29 Mart 2015 Pazar

TEK ADAM REJİMİ


Egosu yüksek siyasetçiler, ellerine güç geçtiği zaman, iktidarlarının devamı uğruna, adım adım demokrasiyi feda etmeye başlarlar.
Bunun ilk adımı da  basın yayın organlarına özellikle de tarafsız yayıncılık yapmak isteyen kuruluşlar ve çalışanları üstüne baskı uygulamaktır.
Tek adam rejimlerinde  muhalif sese  tahammül edilemez.
Bu nasıl temin edilir?
Ekonomik ve yargısal baskı ile olur.
Ekonomik baskıda, vergi denetimi ve reklam verdirmeme şeklinde olur.
Elbette devlet vergi denetimi yapacaktır, bu devletin hem hakkı ve hem de görevidir. Tabii bu vergi denetim hakkı kullanılırken demokratik ülkelerde olduğu gibi tarafsız olmak gerekir.
Ama vergi denetim kurumu “özerk” değil de, siyasal iktidarın emrinde ise, zaten tarafsızlığı söz konusu olamaz.
Yönetenler demokrasiyi içselleştirememişlerse, onu sadece belli amaca ulaşmak için bir vasıta olarak kabul ediyorlarsa yöntem tektir.
Psikolojik bir yıldırma harekatıyla, mükellefe, yani hoşlanılmayan medya kuruluşuna, onu  taciz edip susturmak için haksız ve hukuksuz, akıl almaz, eşi, örneği  görülmemiş   miktarlarda vergi cezaları kesilir.
Bu cezaların hepsi mahkemeler tarafından iptal edilse bile netice elde edilmiş, basın kuruluşunun patronu uğradığı psikolojik şiddet nedeniyle baskı altına alınmış olur.
Bu yapılan bir vergi denetimi olmayıp, tipik bir ekonomik ve psikolojik şiddet uygulamaktır.
Ekonomik baskının bir diğer şekli de kendince muhalif diye düşünülen, yazılı ve görsel basın kuruluşuna reklam veren şirketleri, reklam vermemeleri konusunda “nazik !” bir şekilde uyararak reklamı kestirmektir.
Bir diğer baskı yöntemi de, tek adamın kişisel siyasal gücünü kullanarak yargı yolunu kullanmasıdır.
Gazetecinin veya yayın kuruluşunun yazdığı her eleştiri yazısı ya da    yaptığı her eleştirel programdan  sonra, savcılığa suç duyurusunda bulunulur; tazminat davaları açılır.
Elbette meşru yol ve vasıtalarla mahkemeler önünde davacı ve davalı olmak  bir haktır.
Ancak herkes bu hakkını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorundadır, bu dürüstlük kuralına uymayanı hukuk korumaz, korumaması da gerekir.
Bu  çağdaş hukukun genel geçer bir kuralıdır.
Tek adam, hoşlanmadığı gazetecinin her yazısından sonra kendisini ilgilendirmese bile adalet sistemini kullanarak ve özellikle de  sıfatı nedeni ile de  masum kişileri sonu gelmeyen   davalarla uğraşmak  zorunda bırakarak psikolojik şiddet uygular.
Basın özgürlüğü böylece ortadan kalkmaya başlar.
Aslında bu durumun, yani  psikolojik şiddetin  mağduru, sadece gazeteci değildir. Bu gazeteciyi davalara muhatap olma kâbusuna düşürerek susturmaya çalışan kişi, aynı zamanda halkın haber alma, doğru bilgilenme hakkını da elinden alarak  halkı da mağdur etmektedir.
Görevini yapan gazeteciyi,  sonu gelmeyen davalarla muhatap kılmak, bu kişiye karşı bir psikolojik şiddet uygulamaktır.
Bu gazetecileri ya da medya patronlarını sonu gelmeyecek davalara   muhatap olma  kabusu içine sokanlar, umumiyetle  “siyasal reformist” sanrıları olanlardır.
Bütün tek adamcılık oynayan siyasetçi tipleri, kendilerini siyasal reformist zannederler. Bunların ortak özelliği, kendilerini büyük siyasi reformlar yapan ve böylece içinde yaşadığı topluma tek başına şekil  ve yön verebilecek kişi olarak görürler.
Eleştiriye, hatta çok basit   bir eleştiriye dahi tahammülleri yoktur.Bunlar zaten sayıları iyice azalmış birkaç namuslu kalemini satmayan gazeteciye de tahammül edemezler;  bunlar aleyhine sürekli olarak yasal yollara başvurma eğilimindedirler.
 Bunların ağzından hiçbir zaman “Basın özgürlüğünden doğan sakıncaların giderilme aracı, yine basın özgürlüğüdür” cümlesini duyamazsınız.
Bunlar aslında toplum için de sorun oluştururlar.
Bunlar, bir kısım gazetecileri de mensubu oldukları siyasi partilere veya egemen oldukları ekonomik gruplara bağımlı hale getirerek, kendilerinin sağdık emir kulları haline getirirler.
Tek adam bu baskıları uygularken, “Birlikten kuvvet doğar” ilkesini unutmuş görünen medya kuruluşları arasında dayanışma olmayacağını da bildiği için,  çok da fütursuz davranır.


