28 Kasım 2016 Pazartesi

CHP’NİN 2004’DEKİ ÖNGÖRÜSÜ


24 Kasım günü Avrupa Parlamentosu, ülkemizdeki “Baskıcı uygulamalara son verilene kadar, müzakerelerin geçici olarak dondurulmasını” Komisyona önerme kararı aldı.
Bu kararın, Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 5. Maddesine göre bağlayıcılığı olmayan bir tavsiye kararıdır. Konu Aralık ayı içinde devlet ve hükümet başkanları zirvesinde ele alınacak.
Şu anda görünen durum, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tavsiye kararının  aksine bir karar çıkacağı, kesine yakın olarak görünüyor.
Olayların bu noktaya gelmesinin tek sorumlusu AKP iktidarıdır. 17 Aralık 2004’de AB zirvesi, Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlamasını uygun görünce, “Katıldık” diye gündüz vakti tam bir görgüsüzlük örneği havai fişekler atılmıştı.
Halbuki Aralık 2004’deki AB Başkanlık Kararlarında, başka hiçbir aday ülke için konulmayan, Türkiye’ye tam bir ikinci sınıf devlet muamelesi yapan, AB’nin Türkiye için kalıcı istisnalar koyabileceği, yazılıydı.
Bu cümlenin en bariz sonuçlarından biri, üyeliği anlamsız hale getiren, Türkiye üye olsa bile örneğin Türk işgücünün  serbest dolaşımının hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğiydi.
Bunun dışında Kıbrıs sorunun çözümü, Türkiye-AB ilişkisine bağlanarak, kendi kafalarındaki çözümü dayatmaya çalışıyorlardı.
İşte tam bu sırada o tarihteki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, ciddi bir devlet adamı olduğunu ortaya koyarak, bütün siyasal rekabet duygularından sıyrılıp, Tayyip Erdoğan’a hitaben, “Bunu imzalama Türkiye Büyük Devlettir, Avrupa Türkiye’yi yok sayamaz, bizden evvel Birliğe katılanlar nasıl katıldıysa bizde öyle katılalım, atla uçağa dön, gerekirse seninle beraber bütün Türkiye’yi dolaşır haklılığımızı beraberce halka anlatırız demişti.
Bu çağrı üzerine o tarihteki kulis dedikodularına göre “Tayyip Beyin, hazırlayın uçağı dönelim dediği, fakat yalaklıktan çok hoşlandığı için, Tony Blair ve Silvio Berlusconi’nin kendisini, sen şimdi kabul et ileride düzelir, diyerek ikna etmişlerdi.
O günlerdeki gazete manşetleri de ibretliktir. Baykal’ın gördüğünü necip Türk basını görememiş, “Başardık”,”2010’da Avrupalıyız” diye manşetler atmışlardı.
Hele 2005 müzakere belgesinde ise, Avrupa Birliğinin bütün kurumlarında, örneğin Avrupa Parlamentosunda alınmış olan kararlar, HUKUKEN BAĞLAYICI OLUP OLMAMASINA BAKILMAKSIZIN, Türkiye için bağlayıcı kılınıyordu.
Bu hüküm, örneğin kararları bağlayıcı olmayan Avrupa Parlamentosunun   Ermeni, Kürt sorunları, Dicle/Fırat sularının Statüsü gibi, bizi çok rahatsız edebilecek konularda alacağı bir karar Türkiye için bağlayıcı olacaktı.
Benzer bir hüküm hiçbir aday ülke için konulmamıştı. Yani Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Türkiye’ye 2. Sınıf devlet muamelesi yapılmasını, sözde var olduğunu iddia ettikleri askeri vesayeti sonlandırmak düşüncesiyle, Kıbrıs’ı bile gözden çıkartarak müzakere tarihi alabilmek için içlerine sindirmişlerdi.
Liboş takımı, AKP İktidarını, AB sürecimize canlılık kazandırdı diye göklere çıkartırken, başlayanın müzakere süreci olmadığını, üyelik tabutuna çakılan son çivi olduğunu anlamamışlardı.
Onlar anlamdı da Kemal Kılıçdaroğlu anladı mı? Maalesef ilk tepki olarak “ ..müzakere yapılmayacak. Bu bizim için çok ağır bir yaptırımdır. Bunun arkası gelecektir; ekonomik olarak arkası gelecektir, siyasal olarak gelecektir” diyerek, Baykal’ın o tarihte gördüğünü görememiş, müzakerelerin, sahiden yapıldığını zannettiğini ortaya koymuştur.
Ayrıca Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararın bağlayıcı olmadığını ya göz ardı etmiş ya da farkında değil.

CHP’nin 2004’deki öngörüsü bugün doğru çıktı.

