30 Nisan 2018 Pazartesi

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN CUMHURBAŞKANI ADAYI


    
Baskın seçime iki aydan az bir zaman kaldı Tayyip Erdoğan ve Meral Akşenerden başka Cumhurbaşkanı adayları henüz belli değil.
Özellikle geniş halk kesimi Cumhuriyet Halk Partisinin adayını merakla bekliyor.
Abdullah Gül,ismi üstünde mutabakat sağlanamadığı gerekçesiyle aday olmayacağını açıklayınca, Ekmelettin faciası yaşamış bir partinin üyesi olarak, derin bir “oh” çektik.
Geçtiğimiz günlerde de Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı, kendi adaylarının ismini vermedi ama Cumhurbaşkanı adayında olması gereken nitelikleri saydı.
Ekonomi bilecek, kimseyle kavgalı olamayacak gibi bazı doğru ve haklı özellikler saydı.
Atatürk’ten bu tarafa bu görevi yapmış insanlara bir düşünürseniz, bunlardan partili olanları bile o göreve geldikleri andan itibaren tarafsız ve halkın tüm kesimlerini kucaklayan, mensubu olduğu partinin yararından çok, ülke yararını gözeten insanlar olduklarını görürsünüz.
Türk siyasetinde zaman zaman çok sert tartışmalar olmuştur, ama bu tartışmalar hiçbir aşama da “Lan”, “Ulan”, “Tezek” düzeyine düşürülmemiştir.
O bakımdan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı adayının vasıflarını sayarken “Kimseyle kavgalı olmayacak” nitelemesini yaptı.
Bana göre buna birde herhangi bir Genel Kurmay başkanı, bakan, Vali’den söz ederken “Benim Genel Kurmay Başkanım, Benim Bakanım, Benin Valim” demeyecek bir insan olması gerektiğini de ilave etmesi gerekirdi.
Atatürk’ün  bile  “Benim Bakanım, Benim Genel Kurmay Başkanım, Benim valim” dediği duyulmamıştır.
Hata hatta bir vilayete gittiği zaman Vali’nin makamına oturduğu bile görülmemiştir.
Zira, bizde bugüne kadar Cumhurbaşkanlığı yapan kişiler onların Devletin Genel Kurmay başkanı, Devletin Bakanı, Devletin Valisi olduğunu idrak edecek düzeyde insanlardı.
Bizde Cumhurbaşkanları ne kadar sinirlenirlerse sinirlensinler üsluplarına çok dikkat ederlerdi. Bir defa rahmetli Özal “Küçük Turgut” tabirini kullandı, o zaman basının yaptığı eleştirilerin haddi hesabı yoktu.
Tabii o zaman Cumhurbaşkanını eleştirmek, şimdiki gibi işinden atılmak ya da hapse girme nedeni olmuyordu.
O zamanlar Türkiye’de insanlar “Bu ülkede hakimler var” diyebiliyordu. Şimdi yüreği yeter mi bir gazetecinin “Lan”, “Ulan”,”Tezek” diyen Cumhurbaşkanını eleştirmeye, ya da o gazeteciyi işinden atması telkin edilen gazete patronun   baskılara direnebilmesine.
Siyaset adamı ve de özellikle lider konumuna gelen insanların kültürel derinliği olmalı, geniş kelime haznesi olmalı, kendisine yönelik hicivleri tolere edip hatta kahkaha atabilecek düzeyde bir insan olmalı.
Devletin kamu görevlisini kendi siyasi yarışında kullanmamalı, bunun demokrasiyle bağdaşmadığını, hiç şık bir davranış olmadığını bilebilecek düzeyde olmalı.
Eğer sert bir üslup kullanması gerekiyorsa bunu ülkedeki siyasi rakiplerine karşı değil, “Ordumuz bir saatte Ankara’ya girer” diyen hadsiz, küstah Yunanlı siyasetçiye karşı kullanmalı, hatta onu bile kendisi yapmamalı, devletin bakanını tarif ederken “benim bakanım” dediklerinden biri olan Milli Savunma bakanına yaptırmalı.
Bu bakımdan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı çok önemlidir. Vasıflı olması gerekir, sosyal medya ağzıyla konuşan değil, sıradan vatandaş hoşlanıyor diye, halka incem diye “Lan”,”Ulan”, “Tezek” gibi kelimeler kullanmayan birisi olmalı, diploması var mı yok mu tartışmalarına neden olacak biri olmamalı.
Dünyayı kendi gözüyle, kulağı ile takip edebilecek düzeyde yabancı dil bilmeli.
Kendisinin emrine verilen örtülü ödeneği, cebindeki şahsi parasından daha çok sakınacak, israftan, şımarıkça, görgüsüzce lüksten kaçınacak biri olmalı.
Seçilirse Parlamenter demokratik rejime dönülmesi için elinden gelen çabayı göstereceğini şimdiden Türk Halkına ilan ve taahhüt etmeli.
Cumhurbaşkanlığı Makamını günlük siyasi tartışmaların dışına çıkartıp layık olduğu, daha doğrusu olması gereken saygın sınırlara çekeceğini şimdiden ilan etmelidir.
Bu bakımdan Cumhuriyet Halk Partisi’nin göstereceği Cumhurbaşkanı adayı çok önemlidir.
             