25 Mart 2015 Çarşamba

NEVRUZ MESAJI, KEMAL DERVİŞ VE CHP


Aslında bugün Türk Halkının gözünden ısrarla kaçırılan, Ege adalarının Yunanlılar tarafından işgali olayına Türkiye Cumhuriyetinin nasıl sessiz kaldığını yazacaktım.
Ama bebek katili  bir mesaj yayınladı bir gün sonra da Kemal Derviş bir televizyon programına çıkınca çanlar Türkiye için çalıyor diye düşünerek, kendimi bu süreci yazmak mecburiyetinde hissettim .
Merakla beklenen Nevruz mesajı 21 Mart’ta Diyarbakır’da  okundu.
İnsan aklıyla alay edercesine,  ulus devletin etnik kökende parçacıklara bölünmesini, emperyalist oyunun bozulması için istiyormuş, ülke etnik kökende parçacıklara bölünsün ki “kardeşlik dönemi!” başlasınmış.
Bebek katilinin özlemle beklediği, insanın aklıyla alay edercesine ileri sürdüğü  “kardeşlik dönemi!” emperyalistlerin hayali olan, yurt içindeki yardakçıları eli ile her gün gündeme getirdikleri bölünme sürecidir.
Kardeşlik dönemi!” diye adlandırılan aslında ağababalarının Sevr’de elde edemediklerini, içerdeki yandaşları aracılığı ile halletme çabasıdır.
Abdullah Öcalan’ın sözünü ettiği  “kardeşlik dönemi!” yalanı, Cumhuriyetin halkımıza armağanı olan ulus kardeşliğinin sonunu getirecektir. Ülke, etnik kimliklere ayrıştırılacaktır. Ayrıştırılmakla kalınmayacak, Birinci Dünya savaşı sonrasında Orta Doğu’da yaptıkları gibi, bu kimlikler arasında düşmanlık tohumlarının yeşermesi için elverişli ortam oluşturulacak ve “kardeşlik geliyor” kandırmacısıyla bu topraklarda bin yıldır var olan, bugüne kadar hiç bozulmamış kardeşlik bitirilecek.
Orta-Doğu ve Balkanlar’da 1912 den başlayarak emperyalizmin oyununu yaşayarak öğrenen  Cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından “ulus devlet” EMPERYALİZME rağmen var edilmiştir.
Bu nedenle bu topraklar üzerinde kurulmuş ulus devletin,  emperyalizmin bir oyunu olduğu tam bir deli saçmasıdır.
Ulus devletin dağılma sürecine sokulmak istenmesi, gerçekte, Orta Doğu’da yüzyıl önce sahneye konan emperyalist “böl yönet” senaryosunun  eksik kalan kısmının tamamlanması gayretinden başka bir şey değildir.
 Hükümet zaten bu senaryonun başrolündedir.
Muhalefet  bu oyuna sessiz kalarak  destek veriyor  diye eleştirilirken, çok daha vahim bir tablo ortaya çıktı.
Dikkat edilirse bölünmeden yana olan çevreler, bu açılım politikaları içinde CHP’nin de olması gerektiğini uzun zamandır söyleyerek bir algı yaratmaya çalışıyorlardı.



Bunu gerçekleştirmek için yeni bir oyun sahneye konuyor.  Nedir bu oyun?
Bu oyun,  açılımı AKP-CHP koalisyonuna yaptırmak, yanı ulus devleti kuran CHP’ye ulus devletin yıkılışında  da görev vermek.
Son günlerde birileri tarafından AKP-CHP koalisyonu dile getiriliyordu; ama kimse de buna ihtimal vermiyordu. Zira CHP tabanı AKP den kurtulmak için bütün olumsuzluklara sessiz kalıyor ve partisini destekliyordu.
Ancak olayın çok vahim bir noktaya geldiği, beyaz atlı prens Kemal Derviş’in tekrar sahne almasıyla anlaşılmaktadır.
 Nevruz mesajından hemen bir gün sonra Kemal Derviş Televizyona çıkıp AKP-CHP koalisyonunun açılımı gerçekleştirebileceğini ve kendisinin de bir AKP- CHP iktidarında görev alabileceğini söylüyor.
Kemal Derviş ve onun gibilerin istediği de bu sürecin bir an evvel hızlanıp gerçekleşmesi ve böylelikle Kürt koridorunun üçüncü ve en büyük ayağının oluşmasıdır.
Yani “açılım süreci” diye halkımıza yutturulmaya çalışılan şey aslında bölünme sürecidir.
Kemal Derviş adı geçtikçe insanın aklına, Ecevit Başkanlığındaki koalisyon hükümetinin nasıl yıkıldığı ve şimdiki iktidarın önünün nasıl açıldığı geliyor.
Kemal Derviş, televizyondaki röportajında çok manidar bir cümle sarf etti; “CHP’de sosyal demokrasinin önündeki engeller kalkmıştır” diye.
Şimdi anlaşıldı mı Baykal ve ulusalcılar CHP’den niye tasfiye edilmişler?
CHP’ye oy veren milyonların çok büyük bir çoğunluğu, ulusalcı ve ülkesiyle milletiyle bölünmezlikten yanadırlar. CHP’nin bölünmeye giden bir süreçte AKP’ye payanda olmasını içlerine sindiremezler.  
Bu nedenle CHP yöneticileri,ülkenin bölünmesine neden olacak “açılım sürecini” gerçekleştirmek amacıyla kurulacak  böyle bir koalisyona girmeyeceklerini şimdiden  kamuoyuna açıklamak zorundadırlar.




