28 Kasım 2012 Çarşamba

TÜRK İŞİ DEMOKRASİ



Başbakan gene yaptığı konuşmalarda önüne gelene saldırmağa, tehdit etmeğe başladı.
BDP Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının AKP grubunda görüşüleceğini söyledi,  “Muhteşem Süleyman” isimli TV dizisine yapımcısına, bu kanalın sahibine giydirdi de giydirdi.
Başbakan geçmişte de böyle bildiği bilmediği konularda, arkasını önünü düşünmeden konuşur ve komik durumlara  düşerdi.
Ama bu konuşma artık hezeyan halinde olduğunu gösteriyor.
Her inişteki siyasetçi aynı hataları, aynı çılgınlıkları yapar.
Başbakan ne diyor, BDP lilerin dokunulmazlıkları konusunu grubumuzda konuşacağız” diyor.
Peki Anayasa’nın 83. Maddesinin son cümlesi ne diyor, “Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi parti gruplanınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” diyor.
Yani Başbakan Anayasayı açıkça ihlal edeceğini söylüyor.
Elbette Başbakan hukukçu değildir, hukuku bilmeye bilir, ayrıca bilmiyor da zaten, ama milletvekili,  hukukçu olmasa bile hukuka uygun konuşmak ve davranmak zorundadır.
Eğer bu ülkede hiçbir dokunulmazlık dosyası, karma komisyondan Genel Kurula inmiyorsa, hangi nedenle olursa olsun, bir ayrımcılık yapılarak, BDP lilerin dosyalarını, dokunulmazlıklarının kaldırılması görüşüyle Genel Kurula indirmek büyük bir yanlıştır.
Geçmiş yıllarda HADEP’li Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sonrası yaşanan olumsuzlukların, ülke demokrasisine verdiği zararlar ve bölücü unsurların bunu nasıl istismar ettikleri hafızalardadır.
Eğer bir şey yapılacak ise, önce Anayasa’daki “Dokunulmazlığı” kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılmak gerekir. Ondan sonra, şimdi Mecliste bekleyen dosyalar eski maddeye tabii olacağı için, tümünü TBMM Genel Kurulu’na indirip  bekleyen bütün dosyalardaki dokunulmazlıklar kaldırılmalı, kalpazanlık, cinsel taciz, gasp, ihaleye fesat karıştırmak, ne varsa yargılanmalarının önünü açılmalıdır, işte o zaman bunun demokratik bir anlamı olur.
Yoksa o dosyalar orada dururken sadece BDP lilerin dosyalarında dokunulmazlıkları kaldırmak, terör örgütünün eline çok büyük bir fırsat verir
Bu yola gidilirse, ülkenin gerçek aydınlarının, ulusalcılarının buna şiddetle karşı çıkmaları gerekir. Bu bir aydın, bir vatansever  sorumluluğudur.
Zira bu davranış tam bir totaliter iktidar mantığıdır. Buna tepki verilmezse sonra sıra diğer muhalefet partilerinin milletvekillerinin dosyalarına gelecektir.
Ya da, bütün bunlar bir aldatmaca, Başbakan gene şov yapmakta, her zaman olduğu gibi PKK ve uzantılarına asarım, keserim dedikten sonra, yine bunlara büyük tavizler verecektir.
BDP Milletvekillerinin şımarıklığa, küstahlığa varan  davranışlarını, Habur Kepazeliğine, Oslo görüşmelerine bağlayan  halkımızda  oluşan  tepkiyi yumuşatmak için bu şahısların dokunulmazlığını kaldıracak ve fakat Anayasayı açıkça da ihlal ettiği için de dokunulmazlık konusundaki TBMM kararı bu Anayasa Mahkemesinden bile dönebilecektir.
Sonra da topluma dönüp “ben yaptım ama yargı geçit vermedi”  diyecektir.
İnanırlılığını yitirdiği için sinir sistemi laçka olan Başbakan, “Muhteşem Süleyman” dizisine de saldırdı.
Burada asıl vahim olan basın özgürlüğüne ve sanata olan bakışıdır.
Başbakan alıştı, işten atın dediği gazetecinin işine son verildi.Spor kulüplerine bile müdahale etti.
Kendisini bu ülkedeki her konuyu düzenlemekte yetkin gördü ve maalesef buna da, Fenerbahçe Camiası dışında en küçük bir tepki gelmedi.
Yani köpeksiz köy buldu değneksiz dolaşmaya başladı.
Artık birilerinin demokratik tepki koymasının zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Batının aydınları, aydın olmanın, burjuvaları da, burjuva namusunun gereğini yaparak haksızlıklara, hukuksuzluklara, baskılara direnirler; tepki koyarlar.
Sayın Ferit Şahenk’de kendisinde var olduğuna inandığım burjuva namusu gereği, bu çirkin, haksız, hukuksuz baskıya direnmelidir ki, gerçek demokrasi bu ülkeye yerleşsin.
Gerçek demokrasi araştırma komisyonları kurmakla yerleşmez, gerçek demokrasi, ülkenin aydının, burjuvasının, emekçisinin haksızlık karşısında tek vücut olmasıyla kurulur. Yoksa Türk işi demokrasi sürer gider.