25 Kasım 2016 Cuma

TÜRKİYE’NİN SORUNU ANAYASA DEĞİLDİR


Bu ülke anayasa tartışmaktan yorgun düştü; asıl tartışılması, üstünde kafa yorulması gereken meselelere eğilmeye fırsat bulamıyor.
Geçmişte de ekonomik olarak batağa saplanan tüm hükümetler, aynen AKP gibi, kabahati daima anayasalara bulmuşlardır.
Bir gerçeği görmemiz lazım, demokrasi ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde sorunsuz yürür. Orada demokrasiler kesintiye uğramaz. Zira oralarda, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısı çok az olduğu için, seçmen tercihini kömüre, kullanım tarihi geçmekte olan makarna dağıtımına göre yapmaz.
On dört yıldır iktidardasın,  işsizlik rakamları çok daha yüksek olmasına rağmen yüzde on bir olarak ilan ettiğin işsizliğin sorumlusu sen değil misin, şimdi etrafa afra tafra yapıyorsun.
93 yıllık Cumhuriyetin alın teriyle yarattığı bütün değerleri eşe dosta satıp, yerine bir tane tüten baca koymadın.
Hiç üretmeden kalkınma olur mu? Köprüler, yollar ünlü iş adamının söylediği gibi  sadece rant kapısıdır.
 Ondan sonra da dönüp işsizliğin sorumluluğunu kendinden başka herkese yüklüyorsun.
İnsan aklıyla alay edercesine “bankalar paradan para kazanmasın” demek gibi şahane bir  bilgisizlik örneği gösteriyorsun.
Ekonomideki, yanlışların saymakla bitmeyeceği gibi, dış politikadaki yanlışların, tutarsızlıkların da öyle.
Rus uçağını düşürdükten sonra önce babalandın “Hava sahamızı ihlal ederseniz uçağınızı gene düşürürüz” dedin, sonra bu lafları yuttun, “Düşüren pilot FETÖ imiş” diyerek, herkesi aptal yerine koyup, işin içinden  sıyrılacağını düşündün. Ülke ekonomisine büyük zarar verdiğin gibi Rusya’nın da bunu unutacağını zannettin.
Bir şeye dikkat ettin mi? Rus uçağı 24.11.2015 de düşürülmüştü, Rusya destekli Suriye Ordusu’na ait uçaklarda tam bir yıl sonra 24.11.2016 da bizim askerlerimizi vurdu.
Rus uçağını düşürdükten sonra, “Gene vururuz” diyordun ya, hadi tam zamanı, bırak Rus uçağını Suriye’ye bir tepki ver, şehidimin kanı yerde kalmasın.
Peşmerge’nin, hem de bir 29 Ekim günü bu ülkenin topraklarından PYD’ye yardım için Ayn el Araba geçmesine izin verdin, şimdi de PYD’nin başı için “Kırmızı Bülten” istiyorsun.
Dün İsrail’e şov yapıp “One minute” diyordun, 20 milyon dolara, ülke insanın, uluslararası sularda  hukuksuz olarak katlini sineye çektin. Birde bu arada Amerika’da, İsrail’e sempatik gözükmek, yaranmak için Lobbying yapsın kisvesi altında Yahudi şirketlerine 67 milyon dolar aktardın.
Yakalandın.
Senin Dış İşleri Bakanın, bu devletin kurucu antlaşması olan Lozan Antlaşmasını tartışmaya açabiliriz demek hadsizliğini gösterdi.
Hep yanlış yapıyorsun, Rusya ile balayı yaşarken Suriye Türk askerlerini vuruyor, Avrupa Parlamentosu Türkiye ile müzakereler dursun kararı alıyor, Merkez Bankası faiz artırımına gitmesine rağmen, dolar yükselmeye devam ediyor, bir yanda ülkenin itibarı ayaklar altına alınırken, aynı zamanda da sayende  her dakika fakirleşiyoruz.
Bu Anayasa tartışmaları tamamıyla bu basiretsizliklerinin gündeme gelmemesi için oynadığın bir gündem değiştirme oyunu. Türkiye’nin sorunun Anayasa olmadığını sen de biliyorsun.
Sen de bunun olmayacağını biliyorsun. Biliyorsun ama bunu peşine takılıp sürüklenen, birkaç istisna milletvekili dışında, öyle tutarlı, ön görülü bir muhalefette olmadığını bildiğin için bunu yapabiliyorsun.
Senin yanlış politikaların nedeniyle içerde dışarıda her gün günahsız insanlar ölüyor, şehitler veriyoruz.
Sizin çocuklarınızın arasında hiç şehit yok, elbette olmaz, savaşlara karar verenlerin çocukları daima cephenin uzağındadır,
Gariban vatan evlatları sizin çocuklarınız yerine şehit oluyor. Senin ki  de okla yayla şov yapıyor.