22 Mart 2015 Pazar

KEMAL ANADOL


Sayın Kemal Anadol Türk siyasi hayatının renkli ve de kişilikli bir figürüdür.
Karadeniz Ereğlisi’nde daha CHP İlçe Başkanı iken, 12 Mart muhtırası döneminde, İstanbul ve civarı Sıkı Yönetim ve 1.Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün emriyle, otuz kadar işçi ve sendikacıyla beraber, Ereğli Demir Çelik Fabrikası Yüksek Fırını “Ayşe”ye sabotaj yapmaktan göz altına alınmış, yirmi sekiz gün sonra CHP Genel Başkanı İsmet Paşa’nın müdahalesiyle serbest bırakılmış, sonradan da suçsuzluğu anlaşılmış bir kişidir.
12 Eylül Askeri rejimi zamanında ise meşhur “Barış Derneği” davasından bir yıl tutuklu kalmış ve beraat etmiştir.
Beş dönem Milletvekilliği sırasında üç defa ön seçime girmiş, bunun iki defasında Zonguldak’da Ecevitle ve Ecevit’e rağmen, bir defa da İzmir’de Erdal İnönü’yle  ve Erdal İnönü’ye rağmen ön seçimden seçilip Milletvekili olmuştur.
CHP tarihinin en uzun süre, kesintisiz sekiz sene,  grup başkan vekilliğini yapmış bir siyasetçidir.
Kemal Anadol’un, bazı devşirmeler gibi birilerinin  kucağında siyasete girmediği anlaşılsın diye bunları yazdım.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürpriz bir şekilde, İzmir’den ön seçime gireceğini açıklaması üzerine, Kemal Anadol da, “Egede son söz” isimli internet sitesine verdiği demeçte “Genel Başkanın ön seçime katılmasını çok olumlu karşıladığını” ve fakat o seçim bölgesinde parti seçmeni olduğu için Kılıçdaroğlu’na niçin oy vermeyeceğini, Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinden  örnekler vererek açıklamıştır.
Sen misin bu açıklamayı yapan, sosyal medyada o kadar çirkin ve haksız , eleştirilere muhatap oldu ki, bilmeyen birisi  Kemal Anadol siyasette Kemal Kılıçdaroğlu ile var oldu da, şimdi Kemal bey onu aday göstermeyince kızdığı için bu açıklamayı yapıyor zanneder.
Kemal Anadol parti sırrını mı açıkladı, ya da kimsenin bilmediği parti içinde konuşulmuş bir konuyu mu kamuoyu ile paylaştı?
Tam aksine, basına yansımış, Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerine gerine, övünerek  söylediği şeyleri sıralamış.
Bunları söyleyene, herhalde korkudan, söyleyecek sözleri olmayanlar, bunu eleştireni eleştiriyorlar. Hakikaten fıkra gibi
Kılıçdaroğlu bunları söylerken  Cumhuriyet Halk Partisine zarar vermiyordu  da, bunları gerekçe göstererek niçin Kılıçdaroğlu’na  değil de başka CHP’li milletvekili aday adaylarına oy vereceğini söyleyen Kemal Anadol mu  partiye zarar veriyor?
Kemal Anadolu eleştirenler, her halde toplumu ve özellikle de Cumhuriyet sevdalısı İzmirlileri balık hafızalı zannediyorlar.
Eleştirilerin düzeyine baktığınız zaman, bu eleştirileri yapanlar hakikaten CHP üyesi mi, üye iseler nasıl olmuşlar diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Kemal Anadol, açıklamasında madem Cumhuriyete meydan okurcasına “Ben Dersimli Kemalim” dedin o zaman Tunceli’den aday olsaydın diyor.
Bunda yanlış olan ne var.
Kılıçdaroğlu’nun  üç defa İstanbul’dan kontenjan adayı olduğu hiç ağza alınmıyor, bir anlamda görmezden geliniyor ya da saklanıyor.
Niye üç dönem seçim bölgesi olan İstanbul’dan ön seçime katılmıyor da İzmir’den katılıyor.
Bunun mantıklı bir izahı olması gerekiyor.
Ama sakın Kocaoğlu’nun davetinin arkasına sığınmasın.
Aslında Kılıçdaroğlu’nun en büyük özelliği her siyasi başarısızlığını başkalarına fatura etmesidir.
Şimdi bir anda kendisini İzmir’de ön seçime atarak, MYK’da kontenjan bekleyen arkadaşlarını da feda etmiş oldu. Kendisi sureti haktan demokrat, ön seçimden yana; diğerleri parti tabanından kaçanlar.
2002 de 2007 de  kontenjandan gelmeyi kabul etti, niye en güçlü olduğu  2011 de ön seçime girmedi de kendi kendini kontenjandan İstanbul 2. Bölgeden 1. Sıraya yazdı.
O zaman parti içi demokrasiye ihtiyaç duyulmuyor muydu?
CHP tarihinde genel başkanlar ilk defa ön seçime girmiyor, İsmet Paşa dahil, Ecevit, Erdal  İnönü, Deniz Baykal hepsi ön seçime girmişlerdir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun ön seçime girmesi öyle bazılarının yazdığı gibi devrim falan değildir.
Devrimci olabilmek,  Atatürkçü ve ortanın solunda olmayı, ulusal çıkarları savunmayı, bölünmeye destek vermemeyi gerektirir, gerisi lafı güzaf.


18 Mart 2015 Çarşamba

ÇOK ORTAKLI VATANA İHANET SUÇU.


Ülkenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan iktidarlar bu ülkeyi yönetinceye kadar daha çok kayıplar yaşarız.
Ege’de on altı adacığı (kayalıkları) Yunanistan’ın yıllar içinde işgal ettiği haberleri çıktıkça çok az sayıda gazeteci bu konuya parmak basmıştı.
Ama bu oldu bittilere ne iktidardan ne muhalefetten en ufak bir tepki gelmedi.
Bu konuda sesini çıkartan az sayıdaki gazeteciden biri de Rahmi Turan’dı.
16 Mart günlü Sözcü Gazetesi’nde usta Gazeteci Rahmi Turan bu konuda Genelkurmay’dan kendisine bir açıklama geldiğini yazmış ve gelen bilgiyi de okuyucusuyla paylaşmıştı.
Genelkurmay’ın açıklaması: “Olaya Genelkurmay Başkanlığı’nın tepkisiz kaldığı doğru değildir. Ege’de mevcut egemenlik antlaşmalarıyla  Yunanistan’a devredilmemiş olan ada, adacık ve kayalıklara ilişkin ihlaller tarafımızdan titizlikle takip ediliyor. Durum Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşüyle birlikte Dışişleri Bakanlığı’na bildiriliyor.
Konu siyasidir. Siyasi makamların yetki ve sorumluluğundadır. Alınacak kararların  siyasi sonuçlar doğuracak olması nedeniyle nihai karar siyasi iradenindir” şeklindedir.
Doğrudur, ulusal çıkarların korunmasında görevli ve sorumlu olan siyaset kurumudur.
Demokrasilerde askerler siyasi otoritenin talimatları doğrultusunda hareket ederler.
Etkili dış politika, güçlü, kolu kanadı kırılmamış, kendi siyasi iktidarının işbirliği ile kumpas davalarla çökertilmemiş bir ordunun varlığı halinde uygulanabilinir.
Nitekim daha yakın tarihimizde Kıbrıs Barış harekâtı, uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarımızı kullanan bir siyasi iktidarın iradesi ve ordunun başarılı bir amfibi harekatı ile gerçekleştirilmişti.
Ege kayalıklarında yaşananlar, necip Türk basını tarafından “iktidarımızı” kızdırmamak için, Mecliste bulunan siyasi partiler de, herhalde Amerikalı ve AB’li ağabeylerine şirin gözükmek için hiç dile getirilmiyor.
Genelkurmay’ın açıklaması, siyaset kurumu açısından, durumun vahametini çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
Açıklamada, Ege’de, sahibi belirsiz dahi olsa  ada, adacık ve kayalıkların Yunanlılar tarafından işgal edildiği kabul edilmektedir.
 Bu işgallerin asıl önemli tarafı Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı olmasıdır.
Aslında burada halktan saklanan en önemli konu, Yunan ihlal ve işgalleri genişledikçe, Ege denizi Türkiye için daralıyor; yani Ege’deki Türk Yunan ihtilafı da kendiliğinden Türkiye aleyhine çözümlenmiş oluyor. Olay VER KURTULA geliyor.
Tahmin ediyorum hükümet tam seçim arifesinde krize girmek üzere olan ekonomiye zarar vermesin diye, biraz da gırtlağa kadar borçlu olduğumuz batılıları kızdırmamak için en ufak bir tepki vermiyor.
Bu ihlaller karşısında Genelkurmay, tıpkı Güneydoğu Anadolu’da önünden silahlarıyla geçen teröristlere, siyasi iktidar olur vermediği için, müdahale etmediği/edemediği gibi, Ege’de de Yunan ihlallerini seyrediyor. Ülkenin ulusal çıkarlarını korumak adına, müdahale etmek bir yana, caydırıcı ve önleyici olabilecek önlemleri bile almıyor/alamıyor.
Denizlerimizin, bizim ekonomik geleceğimiz olduğu göz ardı ediliyor.
Aman analar ağlamasın, Güneydoğu Anadolu’yu Büyük Kürdistan’a ver kurtul, Yunanlı Ege de işgaller yapsın, aman ses çıkartma ver kurtul.
 AKP İktidarına kadar, ciddi devletlerde olduğu gibi, Türkiye içinde konu eğer yüksek ulusal çıkarlar ise gerisi teferruattı.
Bu milletin fıtratında ver kurtul olsa idi, Çanakkale olmazdı. Biz orada iki yüz elli bir bin  şehit verdik, okur yazarını kara toprağa bıraktık, çok analar ağladı.
Galatasaray, İstanbul Erkek lisesi, Sivas Lisesi, Balıkesir Erkek Muallim Mektebi, Çapa Öğretmen Okulu, Vefa Lisesi ve daha niceleri mezun vermedi.
Yüz binden fazla okumuş ve aydınını şehit verdik, şimdi ne yapıyoruz, Ege de Yunan işgallerini elimiz böğrümüzde seyrediyoruz.
Biz bütün bunları görmezden gelip kırk bin kişinin katilinin şartlarını iyileştirmenin yollarını ararken bir de Nevruz’da okunacak mektubunu bekliyoruz.           

 Efendiler, yaşananlar iktidarıyla muhalefetiyle, çok ortaklı vatana ihanet suçunu oluşturuyor, farkında mısınız.