  


25 Kasım 2012 Pazar

ÜLKE BÜYÜK BİR GERGİNLİĞE SÜRÜKLENİYOR



Ülkede çok büyük gerginliklere gebe bir durum var.
Adına ister Kürt sorunu, ister terör sorunu deyin, bunun konuşulduğu Tv programları veya köşe yazılarında, ülkenin bölünmesi için bazı insanların büyük bir çaba gösterdiğini görürsünüz. Bu programlarda ve köşe yazılarında  sadece Kürtler var.
Sadece onların haklarından! bahis ediliyor.
Sosyolojik olarak kendini Türk olarak  kabul edenlerin olaylar karşısında ne diyeceği hiç düşünülmüyor, sorgulanmıyor.
İşi o kadar ileri götürenler var ki, “Halk isterse bağımsızlık bile tartışılır” , “şiddet meşru hale gelmiştir” demek cesaretini bile gösterebiliyorlar.
Zannedersiniz ki, bu ülkede yaşayan halk sadece Kürtler.Ya diğer büyük çoğunluk başka şey söylemeye başlarsa, hırçınlaşırsa oluşacak gerginlik nasıl aşılacak..
Bir taraftan “Barışın dilini hakim kılalım” yalanını söyleyeceksin, bir taraftan da  “Halk isterse bağımsızlık bile tartışılır” ,”şiddet meşru hale gelmiştir” diyeceksin.
Toplumsal barışı zorlayan bu tür söylemler ileride çok daha fazla üzüleceğimiz olayları tetikler.
Bir taraf  ülkeyi bölünmeye götürecek oyunların içinde yer alırken, bir diğer tarafta, bu Devleti kuranları itibarsızlaştırmak çabası içine girmektedir.
Genç Cumhuriyete karşı İngilizlerin ajanı olarak isyan çıkarttığı için idam edilen bir kişinin itibarının iadesi için yasa teklifi verilebilmektedir.
Bu yasa teklifini verenin, buna göz yumanların  temel hedefi o katilinin itibarını iade ettirirken, Atatürk ve onun en yakın çalışma arkadaşlarını “itibarsızlaştırmaktır.
Terörle mücadele değil, müzakereyi temel edinmiş bir iktidar ve buna destek veren bir muhalefet.
Ülkenin Başbakanı “silah bırakan teröristlerin başka ülkelere gidebileceğini” söylemekte, ana muhalefet partisi Genel Başkanı da  buna destek vermektedir.
Zannedersiniz ki, terör örgütü mensupları sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları.
Bunların içinde Suriyeli, Iraklı, İranlı Kürtler olduğu gibi az sayıda da olsa Rus ve Kafkas kökenlilerde var.
Yani sen , kimi, nasıl affedeceksin?
Bir anlamda eli kanlı katillere kaç kurtul mu diyorsun?
Bu nasıl bir devlet mantığıdır.
Dış politikada da derin bir hüsran yaşanıyor.
Düne kadar komşularla sıfır sorun diyenler, aramızda sorun olmayan  tek komşu ülke bırakmadılar.
Kendi savunma sistemini bile ABDli Generalin eline bırakan bir Türkiye.
Çevresi ateş çemberi haline gelmiş Türkiye’nin elbette Patroit veya benzer füzelere ihtiyacı vardır. Ama bunun hem toprağının hem de komutasının  kendisinde  olması şartıyla.
Zamanın da orta Avrupa ülkeleri istemediği için bizde İsrail’i savunmak için kurulan Kürecik radar üssü,  bu ülkeyi  bir İsrail İran çatışmasında zaten hedef haline getirmişti.
Bu nedenle bu füzelerin işlevi Türkiye’den ziyade İsrail’i savunmak olduğundan, o zaman da komutasının zaten Türkiye’ye vermeyeceklerdir.
Dış politikada, güçlü bir muhalefet zaman zaman iktidarlarım dışarıya karşı pazarlık gücünü arttırır.
Ama maalesef bugün Mecliste özellikle CHP de ulusalcıların tasfiyesinden sonra böyle bir muhalefette söz konusu değildir
Nitekim 1 mart 2003 de TBMM de CHP’nin öncülüğünde bazı vatanperver AKP lilerin de desteğiyle zkerenin geçmesi engellenerek, Türk Ordusunun milyonlarca Müslüman’ın kanına girmesinin önüne geçilmişti.
Ama ondan sonraki süreçte ABD’nin oyuncağı haline gelen Türkiye, Irak’tan sonra da Suriye’nin bölünmesine destek vermiştir.
PKK nın sözcüleri tarafından , Suriye’de de Irak’taki gibi bir bağımsız Kürt bölgesinin  kurulacağını,  bunun kaçınılmaz olduğunu söylemektedirler.
Elbette bundan sonra sıra Türkiye’ye gelecektir. Bütün şehir yasası ile bunun ilk adımı atılmış, ana dilde savunma hakkı gibi, Kürtçe’nin resmi dil olarak kamusal alana girmesi de sağlanmak üzeredir.
Başkanlık sistemi söylemleri sırf eyalet sistemini  kurup bağımsız Kürdistan’ın kurulmasının önünü açmaktır.
Dış politika iç politikanın aynasıdır. Dış politikadaki Türkiye’nin takındığı tavırlara bakın, ülkenin nereye gittiğini görün.