21 Kasım 2016 Pazartesi

BİNDİK BİR ALAMETE GİDİYORUZ KIYAMETE


Türk ekonomisinin kötüye gittiğini artık aklı başında, iktidarın borazanlığını yapmayan herkes söylüyor.
AKP’nin 14 yıllık iktidarını, son iki buçuk ayında Türk lirası dolar karşısında yüzde on üç değer kaybetmiş. Bunun anlamı,  iğneden ipliğe her şeye zam gelecek demektir
Türk lirasının bu değer kaybı enflasyonun  yüzde bir buçuk artmasına neden olmuş.
Bunlar sadece son iki buçuk ayın verileridir. AKP iktidara geldiğinde 1.4 TL olan dolar şu anda 3.37 TL ye gelmiştir. Yani Türk parası dolar karşısında yüzde üç yüz değer kaybetmiştir.
Türk parası 14 yılda yüzde üç yüz değer kaybederken, fuhuş yüzde yedi yüz doksan artmıştır. Fuhuşun, hırsızlığın, gaspın, dolandırıcılığın artışı tamamıyla açlıkla ilgilidir.
İnsanlar doğuştan suç işlemeye eğilimli değillerdir, yaşadıkları sosyal ve ekonomik şartlar onları suça iter. 
Aç kalan insan da her şeyi yapar, inançlarını bile tüketir.
Açlığın olduğu yerde suç ve suçlu sayısı artar. Türkiye o noktaya gelmiştir.
Yatırım yatırım diye anlatılan, baca tüttürmeyen, yani insanlara iş kapısı açmayan, çalışma olanağı yaratmayan, eşi dostu zengin eden yol ve köprü yapımlarıdır.
Dürüst iş adamları böyle bir ekonomik kalkınma olamayacağını, kalkınmanın reel sektörün büyümesiyle, üretime yapılan yatırımla yani tüten ve istihdam yaratan bacalarla olacağını söylemektedirler.
Çiftçi yaşayamaz hale gelince, tarımdaki işsizlik her gün artmakta, tarımı terk eden genç nüfus, büyük kent varoşlarında emeklerini ucuza pazarlamaya çalışan insanlar konumuna gelmektedir.
Bu gruptan ucuz emeğini pazara arz etmesine rağmen iş bulamayanlar, yaşaya bilmek için suç işlemeye eğilimli hale gelirler.
İşsizliğin arttığı, açlık ve yoksulluk sınırları altında yaşayan  insanların sayısı on milyonlarla ölçülüyorsa  sosya ekonomik durum her gün kötüye gidiyor demektir.
Türkiye’nin asıl tartışması gereken konular bunlarken biz bugün bunları tartışmıyor iktidarın tayin ettiği gündemin peşine takılıp, başkanlığı tartışıyoruz. Başkanlık gelecek bütün sorunlar bitecekmiş.
Bu nedenle AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan, doğru olmadığını bilmesine rağmen,“tekrarlanan yanlış gerçeğe dönüşür” propaganda anlayışı ile devamlı olarak bunu tekrarlamaktadır.
Bunu yaparak halkın, sonunda bu yalanı doğru kabul edeceğini düşünmektedirler.
Ama iktidar sahipleri bir noktada yanılıyorlar. Ne söylerlerse söylesinler, büyük halk kitleleri, ekonomik zorluk içinde yaşadıklarını ve bu ülkeyi de on dört senedir de Tayyip Erdoğan’ın yönettiğini ve hayatlarının her geçen gün daha kötüye gittiğini yaşayarak görüyorlar.
Ancak, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının devamlı olarak söyledikleri “ Başkanlık sistemi gelecek sorunlar bitecek”  tekrarına karşılık, bu ülkenin aydınları, namuslu insanları da, Tayyip Erdoğan ve AKP’nin on dört yıldır iktidar olduğunu, ama yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısının her geçen gün arttığı doğrusunu anlatırlarsa, insanların yalanlardan  çok GERÇEKLERE inanma olasılığının daha fazla olduğunu göreceklerdir.
Onlara, sadaka ile yaşamalarının kaderleri olmadığını, sadakaya muhtaç hale gelmelerinin sebebinin devleti yönetenlerin Harun olmaya geliyoruz dedikten sonra Karun olmaları olduğunu anlatalım.
Sosyal medya bu noktada çok önemli bir mecra ama asıl halkın arasına katılıp bunları anlatmalıyız.
Bunu siyasi partilerin yapmasını beklemeden, ülkenin aydınları yapmalıdırlar.     
Eğer geniş kitlelere “Başkanlık gelecek dertler bitecek” sözünün yalan  olduğunu anlatamaz isek,  işte o zaman bineriz bir alamete gideriz kıyamete.


