28 Mayıs 2014 Çarşamba

SUÇ İŞLİYORSUNUZ


AKP’nin Türk halkına “Doğu ve Güneydoğu’dan şehit cenazesi gelmiyor, barış oluyor” diye yutturduğu, ana muhalefetin içeriğini bilmeden destek verdiği “açılım süreci !” nde gelinen son nokta çok vahimdir.
Dünkü Sözcü Gazetesi’nin  verdiği habere göre, Diyarbakır-Bingöl Karayolu PKK tarafından, Türk askerinin gözü önünde,   trafiğe kapatılıyor ve kimlik kontrolü yapılıyor.
Yani bir terör örgütü olan  PKK bölgede kolluk görevi yapıyor.  Türk askeri de seyir ediyor.
Bayrak derseniz bayrakları var, bir de kendilerine marş bestelemişler, halk mahkemeleri kurdular, kollukları da olduğuna göre devlet olmaya tek eksikleri para basmak kaldı.
Tabii yaşananlar sadece bu olayla sınırlı değil, devletin jandarma karakolu yapmasına karşı PKK ‘nın silahlı müdahalesi, adam kaçırmalar, dağa eşkıya devşirmeler, buna ailelerin tepkisi ama bütün bunlara seyirci kalan bir devlet.
Ülkenin Başbakanı bu olaylarda hiç sorumluluğu yokmuşçasına, Salı Grup toplantısında “Diyarbakır Belediyesi önünde dağa kaçırılan çocukları için şu anda eylem yapan anneleri, babaları yürekten selamlıyorum” dedikten sonra “Ey….BDP-HDP O  yavruları gidip alsanıza” diyebilme pişkinliğini gösterebilmiştir.
Terörle mücadeleyi değil müzakereyi,  bir yabancı devletin gözetiminde yapmayı içine sindirebilen bir Başbakan’dan daha farklı bir davranış beklememek lazım.
En az bunun kadar vahim bir durum da, bu durumlarla ilgili olarak ana muhalefet partisinin tek kelime etmemesi.
Devletin  birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak” suçunu düzenleyen Türk Ceza Kanunun 302. Maddesi “Devletin topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyen kimse ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünü getirmiştir.
Yaşadığımız sürece bakınca iktidarı ile muhalefeti bilinçli bir şekilde  bu suçu işlemektedirler.
Elbette demokratik rejim içinde dokunulmazlık zırhına bürünmüş siyasetçilere bir şey yapmak olağanüstü zor, hatta imkansızdır.
Ama demokratik rejimlerde bu imkansızlık, Erdoğan Teziç hocanın söylemiyle “bilinçli ve dinamik bir kamu” ile aşılabilinir.
Nitekim, Büyük önder  hem gençliğe hitabında ve hem de Bursa nutkunda, aslında gençliği tek tek kişiler olarak değil, toplu olarak görevlendirmiştir.
Bu ülkenin bölünmesi için birileri ellerinden gelen çabayı gösterirken, buna sessiz kalan aydınlar büyük vebal altındadırlar.
Toplumları aydınlar yönlendirirler, siyasi iktidarları yanlıştan dönmeleri için aydınlar uyarırlar.
Ama maalesef ülke bölünmeye giderken, aydın dediğimiz insanların sesi çıkmamaktadır. Gördükleri tehlikeyi kendi ulusuna anlatmak gereğini bile duymamaktadırlar.
Sırf bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın düşüncesi ile sessiz kalmaktadırlar.
Hatta daha ileri gidelim, bir eski siyaset ve bilim adamının değişi ile “nabza göre şerbet vermektedirler.”
Ülke bölünürken, yani devlet, topraklarının bir kısmından fiilen çekildiği için, “şehit cenazesi gelmiyor” safsatasına sarılıyorlarsa, yarın çocuklarının yüzlerine bakamayacaklardır.
Aydınıyla, genciyle hep beraber, iktidara ve muhalefete “ülkeyi bölünmeye götürüyorsunuz; Suç işliyorsunuz” diye haykırmak zorundayız.
“Atatürk’ün askerleriyiz” diye bağırmak yetmiyor, onun gibi düşünüp, öyle davranmak gerekiyor.
İktidarı ülkenin bölünmesine yönelik adımlar atarak, ya da bölünmenin önüne geçmenin gereğini yapmayarak, muhalefeti de ülkenin bölünmesine sessiz  kalarak yardımcı oluyorsa, milletin birliğine, bölünmez vatan ilkesine inanlar, provokatörlerin oyununa gelmeden,  artık barışçıl ve demokratik tepkilerini göstermek zorundadırlar.
Biz Girit’ti de, Balkanları da böyle kaybettik, bunun bilincinde olarak, tüm siyaset kurumunu uyarmak “suç işlediklerini” söylemek, ülke aydınlarının görevidir.