21 Kasım 2012 Çarşamba

HOŞ GELDİN SEVR



8 Şubat tarihli yazımda “Devlet Şantaja Boyun Eğmez” diye yazmıştım.
Yanılmışım AKP İktidarı “Danışık” açlık grevine ortak olmuş, adım adım Sevr’i hayata geçiriyormuş.
Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde 670 hükümlü ve tutuklunun iki aya önce başlattığı ve şimdi de sonlandırdığı  açlık grevleri bir danışık mış.
 Talepler, Ana dilde Savunma hakkı, Ana dilde eğitim ve Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit kaldırılsın idi.
Siyasi iktidar, PKK talepleri karşısında her zaman olduğu gibi önce babalanıyor görünüp, sonradan da paşa paşa terör örgütünün isteklerini yerine getirmiştir.
KCK Davaları ile başlayan, ana dilde savunma yapma talebi hükümet tarafından, Türkiye’nin kurucu antlaşması olan, Lozan, Türkiye’nin taraf olduğu çok taraflı diğer anlaşmaları ve kendi Anayasamızı ihlal edecek şekilde yasa değişikliği tasarısını TBMM’ye sundu.
Bu yasa tasarısıyla Türkiye’de Lozan Antlaşmasına aykırı olarak dil azınlığı yaratılmaktadır.
Türkiye’de Lozan Antlaşmasında kabul edilen azınlıklar dışında bir azınlık yoktur.
PKK terör örgütünün ana dilde savunma yapılması konusundaki talebinin,asıl amacı Kürtçe olmakla beraber,  sayısız dil ve lehçelerin kamusal alana taşınmasının yolunu açmaktadır.
Bu talep, Türkiye’nin üniter yapısı, ülke sınırları içersinde kamusal alanda resmi dil birliğinin sürdürülmesi, kamusal bir istek olan, ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğü geçersiz kılmaya yönelik bir siyasal istemdir.
AKP iktidarı, terör örgütü üyelerinin hiçbir haklı nedene dayanmayan bu siyasal açlık grevi önünde insan hayatına saygı gösteriyormuş görünerek, üniter devlet yapısını bozmaya yönelik, Sevr Antlaşmasının 62. Maddesindeki “Özerkliği” getiren Büyük Şehir Yasası’ndan sonra, bir talebi daha, Ana Dilde Savunma Hakkını   hayata geçirmeye başlamıştır.
1923 Tarihli Lozan Antlaşmasından sonra, Türk Hukukuna  gerek iç hukuk gerekse uluslararası hukuk anlamında adil yargılanma hakkını garanti altına alacak düzenlemeler getirilmiştir.
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların maddeleri içinde, Türkçe bilen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının istediği dilde savunma yapmasına izin veren hiç  bir hukuk kuralı yoktur.
Ancak AKP İktidarının getirdiği düzenleme, Lozan’ı yapanların yırtıp attıkları, bir teslimiyetin, bir yok oluşun  hikayesi olan Sevr Antlaşmasının 145. Maddesinin son paragrafının son cümlesinde yer alan “….Türkçeden başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklularına, mahkemelerde, ister sözlü ister yazılı olsun, kendi dillerini kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır” hükmünün farklı anlatımıdır.
Yani AKP İktidarı yapılan “danışık” şantaj oyunlarıyla, yırtıp atılan  Sevr antlaşmasının benzer  maddelerini bir bir hayata geçirmektedir.
Türkiye’nin taraf olduğu gerek  Siyasi ve Medeni Haklar sözleşmesi, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine göre, Türkiye sadece resmi dilini anlamayan ve konuşamayanlara kendi dilinde savunma hakkı tanımak zorundadır.
Türk Hukukunda bu iki uluslararası antlaşmayla uyumlu Ceza Muhakemeleri Yasasının 202. Maddesi bugün hala yürürlükte iken, bu yasa değişikliği tasarısını Meclise getirmek  suretiyle AKP iktidarı,  “danışık” açlık grevi oyununa ortak olmuştur.
Bu AKP İktidarının dış politikadaki iflasından sonra, şimdi de terör örgütüyle Oslo mutabakatının hayata geçirilmesinin  açık ilanıdır.
Türkiye süratle bir bölünmeye doğru gitmektedir.
AKP İktidarı terörle mücadeleyi değil müzakereyi yeğlemiş ve ülkeyi bölünmeye götüren Büyük Şehir Yasasını meclisten geçirmiş ve hemen arkasında da  ana dilde savunma kisvesi altında, bir kültür zenginliği olması gereken, ülkenin çeşitli yörelerinde kullanılan bir çok dil ve lehçelerin mahkemelerde kullanılmasının  yolunu açarak,  kamu alanına resmi dilin yanında yeni resmi diller de  getirilmesinin önünü açmıştır.Asıl amaç Kürtçeyi Kamusal alana sokmaktır..
Büyük Şehir ve Ana Dilde Savunma Hakkı yasal düzenlemelerinin yürürlüğe girmesiyle özerklik hayata geçecek, çok uzak olmayan bir başka baharda da tam bağımsızlık gelecektir.
Cumhuriyet ve ulusal bütünlükten yana olanlar uyanın artık.