18 Kasım 2016 Cuma

DÜMEN SUYUNDAKİ MUHALEFET


Türkiye’nin sorunu anayasa değildir. Tayyip Erdoğan’da bunu biliyor ve öngörüsüz bir muhalefetle dilediği gibi oynarken de aslında   kendini güvenceye alacağı bir sistemi getirmeye çalışıyor.
Türkiye’nin sorunu ne anayasadır ve ne de başkanlık; terördür, açlıktır, işsizliktir, Türk çiftçisinin sömürülmesidir, yolsuzluktur, demokrasiyi iktidarın içine sindirememiş olmasıdır, dış politikada yaşanan başarısızlıklardır.
 CHP’nin bunları Türkiye’nin gündemine taşıyıp, ezilen milyonların sorunlarına çözüm önerileri getirerek muhalefet yapacağına, Tayyip Erdoğan’ın tayin ettiği gündemin peşinde sürüklenip gidiyor.
Anayasa değişikliği gerçekleşirse,  terör sorunu mu çözülecek, açlık sınırı altında yaşayan milyonların ekonomik durumu mu düzelecek, Türk tarımının içler acısı halimi ortadan kalkacak, diş politikada yaşadığımız başarısızlıklar mı bitecek?
Hayır, sadece Tayyip Erdoğan Anayasayı çiğnememiş olacak ve ileride yargılanmaktan kurtulacak.
Muhalefet olarak, on dört yıllık AKP iktidarında Türk Lirası’nın ne kadar değer kaybettiğini ve bunun sebeplerini, halka anlatmak sizin göreviniz değil mi?
AKP iktidarına kadar dünyanın kendi kendine yetebilen yedi tarım ülkesinden biri iken, şimdi saman ithal eden bir ülke haline nasıl geldiğimizi, buna hangi yanlış, teslimiyetçi tarım politikaların rol oynadığını anlatmak kimin görevi?
İktidar olduğunuz zaman nasıl bir tarım reformu yapacağınızı, çiftçiye nasıl destek vereceğinizi anlatmanız gerekmiyor mu? Daha doğrusu böyle bir politikanız var mı?
Dış politikada yaşanan başarısızlıkların nedeninin  AKP iktidarının uyguladığı yanlış mezhepçi politikalar olduğunu halka kim anlatacak?
Türkiye’nin sorunun Anayasa olmadığını, Tayyip Erdoğan ve şürekasının demokrasiyi, çok sesliliği içlerine sindiremedikleri olduğunu, bu halka kimin anlatması lazım?
Elbette sizin.
Hiç gereği yokken, Tayyip Erdoğan’ın oyununa gelerek, 2011 yılının Ekim ayından bu yana Anayasa tartışıyorsunuz,  ama  Anayasa Çalıştayı yapmayı 2016’nın kasım ayında düşünebiliyorsunuz.
Sizin 2011’den bugüne kadar bir Anayasa görüşünüz yok mu idi? Çalıştayı kasım 2016 da yaptığınıza göre ya yoktu, ya da dostlar alışverişte görsün çabası içindesiniz.
CHP altı oku ile ve özellikle de halkçı, devrimci nitelikleriyle sol damarı güçlü bir partidir. Yani emeğe saygılı olması gerekir, köylüye, işçiye, ekonomik olarak zayıf olanlara sahip çıkması gerekir. 
Ama siz,  CHP’nin bütün değerlerine olduğu gibi, emeğe de saygı göstermiyorsunuz.
Bu yılın başında üç bilim insanından, Prof. Dr  Korkut Kanadoğlu, Doç. Dr Ali Akartürk ve Doç. Dr Şule Özsoy Boyunsuz’dan bir rapor istediniz ve üç bilim insanı emek sarf ederek 2016 yılı bahar aylarında “Türkiye İçin Başkanlık Sistemi Önerisi Tartışmaları” başlıklı bu raporu size teslim ettiler.
Siz bu raporu “Türkiye’de Başkanlık Sistemi Tartışmaları, Otoriter Sistem Arayışlar” ismiyle kitaplaştırdınız.
Ama bunu yaparken, bu üç bilim insanın emeklerini yok saydınız. Raporlarını  kitaplaştırırken, isimlerini unvanlarını bile yazmadan kitabın kapağının sol üst köşesinde çok küçük harflerle “lütfen” yazdınız.
Kitabın “Önsöz” ünde bile bu insanlara bir kuru teşekkürü çok  gördünüz. “Yazarların Önsözü”nün altına bile isimlerini  yazmak nezaketini göstermediniz.
Destek olmasını beklediğiniz ülke aydınları size nasıl ve niye güvensin.
Aykut Erdoğdu’nun bir TV programındaki bir saygısız AKP’liye haklı tepkisinin toplumdan aldığı olumlu tepkiye bakın ve bu kimliksiz, bilgisiz ve idraksiz dümen suyu muhalefetinden vaz geçin.