   


25 Mayıs 2014 Pazar

DİKTATÖRLEŞMEK


 “Demokrasi bizim için bir hedef değil, bir araçtır” diyen bir kişinin demokratik yollardan iktidara gelse bile diktatörlüğe kaymayı, daha peşinen  kafasına  koyduğunun açıkça ilanıdır.
Bu toplumun aydın geçinen liboşları, numaralı Cumhuriyetçileri bunu göremediler.
Müslüman kardeşlerin ve onun takipçilerinin en büyük özelliği, muhalefetteyken, demokrasi, insan hakları gibi kulağa hoş gelen söylemleri dile getirip,  bunun savunucusu rolüne soyunmalarıdır.
Ama iktidarı bir kere ele geçirdiler mi, hemen totaliterleşirler, bu söylediklerinin hepsini unuturlar.
Yaşananlara baktığınız zaman, Tayyip Erdoğan’ın kendisi gibi demokratik yollardan iktidara gelip sonradan zalim bir diktatör olan Hitlerin izlediği propaganda stratejisini aynen uyguladığını görürsünüz.
Onur Öymen,“Bir propaganda silahı olarak Basın” isimli kitabında Hitler’in izlediği propaganda stratejisini çok güzel anlatmış.
Hitler, halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul edip, propaganda kampanyasının soğumasına imkan vermemiştir.
Tayyip bey de elde edilmiş, gazeteciler ve havuz medyası aracılığı ile,  her gün düzeysiz propagandanın en net örneklerini verdiriyor.
Örnek mi.
Almanya’daki Alevi topluluğunun protestosunu “Alman derin devletine” bağlamak gibi.
Hitler hiçbir zaman hata yaptığını kabul etmemiştir.
Siz Tayyip Bey’in hatasını kabul ettiğine hiç tanık oldunuz mu?
Hitler, hasmının her hangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı olabileceğini söylememiştir.
Tayyip beyde aynı yöntemi uygular, örneğin muhalefet mecliste bir önerge verir, onu reddettirir, sonra aynı önergeyi kendi vekillerine verdirir.
Bunun nedeni eğer muhalefetin verdiği önergeyi kabul ederlerse onların dediklerini kabul etmiş olarak yorumlanacağı korkusudur.
Hitler kendisine yönelik suçlamaları, içeriği ne olursa olsun derhal reddetmiştir.
Tayyip Bey’de 17 ve 25 Aralık yolsuzluk görüntülerini, “montaj”, “özel hayatım” , bu bir darbe teşebbüsü diye  inkar yoluna giderek  reddetmiştir.
Nasıl olsa halkım inanır dedi. Halkımızın en azından bir kısmı inandı, yani yalanı doğru kabul etti.
Daha yeni Soma faciasındaki siyasi sorumluluğunu bile reddetti.
Hitler, her defasında tek bir düşmanı karşısına almış  ve bütün kötülükleri ona yüklemiştir.
Atatürk, İnönü, Gezi Parkı eylemcileri,çevreciler, hak arayan öğrenciler ve işçiler, sivil toplum kuruluşları Tayyip bey  için hep bir düşmandırlar.
Bir zamanlar kol kola yürüdüğü tarikatı bile düşman ilan etti “paralel devlet” diye suçladı.
Barolar Birliği Başkanı’na “Edepsiz” dedi günlerce ona saldırdı.
Ana muhalefet partisi liderine onun tabiriyle “edepsizlik” yaparak saldırdı.
Hitler, halkın her zaman  büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay inanabileceğini unutmadı.
Yalanın sürekli olarak tekrarlanması halinde, halkın sonunda bu yalanı doğru kabul edeceğini hatırından çıkarmadı.
Tayyip bey de aynı şeyi yaptı.
Örneğin Kabak kafalı, üstü çıplak kırk kişi, Tayyip Beyin söylemiyle “tesettürlü bir bacımızın üstüne işemişler”
Bunun gerçek dışı  olduğu ortaya çıktı, ama o devamlı bunu tekrar etti.
“Camide içki içildi” dedi, gerçek dışı olduğu ortaya çıktı, hiç sıkılmadan aynı şeyi devamlı olarak tekrar etti.
Evine ekmek almaya giden çocuk, polisin attığı gaz fişeği nedeniyle yaralanıp öldü, evvela yandaşlarına ölmüş çocuğu ve acılı anasını yuhalattı sonrada “Ne ekmek almaya gitmek, yüzünde poşu, cebinde bilye” vardı dedi. Sanki bunlar bir insanın ölmesi/öldürülmesinin gerekçesi olabilirmiş gibi.
İhtirası aklını yiyen liderler, ellerindeki gücü kötüye kullanmaya başlarlar, bunun tek engeli bağımsız yargıdır.
Bunu göremeyenler, yargı bağımsızlığı ortadan kalkarken, “yetmez ama evet” diyen liboşlardır ve numaralı Cumhuriyetçilerdir.
Bu liboşlar yargı bağımsızlığının ortadan kaldırıldığı bir yerde, kağıt üzerinde yazılı hiçbir hak ve özgürlüğün bir mana ifade etmeyeceğini düşünemediler.
Diktatörleşmek yaşadıklarımızın bir sonucu ise, onun sebebi de yargı bağımsızlığını ortadan kaldırılmasıdır, zira sonuç sebebin ardılıdır.