18 Kasım 2012 Pazar

SURİYE POLİTİKASI’NI İÇLER ACISI HALİ



Bilindiği üzere geçen ay ABD’nin isteği üzerine Suriye ulusal Kurtuluş Ordusu’nun merkezi lider kadrosu da değiştirilerek İstanbul’dan  Katar’a nakledildi.
Bu durum sadece  bu konuda Türkiye ABD ayrışmasını değil, Suriye konusunda aynı kampta bulunduğumuz Suudi Arabistan ve Katar ayrışmasını da gözler önüne sermiş oldu.
Tayyib Erdoğan ve onun Düşişleri Bakanı Kifayetsiz Davutoğlu’nun    hedefinde, Suriye’de Esad Rejiminin  on, on beş gün içinde yıkılıp, onun yerine, Mısır’da olduğu gibi Müslüman Kardeşlerin egemen olduğu bir rejimin kurulması vardı.
Bu nedenle de Suriye (sözde) Ulusal Kurtuluş Ordusu’na maddi manevi her türlü destek verildi.
Türk Dış Politikasını yöneten kifayetsiz Davutoğlu’nun bilemediği, Türk basının da iktidarı kızdırmamak için görmezden geldiği nokta, Arap Yarım adasındaki rejimlerin, başta Suudi Arabistan olmak üzere, bu Müslüman kardeşler hareketine iyi gözle bakmadıkları idi.
Nitekim o rejimlerde de Müslüman kardeşler yasaklıdır.
Biran için akla, İkisi de İslamcı, aralarında ne fark diye bir soru gelebilir.
Aslında aralarında büyük fark vardır.
Müslüman kardeşler  İslam Cumhuriyetini kurmayı hedefleyen militan bir kitle  örgütüdür.
Güçlü olduklarını bildikleri için dini siyasi amaçlarla kullanarak yönetimleri ele geçirip, İslami cumhuriyetçi bir düzen yerleştirmeyi hedeflerler. Bu hedefe varmak içinde seçim yapılmasını ve meclis oluşturmasını savunurlar.
Diğer tarafta ise, Arap Yarımadasında   birkaç yüzyıl önce Suud ailesi ile vahabistler (selefiler) aralarında uzlaşmaya iktidarı bir anlamda bölüşmüşlerdir.
Halende geçerli olan bu anlaşmaya göre Suudi ailesi ülkeyi monarşik düzen içinde yönetecek, Vahabiler ise yönetime  ve ülke siyasetine karışmayacaklar, sadece dini ve sosyal işlerle uğraşacaklardır.
Suudilerin en korktuğu şey,seçim yapılması ve bunun sonucunda bir parlamentonun kurulmasıdır.
İşte tam bu noktada, Türkiye’nin bütün komşularıyla sorunlu olan dış politikası birde ABD, Suudi Arabistan ve Katarla da ayrışmıştır.
Kifayetsiz Davutoğlu, Suudi Arabistan’ın tek hedefinin Esad Rejiminin gitmesi olduğunu düşünerek büyük yanlış yapmıştır.
Suudlar İran’ın bölgedeki nüfusunu kırmak için Esad rejiminin yıkılmasını isterler, ama kendi ülkelerinde yasakladıkları Müslüman kardeşlerin de Suriye’de iktidarı almasını istemezler.
İşte bu nedenledir ki son DOHA toplantısında, Suudi Arabistan’ın da desteğini alan Katar’ın ön ayak olmasıyla, Suriye Kurtuluş Ordusu’nun yönetim merkezinin İstanbul’dan Katar’a naklini bu gerçeğin ışığında değerlendirmek gerekir.
Türkiye, Suriye politikasını şekillendirirken Araplar arasındaki bu çelişkileri doğru değerlendiremediği gibi, daha Cumartesi günü Tayyip Erdoğan Mısır da yaptığı konuşmada, Mısır ayaklanmasında ağırlıklı olarak Müslüman kardeşlerin egemen olduğu Tahrir meydanına atıflar yaparak hala bu çelişkiyi göremediğini ortaya koymuştur.
Türkiye, Irak’ın işgalinden bu yana, bilerek veya bilmeyerek bölgedeki istikrarsızlığın baş teşvikçisi olmuştur.
Emperyalistler bölgedeki istikrarı önce bozmuşlar, sonradan da bize istikrarsız Araplarla komşu olmaktansa, istikrarlı Kürtlerle komşu olmamızın, Türkiye için çok daha avantajlı olduğunu, bunun  İran’ın Şii mihverini kıracağını söylemeye başlamışlardır.
Asıl ABD’deki bazı think tank kuruluşları, Kuzey Irak Kürt Yönetiminden sonra, Kuzey Suriye’de de böyle bir özerk bölgenin oluşmasının Türkiye için yüzyılın fırsatı olacağını söylemeye, bizimkilerin beynine kazımaya  başlamışlardır.
Bu nasıl olacakmış?
Kuzey Irak’ta olduğu gibi, Türk firmalar Kuzey Suriye Kürt bölgesine de yatırımlar yapacaklarmış.
Ama bunun ön şartı Türkiye’nin içerdeki ayrılıkçı Kürtlerin taleplerini kabul ederek onlarla barışması imiş?
Kuzey Suriye özerk Kürt Bölgesi kurulduktan sonra, Kuzey Irak’ın Kerkük Musul petrollerini denize ulaştırmak için artık Türkiye’ye hiçbir ihtiyacı kalmayacaktır. Denize açıldıktan sonra da dış yatırımcı bulmak içinde Türkiye’ye  ihtiyacı kalmayacaktır. Onu İsrail’li yatırımcıyla çözecektir.
Bütün bu gelişmelere baktığımız zaman Türk dış politikasının her noktadan iflas ettiğini görmekteyiz.
Yazık oluyor koskoca devlete bu kadar basiretsiz yöneticiler elinde.

