru oynayacakları gibi Türkiye’yi de her fırsatta hırpalamaktan mutlu olan batılıların eline koz verilir.
Sade koz vermekle kalınılmaz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince’de ağır tazminat sorunuyla karşı karşıya kalınılır.
Bunlar yargılansınlar ve hukuken eylemlerine uyan cezalara çarptırılsınlar.
Ama bu yargılama, adil yargılanma hakkı çiğnenmeden ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde gerçekleşsin.
Tabii hakim/tabii mahkeme ilkesinin çiğnenerek mahkeme kurulması darbe ile iktidarı ele geçirenlerin bir davranışıdır.
Bir diğer söylemle FETÖ terör örgütü mensuplarını hapis ettirmek için, hiç yapılmaması gereken bir şey olan usul feda edilmemelidir.
Hukukta usul esasın kapısı kabul edilir. Bir kere yanlış kapıdan girersen yanlış yere varırsın.
Demokratik yollardan ülke yönetimine gelmiş AKP iktidarı, “Askeri vesayeti yıkıyoruz” diye Fethullah Gülen terör örgütüyle işbirliği yaptıklarını kendileri açıklamışlardı. Bundan iftiharla söz ediyorlardı.
“Uygun bir savcı arıyoruz” diyen yine Tayyip Erdoğan’dı. Bir anlamda davaya uygun savcı tayin edilmiş. Bu şahsın büstünün dikilmesi gerektiğini söyleyen AKP’li şaşkın milletvekilleri vardı.
Bugün 15 Temmuz nedeniyle haklı olarak darbecilikle suçladıkları Cemaatin sözde liderinin her istediğini yaptığını söyleyen Tayyip Erdoğan’dı.
Olayların bu noktaya gelmesinde AKP iktidarı tek sorumludur.
Kendi bu kusurlarını örtmek için darbe teşebbüsünü sebep olarak gösterip hukuku çiğnememeli, eğer iktidar  buna girişirse de demokratik muhalefet,  hukukun  çiğnenmesine de izin vermemelidir.
Zira; bir siyasi iktidar  hangi gerekçeyle olursa olsun, hukuku çiğnemeye başlarsa artık duracağı yer belli olmaz. Bu totaliterleşmeye kadar gider.
Nitekim AKP iktidarı Olağanüstü Hal süresince ve olağanüstü halin gerektirdiği Kanun Hükmünde kararname çıkartma yetkisini aşarak, parlamentoyu devre dışı bırakır.