21 Mayıs 2014 Çarşamba

TEHLİKELİ DAVRANIŞLAR


Gün geçmiyor ki, yazılı ve görsel medyada bir polis şiddeti haberi yer almasın.
Polis vatandaşın yaşadığı bir tehlike karşısında ilk sığınacağı, sığındığı anda kendini güvende hissedeceği sığınaktır.
Ama ne gezer, Gezi olaylarından beri polisin, evrensel hukuktan kaynaklanan ve anayasamızın teminatı altındaki demokratik gösteri hakkını kullanan vatandaşlarımıza karşı, sonucu ölümle sonuçlanacak şiddet uygulamaktadır.
Son zamanlarda bu polis şiddetine bir de “sivil polis” dehşeti eklendi.
Her toplumsal gösteriden sonra yazılı ve görsel medyaya yansıyan, eli sopalı, palalı, sırt çantasında ne taşıdığı belli olmayan, sivil polis oldukları söylenen kişilerin fotoğrafları yayınlanıyor.
Bunlar sokak aralarında “kıstırdıkları”, gösterici olarak kabul ettikleri insanları öldüresiye dövüyorlar.
Bu sivil polis yeleği dahi bulunmadan toplumsal olaylara, mevzuatta sayılmış araç ve gereçlerin dışında, farklı materyallerle müdahale etmeleri, bazı sokak serserilerine de aynı şekilde davranmak cesaretini veriyor.      
Sivil polis dünyanın her ülkesinde vardır. Ancak sivil polisler, demokratik ülkelerde biz de olduğu gibi, ellerinde sopa, pala ve taşlarla toplumsal olaylara müdahale etmezler. Bunlar toplumsal olaylarda, üniformalı polislere sadece bilgi toplayarak destek verirler.
Demokratik ülkelerde toplumsal olaylara müdahale, böyle bir müdahaleye gerek görüldüğü anda, üniformalı polisler tarafından yapılır.
Bu müdahalenin üniformalı polisler tarafından yapılmasının sebebi, üniformalı polislerin giysilerinin herhangi bir yerinde, kasklarında künyelerinin görünüyor olmasıdır.
Görünüyor olmalıdır ama, ileri demokrasiye ulaşmış ülkemizde, zaman zaman bunlar kapatılır.
Bu künyelerinin görünür olmasının sebebi, toplumsal olaylara müdahale eden polisin,  tespit edilebileceğini düşünerek,davranışlarında aşırıya kaçmamak için kendisini kontrol edeceği düşüncesidir.
Ayrıca, gereksiz ve haksız şiddete uğradığını düşünen mağdurun da istemi halinde,  bu polis veya polislerin kim veya kimler olduklarını öğrenmelerini sağlamaktır.
Çarşamba sabahı TVlerde  resmi ve sivil polislerden oluşan bir grubun, bir esnafı ne kadar acımasızca dövdüğüne tanık olduk.
Allahtan kimlikleri tespit edilebilmişte açığa alınmışlar.
Ama eğer bunlar Başbakanın danışmanı veya koruma ordusundan olsalardı, açığa alınmak ne kelime “destan yazdınız” diye sırtları sıvazlanırdı.
Böyle bir tespitin “sivil polisler” açısından yapılabilmesi mümkün değildir. 
Olaylara müdahale eden sivil giyimli bu şahısların gerçekte polis oldukları bile şüphelidir.
Kişiliği ve kimliği tespit edilemeyen bu sivil polislerin arasına iktidarın eli sopalı, gözü dönmüş militanları da karışabilir.
Bu uygulama yaygınlaşırsa –ki ya yaygınlaşıyor- çok daha vahim olaylar yaşarız.
Partili militanlar, kendilerine polis süsü vererek sokaklara hakim olur. Astıkları astık, kestikleri kestik olur.
İleri demokrasilerde, ne Başbakanlar, ne  danışmanları ve ne de korumaları adam dövmezler.
Devlet böyle olmasını istediği ve teşvik ettiği için bunlar olur. Devlet istemese, üniformalı resmi polisin arasına bu tür insanlar karışamaz. 
Tabii eli sopalı, palalı,  sivil polis görüntülü sokak eşkıyaları, ileri demokrasilerde düşünülemediği için o ülkelerde böyle pespayelikler olmaz.
Hitler Almanya’sında, Musolini İtalya’sında bunlar görüldü ve yaşandı. Ama bunlara  ne demokrasi, ne de ileri demokrasi dendi.
Başbakan gibi, ılımlı İslamı savunanlar, iktidara gelinceye kadar “demokrasi ve insan haklarından” söz ederler, bir kere iktidarı ele geçirdikten sonra da demokrasiyi ve insan haklarını hemen unuturlar.
Ülkemizde her gün yaygınlaşarak artana polis, sivil polis, danışman şiddeti gibi tehlikeli davranışlar sıradanlaştı, herkes tarafından doğal karşılanır hale geldi..