14 Kasım 2012 Çarşamba

“BÜYÜK TÜRK ULUSU” NDAN NİYE RAHATSIZSINIZ



TBMM de Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in ön ayak olmasıyla kurulan, İçtüzük’de karşılığı bulunmayan “Anayasa Hazırlık Komisyonu” nun CHP’li üyelerinin Anayasa’nın 81. Maddesinde yer alan Milletvekili Andından “Büyük Türk Milleti önünde” ibaresinin kaldırılmasını teklif ettikleri basında yer aldı.
Böyle bir öneri AKP ve BDP’den gelse hiç kimseyi şaşırtmazdı.
Ama bu öneri CHP milletvekillerinden gelince toplumun Cumhuriyetle, Türk Milleti ile sorunu olmayan kesimlerinde, CHP tabanında, basına yansıdığı kadarıyla da bir grup milletvekili tarafından tepkiyle karşılandı.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana, yurttaşlık kavramı, birey ile devlet arasında, dil, ırk,renk, mezhep, etnik köken unsurlarından tamamen bağımsız, sadece  hukuksal bağı ifade eder.
Bu Türklük, kültür birliğinden kaynaklı bir Türklüktür.  Türkçe bilmek, Türkçe okuyup yazmak yani aynı kültürü paylaşmaktır. Ama aynen Fransız anayasasında da  olduğu gibi, ırkçılıkla hiç bir alakası yoktur.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, akılcı çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, insani ve barışçıdır.Irkçılığa, şövenizme ve saldırganlığa karşıdır.
Bu nedenledir ki “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”  prensibini bir devlet felsefesi haline getirmiştir
Bizim Türklük anlayışımız Yunanlıların Helenleştirme, Bulgarların Bulgarlaştırma, Sırpların Sırplaştırma anlayışına benzemediği için, ırkçı manada değil vatandaşlık anlamında “Türk”ü kast eder.
Bunun en güzel örneği bugün hala Türkiye’de Türkçe konuşamayan Kürtlerin bulunmasıdır.
“Türk Milleti” sözünden bir ırkın kast edilmediği, yüzlerce yıl evvelden beri bu coğrafya da yaşayan insanlara, her hangi bir ırkı kast etmeden Türk denilebilmesinden de bellidir  Hatta çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’na bile “Türk İmparatorluğu” diyorlardı.
Fransız vatandaşına  Fransız , Alman vatandaşına  Alman, 72 milletten oluşmuş Amerikan vatandaşına  Amerikalı, bir çok etnik kökenden oluşan İspanya vatandaşlarına İspanyol denebiliyor, ama  bu coğrafyada yaşayan ulusa, yüzlerce yıldır söylendiği gibi, Türk ulusu denirse bu ırkçılık, ayrımcılık oluyor.
1876 Anayasasından başlayarak, 1921, 1924, 1961 ve 82 anayasasına göre milletvekilleri, sadece seçildikleri bölgeyi ya da kendisini seçenleri değil bütün milleti temsil ederler.
O bakımdan milletvekilinin temsil ettiği millet önünde and içmesinin ne gibi mahsuru olabilir.
Nitekim, Romen, Macar, Alman, Ukraynalı, Rus, Bulgar, Türk’ten oluşan Romanya’da milletvekilleri, Romen Anayasası’nın 82. Maddesinin 2. Fıkrasında  “Bütün güç ve yeteneğimi kararlılıkla Romanya ve Roman halkının maddi manevi varlığına harcayacağıma….” diyebiliyor.
Yine Almanya’da Cumhurbaşkanı göreve başlarken ettiği yeminde “Gücümü Alman Ulusunun mutluluğuna adayacağım….” Şeklinde yemin etmekte.
İspanyol Anayasasının daha girişinde İspanyol Milletinden söz edilebilmekte bunların hiç birisi ayrımcılık olmuyor ama Türkiye’de  milletvekili, tümü ulusu temsil ettiği için “Büyük Türk Milleti önünde” diye yemin ederse bu ırkçılık, ayrımcılık oluyor.
“Büyük Türk Milleti” söylemi etnik milliyetçi bölücüleri rahatsız ediyor diye, onlar rahatsız olmasın, onlara sempatik görünelim diye, bunu yemin metninden çıkartmayı teklif edecek kadar eğilip bükülmemek gerekir.
Siz böyle eğilip bükülüp tavizler verdikçe, biriside çıkar “Okullara APO’nun posterini asıp, büstünü dikeceğiz” deme cesaretini de kendisinde bulur.
Siyasetçi omurgalı olduğu sürece saygı görür, birilerine hoş görünmek,   kendini büyük, küçük menfaatler uğruna satmış, hasbelkader okumuş, entelektüellikleri kendinden menkul, üç beş zavallıya hoş görünmek; bölücülere yaranmak için davranış sergileyen siyasetçi, o hoş görünmek çabasında bulundukları tarafından  bile  saygıya değer görülmezler.
Bu öneride bulunanların iki nedeni olabilir, ya hakikaten, korkak ve kişiliksizsinizdir, birilerine sempatik görünmeye çalışıyorsunuzdur, ya da hakikaten bugüne kadar içinizde sakladığınız, bu ulusa duyduğunuz düşmanlığı dışa vuruyorsunuzdur.
“Büyük Türk Ulusu” söylemi sizi bu iki gerekçeden hangisiyle rahatsız ediyor.