    
  


14 Kasım 2016 Pazartesi

SIFIR YÜZDE SEKSEN ALTIDAN BÜYÜKTÜR.

  
Tayyip Erdoğan 4 aydır atamasını yapmayı beklettiği Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne, öğretim üyelerinin yüzde doksanın  katılımıyla gerçekleşen seçimde, oyların yüzde seksen altısını alan Gülay Barborosoğlu’nu değil, Onun yerine 676 Sayılı KHK ile tek başına kendisine aldığı yetkiye dayanarak  seçime bile katılmamış, AKP Eskişehir Milletvekili Emine Nur Günay’ın kardeşi Prof. Dr Mehmet Özkan’ı atadı.
Kendisine aldığı yetkiyle diyorum, zira bu KHK’nin Tayyip Erdoğan’ın talimatı doğrultusunda, onun isteğine uygun şekilde hazırlandığı yadsınamaz.
Hükümet Tayyip Erdoğan “ne emrederse” onu aynen yerine getirmekle görevli bir organ gibi çalıştığı için, hiç tartışılmadan rektör atamalarının tek seçicisi Cumhurbaşkanı olarak belirlenmiştir.
Üniversiteler bilim duvarlarının zorlandığı kurumlardır. O bakımdan Rektörler sadece basit bir yönetici değil, aynı zamanda akademik olarak da bilim yuvalarının en üst düzey yetkilisidirler.
Üniversiteler bir toplumun geleceğini şekillendiren en üst eğitim kurumları olduğu için onunla ilgili alınacak her karar toplumda herkesi yakından ilgilendirir, ilgilendirmesi de gerekir.
Bu nedenle üniversitelerle ilgili alınacak her kararın gerek toplumda gerekse ve özellikle üniversiteler de tartışılması gerekir. Onunla ilgili alınacak her kararın ortak aklın ürünü olması gerekir.
Ancak 676 Sayıl KHK ile rektör atamaları hiç tartışılmadan Cumhurbaşkanına bırakılması üniversite öğretim elamanlarına saygısızlık olmuştur.
Eskiden de Cumhurbaşkanı seçiyordu, denebilir.
Doğrudur, ama hiç olmaz ise üniversite öğretim üyeleri 676 Sayılı KHK’ye kadar altı aday belirleme hakkına sahiptiler; şimdi bu bile kendilerinden esirgenmiş oluyor.
Kendi seçimlerinde sandığı her şey kabul eden Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, öğretim üyelerinin kendilerini ilgilendiren bir konuda sandığa yansıyan tercihlerinin hiçbir kıymeti yoktur diyorlar.
Yani bir anlamda Tayyip Bey, sıfırı, yüzde seksen altıdan daha büyük kabul  ederek ve üniversite öğretim üyelerinin tercihlerini  hiçe sayarak “özerk üniversiteye” anti demokratik bir şekilde  rektör atamıştır.
Bu atamaya, bu yazıyı kaleme aldığım ana kadar, toplumdan, vaz geçtim toplumdan, verdikleri oylar yok sayılmış üniversite çevrelerinden bile ciddi bir tepki gelmemişti.(Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri hariç)
Bu tepkisizlik bana Maksim Gorki’nin “ Bir insan için kendi hemcinslerinin yazgısına karşı ilgisiz kalmaktan daha büyük bir ihanet olamaz…” sözünü anımsattı.
Yapılan atamalarda liyakatin değil, biatin egemen olduğu, “taraf olmayan bertaraf olur” tehdidinin yarattığı korku da göz önüne alınırsa, bu anti demokratik rektör ataması karşısında oluşan sessizliği de yadırgamamak lazım.
Öğretim üyeleri de bu toplumun çocuklarıdır, genel ortalamayı yansıtırlar, elbette içlerinde çok saygınları, gerçek aydın olarak nitelenebilecek olanlar kadar, menfaati uğruna her kalıba girecekler de vardır.
Akademik yıl açılışının bile Cumhurbaşkanlığı külliyesinde yapılmasını içine sindirip oraya giden, Cumhurbaşkanını “çılgınca alkışlarken” TVlerde görünme çabasındaki “bilim adamlarının”  bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz
Bu ülkenin aydınlanmış beyinler yaratacak çok ciddi bir eğitim reformuna ihtiyacı var.
Bu ülkenin, 12 Eylül askeri rejiminin yok ettiği, kendisine veya bir başkasına reva görülen haksızlıklara isyan etmeyi, haksızlığın neden ve etkenlerini düzeltmeyi, kendisine görev edinmiş aydınlara ihtiyacı var.