   


  


18 Mayıs 2014 Pazar

SOMA

    
15 Mayıs günü Soma’daydım. Yüz bin nüfuslu bir kent acı içindeydi.İnsan olmanın gereği sanki her evden bir cenaze çıkmışçasına duyulan ıstırabı, üzüntüyü görmemek, hissetmemek mümkün değildi.
Ama konuştuğum herkes ister madenci yakını , ister kurtarma ekiplerinin mensupları, ister sıradan vatandaşlar  olsun verilen rakamların doğru olmadığını söylüyorlardı.
Bunu çok doğal karşılamak gerekiyor. Faciadan sekiz dokuz saat geçtikten sonra, resmi ağızlar 17-18 cenazeden bahis ederken, bizlere ulaşan bilgilere göre o saatteki  cenaze sayısı yüz seksendi.
Herksin bildiği bazı gerçekler, hangi gerekçeyle olursa olsun saklanırsa, bunu yapanlar inançsızlığı  tahrik ederler, tepkilere yol açarlar.
Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, yetkililer cenaze sayısını  üçyüz bir diye açıklarken, KÖYLER HARİÇ, Belediyelere defin bilgisi verilen ve resmi defin kaydı yapılarak memleketlerinde toprağa verilen cenaze sayısının 321 olduğu sosyal medyada paylaşılırken, siz hala çıkar bu sayıyı 301 diye açıklarsanız, size kimse inanmaz.
 Ama insanların resmi ağızlardan yapılan açıklamalardan daha çok, söylentilere inanmasının sebebi de, başta başbakan olmak üzere yine hükümet yetkilileridir.
Oraya giden iktidar mensuplarının, hatta tüm siyasilerin belli tepkilere muhatap olmaları çok doğaldı.
Siyasetçi için alkış kadar tepki de olağandır ve olgunlukla karşılanması gerekir.
Bu tepkileri, doğal karşılaması gereken Başbakan, adam tokatlarsa, bir başkasına “Yuh çekersen tokadı yersin” derse, Başbakan’ın özel kaleminde çalışan bir zavallı  iki polisin yere yatırdığı bir genci, onların arasında tekmelerse, bu bütün dünya basının da yer alırsa, sizlere kimse inanmaz.
Hele göğsünde Yahudi Nişanı’nı taşırken, bir nefret suçu oluşturacak şekilde, bir vatandaşına ve hem de bu ülkede Yahudi vatandaşlarımızın varlığına rağmen, Başbakan “Yahudi dölü” diye, kendince küfür edebiliyorsa, artık size inanılmasını, saygı gösterilmesini beklemek mümkün değildir.
Facianın ortaya çıktığı ilk gün yalan yanlış, insan aklıyla alay edercesine 1860 lardan 1907 lerden çok can kayıplı maden kazalarından örnekler verirseniz, ama uygar ülkelerde, son elli yıldır ölümlü kazalar olmadığını söylemezseniz, size kimse inanmaz.
Kazadan hemen sonra, daha kaza mahalline inilip bilirkişi incelemesi  yapılmadan, nasıl olurda, şirketi korurcasına bu ülkenin başbakanı açıklamalar yapabilir.
Daha vahimi ve ülke yargısının ne hale geldiğini ortaya koyan, “Göz altı yapamıyoruz, zira göz altına alınması gereken mühendislerde ocakta öldüler” diye bilen savcı açıklaması, resmi ağızların hiçbir sözüne inanılmaması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Savcı bey nereden biliyor, o aşağıda canlarını veren mühendislerin sorumlu olduğunu.
Aşağıda olması gerekip te olmayan, olsa bile yetersiz olup olmadığı   ancak bilirkişi incelemesi ile ortaya çıkacak hususlar  hakkında nasıl bu kadar emin konuşabiliyor.
İşte böyle saçma sapan, akıl ve mantık dışı  davranış ve konuşmalar “Ne saklanıyor” şüphesini geliştirir.
Temel sorun, Türkiye'nin hala Dünya Çalışma Örgütü (ILO) nun " Madende Sağlık ve Güvenlik" başlıklı  176 sayılı Sözleşmesini niçin hala imzalamamış olmasıdır.
Sözleşmenin bugüne kadar imzalanmamış olmasının  sebebi maden sahiplerine ve hükümetlere yükümlülükler getiriyor olması mıdır?
Uygar ülkelerde son elli yıldır ortadan kalkan ölümlü iş kazaları, tedbirler zamanında ve yeterince alınırsa mesleğin fıtratında, doğasında ölüm olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu durum facianın tek sorumlusunun AKP hükümeti olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de ki, insan ve bilgi birikimi tüm bu sorunları çözmeye yeter. Yeter ki iktidarlar, bu siyasi iradeyi ortaya koyabilsinler.  
Yaşanan büyük facia  ve yapıldığı iddia edilen denetim raporlarının sonuçlarına bakıldığı zaman, iş güvenliği ve işçi sağlığını denetleyen kurumların özerk hale getirilmesi bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmıştır.
Beşiktaş seyircisinin dediği gibi “bu ne kaza, ne kader, katliamlar bitsin yeter”



14 Mayıs 2014 Çarşamba

SORUMLUSU KİM?