27 Nisan 2018 Cuma

CAHİL BİLGİÇLİĞİ



AKP’nin oyunu bozulunca şimdi karar kara düşünmeye başladılar. Kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.
 2017 de Kanunun  amir hükmünü çiğnemekte bir sakınca görmeyen Yüksek Seçim Kurulu başkanı Sadi Güven  seçim takvimi için uyum yasalarının çıkarılması gerektiğini söylemiş.
Cumhuriyet Halk Partisinin demokrasi hamlesinden sonra  oyununun bozulmasından rahatsız olan olan Recep Tayyip Erdoğan, bu seferde 23 Nisan resepsiyonunda, Yüksek Seçim Kurulu’nun İYİ Parti kararını geç verdiği gerekçesiyle  gıyabi fırça atmış.
Yüksek Seçim Kurulu’na kararını geç açıkladı diye fırça atan Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Meclis çoğunluğuna sahip olmasına rağmen Anayasanın Geçici 21. Maddesine göre, Anayasa değişikliği  kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde bu Anayasa değişikliklerinin gerektirdiği uyum yasalarını çıkartmayarak yapılacak seçimin meşruiyetine  baştan gölge düşürmüştür.
Ayrıca Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) İzleme Komitesi 24 Haziran seçimleri hakkında  bir açıklama yaptı ve demokratik koşullarda geçmeyeceği belli olan seçimlerin ertelenmesini talep etti. 
Başbakan ve hükümet sözcüsü, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisine 'ne ateş püskürdüler. 
Oysa, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin yaptığı Türkiye'deki erken seçim koşullarının objektif bakışla yansıtılmasından ibaretti. Yaptıkları saptamalardan daha fazlasını biz de zaten uzun zamandır yapıyoruz. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin saptamaları başlıklar halinde şöyle:
Seçim yasasında ittifaklara da izin veren esaslı bir değişiklik yapılmasından sadece bir ay sonra seçimlere gitme kararı alınması, siyasi partilere yeni koşullara uyum sağlamak için yeterli zaman bırakmıyor;
OHAL koşullarında gerçekten demokratik seçimlerin yapılması imkânsızdır;
 OHAL, özellikle düşüncenin açıklanması, medya ve toplanma özgürlükleri olmak üzere, temel özgürlükleri kısıtlamaktadır;
Parlamenterler, basın mensupları hapistedir. Birçok STK kapatılmıştır. Diğer birçokları terör bağlantılı iddialarla karşı karşıyadır;
Birçok medya organı kapatılmış veya hükümet yanlısı iş insanları tarafından satın alınmıştır;
İnternet yayıncılığı üzerindeki kontrol sıkılaştırılmıştır. Bu, seçim zamanında ihtiyaç duyulan serbest tartışma ortamını daha da kısıtlamaktadır;
Yeni seçim yasasının birçok maddesi, seçimlere yürütmenin müdahalesine imkan vererek, seçim güvenliği ve saydamlığı hakkında ciddi soru işaretleri yaratmaktadır;
Sandık başlarında polislerin bulunabilmesi, seçmenler üzerinde caydırıcı etki yapacağından, özellikle endişe kaynağıdır;Mühürsüz oyların kabul edilmesi kararı, mühürlü oyların sağladığı güvenceyi ortadan kaldırmaktadır;
Seçim kampanyalarının ve partilerin finansmanı hakkında daha önce ifade edilmiş olan kaygılar giderilmemiştir;
Bu seçimler önemlidir, zira, seçilecek cumhurbaşkanına kontrol ve denge mekanizmaları kısıtlanmış geniş yürütme yetkileri vermektedir;
İzleme Komitesi, bu olumsuz ortamın gerçekten demokratik seçimlerin yapılmasını engelleyeceği derin kaygısındadır;
Komite, surecin sonunda, seçimlerin meşruiyetinin bütünüyle tehlike altında olacağını teyit etmiştir.
Bu saptamaların hangisi yanlış?
Bence yanlış olan, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin ancak bir kısmını saydığı olumsuz koşullar yıllardır ortada iken ülkenin  son Başbakanı, işgüder Binali Yıldırım bey,”Avrupa Konseyi kendi işine baksın” diye biliyor. Zavallı, Avrupa Konseyi’nin asıl işinin bu olduğunu bile bilmiyor. Aynen “ğ” üstündeki inceltme işaretini ne zaman  konulacağını  bilemediği gibi.
Bu nedenlerle yaşadıklarımız için söylenecek tek şey cahil bilgiçliğidir.