11 Kasım 2012 Pazar

29 EKİM VE 10 KASIMI DOĞRU OKUMAK



Çok yakın zamanda iki büyük gün yaşadık. Biri 29 Ekim Cumhuriyet yürüyüşü, bir diğeri 10 Kasım Atatürk’ü anma günü.
Her ikisinde de milyonlar alanlara koştu, 29 Ekim günü hava şartları da çok elverişli idi, ama 10 Kasım günü, bütün Türkiye’de gök delinmişçesine bir yağmur yağıyordu. Ama aynı milyonlar,  belki de daha kalabalığı, bu kötü hava şartlarına hiç aldırış etmeden yine alanlardaydı.
Bu coşku, bu atasına bağlılığı, hiçbir parti, hiçbir sivil toplum kuruluşu veya grup kendine mal etmemelidir.
O alanlara çıkan milyonlar tek bir siyasi partinin mensupları değildi, çok değişik partilerden, cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kitlelerdi.
Ama bu kitleleri kendi gücü olarak görmek isteyen siyasi partiler bir şeyi doğru anlamak zorundadırlar.
O büyük kitleler: “Ben Atatürk’e, onun devrimlerine ve ilkelerine bağlıyım.” demiştir.
Bu kitleler mesajını sadece oylarına talip olan siyasi partilere değil, iktidar sahiplerine de  vermiştir: “Hiçbir şeyden korkmuyorum, hele senden hiç korkmuyorum, ben Atamın Bursa konuşmasında aradığını söylediği gençliğim” demiştir.
Çağın yetiştirdiği en büyük deha, herkesten farklı olduğunu ortaya koyan iki konuşma yapmıştır. İlki “Gençliğe Hitabe”si, diğeri ise “Bursa Konuşması” dır.
İlkinde büyük bir öngörüyle kurduğu Cumhuriyetin ve devrimlerinin hangi vahim tehlikelerle karşılaşabileceğini; ikincisinde ise, arzu ettiği, beklediği Türk gencinin kurduğu Cumhuriyet ve devrimlerini, tehlikeye düştüğü anda  korumak için neler yapmaları gerektiğini söylemiştir.
Yani daha o tarihte kimsenin düşünemediği bir dönemde, meşruiyetini kaybeden siyasi iktidarlara karşı “Ulusların Meşru Direnme Hakkı”nın varlığını söylemiştir.
10 Kasım’da özellikle Ankara’da Atasına koşan milyonlar, “bu ülkenin polisi var” dememiş, hiçbir koruma tedbirinin alınmadığı, bomba aramasının yapılmadığı, her türlü sabotaja ve kışkırtmaya açık alanlara koşmuş, kendisini ortaya koymuştur.
10 Kasım’da milyonlar dünyanın en güçlü en yürekli ordusunu alanlara dökerek, “Yeter artık ben varım, halk var, kurtarıcıya ihtiyacım yok ” demiştir.
Bu milyonlar, onun kurduğu Cumhuriyetin nimetlerinden istifade ederek, onun devrimleri sayesinde ümmet olmaktan kurtulup, yurttaş oldukları için bugün her boy iktidara sahip olanlara “kendine gel, bu Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin kazanımlarını, devrimlerini sana yok ettirmeyiz” demiştir.
Alanlara çıkan milyonlar, bu Cumhuriyeti, onun kazanımlarını ve devrimlerini, “Bu ülkenin, askeri var, polis var, adalet örgütü var demeden” koruyacağını dosta düşmana göstermiştir.
Ona küfredenlerin, ona katil diyenlerin, onun devrim ve ilkelerinin bekçisi değiliz, onu hem Türkiye Cumhuriyeti’nden hem de CHP’den kazıyacağız diyenlerin, emperyalistlerin memurları ya da  uşakları olduğunu görmek ve bilmek zorundayız.
Çünkü O, emperyalizme karşı  mazlum milletlerin yol göstericisi olmuştur. Milletler arası ilişkilerin eşitler arasında olması gerektiğini dünyaya göstermiş ve Lozan’da fiilen hayata geçirmiştir.
Çağdaşlaşmanın öncüsü olmuştur. O tek yol göstericinin akıl ve bilim olduğunu haykırmıştır.
O daha kimsenin düşünemediği dönemde “Devlet kimsesizlerin kimsesidir” diyerek sosyal devleti dile getirmiştir.
Bugün onun devrim ve ilkelerinin bekçisi olmayacağız diyebilen, kadınların iş hayatında ve siyasette olmasının önünü açmış, onları birey yapmıştır.
O büyük bir devrimcidir. Her gün daha ileriye, daha güzele koşmayı bir hayat felsefesi haline getirmiştir. 
 İşte onun en büyük eserim dediği kurumlarda iktidarı elinde bulunduranlar, ona yaptığınız haksızlıklar ve çirkin saldırılar nedeniyle ondan özür dileyip, onun devrimci özelliğini hayata geçiriniz.
Çağ atlamak, muasır medeniyetin önüne geçmek ancak devrimci olmakla mümkündür. Onun devrimciliği durağan değil devamlı evrimden yana olmaktır. Yaşadığımız ülkeyi çağın ötesine taşımaktır.
29 Ekim ve 10 Kasımda  dünyanın en güçlü ordusunun,  yani halkın mesajını doğru okumak lazımdır. 