                              
Salı günü öğleden sonra Soma’ da maden ocağında meydana gelen patlama sonucu, bu yazıyı yazdığım Çarşamba sabahı itibariyle ölü sayısı 205 di ve fakat artmasından korkuluyordu.
Son dakika da gelen haberler, inşallah olmaz ama, ölü sayısının beş yüzü bulacağı yönünde.
Uygar ülkelerde bu tür büyük maden facialarının en son ne zaman olduğunu araştırdığımızda bizim açımızdan yüz kızartıcı bir durum ortaya çıkıyor.
Böyle bir facia Almanya’da kırk beş yıl, Fransa’ da da kırk yıl evvel yaşanmış.
Gelen haberlere bakılırsa, patlamanın olduğu maden ocağı on defa denetlenmiş, tespit edilen altmış altı eksiğine rağmen çalışmaya devam etmiş.
Durum gerçekten böyle ise burada bir kazadan değil  bilinçli taksirle adam öldürmekten bahis etmek gerekir.
Yok eğer Enerji Bakanının dediği gibi, ocak periyodik olarak, mevzuata uygun şekilde  denetlenip de, bu kaza olmuşsa, o zaman da bizim mevzuatta bir eksiklik, aksaklık olduğu ortaya çıkıyor.
Aslında,  mevzuatta bir eksiklik yok da,  denetimler anlaşıldığı kadar ile  önceden haber verilerek yapıldığından, bir etkinliği kalmıyor.
Her iki halde de, bu işin sorumlusu on iki yıldır bu ülkeyi yöneten AKP iktidarıdır.
Zonguldak’daki Karadon Maden Ocağında 17 Mayıs 2010’da meydana gelen  bir maden faciasından sonra, bu AKP İktidarının , o tarihte çalışma bakanı olan Ömer Diçer değimlidir, ölen işçiler için “Güzel öldüler, O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak güzel öldüklerini ben buradan rahatlıkla söyleyebilirim” diyen.
Devrimci Maden İş sendikasının  2013 yılı Madencilik sektörü kaza raporlarına göre Soma da ocaklarda meydana gelen iş kazalarında meydana gelen ölüm 2012 de  yetmiş sekiz,  2013 yılında da bu sayı doksan beşe yükselmiştir.
  CHP’li üç Manisa  Milletvekili   Soma’nın maden kazalarındaki sicilinin kötü olmasından ötürü, altı ay önce TBMM’ye Soma  Maden ocakları ile ilgili bir araştırma önergesi vermişlerdi.
Bu önerge ancak yirmi gün önce görüşülmüştü.
Bu önerge AKP milletvekillerinin oyları ile red edilmiş, red edilirken de yine bir Manisa Milletvekili ama bu sefer AKP li Muzaffer Yurttaş Maden Kazaları “işin doğası” gereği demiş ve önergenin reddini savunmuştu.
Bu red keyfiyetini savunan bir başka  zavallı da TV kanallarına çıkıp, bu önerge meclisi tıkamak için verilmişti, fasa fisoyodu gibi,düzeyine yakışan, açıklamalarda bulunmuştu.
AKP li milletvekilleri; Tayyip Erdoğan’dan korkmayın, nasıl olsa bir gün hepiniz eski milletvekili olacaksınız, sokakta anlı açık, başı dik yürüyememekten korkun.
Bu önergeyi red ederken inandığınız için  red ettiğinizi düşünmüyorum. sırf Tayyip Erdoğan istemiyor, yani onay vermediği için red ettiniz.
Şimdi artması muhtemel, 500  lere ulaşmasından korkulan can kaybının hesabını vicdanlarınızda nasıl vereceksiniz.
Acaba bu önerge kabul edilse, bu yaşanan facianın, bana göre bilinçli taksirle öldürülen insanların, ölümünün önüne geçilebilir miydi?
Belki de geçilmiş olacaktı.
Bu olasılık dahi sizi hiç vicdan muhasebesi yapmaya zorlamıyor mu?
Genel başkanınız, “benim bakanım”, “benim milletvekilim” dediği zaman bu siz hiç rahatsız etmiyor mu?
Genel başkanı tarafından “atanmış” olan sizler,  ortalığa çıkıp nasıl oluyor da, atanmışlar, seçilmişlere soru soramaz diyorsunuz.
“Atanmış” olduğunuz için mi, amirinizin emirleri dışında davranamıyorsunuz.
Bu red ettiğiniz önerge hükümeti ilgilendiren bir gensoru değil, sadece bir araştırma önergesidir.
Yüzlerce insan ölse de bu sizi rahatsız etmiyor mu?
Mukadderat mı diyeceksiniz.
Bu yazıyı yazarken Başbakan Soma’ya gelecek diye yüzlerce polis emniyet tedbiri alırken, cenazeleri taşıyacak insan bulunamıyor.
Cenazeler, mezbahalarda, soğuk hava depolarında, civar ilçelerin hastane morglarında hüviyet tespiti için bekletiliyor.
Bu facianın sorumlusu AKP İktidarıdır. Mağduru ise harp esirlerinden daha kötü şartlardaki, sendikasızlaştırılmış maden işçileridir.
.