23 Nisan 2018 Pazartesi

BUGÜN 24 NİSAN



Erken seçim kararının alındığı bugünlerde elbette ülkenin içinde bulunduğu tehlikeyi yazmak gerekirdi.
Demokrasiyi istenilen durağa gelindiği zaman inilecek bir tren olarak niteleyen, egemenliği halktan alıp  gene saraya, tek adama vermeye çalışan zihniyeti teşhir etmek  gerekirdi.
Sarayın oyununu bozmak için, millet egemenliği için, CHP’nin İYİ parti hamlesinin doğruluğunu anlatmak gerekirdi ama bugün başka bir konuyu yazmaya karar verdim.
Dış mihrakların, emperyalistlerin,Türkiye’ye karşı oynadığı oyunların yoğunluğu,  aynen bugün olduğu gibi, içeride ve dışarıda itibar ve saygınlığı kalmayan iktidarlar dönemlerinde artar.
Bu nedenle bugün yazımı Sözde “Ermeni soykırımına” ayırdım.
24 Nisan 1915’te “ayaklanma hazırlığı yaptıkları” iddiasıyla çok sayıda Ermeni örgütü kapatılmış, göz altına alınan örgüt yöneticileri Ankara Ayaş ve Çankırı’ya sürgüne gönderilmişlerdir.
27 Mayıs 1915 tarihli tehcir kararı “ Ermeni soykırımı” lobisinin  iddia ettiği gibi, İttihatçıların, Ermenileri yok etmek ve Anadolu’yu Türkleştirmek için yıllar öncesinden planladıkları bir uygulama değildir.
Bu katliam iddiaları, uydurulmuş rivayetler ve bir takım yalan ve iftiralardan ibarettir.
Rumlar, Ermeniler ve ayrılıkçı Kürtler batı emperyalistlerinin hizmetkarlarıdırlar.
Kuzey Irak’ta, Kuzey Suriye’de  önceleri İngilizler şimdi de başta ABD ve kuyruğunda İngiltere ve Fransa o bölgelerde bir Kürt yapısı oluşturamaya çalışmaktadırlar.
Yani senaryo aynıdır, baş aktör  ve figüranlar değişmiştir.
Bugün batılı emperyalistler tarafından kullanılan Ermeni diasporası Türkiye aleyhine, etkin oldukları ülkelerde  siyasi kararlar aldırmaya çalışmakta ve 15 yıllık AKP iktidarının aymazlığından, zamanında gerekli girişimleri yapmamasından ötürü de zaman zaman başarılı da olmaktadırlar.  
1915 Ermeni olayları tarihsel olarak da, hukuki olarak da Yahudilere karşı işlenen Holokost suçlarından farklıdır. Nazi döneminde Almanya’da Yahudilere soy kırım yapıldığına ilişkin kesin, yetkili uluslararası bir mahkeme tarafından da kabul edilen kanıtlar vardır. Yahudi soy kırım bu bakımdan tarihi gerçektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önceki dönemde gerçekleştiği iddia edilen  sözde Ermeni soykırımı konusunda ülkemizi suçlayıcı keyfi, siyasi kararlar alınmaktadır.