15 Mart 2015 Pazar

BÖLÜCÜ KORONUN HAFİFLİĞİ


Geçtiğimiz hafta bir TV programında, Tayyip Erdoğan ve iktidarın durumu tartışılırken, iktidarın sözcülüğünü yapan gazeteci (!), Tayyip Beyi savunurken, daha doğrusu savunamazken, bir anda olayı “1937-38 Dersim Olaylarına” getirdi. CHP orada binlerce insanı öldürdü diye saldırdı.
Diğer bir gazetecide, kendisine, Rahmetli Menderes ve Celal Bayar’ında o dönemde CHP Milletvekilleri olduğunu söyleyince, iktidarın gazetecisi hemen çok bilmiş bir eda ile “Onlar ayrıldılar kendi partilerini kurdular” dedi.
Olayları bilmeyen bir izleyici, Menderes ve Bayar’ın sanki Dersim Olaylarından ötürü CHP’den ayrıldığını zanneder.
Mustafa Kemal Atatürk’ün son Başbakanı Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuad Köprülü 1945 yılında “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken, CHP Grubuna “Dörtlü Takrir” diye anılan, ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını isteyen bir önerge verdiler, bu önergenin red edilmesi sonrasında, o tarihteki Vatan gazetesinde çıkan yazıları nedeniyle Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan Eylül 1945 de partiden ihraç edildiler, aynı gruptan olan Celal Bayar’da önce milletvekilliğinden ve sonrada CHP’den istifa ederek, 7 Ocak 1946 da,yani Dersim olaylarından sekiz sene sonra Demokrat Partiyi  kurdular.
Yani Demokrat Partinin kuruluşunun Dersim olayları ile hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca 1938 de gerçekleştirilen, birinciye  Nazaran  daha büyük can kayıplarının yaşandığı ikinci Dersim harekâtı sırasında da, Atatürk’ün Başbakanı da Celal Bayar’dır.
Bunu yazarken sakın Celal Bayar’ı eleştirmek gibi bir düşüncem olduğu akla getirilmesin, zira bir kısım bölücüler, iktidarın sözcülüğüne soyunmuş gazeteciler gibi tarihten husumet çıkartma çabasında olanlardan değilim. Bayar ve arkadaşları da, CHP’den ayrılıp DP’yi kuruncaya kadar CHP’nin başbakanı, bakanı ve milletvekilleridirler.
Anadolu halkı, 1911 Trablusgarp harbinden başlayarak, kesintisiz Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşları olarak on bir yıl dövüşerek beş milyon evladının ve hem de çoğunlukla da okumuş evladının kanı ve canı pahasına,  egemenlik ve toprak bütünlüğü temelinde  bir Cumhuriyet kurmuştur.
Dile kolay on bir yıl, aç biilaç dövüşerek kurulmuş bu Cumhuriyeti kuranların ve  yönetenlerin ruhlarında bu süreçte yaşananlar büyük yaralar açmıştır.
Bu ruhsal yaralar, sadece harp meydanlarında yaşanan kayıplardan değil, vatanın bir yandan İngilizler ve Fransızlar arasında bölüşülmesine diğer bir yandan da bu topraklar üzerinde Ermenistan ve Kürdistan kurulmasını öngören Sevr’den de ötürü oluşmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet Musul meselesi ile uğraşırken İngiliz kışkırtmasıyla başlayan 1925 Şeyh Sait ve diğer Kürt isyanları, genç Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerini toprak bütünlüğü açısından elbette ki hassaslaştırmıştır.
Dersim olaylarını değerlendirirken, Cumhuriyete kadar o bölgede devletin varlığından dahi söz edilemediğini de göz ardı etmemek gerekir.
Olayları yaşandığı dönemin hukuk ve değer yargılarıyla irdelemek gerekir.
Kendi uluslaşma süreçlerini bizlerden daha evvel tamamlayan batılı ülkeler, “uygarlaştırma” adı altında sömürgelerinde uyguladıkları insanlık dışı uygulamaları görmezden gelip, Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece kendi toprak bütünlüğünü sağlamak ve uluslaşmak için gösterdiği çabayı eleştirmelerinin tek amacı böl parçala hükmettir.
Aslında yetmiş yedi sene evvel yaşanmış  Dersim olaylarını devamlı olarak gündeme taşıyanlar, Cumhuriyetin tasfiyesi projesini yürütenlerdir.
Eğer Türkiye’nin  bir bölgesini bu ülkeden ayırıp etnik kökene dayalı bir ırkçı devlet kurmak istiyorsanız, “Dersim Olaylarını” kaşımak elbette kendi içinde tutarlıdır.
Bu tutarlılık sadece ülke içindeki bölücü koro için değil, müttefikimiz olan ABD, Almanya ve diğer AB ülkeleri içinde böyledir.
Amerikalılar değil miydi Türkiye’nin istenen müttefik olabilmesi için Kemalizm’in kazınması gerekir diyenler. Onlar istiyor, bölücü koronun üyeleri de aldıkları talimatları yerine getiriyorlar.   

     

11 Mart 2015 Çarşamba

CHP AKP’NİN OYUNUNA GELDİ


Geçtiğimiz günlerde PKK’yı yasallaştırmak için AKP tarafından  yeni bir adım atıldı.
Hem de bu adım CHP kullanılarak yapıldı.
MİT’in içinde bir grubun, CHP’yi kapattırmak için bir oyun tezgahladığı yalanı ortaya atıldı; bu haber kamuoyunda alıcı bulmadı, daha doğrusu AKP’nin istediği yankıyı bulmadı.
İmdada Kemal Kılıçdaroğlu yetişti, “şüyuu vukuundan beterdir” dercesine, MİT içinde bu tezgahı kuranları  isim isim bildiğini ama şimdi değil zamanı geldiği zaman açıklayacağını, bu bilgiyi kendisine bir grup “vatanseverin” verdiğini söyleyerek, bu “yalan haberin” daha geniş kitlelere  ulaşmasına sebep oldu.
Kemal Beyin yakınında bulunan bazı kişiler CHP’nin kapatılmasını isteyebilirler, hatta bunu ellerini ovuşturarak da bekleye bilirler.
CHP’yi kapattırmaya ne onların ve ne de başkalarının  gücü yetmez. CHP  herhangi bir şekilde kapatıldıktan sonra yok olan siyasi partilere benzemez.
12 Eylül askeri rejimi kapattı, ama gene açıldı ve şimdiki Parti yönetimine rağmen dimdik ayakta.
MİT içinde böyle bir oyunun tezgahlandığına,ha doğrusu başında AKP’li olduğu tescilli bir bürokrat bulunmasına rağmen  de inanmıyorum.
 Ama AKP,  Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisizliğinden veya bilerek sağladığı örtülü destekten de istifade ederek, bugüne kadar sadece muhatap olarak kabul edip meşrulaştırdığı PKK’yı, şimdi de yasallaştırma  yolunda önemli bir adım  atmış oldu. 
Bir propaganda tekniği olan “yalan haber yayma” yönteminin farkında olmayanlar veya elde edilmek istenen sonuca örtülü destek vermek isteyenler, yalan haber de ileri sürülen  olay gerçekmiş gibi onu sahiplenirler.
Aynen Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi.
AKP bir anda, hiçbir neden yok iken “Parti Kapatmayı” daha açık bir ifadeyle PKK’yı yasallaştıracak bir anayasa değişikliğini gündeme getirse, bunu halka izah edemezdi.
Bunun için “GERÇEK DIŞI” CHP kapatılacak haberini yayarak, CHP yetkililerinin bilerek veya bilmeyerek bunun üstüne atlamasını sağladılar ve böylece kamuoyuna mal ettiler.
Kılıçdaroğlu bu haberi sahiplenip konuşur konuşmaz da ellerinde hazır bekleyen, 2010 Anayasa değişikliğinde Meclis tarafından reddedilen maddeyi aynen Meclise taşıdılar ve süratle de Anayasa Komisyonun gündemine aldırdılar.
CHP’nin kapatılması gibi bir oyunun, bir olayın varlığına  inanmadığım için, bunun PKK’yı yasallaştırmanın önünü açacak bir oyun olarak görüyorum.
Bir an için böyle bir olayın var olduğunu düşünelim, o zaman  Kılıçdaroğlunun yapması gereken bu isimleri, hemen hiç geciktirmeden açıklayarak, olayın üstüne yürümek olurdu, bunu kendisine saklayamazdı.
Hatta CHP’ye gönül ve oy veren insanları demokratik tepkilerini göstermek için  sokağa dökmesi gerekirdi.
Ama bu yola gidilmediği gibi, CHP üst yönetiminde bulunan bazı kişilerin bugüne kadar ki söylem  ve davranışları nedeniyle, doksan yıllık bu parti  PKK’nın yasallaştırılmasına örtülü bir şekilde payanda mı oluyor, sorusunu akla   getirdi.
AKP, “parti kapatma davası açılmasında son kararı verme  yetkisini Meclise verelim” diye ortaya çıkınca,  “CHP kapatılacak” haberinin asıl  amacının  PKK’yi yasallaştırmanın yolunda CHP’nin örtülü desteğini sağlamak olduğu anlaşılmıştır.
Yalan haber yaymanın,  istenen bir sonucu elde etmek için bir yöntem olduğunu, CHP yöneticileri hariç biraz, okur yazar olan  herkes biliyor.Zira bu çok eski tarihlerden beri gerek savaş alanlarında ve gerekse siyasette uygulanan bir yöntemdir.
Bir grup iyi niyetli CHP’liler, partilerin tutumunu savunabilirler, ama bir şeyi gözden kaçırmamak lazım, oda AKP ve HDP’nin meclisteki sandalye sayısı bu anayasa değişikliğini yapmaya yetmektedir.
Bu nedenle ortada hiçbir neden yokken böyle bir anayasa değişikliğini gündeme getiremezlerdi, ağırlıklı olarak CHP’yi kullanarak bunu TBMM gündemine getirip PKK’yı yasallaştırıyorlar, yani CHP, AKP’nin oyununa geldi.   