11 Mayıs 2014 Pazar

DEVLET TERBİYESİ


Cumartesi günü Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle yapılan merasime, Tayyip Erdoğan’ın devlet geleneğini ayaklar altına alan, mahalle kabadayısı tavrı damgasını vurdu.
Tayyip Erdoğan, Türkiye Barolar Birliği Başkanının yaptığı konuşmaya, önce oturduğu yerden, sonra psikolojik dengesini kaybederek ayağa kalkıp, kürsüye doğru yürüyerek, “edepsizlik”, “yalan söylüyorsun” gibi yakışıksız söz ve davranışlarla müdahale etmiştir.
Elbette yapılan bir konuşmayı dinleyen herkesin beğenmesini beklemek doğru olmaz.
Elbette konuşma yerinde ve zamanında düzeyli bir şekilde eleştirilebilinir.
Kimsenin de buna bir itirazı olamaz. Ama Tayyip Erdoğan’ın davranışını da, devlet geleneği ve terbiyesi ile bağdaştırmak mümkün değildir.
 Cumhurbaşkanı’nın önünde, onu hiçe sayarak, konuşmacıya hakaretler etmesi kabul edilebilir bir davranış olmadığı gibi, Cumhurbaşkanı’nın da Başbakan’ın “el işaretiyle” kalkıp, salonu onun arkasında terk etmesi çok daha vahim bir durumdur.
Bu yaşananlardan sonra, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden evvel, anayasa koyucunun 367 şartını niçin anayasaya koyduğunu bazıları anlayabildiler  mi acaba?
O 367 bir “ucube” değilmiş, Cumhurun başının bir siyasi parti tarafından seçilerek, o yüce makama gelen kişinin,Abdullah Gül gibi, bir kişiye, bir tek parti grubuna medyun olmaması, Danıştay Kuruluş Yıl dönümü etkinliğinde uğradığı muamelelere uğramaması içindir.
Türkiye Barolar Birliği de bu tür yakışıksız saldırıya ilk defa muhatap olmuyor.
1991 yılında gene bir Danıştay Kuruluş yıldönümünde, dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Önder Sav, 429 ve 430 sayılı OHAL kararnamelerini eleştirince, teamüllere aykırı olarak devrin Cumhurbaşkanı Turgut Özal kürsüye çıkmış, TBB’yi küçümsercesine, “Baro başkanı bu anayasayı bilmiyor” demişti.
Olayı soğuk kanlılıkla dinleyen Sav, çıkışta gazetecilerin soruları üstüne “Ben hukukçuyum Anayasayı Cumhurbaşkanı’ndan iyi bilirim” demiş ve bu cevap bir gün sonra gazetelerde sürmanşet olmuştu.
Barolar Birliği Başkanının yaptığı konuşmada hukukla ve yargıyla ilgili söylediği şeyler, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğrulardır.
Nitekim benzer şeyleri Danıştay Başkanı da söylemiştir.
Tayyip Erdoğan, 2011 seçimlerinden sonra, XIV.Louis’in dediği gibi “devlet benim” derken bir anda 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonuna muhatap olmuştur.
30 Mart yerel seçim sonuçlarından sonra da toplum desteğinin de azaldığını görmesi, onda Yüce Divan korkusu yaratmıştır.
Sinir sisteminin bozulmasının sebebi de budur.
Yoksa başkanın söylediği “Hukuka güveni sarsacak davranışlardan kaçınılması gerektiği” cümlesinin kimseyi rahatsız etmemesi gerekir.
Tabii eğer iktidarı elinde bulunduranlar, hoşlanmadıkları  soruşturmaları yürüten savcıların görev yerlerini değiştirirlerse, bu eleştiriye de muhatap olmayı peşinen kabulleneceklerdir.
Tayyip Erdoğan değil midir, her hoşlanmadığı mahkeme kararından sonra, yargıyı kamu yararına engel olarak gösteren?
Yandaşlarının ve yakınlarının her türlü yolsuzluğunun üstün örtmeye çalışan Tayyip Erdoğan’ı “adil olmanın önemli bir fazilet” olduğu cümlesi de rahatsız etmiş olmalı.
Aslında, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın iki  yanlışı vardı.
Birincisi yaptığı konuşma kurumsal olarak Türkiye Barolar Birliği adına olduğu için “ben” diye değil “biz” diye yapması gerekirdi.
İkincisi ise Başbakana cevap vermek yerine, Tayyip Erdoğan’a yaptığı davranışın devlet protokolüne ve devlet terbiyesine uymadığını söyleyip, bunu kamuoyunun takdirine bırakması gerekirdi.
Bir çift sözde, Başbakan tarafından “seçtirildiği” söylenen Danıştay Başkanı’na: Benzer  bir saygısızlığı 1989 yılındaki Yargıtay Başkanı da yapmıştı; bunun üzerine Türkiye Barolar Birliği çok görkemli  “alternatif bir adli yılı açılışı” yapmış ve saygısızlık yapan o  Yargıtay başkanı bir daha ki seçimde on dört oy gibi komik bir oy alabilmişti.