5 Eylül 2016 Pazartesi

BİRAZ CİDDİYET BEYLER


Kırk yılını bu ülkenin diplomasisine vermiş, bildiğim kadarı ile bugüne kadar CHP’den başka bir partiye oy vermemiş bir dostumun bana gönderdiği mektubunu noktasına dokunmadan sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Aslan CHP, güneyindeki gelişmeler bağlamında, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu “beka” sorunun ciddiyetinin farkında değil belli ki..
Fırat Kalkanı harekatı üzerine Genel Başkan twitter hesabı üzerinden iki mesaj yayınladı. Şöyle dedi:
Ülkemiz için büyük tehdit olan İŞİD terör örgütü ile mücadele etmek hepimizin görevidir.’
‘İŞİD’e karşı mücadele veren kahraman askerlerimizin sağ salim ülkemize dönmelerini diliyorum’
Açıklamanın  şekli ve içeriği CHP’nin ve Genel başkanı’nın konunun ciddiyetinin  farkında olmadıklarını gösteriyor.
Böyle önemli bir konu twitter üzerinden ‘dostlar alış verişte görsün’ misali mesajlar ile geçiştirilemez. Etraflı bir değerlendirme ve açıklama yapılır. O açıklamada harekat elbette desteklenir. Ancak, harekata mecbur kalma aşamasına nasıl gelindiği, hangi yanlışların arka arkaya yapıldığı-ve halen yapılmaya devam edildiği-, bundan sonra ne yapılması gerektiği kamuoyuna anlatılır.
İŞİD terör örgütü ile mücadele etmek hepimizin görevidir’ ne demek? Yani sokaktaki vatandaş, Kemal Kılıçdaroğlu, herkes İŞİD İle mücadele mi edecek? Ciddiyetsiz kahvehane kıvamındaki üsluba bakar mısın!
Bu sabah (yani 1 Eylül) Erdoğan Toprak isimli MV Halk Tv’de idi. Biraz dinledim. O ara söylediklerini duyunca kulaklarıma inanamadım. Şöyle dedi:
‘ Şu an Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak gerçekçi değildir. Esad, insan kaynaklarını kaybetti. Suriye’yi sana verdik’ desek, ülkeyi yönetecek insan kaynağı yok. CHP’nin önerisi bir uluslararası toplantı düzenlenerek Suriye sorununa çözüm bulunması. 2012’de bunu söylemiştik, şimdi de söylüyoruz’
Neresinden bakarsan vahim sözler…
Suriye’nin toprak bütünlüğünü sonuna kadar savunmanın ulusal çıkarımızın mutlak gereği olduğunu bu arkadaş bilmiyor mu? Ya Türkiye’nin ulusal çıkarlarının gereklerinin farkında değil, ya da yapıştığı ABD kuyruğunu bırakmak niyetinde değil…
Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunacağını, ABD dahil bütün taraflar söylüyor. Bunu tartışmaya açmak CHP’ye mi düştü.
Arkadaş ‘üniter devlet’ diyeceğine, ‘toprak bütünlüğü’ dediğini varsaysak dahi ikisinin arasındaki farkı bilmiyor olması da vahim! Suriye’de federasyona yeşil ışık yakıyorsa, o ayrıca  vahim…
Uluslararası konferans önerisine gelince. O teklif 2012 de de yanlıştı şimdi de yanlış.
2012 de kriz daha yeni iken, bölge dışı büyük devletleri işin içine davet etmenin bir manası var mıydı? Öyle çok taraflı toplantılardan Türkiye’nin ulusal çıkarları istikametinde kararlar çıkarılması mümkün olmayacağı belli değil mi? Nitekim, olmadı. Önerilmesi gereken çözümün bölgesel ölçekte aranmasıydı.
Şimdi CHP’den beklenen, çözümün, Bağdat ve Şam ile yakın işbirliği halinde, bölgesel ölçekte aranmasını önermesidir.
Dış politika konusunda CHP’de kime rast gelirse, o konuşuyor. Bazen Gürsel Tekin, bazen Öztürk Yılmaz, bazen Erdoğan Toprak, bazen başkaları. Söylenenler her zaman birbirini tutmuyor…kafalar karışık.
Çok seslilik bu değil herhalde” 
Söylenenlere itirazı olan var mı?
CHP’den G-20 zirvesi ile de ilgili ciddi bir açıklama şu ana kadar gelmedi.
Özellikle Erdoğan ile Obama görüşmesinde “palis gerçeği” denen, aksi söylenemeyecek “ Türkiye Yalnız bırakılmamalıdır”, “Türkiye NATO’nun  güçlü bir üyesidir.”  Cümlelerini çıkarsanız Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak fazla bir şeyin çıkmadığını görürsünüz.
Yapılan açıklamalara bakılırsa o görüşmelerde söylenmeyenler söylenenlerden daha önemli. Örneğin ABD inkar edilmeyecek bir gerçek olan PKK-PYD bağlantısını  hala kabul etmemekte ve PYD’yi bir terör örgütü olarak görmemekte ısrarlı.
Türk silahlı kuvvetlerinin Suriye’ye başlattığı ve şimdilerde önemli sonuçlar aldığı operasyon ortadayken müttefiklerimizin hala İŞİD’le mücadele de PYD’nin en güvenilir güç olduğunu kabul etmeleri aykırı gibi görünmekle beraber Türkiye buna ses çıkartamaz zira 29 Ekim 2014 de Obama’nın ricası üstüne Barzani Peşmergeleri Türkiye üzerinden geçirilerek o bölgeleri elimizle PYD’ye teslim ettiğimiz düşünülürse söylenecek fazla bir şeyimiz kalmıyor.
Bu nedenle CHP’nin dış politika olaylarında ciddi,tutarlı ve uzun vadeli düşünerek bir şeyler söylemesi gerektiğini anlaması gerekiyor.
        


  

2 Eylül 2016 Cuma

BEDEL ÖDEMEK


AKP iktidara geldiğinden beri dış politikada ülkeye büyük zararlar verecek yanlışlar yapıyor.

Bu devletin temel dış politika felsefesi “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışıdır. Yani sadece kendi toprak bütünlüğümüzü değil bütün ülkelerin toprak bütünlüğünü savunmak ve saygı duymaktır.