Ancak bu alınan siyasi kararların hiçbir hukuki değeri yoktur. Nitekim Avrupa Adalet Divanı, “Ermeni Soykırımını tanıyan” parlamento kararlarının siyasi nitelik taşıdığına, hukuki alanda hiçbir geçerliliği bulunmadığına, hukuki alanda hiçbir geçerliliği bulunmadığına hükmetmiştir.
1948’de  Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oybirliği ile kabul edilen Soy kırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde yapılan açık “soykırım” tanımı çerçevesinde, konun bağımsız tarihçiler tarafından, Türkiye, Ermenistan, Rusya, İngiltere, Fransa ve diğer tüm ülkelerin arşivlerine erişim olanakları kendilerine tanınarak, iddiaların gerçekçi ve doğru zeminde, önyargısız incelenmesi gerekir.
Hatırlanacağı üzere Türkiye Büyük Millet Meclisinin 22. Döneminde  Cumhuriyet Halk Partisinin öncülüğünde Türkiye Büyük Millet Meclisinden bu yönde bir karar çıkmış ama bunu Ermeniler kabul etmemişlerdi.
Tarafsız tarihçiler bunu incelerse, bu iddiaların gerçek olmadığı ortaya çıkacak, o zaman emperyalist yalan son bulacağı ve   Türkiye’ye karşı bir istismar konusu orta kalmayacağı için bu teklifi reddettiler.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre; “Ermeni soykırımı” lobisinin yaratmaya çalıştığı “1925 olaylarının soykırım olarak kabulü konusunda Dünya genelinde bir görüş birliği olduğu” yolundaki algı doğru değildir. “Soykırım” iddialarının “mutlak kabulü” anlamına gelecek böylesi bir uzlaşma yoktur. “Ermeni soykırımını” günümüzde 190 devletten sadece 20 si tanımaktadır.Ötesinde, akademik çevrelerde de hem “soykırım oldu” diyenler hem de “olmadığını” savunanlar bulunmaktadır.Dolayısıyla, “Soykırımın kanıtlanmış bir tarihi gerçekmiş gibi dayatılması ve olmadığını söylemenin cezalandırılması yoluna gidilmesi hukuka aykırıdır.” Diye hüküm vermiştir.
Yani hukuken kabul bulmuş bir soykırım söz konusu değildir. Bu nedenle Ermeni dostlarımız için en iyi yol, emperyalistlerin oyuncağı olmadan, tarihten husumet çıkartmadan Türkiye ile iyi ilişki kurmalarıdır.
   