Çok mu bir şey istiyorum? Zannetmiyorum. Çağdaş ülkelerde olduğu gibi  haksızlıklar karşısında tepkisini çekinmeden veren insanların yaşadığı bir toplumda yaşamak istiyorum.

11 Kasım 2016 Cuma

GÜVENİLİR YARGI, ÖZGÜR BASIN


Uygar, demokrasiyi özümsemiş ülkeleri kurumlar, demokrasiyi özümseyememiş ülkeleri ise kişiler yönetir.
Demokrasiyi özümsemiş ülkelerde, iktidara kim gelirse gelsin, o ülkelerde  temel konularda çok büyük değişiklikler yaşanmaz.
Örneğin yargı bağımsızlığı tartışma konusu bile yapılamaz. Onların anayasalarında, yasalarında “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat  veremez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” yazmasa dahi, orada devleti yönetenler, böyle bir davranışta bulunmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler.
Demokrasiyi özümsemiş bir toplumda, devletin bir numarası bile konuşurken onu dinleyen yüksek yargıçlar, içlerinden ne geçirirlerse geçirsinler, tepki vermezler, hele ayağa kalkıp alkışlamak gibi bir davranışta bulunmazlar.
Demokrasiyi özümsemiş bir ülkenin yargısı kararlarıyla toplumu ileri taşır, o ülkelerde yüksek yargının kararlarıyla ülke yirmi otuz sene geriye götürülmez.
Demokrasiyi özümsemiş ülkelerde, yargı kimsenin anayasayı fiilen değiştirmesine göz yummaz.
Demokrasiyi özümsemiş ülkelerde, devleti yönetenler, basın özgürlüğünü sonuna kadar savunurlar. Savunmasalar dahi orada basın özgürlüğüne sahip çıkacak, koruyacak bağımsız bir yargı vardır.
O ülkelerde özgür basının varlığının, bir ülkenin hükümetinin varlığından daha önemli, daha hayati olduğu noktasında genel bir kanı vardır.
Nitekim, bir İngiliz siyasetçiye, hükümeti mi istersin, yoksa özgür basını mı, diye sorduklarında “sen bana özgür basını ver yeter, hükümet senin olsun” diye cevaplamıştır.
Onu susturmayı akıllarından bile geçirmedikleri gibi, böyle bir yanlışa düşseler bile buna izin vermeyecek bir yargı vardır.
Demokrasiyi içine sindirmiş ülkelerde, basın özgürlüğünden doğabilecek sakıncaları gidermenin aracının gene özgür basın olduğu kabul edilir.
Demokrasiyi içine sindirmiş ülkelerde, siyasi iktidarı kontrol eden, frenleyen mekanizmalar vardır; vardır da, bunların varlığından hiç kimse, hatta iktidar sahipleri dahi rahatsız olmazlar, olsalar bile bunu ortadan kaldırmayı kendilerine siyasi hedef olarak koyamazlar.
Demokrasiyi özümsemiş ülkelerde, seçimlerde çoğunluğu sağlayarak iktidara gelenler, azınlıktaki demokratik muhalefetin de, görüş ve düşüncelerini halka rahatça ulaştırıp, demokratik yollardan iktidara gelme ihtimalinden rahatsızlık duymazlar.
Ve asıl önemlisi, demokrasiyi özümsemiş toplumlarda, duyarlı bir kamuoyu vardır. Haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısında, buna muhatap olan kim olursa olsun tepki verirler.
Tabii bu duyarlı kamuoyunu yaratanda özgür basındır. Bu özgürlük sadece siyasi iktidara karşı değil her türlü baskı grubuna karşıdır.
Bu ülkelerde “çalıyor ama iş yapıyor” gibi akıl almaz bir söylemi duyamazsınız.
O toplumlarda iş yapmanın, çalışmanın bir görev olduğu, bunları yapmanın kimseye yolsuzluk yapma hakkı vermediği genel bir kabuldür. 
Onun için demokrasiyi özümsemiş bir ülkede, iktidara bir maceracı da gelse, ülke maceraya sürüklenmez.
Demokrasiyi  özümsemiş ülkelerde denge fren mekanizmaları çok iyi çalışır.
O ülkelerde bir göreve gelmenin/getirilmenin  ön koşulu biat değil liyakattir.
 Demokrasiyi özümsemiş ülkelerde de insanların elbette sorunları vardır, ama o ülkelerde insanlar siyasi iktidarlardan korkmazlar, haksızlığa uğradıkları zaman sorunlarını dile getirecek  özgür basının ve sığınabilecekleri güvenilir bir yargının varlığından emindirler.
Gerçek demokrasiyi yaşayabilmek için yani  mutlu ve güven içinde olabilmek için, bağımsız, güvenilir bir  yargı ve özgür basına ihtiyacımız var. 