 

7 Kasım 2012 Çarşamba

DEVLET SANTAJA BOYUN EĞMEZ



İki aya yakın bir süredir belli çevreler tarafından Türkiye’nin çeşitli ceza evlerinde başlatılan  açlık grevleri tartışılıyor.
Açlık grevi, en yalın tarifi ile kişinin kendi özgür iradesiyle, olumsuz bulduğu bir duruma toplumun  dikkatini çekip desteğini de alarak olumsuz olduğunu iddia ettikleri koşulları  ortadan kaldırmaya yönetenleri zorlamak için, vücudunun ihtiyacı olan besin maddelerini kısmen ve tamamen almayarak aç kalmaya dayalı bir eylemdir.
Diğer bir ifadeyle olumsuz olduğu iddia edilen koşulların ortadan kaldırılması, düzeltilmesi için “kendi hayatını riske ederek” vicdanlara hitap ederek, yönetenleri etkilemektir.
Siyasal gerekçelerle yapılan açlık grevleri özünde “devlete karşı şantaj yapmaktır.” Kişinin kendi sağlığını, vücudunu bir silah olarak kullanıp devlete karşı şantaj yapması kabul edilemez.
İstedikleri siyasal sonuçları elde etmek için, ister kendi iradeleriyle ister dışarıdan gelen telkin ve baskılarla olsun yapılan açlık grevleri meşru ve kabul edilebilir bir hak değildir.
Siyasi amaçlı açlık grevlerine devleti yönetenler, popülist bir yaklaşımla  bir defa taviz verirlerse artık bu taleplerin sonu gelmeyecektir.
Bu nedenle siyaset kurumunun tüm aktörleri, bu tür siyasal şantaj karşısında kararlı durmak zorundadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, kültürel farklılıklarını ifade edebilirler, koruyabilirler ama bu taleplerini siyasallaştıramazlar. 
Bu gün ceza evlerinde devam eden  açlık grevleri, 2000 de olduğu gibi ceza evlerinin olumsuz koşullarına, ya da tekel grevinde olduğu gibi işleri ellerinden alınan emekçilerin uğradıkları haksızlığa toplumun dikkatini çekmek için yapılmıyor, açlık grevinin nedeni Abdullah Öcalan’a özgürlük, anadilde eğitim, anadilde savunma hakkı, TSK’nın operasyonları durdurması gibi tamamı siyasi nitelikli  taleplerdir
Bu taleplere bakıldığında siyasi iktidar, bölücüler ve yandaşlarının topluma kabul ettiremedikleri Oslo mutabakatını, ceza evlerindeki insanların açlık grevleriyle   elde edilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Bir kısım kendini sol liberal diye tanımlayanlarda, “devlet taleplere sıcak yaklaş sına” kadar geldiler. Bir anlamda açlık grevi eylemine “entelektüel meşruluk” kazandırma çabası içine girdiler.
Aydın olduğunu iddia edenlerin asıl yapması gereken, birilerinin kendi  bedenlerine verecekleri zararları teşvik etmek değil, açlık grevleri üzücü sonuçlar vermeden sonlandırılmasına çaba göstermektir.
Ana dilde eğitim, ana dilde savunma gibi talepler, devletin resmi dili dışında, farklı dillerinde eğitim ve öğretimde kullanılmasını gerektirir. Bir başka deyişle ana dilde eğitim ve ana dilde savunma haklarının hayata geçmesi, Türkiye Cumhuriyet’inde onlarca ana dilin kamusal alana taşınması demektir. Ulusal bütünlüğü, ülkesiyle milletiyle bölünmezliğe ve dil birliğine bağlayan Devletin üniter yapısı parçalanır.
Bu nedenle “ana dilde eğitim” öyle birilerinin söylediği gibi “Türkiye buna hazır olmadığı” için değil, küreselleşmenin en büyük hedefi olan, ulus devletlerin egemenliklerinin sınırlanması ve ulusal kültürün zayıflatılmasına yol açacağı için şiddetle red edilmelidir.
Bugün gelinen noktanın, yani ceza evlerinde bulunan insanların, bedenlerini topluma karşı bir silah olarak kullanmalarının müsebbibi, devamlı olarak teröristle müzakere edilebileceğini söyleyen  siyasal iktidarla, bu görüşmeye itiraz etmeden, sadece görüşmenin gizliğinden yakınan muhalefettir.
Pusuladan anlamayan kaptan gemisini karaya oturturmuş. Bugün ülkeyi yönetende, yönetmeye talip olanlarda, aynen pusuladan anlamayan kaptan durumundalar, tarihten ve siyaset biliminden o kadar uzaklar ki, ülke bölünmeye gidiyor, birileri Sevr’i hayata geçirmeye çalışıyor, onlar sadece kulaklarına fısıldananla el yordamıyla devlet yönetip, siyaset yapıyorlar.