   

20 Nisan 2018 Cuma

BASKIN SEÇİM



Danışıklı dövüş erken seçim, daha doğru bir ifadeyle baskın seçim kararı alındı.  Halka da sanki erken seçim isteği sadece Bahçeli’ninmiş havası verildi.
Erken seçim kararı verildi ama aynı günde Olağanüstü halin üç ay daha uzatılmasına karar verildi.
Bilindiği üzere  olağanüstü hal, temel hak ve hürriyetleri aşırı ölçüde sınırlandıran bir rejimdir. Ülkede olağanüstü hal  var iken Anayasayı değiştirme yetkisine sahip bir meclis için seçim yapmak ne kadar yerinde olduğu sorgulanabilir.
Kendisine Başbakan denen ama aslında herhangi bir bakandan farkı olmayan, Cumhurbaşkanlığı danışmanları kadar bile ağırlığı bulunmayan  Binali Yıldırım yanlışlık da olsa 2017 referandumundan önce “Şimdi, referandum olması halinde,  elbette kimseye, OHAL altında seçime gidildi, OHAL  şartlarında referandum yapıldı’ gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz. Bu nedenle referandum öncesi OHAL kaldırılır diye düşünüyorum” demişti.
Yukarıda da belirttiğim gibi sıradan bir bakan kadar bile değeri olmayan Binali beyin bu açıklaması ogün için doğru bile olsa, bugün aynı şeyi söylemesi mümkün değildir.
Nitekim, Seçimlerin erkene alınması için Bahçeli ile beraber Türkiye Büyük Millet Meclis Başkanlığına başvuruda bulundu.
Tabii bir AKP’li için dün söylediğinin bugün tam aksini yapmak çok şaşırtıcı değildir. Tayyip beyin buna benzer  onlarca söylemi gösterilebilinir.
Olağanüstü halin devamı , seçimlerin   serbestliği ve eşitliği üzerinde kuşku yaratabilir. Olağanüstü hal süresinde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan  Bakanlar Kurulunun olağanüstü hal KHK sı çıkartma yetkisi vardır. KHKlar ile normal dönemde yapılamayacak pek çok işlem, kamu görevinden çıkarma, dernek kapatılması, malvarlığına el konma hiçbir sorgu suale ihtiyaç duyulmadan yapılabilmektedir.
Olağanüstü hal KHKları ile  Tayyip Erdoğan yönetiminde 100 binden fazla kişi kamu görevinden ihraç edidi. Pek çok dernek, televizyon, gazete kapatıldı ve mal varlıklarına el konuldu.
Olağanüstü hal mevzuatı, Bakanlar kuruluna, vali ve kaymakamlara, her türlü gösteri yürüyüşü ve toplantıyı yasaklamak yetkisi vermektedir. Bu yetkilerin kullanılabildiği bir ortamda seçim yapmak, seçimlerin meşruiyetine gölge düşürdüğü gibi başka sorunlarda var.
Tabii bu sorunları bilmeyen bir çok parti yetkilisi  “Biz seçime hazırız” diye bağırıyorlar.Ama bağırırken oluşan ve oluşacak olan sorunları hiç dikkate almıyor.