8 Mart 2015 Pazar

ORTA DOĞU’DA YALNIZ KALAN TÜRKİYE


Cumhuriyetin kurulduğu günden, AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye, komşularının ve özelliklede Orta Doğu ülkelerinin aralarındaki çekişmelerde tarafsız kalmayı ve özellikle de Arapların iç çatışmalarına hiç müdahale etmemeyi ve dinci/mezhepçi dış politika uygulamamayı milli politika haline getirmişti.
Bu temel dış politika uygulamasını hayata geçirenler, Arap Milliyetçiliği duygularının çok güçlü olduğunu biliyorlardı. Nitekim dinci mezhepçi bakış açısının Arap Milliyetçiliği karşısında ikinci planda kaldığı yakın tarih diliminde de yaşanarak görülmüştür.
İran Irak harbinde Irak’lı Şii Araplar, Şii ama Arap olmayan İran’a karşı savaşmışlardı.
Tek tek ülkeler temelinde incelediğimiz zaman, AKP’nin dış politika uygulamalarının Türkiye’yi nasıl yalnızlığa mahkum ettiğini göreceğiz.
Libya: Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında yanında duran, ona destek veren tek Arap ülkesi.
Libya’da şu anda iki hükümet var. Birisi uluslararası camianın tanıdığı, Tobruk’da bulunan hükümet. Diğeri ise 2014’ün Temmuzunda Tripoliyi ele geçiren, Müslüman Kardeşlerin desteklediği, dolayısıyla da AKP’nin desteklediği, ama uluslararası camianın tanımadığı, meşruiyeti olmayan şeriatçı hükümet.
İki hafta kadar önce Tobruk Hükümeti’nin Başbakanı Abdullah El Thini yaptığı açıklamada “Libyalının Libyalıyı öldürmesi için Türkiye’nin Tripoli’deki gruplara silah yardımı yapıyor” dedi ve Türkiye ile bütün ilişkilerini keseceğini, Türk şirketlerine artık iş vermeyeceklerini söyledi ki, Libya Türk müteahhitlik şirketlerinin uluslararası piyasaya ilk çıktıkları ve deneyim kazandığı ülkedir.
İsrail: Bir İsrail gazetesinin iddiasına göre, İstanbul yakınlarındaki bir bölgede ve Türk resmi makamlarının gözleri önünde, İsrail’de eylem yapacak, terör örgütü Hamas militanlarının eğitildiğini yazdı.
Mısır: Katar’ın bile kovduğu Müslüman Kardeşler  örgütünün lider kadrolarının İstanbul’da olduğu bilinirken, bu  yetmezmiş gibi birde örgütün Mısır’ın meşru hükümetini devirmek için İstanbul’dan radyo/tv yayını yaptığı söyleniyor..
Suriye/Irak: AKP, laik Esadı devirmek ve Şii ağırlık Irak Merkezi hükümetini zor durumda bırakmak hırs ve azmi ile dinci/cihatçı bütün terör gruplarına, lojistik destek sağlamak için silah ve militan geçişine izin vermek dahil, yaptığı tüm yardımların da İŞİD’in eline geçtiği ve İŞİD’in bu sayede var olduğunu artık batıda herkes söylüyor. İŞİD’e verilen destek (militan geçişleri ve ticaret) azalmış olmakla beraber devam ediyor.
İran: Türkiye’nin Esad’ı devirmek ısrarı nedeniyle, terör gruplarına  destek vererek Suriye iç savaşını uzattığı ve en son Süleyman Şah operasyonunun da Suriye’nin toprak bütünlüğüne saldırı olduğunu söyleyerek eleştiriyor.
Suudi Arabistan: AKP’nin tüm bölgede Suudilerin can düşmanı Müslüman Kardeşlere verdiği destek ve bu desteğin kesilmesinin mümkün olmadığı algısı değiştirilemediği gibi, ölen Kralı’nın cenazesine gidip Türkiye’de şehitlerden esirgenen, burcu burcu yağcılık kokan yas ilan edilmesine rağmen, Müslüman kardeşler verilen destek nedeniyle ilişkiler de yumuşama olasılığı zayıf görünüyor.
Tunus: AKP’nin destek verdiği Müslüman kardeşlerin partisi El Nahda geçen yıl yapılan, BARAJSIZ VE MİLLİ BAKİYELİ  seçimleri kaybetti. Yeni hükümeti, seçimin galibi Nida partisi  kurdu, Nahda da küçük ortak olarak koalisyon hükümetinde yer aldı.
Sonuç olarak AKP’nin uyguladığı, geleneksel Türk dış politikasına aykırı mezhepçi  politikalar, bölgedeki bütün etkili devletlerle Türkiye’yi hasım haline getirdi. AKP bu politikadan vaz geçeceği yerde, sığ bir aklı evvelin, “değerli yalnızlık”   zırvasını, sanki kendi bilinçli  tercihi imiş gibi halka yutturmaya çalışıyor.
Bu izlenen yanlış dinci/mezhepçi dış politika, Türkiye’nin bölge ülkeleri tarafından dışlanmasına neden olduğu gibi, aynı zamanda “terörü destekleyen devlet” konumuna da düşürüyor.
Gelinen noktada AKP iktidarı, ülkeye daha fazla zarar vermeden, Orta Doğu politikasını gözden geçirip, geleneksel, Arap ülkelerinin aralarındaki çekişmelerde tarafsız kalma ve özellikle de  iç çatışmalarına hiç müdahale etmeme milli politikasına dönmek zorundadır.
         