AKP iktidarı daha doğru söylemek gerekirse Tayyip Erdoğan, güneyimizde, Irak ve Suriye’de oynanan oyunun, emperyalistlerin, bölgeyi yeniden bölüşmek ve ham madde ve pazarların kimlerde kalacağını saptamak için olduğunu anlayamadı.

Irak’da milyonlarca insan, Saddam’ın elinde kimyasal silahlar var yalanı sonucunda öldü.

Bu yalanı söyleyenler sonradan bunun gerçek dışı  olduğunu dünyaya ilan etmek zorunda kaldılar, ama bu yalan nedeniyle bugün Irak’ın toprak bütünlüğü tartışılır hale geldi.

Bundan ders alamayan Tayyip Erdoğan ve arkadaşları eğer kast yoksa  aynı yanlışa, Suriye’de de düştüler.

Bu sefer de bir zamanlar yakın dost oldukları Beşşar Esad’ın “insan hakları ihlalcisi” olduğu söyleminin peşine takılıp Suriye’nin yangın yerine dönmesinde, yani toprak bütünlüğünün ortadan kalkmasında başat rol oynadılar.

Beşşar Esad rejimi artık evrensel bir değer, bir hak olan insan haklarını çiğniyor idiyse, o ülkenin toprak bütünlüğüne saygı göstererek ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulanarak bu sorun kan dökmeden, milyonlar yerinden yurdundan edilmeden çözülebilirdi.

Emperyalistler bu insani yolu seçmeden, Suriye üstüne oyunu, “kiralık silahları” Özgür Suriye Ordusu ile oynadılar.

Kimdir Özgür Suriye Ordusu? Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı devirmek için savaşan, rejimi yıkmak isteyen askerler (aynen bizde 15 Temmuz Darbe girişiminde bulunanlar gibi) ve içinde Müslüman kardeşleri de barındıran çeşitli fraksiyonlardan oluşan, maddi manevi desteğini bölgenin haritasının yeniden çizilmesi ve böylece petrol ve suya egemen olmak  isteyen emperyal devletlerden alan bir silahlı örgüttür.

Yani batının, işi bittiği zaman terk edeceği “kiralık silahıdır”. Şimdilerde bu “kiralık silahlara” , “vekaleten savaşanlar” deniyor.

Türkiye dinci bir yapı olan İŞİD’in Suriye’den kendisine yönelik terör saldırılarını önlemek için askeri operasyon yaparken, ki bu uluslar arası hukuktan kaynaklanan hakkıdır, bu hakkını Özgür Suriye Ordusu’nun önünü açmak için kullanılmasının anlaşılabilir, savunulabilinir bir tarafı yoktur.

Tayyip Erdoğan, “Suriye’nin yönetilmesine Suriye Halkı karar versin” diyor. Eğer bu söylemde samimi olsa idi Türkiye’nin Suriye rejimi ile uzlaşması, İŞİD’e karşı onunla beraber hareket etmesi gerekirdi.

 Ancak böyle yapılmayıp, çok yanlış bir şekilde Suriye dışından devşirilmiş dinci Özgür Suriye Ordusu militanlarına destek veriliyor.

Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik bu emperyalist saldırı karşısında, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana mücadele verseydi, aynen Kurtuluş Savaşı sonrasında olduğu gibi bütün İslam dünyasının ve sömürülen halkların gerçek kutup yıldızı olabilirdi.

Suriye rejimi için hukuk dışı olan Özgür Suriye Ordusunun önünü açmak yarın Türkiye’nin başına büyük sorunlar açabilecek, eğer kast yoksa, büyük bir yanlıştır.

Özgür Suriye Ordusu’nun emperyalizmden destek alan PKK’dan/PYD’den bir farkı yoktur.

PKK nasıl bu ülkenin yasal rejimine, toprak bütünlüğüne karşı  başkaldırmışsa Özgür Suriye Ordusu da Suriye’nin yasal rejimine karşı başkaldırmıştır.

Bugün Suriye’de Esat rejimine karşı  Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyen emperyalistler,  yarın Türkiye’ye karşı, PKK’yı, Türkiye’nin bugünkü tutumunu örnek göstererek destek olursa ne söyleyebiliriz.
Türk dış politikası, çapsız insanların elinde ipotek altına alınmıştır. Bu yanlışların bedelini bu millet öderken, bunun siyasi sorumluları da, hukuki tarafı yarın Yüce Divan’da sorulmasını beklemeden, siyaseten bir bedel ödemek zorundadırlar.