  Bilindiği gibi 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun gereği 1982 Anayasası’nın Cumhurbaşkanı Seçimini düzenleyen 102. maddesi yürürlükten kalkacak 101. Maddesi de değişecektir. Yeni 101. madde Anayasa’ya eklenmiş olan Geçici 21. Madde uyarınca birlikte yapılması gereken bir sonraki Milletvekili Genel Seçimi ile Cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin seçim takviminin başlaması ile birlikte yürürlüğe girecektir. Dolayısıyla, bir sonraki Cumhurbaşkanı seçimi için adaylık süreci ve koşulları seçim takvimi ile birlikte değişmiş olacaktır. Takvimin başlaması ile birlikte yürürlüğe girecek olan yeni 101. maddede Cumhurbaşkanı adaylığı için önceki düzenlemeden farklı yöntemler belirlenmiştir. Yeni 101. maddenin üçüncü fıkrası şöyledir: “Cumhurbaşkanlığına, siyasi parti grupları, en son yapılan genel seçimlerde toplam geçerli oyların tek başına veya birlikte en az yüzde beşini almış olan siyasi partiler ile en az yüzbin seçmen aday gösterebilir.”
Seçim takvimi ile birlikte yürürlüğe girecek olan bu düzenlemeye göre kimlerin hangi yöntemle Cumhurbaşkanı seçiminde aday olabileceği belirlenmiş olmaktadır. Ancak, bu yeni aday belirleme ve aday gösterme yöntemlerinin nasıl işletileceği de yasayla düzenlenmesi gereken önemli bir konudur. Nitekim, 6771 sayılı Kanunla Anayasa’ya eklenen Geçici 21. Maddenin ‘B)’ fıkrasında Kanunun yayımlanmasından itibaren altı ay içinde uyum yasalarının ve TBMM İçtüzük değişikliklerinin yapılması emredilmiştir. Yapılması gereken yasal düzenlemeler arasında Cumhurbaşkanı seçimine ve adaylık sürecine ilişkin Anayasa kurallarına uygun yeni düzenlemeler olduğu açıktır. Ancak bu düzenlemeler, diğer pek çok yapılması gerek düzenleme gibi bugüne kadar yapılmamıştır. Bu durumda, sadece 60 gün civarında bir süre sonra yapılması gereken Cumhurbaşkanı seçimine yönelik yasal düzenlemelerin nasıl ve hangi yöntemlerle yapılacağı ve adaylık sürecinin yeni Anayasa kurallarına, serbest ve adil seçim ilkelerine uygun yapılıp yapılamayacağı üzerinde durulması gereken bir sorundur. Örneğin, yüz bin imza nasıl toplanacak, (fiziki imza olarak mı/elektronik imza olarak mı?) ve bu imzalar hangi makama tevdi edilecek (YSK/Meclis Başkanlığı/Anayasa Mahkemesi?), bu imzaların doğruluğu nasıl tespit edilecek, imzaların gizliliği, gizli oy ilkesi nedeniyle,  gizli kalması nasıl sağlanacak gibi üzerinde durulması gereken pek çok konu vardır. Yine bu imzaların toplanabilmesi için kaç gün veya hafta süre tanınacaktır. Böylesine büyük bir organizasyon için üç beş günlük bir sürenin yeterli olamayacağı açıktır. Yasa yapma zorunluluğu yanında yürürlüğe girecek Anayasa kuralının uygulanmasından kaynaklanacak sorun ve süreçler dikkate alındığında, seçimin sadece 60 gün gibi kısa bir süre sonra yapılması başlı başına seçime gölge düşürebilecektir.Tabii bunları dile getirecek hukuk bilgisi gerekmektedir.
Ama biz ucuz siyaset yapmayı severiz.  Onun için hemen bağırız biz seçime hazırız diye.