 


7 Mayıs 2014 Çarşamba

SON ŞANS


Son iki yazımda, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet partilerinin ortak bir aday üzerinde anlaşmaları gerektiğini, bunun sadece parlamentoda temsil edilen muhalefet partileri arasında değil, parlamento dışındaki muhalefeti de aralarına almaları gerektiğini yazmıştım.
1994  yerel seçimlerinde muhalefetin  dağınıklığı yüzünden İstanbul ve Ankara’yı nasıl AKP zihniyetine teslim ettiğimiz hatırlardadır.
Bu nedenle muhalefetin geniş tabanlı bir uzlaşıya varması, seçimi muhalefetin ortak adayının ilk turda kazanmasını sağlar.
Böyle bir uzlaşı sağlanırsa oyları yüzde kırk bandının altına düşmüş AKP’yi HDP ile uzlaşıya zorlar, böyle açık bir ittifaka zorlanan AKP adayından oy kaçırır.
Ama eğer her muhalefet partisi birinci turda kendi adayını çıkartır da,  güç birliği ikinci tura bırakılırsa bu da Recep Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürer.
Zira; İkinci turda mevsimin de etkisiyle  muhalefetin safları gevşeyebilir.
Herhangi bir muhalefet partisinin tek başına belirleyeceği bir adaya, ikinci turda diğer muhalefet partilerinin seçmenleri sıcak bakmaya bilirler.
Genel olarak iki turlu seçimlerde dünya uygulaması, ikinci turda ilk turun daha kuvvetli olan adayına yönelinılmesidir.
O zaman HDP’nin de bu adayı desteklemesi beklenir.
Bu da AKP’nin adayı olacaktır.
Serbest ve eşit koşullarda yapılmayan bir seçim meşru olmayacağı gibi, böyle bir seçimden çıkacak yönetimde meşru olamaz.
Tayyip Erdoğan ve yandaşları seçimlerin artık “şekilsel” hale geldiği algısını topluma iyice yerleştirerek, tıpkı tek partili rejimlere olduğu gibi, sanki Cumhurbaşkanlığı seçimi AKP’nin bir iç işiymiş gibi yansıtılıyor ve algılatılmaya çalışılıyor.
Yaratılmak istenen , AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın ister kendisi, isterse belirleyeceği kişinin Cumhurbaşkanı olacağı algısıdır.
Muhalefet partilerinin daha basit konularda ciddi stratejik hatalar yaptıkları ortada olduğundan, ümitli olmayı gerektiren bir sebep de yokken, dünkü Hürriyet Gazetesi’nde MHP Genel Başkanı Bahçeli “Çok uygun bir çatı adayı” bulunması halinde buna destek vereceklerini açıkladı.
Bu geçmiş olaylara göre çok olumlu bir tavırdır.
Bundan demokrasimiz açısından faydalanılması gerektiği kanısındayım.
Böyle bir uzlaşmayla bir  “çatı adayı” çıkartılması Tayyip Erdoğan veya çıkaracakları adaya karşı büyük şans yakalar.
Bu fırsat kaçırılırsa ülkemizdeki seçimlerin, her fırsatta suçladığımız  tek partili Ortadoğu rejimleri, faşist veya komünist rejimler de olduğu gibi göstermelik hale muhalefet partilerinin çabaları  ile getirilmiş olur.
Bu seçimin tek faydası(!)  Recep Tayyip Erdoğan’ın kurmak istediği “tek parti, tek adam” rejimine meşruiyet sağlamış olunur.
Geçtiğimiz yerel seçimler göstermiştir ki, Tayyip Erdoğan ve şürekası , seçimlerde kamu olanaklarını fütursuzca kullanabilmektedirler.
Toplumun, uluslar arası hukuktan, anayasamızdan kaynaklanan demokratik tepkilerini ortaya koyacakları toplantılara AKP iktidarı tarafından totaliter rejimlerde olduğu gibi izin verilmemiştir.
 Bu nedenlerle üstünde uzlaşılacak bir “çatı adayı” Tayyip Erdoğan’ın kurmak istediği “tek adam, tek parti” rejimini kırmak için son şanstır.
Eğer böyle demokrasinin önünü açacak, devlet kurumları arasındaki uyumu sağlayabilecek bir Cumhurbaşkanı seçilemezse, ülke  büyük rejim bunalımlarına sürüklenir.
Herkesin benimseyeceği böyle bir “çatı adayı” yazılı ve görsel basın üzerindeki en azından psikolojik baskıyı kıracak, basının bir miktar daha özgür olmasını sağlayacaktır.
Üzerinde uzlaşılacak bir “Çatı Adayı” son şans olacaktır.