7 Kasım 2016 Pazartesi

İKİ YÜZLÜSÜNÜZ


Bu değişiklikten sonra  HDP’li milletvekilleri hakkında değişik il ve ilçe savcılıklarında yürütülen soruşturmalarıyla ilgili  olarak aynı gece, bir gece yarısı operasyonuyla, önce göz altına alınmaları ve sonrasında tutuklanmaları tepkilere neden oldu.
Tutuklanma gerekçeleri terör örgütü propagandası yapmak, destek olmak gibi suçlamalar.
HDP ilk günden beri terör örgütüne destek oluyordu, devletin savcısı bunu yeni mi fark etti.
HDP’li milletvekilleri terör örgütüne ne kadar yardımcı olduysa, propagandasını yaptıysa,  iktidar olarak siz de o kadar yaptınız.
“Valilere operasyon yapmayın dedik” diyen, “PKK iki yıl boyunca yığınak yaptı” diyen, örgütün yasa dışı faaliyetlerini kast ederek “Her şeyden haberimiz vardı” diyenler kimlerdi?
Oslo görüşmeleri kimin talimatıyla gerçekleştirildi? İmralı’ya heyetler gidip oradan alınan talimatların Kandile götürülmesine kim göz yumdu?
“Türkiye’de güzel şeyler oluyor” diyerek, Habur kepazeliğine göz yumanlar kimlerdi.
Sizler değil miydiniz?
Dolmabahçe mutabakatı kimler arasında gerçekleştirildi? Bugün terör örgütü propagandası yapmak, ona yardım etmekle suçlanan HDP’liler ile gerçekleştirilmedi mi?
Bülent Arınç başbakan yardımcısı iken “Her şeyden haberimiz vardı” dediğine göre, belediye araçları ile hendekler kazıldığını, mayınlar, el yapımı patlayıcılar yerleştirildiğini de biliyordunuz, neden göz yumdunuz.
Bu terör örgütüne yardım olmuyor mu?
Bakın gazete arşivlerine, Abdullah Öcalan denen katili, “büyük lider” diye topluma sunan sizin milletvekilleriniz değil miydi?
Bütün dünyanın gözleri önünde katilin mesajını Diyarbakır Meydanında halka okunması sizin bilginiz ve teşvikiniz ile olmadı mı? Bütün bunlar terör örgütü propagandası değil miydi?
Bir terör örgütünün propagandası nasıl yapılır?
Dünya da tek bir demokratik ülke gösterebilir misiniz, terör örgütü liderlerine devlet yetkilileri tarafından methiyeler düzüldüğünü.
Yoktur böyle bir şey, olamaz, bunu yapan devlet yetkilisi o koltukta bir dakika bile oturamaz.
Teröre yardım, yataklık, propagandasını yapmak suç ise siz de suçlusunuz.
Şimdi tutuklattığınız HDP milletvekilleri ile sizlerin ve sizin milletvekillerinizin yaptıkları arasında ne fark var.
Terör örgütüne silah götürürken yakalanan milletvekilinin davranışı ile “Valilere operasyon yapmayın dedik” diyen, “PKK iki yıl boyunca yığınak yaptı” diyen, örgütün yasa dışı faaliyetlerini kast ederek “Her şeyden haberimiz vardı” diyenler arasında ne fark var.
Bu davranışlarınızla terör örgütüne sadece yardım etmemiş propagandasını yapmamış, hatta onu uluslararası hukukun süjesi haline getirdiniz.
FETO ile PKK’nın hiçbir farkı yoktur dediğinize göre, siz FETÖ’ ye de aynı PKK’ya yaptığınız gibi yardım yataklık ettiniz,  devletin bütün kurumlarına sızmasına izin verdiniz.
Dış temsilciliklere emirler vermediniz mi? FETÖ okulları yetkililerinin protokole alınması ve onlara her türlü yardımın yapılması konusunda?
FETÖ organisazyonu olan “Türkçe Olimpiyatlarına” Bakanlarınız katılıp, çete reisi  Fethullah Gülen’e methiyeler düzüp, saygılarını sunmadılar mı?
Bütün bu saydıklarımız terör örgütüne yardım etmek, propagandasını yapmak olmuyor mu?
Her iki terör örgütüne yardım ettikten, onların propagandalarını yaptıktan sonra, sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına  şimdi bunlara terör örgütüdür demek, iki yüzlülüktür.
Bu yüzden dünya size inanmıyor.
Yeteneksiz, yetersiz, ufkun ötesini göremeyen bir muhalefet de buldunuz, istediğiniz gibi oynuyorsunuz.
Onların sayesinde Yılmaz Özdil’in değişiyle beş yüz yıl iktidarda da kalırsınız.
Ama bu böyle gitmez, gitmemeli ve gitmeyecekte.