 


4 Mart 2015 Çarşamba

ÜLKE TAM BİR CİNNET HALİNDE


Sabah Gazeteleri elinize aldığınızda hayretler içinde kalmamak mümkün değil.
Lider yalakalığı, (Padişah Dalkavukluğu), nabza göre şerbet vermek artık vakıayı adiyesi haline geldi.
TBMM kürsüsünde, Meclis dışından bakan olarak atandığı gün “Büyük Türk Milleti Önünde”,  “Anayasaya sadakatten ayrılmayacağına” yemin eden içişler Bakanı Efkan Ala,  Mevcut Anayasanın darbe anayasası olduğunu, kötü bir anayasa olduğunu, derhal değişmesi gerektiğini, milletin iradesini gasp ettiğini, söylemiş.
Yalaka olmaya karar verirseniz ağa babanız ne derse, sizde onu yalan yanlış tekrar edersiniz.
Bu anayasanın darbe anayasası olduğu, yapılışı itibariyle askeri rejim tarafından yapıldığı bir tarihi gerçek, gerçekte, bu anayasa TBMM’nin hür iradesiyle ve büyük çoğunluğu da AB’ye uyum yasaları çerçevesinde  17-18 defa en az 117 maddesi değişti.
Bu anayasanın askerlerin yaptığı anayasa ile bir alakası kalmadı. Hani o sözünü ettiğiniz, aslında ne olduğunu da bilemediğiniz, yalan yanlış tekrar ettiğiniz  “milli iradenin” ürünüdür.
Sizin anladığınız anlamda “milli irade” arıyor iseniz  o anayasanın arkasında da yüzde doksan ikilik “milli irade” var.
Eğer askerlerin yaptığı anayasaya karşıysan ve bu konuda dürüstsen, lider oligarşisi yaratan siyasi partiler kanuna, demokrasi ayıbı yüzde onluk seçim barajını taşıyan seçim kanunu da ret et. Onlarda askeri rejim yasaları ve hatta değiştirmesi de basit çoğunlukla oluyor.
Yüreğiniz yetmez ona, çünkü ağa babanız o yasaları kullanıyor, o yasalardan şikayeti yok, o zaman sizinde de şikayetiniz olamaz.
Seçimler sonucu veya referandum sonucu yansıyan milli irade falan değildir, oraya yansıyan sandığa giden seçmenin iradesidir.
Milli irade kavramı Fransızların bir zamanlar kullandığı, son elli yıldır da terk ettiği bir kavramdır.
Millet geçmişten geleceğe uzanan bir kavramdır. Türk milleti dediğin zaman ölmüş atalarımızda doğacak kuşaklarda ve şu anda çeşitli nedenlerle  sandık başına gidemeyen tüm bir ulusu tarif eder.
Tabii saçmalamakta bir düşünce açıklama şeklidir, düşünce ve ifade özgürlüğü içinde düşünmek gerekir.
     Tabii ben bu saçmalamaya, o gün TBMM Yöneten Meclis Başkan vekilinin, kendisine teşekkür etmek yerine, “TANIMADIĞINI” söylediği bu anayasaya sadakat yemini ettiğini hatırlatmasını beklerdim.
Sade Efkan Ala mı saçmalamakta sınır tanımayan?
Yok, canım olur mu?
Atatürk’e kefere dediği için Kılıçdaroğlu tarafından CHP’de  kadın kontenjanından parti meclisine sokulup, büyük bir ihtimalle de aynı kontenjandan liste başına oturulacak olan, Mehmet Bekaroğlu da nabza göre şerbet veriyor.
O ne buyur muş?
Diyarbakır’da bölücülerin düzenlediği ve CHP adına katıldığı bir panelde “ulus devlet miadını doldurdu” buyurmuş.
ABD ve AB içerideki uşaklarının yardımıyla Türkiye’de yeni azınlıklar yaratmaya çalışırken, Amerika’da farklı ırklardan, dinlerden ve etnik kökenden gelenlerin Amerikanlaştırılması politikası yürütülüyor.
Biz de laiklik karşıtı, dinci kökenden gelen bir kişi çıkıp, ulus devletin miadı doldu derken, Amerika’daki mültecileri Amerikanlaştırma politikasının içinde bazı din adamları var.
Fransa, Almanya, Finlandiya, Norveç, Avusturya, İtalya, Portekiz, İspanya ulus devlet olabilir ama, Türkiye olamaz.
Niye?
Çünkü bölücüler böyle istiyor.
 AKP/Öcalan’ın üzerinde anlaştıkları 8. Madde ne diyor, “Kimlik kavramı, tanımı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayış”
Bu, Türkiye’de çeşitli etnik kimlikler vardır. Bu etnik kimlikler Anayasa ile tanınmalı ve tanımlanmalıdır. Etnik köken temelinde örgütlenme geliştirilmeli ve hepsine ana dilde eğitim ana dilde kamu hizmeti alma imkânı tanınmalı, demektir.
Bütün bunları alt alta dizdiğiniz zaman ülkenin tam bir cinnet halinde olduğu görüyorsunuz.
Atatürk düşündüklerimiz inde ötesinde büyük bir adammış, gerek gençliğe hitabesinde ve gerekse Bursa nutkunda, bütün bunlara karşı ne yapılması gerektiğini söylemiş.
   