4 Mayıs 2014 Pazar

AKP’DE BİLEK GÜREŞİ


  Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken AKP’deki hava, Tayyip Erdoğan’la Abdullah Gül aralarında konuşurlar, kimin aday olacağı konusunda  bir karara varırlar noktasında idi.
Ancak aday belirleme süreci yaklaştıkça AKP’de işlerin hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmaya başladı.
İlk günlerde sanki bu ülkede bir seçim var ama , yaşanan süreç, AKP’nin, daha açık bir ifadeyle Tayyip Erdoğan’ın adaylığının ilanı için, göstermelik  dostlar alış verişte görsün tadında “istişare” toplantıları yapılıyor şeklindeydi.
Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının etrafa yaydıkları hava da  Tayyip bey ne isterse, Abdullah Gül ona uyar, biçimindeydi.
Böyle yaparak, hem Abdullah Gül üstünde bir baskı kuruyorlardı, hem de toplumda böyle bir algı yaratmaya çalışıyorlardı.
Yani bir seçim yokmuş da tek kale maç oynanıyorlarmış havasındaydılar.
Ancak, Abdullah Gül’ün son “Tayyip Beyin daha istişareler ihtiyacı olduğu”  açıklaması ve hem de seksen bir ili dolaşmaya başlayacağını açıklaması; AKP de işlerin Tayyip Beyin istediği gibi gitmediğini ortaya koydu.
AKP’nin Merkez Karar Yürütme Kurulu toplantısından da, 3 dönem kuralı ile devam edilmesi ve mevcut seçim sisteminin korunması kararı çıkınca, Tayyip Erdoğan’ın kendisini ve yakınlarını korumaya almak için, Cumhurbaşkanlığı adaylığından başka şansı kalmadı.
Seçim sistemini de “Anayasa Mahkemesi iptal eder”  korkusuyla gündemden çıkardılar.
İşte bu nedenle Abdullah Gül’ün Türkiye’yi dolaşmaya başlaması, Tayyip Erdoğan’ın üç döneme takılması, AKP içinde Cumhurbaşkanlığı hesaplarında “oyun içinde oyunlar” olduğunu ortaya koydu.
Yani o kadim dostlar hikayeleri galiba geri de kaldı. Bundan sonra kendi aralarında kıyasıya bir mücadele olacak gibi görünüyor.
Aslında AKP kan kaybediyor, şu anda Tayyip Erdoğan’ın kamuoyu desteği yüzde otuz beş, kırk bandından yukarıda değil. Birde parti içinde eskiden beri var olup da yeni yeni su yüzüne çıkmaya başlayan çatışma, bu desteği daha da aşağılara çekebilir.
Yani seçim Tayyip Erdoğan için “çantada keklik” olmaktan iyice çıktı. Aslında baştan beri öyle değildi ama öyle bir algı yaratılmaya çalışılıyordu.
İşte şimdi muhalefet partilerinin, serin kanlı ve ülke yararını düşünerek,  donanımlı, herkesimden vatandaşımızın iç huzuruyla oy verebileceği, bir aday üzerinde uzlaşmaları gerekiyor.
Bu adayın dünyayı kendi gözüyle takip edip, anlayabilecek, ülke içinde de devlet yönetiminde hakem rolü oynayabilecek bir kişi olması gerekir.
Organlar arasında uyum, senede bir veya iki defa bu organların başları ile yemekli toplantı yaparak sağlanmaz.
İçinde yaşadığımız süreçte olduğu gibi, devlet organları arasındaki çatışmalarda, derin bilgi birikimi ile hakemlik yapabilecek, yani anayasanın dili ile “Devlet Organlarının düzenli ve uyumlu çalışmalarını gözetecek” ağırlıkta bir kişi olması gerekir.
Demokrasi denilen rejime kelimenin tam manasıyla sahip çıkan, gönüllerde bir saygı, sevgi ateşi yakan/yakabilen birisi olmalıdır.
Önümüzdeki dönemde, eğer muhalefet uzlaşarak “doğru” bir aday çıkartamazsa demokratik düzene gönül vermiş, o ideale bağlanmış olanlar ile totaliter duygular taşıyan Tayyip Erdoğan ve yandaşları arasında bir büyük mücadele başlayacaktır.
İşte çıkarılacak  Cumhurbaşkanı adayı bu nedenle çok önemlidir,  demokrasi bayrağını en önde taşıyabilecek bu konuda insanlara güven verecek birisi olmalıdır.
 Muhalefet partileri böyle bir aday üstünde uzlaşı sağlarken, kendi aralarında bir komplekse kapılmadan, senin adamın, benim adamım demeden, baştan tarifler yaparak aday sınırlamasına gitmemeleri gerekir.
Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığı yapabildiğine, Tayyip Erdoğan bu makama aday olabildiğine göre, Türkiye de o makama gerçekten layık çok insan bulunur.
Bu nedenle iyi niyetle, uzlaşma isteğiyle bir aday arayışına girişecek muhalefetin eli çok rahat olacaktır.
Böyle bir uzlaşı ile seçilecek aday da çok büyük bir olasılıkla Cumhurbaşkanı seçilecek ve demokrasimiz rayından çıkmayacaktır