4 Kasım 2012 Pazar

BAYKAL’DAN HUKUK VE SİYASET DERSİ



TBMM Darbeleri  ve Askeri Müdahaleleri Araştırma Komisyonu geçtiğimiz hafta içinde CHP’nin önceki Genel Başkanı Deniz Baykal’ı davet etti ve komisyon üyeleri ihtiyaçları olan hukuk ve siyaset dersini aldılar.
Meclis Araştırma Komisyonları TBMM İçtüzüğünün 105. Maddesine göre kurulur ve görev çerçevesini  kuruluşunun dayanağını oluşturan önerge belirler.
Meclis araştırması Anayasamızın 98. Maddesinin 3. Fıkrasına göre “Belli bir konuda bilgi edinmek için yapılan incelemeden ibarettir”
Önerge Meclis İçtüzüğüne aykırı olamayacağı için bu komisyonlar, görev konularında, İçtüzükte belirtilen kamu kurum ve kuruluşlardan, özel kanun ile veya özel kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulmuş banka ve kuruluşlar, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve kamu yararına çalışan derneklerden bilgi ve belge isteyebilecekleri gibi, gerek görürlerse bu kurum ve kuruluşların ilgililerini de çağırıp dinledikten sonra  TBMM’ye rapor sunmakla görevlidirler.
Bu  kurum ve kuruluşlar dışında hiçbir kurum ve kuruluştan bilgi ve belge isteyemeyecekleri gibi, bu  kurum ve kuruluşların yetkilileri dışında da kimseyi çağırıp dinleyemezler.
Nedir bu komisyonun görevi?
Darbe ve askeri müdahaleleri araştırmak.
Darbeler, askeri müdahaleler, üç beş general veya subay istedi diye olmaz. İç ve dış mihrakların  tahriki ile siyasi, ekonomik ve sosyal şartların oluşması sonrasında, toplumda başlayan bezginlik ve umutsuzluk en üst noktaya geldiği zaman askeri müdahale kaçınılmaz hale gelir ve olur.
O zaman komisyonun yapması gereken şey, darbelerin arka planını, devletin arşivlerine girerek, darbe öncelerinde yabancı ülke gizli servislerinin çabaları dahil olmak üzere, siyasal, sosyal ve ekonomik kaos ortamlarının nasıl oluşturulduğunu inceleyip ortaya çıkartmaktır.
Ama şuanda hukuksuz da olsa 12 Eylül askeri darbesiyle ilgili bir yargılama ve 28 Şubatla da ilgili bir soruşturma sürmektedir.
Anayasanın 138. Maddesine göre görülmekte olan bir dava ile ilgili olarak rapor hazırlanıp da TBMM Genel Kurulunda nasıl görüşme yapılabilecektir. Bu Anayasanın 138. Maddesinin 3. Fıkrasına aykırı olur.
Evvelce böyle komisyonların kurulmuş ve onların hazırladığı raporlar üzerine ve Genel Kurulda  görüşme yapılmış olması, bugün de aynı hukuk ihlallerinin yapılmasını mazur göstermez.
Ama eğer bu anayasa ihlalini içinize sindirip, göze alabiliyorsanız, bari attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değsin.
O zaman öncelikle 12 Eylül 1980 darbesinden önce, ülkede dökülen kardeşkanının sorumlusu iç ve dış mihraklarının kimler olduğu, MİT, Genel Kurmay, Emniyet Arşivlerinde yapılacak araştırmalarla ortaya konmalıdır.
24 Ocak 1980 Kararlarıyla 12 Eylül 1980 darbesi arasında ne gibi bir bağ olduğu, buna kimlerin destek verdiği tespit edilmelidir.
Örneğin 1978 Kahraman Maraş,  1980 Çorum olaylarının arkasında, darbe ortamını hazırlamak için hangi iç ve dış mihrakların olduğu ancak MİT’in, Emniyetin ve Genel Kurmay’ın arşivlerine girilerek, orada incelemeler yapılarak ortaya çıkarılabilinir.
Ayrıca 28 Şubata giden süreçte hangi komşu ülkenin, Türkiye’ye devrim ihraç etmeğe çalışırken yurt içi ortaklarının da kimler olduğunun gene aynı yöntemle araştırılması gerekir.
Meclis İçtüzüğü komisyona bu yetkiyi vermektedir.
Ancak komisyonun çalışma tarzına baktığımızda, yetkilerini ve tabii olduğu hukuku aşarak, insanları sorgularcasına bir tutum takınıldığı görülecektir.
 Onlar darbelerin sebeplerini araştırmak gibi bir çabanın içinde değiller, onlar ellerine geçirdikleri sayısal çoğunlukla siyasal sorgulama yaparak, kişileri aşağılamak peşindeler.
Komisyonun tutumu, yakın tarihimizin acı sayfalarından biri olan “Tahkikat Komisyonu”nu, yani siyasetin kendisini yargını yerine koyması yanlışını anımsatmaktadır.
İşte bu nedenledir ki; Deniz Baykal komisyona siyaset ve hukuk dersi verdi, tabii anlamak isteyenlere.