1 Mart 2015 Pazar

YALAKA


Son yıllarda önce Türkiye  sonra da CHP üstüne oyunlar oynanıyor, algı operasyonları yapılıyor.
Kimi elde edilmiş bilim adamları, gazeteciler, liboşlar kullanılarak Türkiye ve Türkler üstüne “biz neymişiz” dedirtecek, bilimselliği olmayan dedikoduya dayalı birlik ve beraberliğimizi bozacak propagandalar yapılıyor.
Bu 1915 Sözde Ermeni Soykırımından başlıyor, “Dersim Olayları” ile devam ediyor.
Türkler hep kötü, Türkleri arkadan vuran herkes iyi.
Gel bunları bir bilimsel inceleyelim dediğin zaman “Olmaz, O Resmi Tarih Olur”  bir asır evvel, seksen sene evvel yaşanmış olaylar sözde tanık anlatımları ile  dile getirildiği zaman gerçek tarih oluyor.
Türkler ve Türkiye üstüne bu algı operasyonu yapılırken, CHP’nin bundan nasibini almaması mümkün mü?
Elbette nasibini alacak, tek parti devri; yık o zaman  bütün suçu Atatürk’ün ve onunla birlikte bu devleti kuranların üstüne, ama bunu yaparken de tepki almamak için açıkça Atatürk dememeye özen göster, ama ima yoluyla üstü kapalı Atatürk’e İsmet Paşaya saldır.
Sabahattin Ali’yi de Devlet öldürdü de, Dersim isyanı da bir karakol Çavuşunun, muhtarın karısının ırzına geçmesiyle başladı de. Mahalle varı, dedikodu kıvamında konuşmak serbest, at ata bildiğin kadar.
Buna algı operasyonu diyorlar.
Bunun için önce bu iş için devşirilmiş, çeşitli yöntemlerle elde edilmiş bilim adamları, gazeteciler, siyasetçiler kullanılıyorlar, bunlar kendilerine verilen görevi yapıyorlar.
Şimdi bir de bugünlerde yarı cahil, yalakalığa soyunmuş, Milletvekili adayları çıkıyor ortaya.
Genel başkanları biz 1930’ların CHP’si değiliz, Sabahattin Ali’yi de CHP öldürttü  dedi ya, başla aynı şeyleri söylemeye göze girersin belki, hiç bundan evvel bu konuda konuşmuş muydun? Bu konuda bir fikrin var mı?
Hiç düşündün mü? Sabahattin Ali’yi Devlet niye öldürtsün?
O devrin siyasi iktidarı kendisini eleştirileriyle rahatsız eden, mizah dergileri yüzünden öldürttü dedikodusu yapılır.
Bunun tutarlı bir mantığı yok, zira o dergileri çıkartanın Aziz Nesin olduğunu bilmeyen mi var?
Niye Sabahattin Ali’yi öldürtsün ki; öldürtecek olsa Aziz Nesin’i öldürtür.
Öldüren kim?
Ordudan atılmış  eski tabiriyle gedikli şimdiki tabiriyle bir astsubay. Ordudan atılma nedeni hırsızlık.
Adam yakalanmış, olayın para için olduğu yargılama sonunda ortaya çıkmış.
Hani o  faşist olmakla, katliamcı olmakla suçladığınız CHP, tek parti devrinde  bir adamı gizlice öldürtse, yakalatır mı?
CHP tarihi ile yüzleşmeliymiş.
Breh Breh Breh
CHP’nin tarihinde utanılacak hiçbir şey yok. CHP’nin tarihinde Kurtuluş Savaşı var,Lozan Var, Aydınlanma Devrimi var, Millileştirilen Demiryolları var, o devre göre yapılabilecek en büyük sanayi hamlesi var, ekonomik büyüme var, yabancıların tahrikiyle çıkartılan Kürt ayaklanmalarına karşın genç Cumhuriyeti koruma refleksiyle doğu ve Güneydoğu isyanlarını bastırıp, tek mermi atmadan diplomatik bir zaferle Hatay’ı anavatana bağlamak var. Bu ülkeye, çok partili siyasi hayatı getirmek,Cumhuriyeti, demokrasiyi, demokrasinin olmazsa olmazı laikliği  getirmek var, bunlarla mı yüzleşeceksin?
Hadi yüzleşelim.
Genç Türkiye Cumhuriyeti dış sorunlarla boğuşurken yabancı uşaklarının çıkarttığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çıkmış bütün isyanlarını bastırdığı için mi CHP tarihi ile yüzleşecek.
Sabahattin Ali’yi CHP öldürttü, tarihimizle yüzleşelim, demenin  tek sebebi var, aday adayısın ya ABD’ye hizmet sunan birilerine yaranmak için, Genel Başkanı’nın söylediklerini papağan gibi tekrar ediyorsun.
Aslında farkında bile değilsin, Türkiye’den KEMALİZM SİLİNMEDEN Türkiye ABD’nin  istediği  ortak olamaz da  ondan. Bu benim yorumum, söylemim değil, Amerikalı görevlilerin raporlarında var.
Bunun içinde algı operasyonlarında elde edilmişlerin dışında senin gibi yarı cahilleri de kullanırlar.
Sen bunları hiç bilmezsin, son on yılda okuduğun on tane kitabın adını versene, veremezsin, okumazsın ki yalaka. Okumadığın içinde bilmezsin/bilemezsin.
Eskiden padişahların dalkavukları  olurdu, şimdi parti genel başkanlarına aynı hizmeti sunan, senin gibi  yalakaları var.