    






4 Kasım 2016 Cuma

CHP KENDİNİ KANITLAMALIDIR.


14 yıllık AKP iktidarı sayesinde halkımız, korku, kuşku ve kaos ortamında yaşamaktadır. Geleceğimizin güvencesi olan gençlerimiz ülkenin düzlüğe çıkmasını ve özgürce yaşamak, ülkede tesis edilecek çağdaş demokrasinin kendisine sunacağı olanaklardan yararlanmak istiyor.
Bu karanlık ortamdan kurtulmak için tek umudun, dün olduğu gibi bugünde Cumhuriyet Halk Partisi olduğu kanıtlanmalıdır.
Ama bu umudu yaratabilmek için önce CHP’nin silkinip, tek çarenin CHP olduğunu halka KANITLAMASI gerekiyor.
Bunun olabilmesi için önce CHP’nin kendi, halkçı, devrimci ve laik  öz kimliğine dönmesi gerekmektedir.
Günümüz CHP yönetimi altı yıldır partiyi bu niteliklerinden uzaklaştırmış, makas değiştirmiş, bilerek ve isteyerek birilerinin  arzularına uygun eksen kayması sağlanmıştır.
Bu eksen kayması sağlanmış ama, bunu içine sindiremeyen CHP tabanı bundan rahatsız olmuştur.
CHP’nin, silkinip, ayağa kalkıp ülkenin makûs talihini değiştirmesi için:
1) CHP’yi gerçek kimliğinden uzaklaştıran politikalara son verilmelidir. Bunu yapabilmek için CHP’nin onurlu geçmişini benimsemeyen, ailesinin ve kendisinin mağdur edildiğini iddia edenlerin ve ideolojik olarak karşı çıkanların, CHP kadrolarında olmamaları gerekir.
2) CHP’nin hedeflerinin sıralandığı altı oktan birisi olan devrimcilik ilkesinin gereği olarak, ülkenin ve dünyanın koşullarına uyan politikalar üretmek gerekmektedir. Saplantılardan uzak, hukuki, ekonomik, politik, sosyolojik ve kültürel güncellemeler yapılmalıdır. Ama bu yenilenme, “BAŞKALAŞMAK” VE “KİMLİK BUNALIMI” yaratmamalıdır.
Bu nedenle CHP’nin başına eklenen, meşruiyetini kurultaydan almayan “Yeni” sıfatı terk edilmeli gerek bunun için ve gerekse “1930’ların CHP’si değiliz” sözünden ötürü tüm CHP’lilerden, Cumhuriyet sevdalısı Atatürkçülerden özür dilenmelidir.
3) CHP bir kitle partisidir, ama bu partiye üye olabilmek, çeşitli kademelerde görev alabilmek için  ilkelerine gönül vermiş olmak gerekir. CHP üyeliğinin bir statü olduğunu ortaya koymak ve  ön seçimlerde seçmen olacak üyelerin parti okullarında ciddi bir eğitimden geçirilmesini sağlamak gerekir.
Ayrıca CHP iktidarında:
1) Kurucusunun “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine sonuna kadar sadık kalacağını halkımıza ve Dünyaya ilan etmelidir.
2) Hırsızlıkların, yolsuzlukların hesabını ayırımsız, pisliğe bulaşan herkesten soracağını, yani “devri sabık yaratacağını”, hırsızlığın kimsenin yanına kar kalmayacağını topluma anlatmalıdır.
3) CHP eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanacağını ve sağlığın kişinin gelirine ya da varlığına   bakılmaksızın herkes için ulaşılabilir olacağını ilan etmelidir.
4) CHP ülke ekonomisine katkı veren, baca tüttüren, iş kapısı açan girişimciyi sonuna kadar destekleyeceğine halkı ikna etmelidir
5) CHP emekten yana bir partidir. Çalışma hayatındaki düzenlemeler CHP’nin eseridir. CHP yönünü işçilere, emeklilere ve çalışanlara çevirmelidir.
6) “Çiftçi Milletin efendisidir” deyişini kendisine şiar edinmiş bir parti olduğu için çiftçilerin güvencesi olacağını çiftçiye inandırmalıdır.
Bunun içinde çiftçinin tarımda kullandığı girdilerin üstündeki vergi yükünü asgariye indireceğini, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki feodal düzeni yıkıp, topraksız köylüyü toprak sahibi yapıp, tüm ülkede tarım reformunu hayata geçireceğini ve böylece çiftçini alın terinin hakkını vererek, ona insanca yaşamanın koşullarını yaratacağını çiftçiye anlatmalıdır.
CHP, emperyalist uşağı bölücü ve liboşların oyununa gelip, kendi geçmişini ve kimliğini tartışmak yerine, ayağa kalkıp, ülke için tek çözümün kendisi olduğunu kanıtlamak zorundadır.