   



16 Nisan 2018 Pazartesi

KUVVETLİ ŞÜPHE



ABD, İngiltere ve Fransa Cumayı Cumartesiye bağlayan gece Suriye’yi kimyasal silah kullandığı kuvvetli şüphesi (!) ile havadan vurdular.
Uluslararası hukukta, kuvvetli şüphe, bir ülkeye karşı çok yakın bir silahlı saldırı ihtimali olduğu zaman söz konusu olabilir.
Burada, bu üç devletin hiç birisi, kendi ülke topraklarına yönelik böyle bir tehlikenin varlığından söz edemeyecekleri için kuvvetli şüphe Suriye’ye karşı kuvvet kullanılmasının hukuki gerekçesi olamaz.
Kimyasal silah kullanılması elbette kabul edilemez, bunun önlenmesi bir insanlık sorunudur.
Zaten, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, kimyasal silahların üretilmesi, stoklanması  ve kullanılmasının önüne geçmek ve bunların imhasına ilişkin çalışmalar yürütmektedir.  
2013 yılından beri de  Suriye’deki Kimyasal Silahların imhası konusu ile ilgilenmektedir.
Ayrıca Suriye’deki muhaliflerin de  elinde  Kimyasal Silahların bulunduğu bilinmektedir.
Bu nedenle iddialar çok ciddidir ve mutlaka kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığı ve kullanıldıysa da kimin tarafından  kullandığının araştırılması gerekir. BM uzmanlarının Suriye’de  böyle bir araştırmayı yapıp kesin bir rapora bağladıktan sonra gerekiyorsa Birleşmiş Milletlerin vereceği bir kararla  eyleme geçmek hukuki ve isabetli olurdu.
Uluslararası bir örgütün böyle bir rapor yokken “kuvvetli şüphe” söyleminin arkasına sığınarak, Birleşmiş Milletlerin bir kararı olmadan Suriye’ye karşı askeri harekata baş vurulması uluslararası  hukuka aykırıdır.
Bugün Birleşmiş Milletler kararı olmadan, Ortadoğu coğrafyasında  söz sahibi olup bu coğrafyayı kendi isteklerine göre dizayn etmek isteyen emperyalistlerin bu saldırılarına sessiz kalınırsa veya buna destek verilirse yarın bizi hangi tehlikelerin beklediği kestirilemez.
Musul-Kerkük petrollerini Kürt Koridoru üstünden Akdeniz’e akıtmak isteyenlerin, Türkiye’nin Güney ve Güneydoğusunda yakın tarihimizde de yaşadığımız gibi bir ayrılıkçı ayaklanma çıkartıp sonrada kuvvetli şüphe(!) gerekçesiyle bize de müdahale etmeyeceğinin garantisi var mı?
Kuzey Irak’daki Kürt Özerk bölgesinden sonra Suriye’nin Kuzeyinde de kurulacak bir Özerk Kürt bölgesi ile, Kuzey Irak petrol ve gazının Batıya taşınması için   istenen, arzulanan Kürt Koridoru tamamlanmış olacaktır.
2003 de Irak’ta, bugün Suriye’de oynan kimyasal silah oyunu, Kürt Koridorunu kurmanın adımlarıdır.
Bu Kürt koridorunun  yöneticileri muhtemeldir ki bölgeyi ABD’nin  menfaatleri ve direktifleri doğrultusunda yöneteceklerdir.
Bugün petrol ve doğal gaz  kaynaklarına sahip olmak tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu enerjinin dünya pazarına sunuluşu, yani doğal gaz boru hattı ve taşımacılığına nüfus etmek gerekmektedir. Ancak doğal gaz   daha çok İran ve Rusya’da mevcuttur ayrıca  da doğal gazın pazara arzı Moskova’nın elindedir.
Rusya’nın doğal gaz şirketi olan Gazprom Avrupa’nın  doğal gaz ihtiyacını büyük oranda tek başına karşılayan dev bir şirkettir.
İşte Avrupa doğal gaz pazarını Rusya’ya bağımlılıktan kısmen de olsa  kurtarmak için Irak’tan sonra şimdide de Suriye’ye yöneldiler.
  ABD’nin BOP hedeflerinde doğrudan Orta Doğu’nun enerji kaynaklarına erişimi ve enerjinin pazara sunuluşu da vardır. Kurulmak istenen Kürt Koridoru işte  bunu sağlayacaktır.
Bu nedenle bu  coğrafya da emperyalistlerin oynadıkları bu  oyun, Türkiye’yi doğrudan doğruya ilgilendirmektedir. Kürt koridorunun kurulmasından sonra Türkiye’den de toprak kopartmak için de ellerinden geleni yapacaklardır.
 Birinci Dünya Savaşından beri emperyalistlerin, Türkiye ile Irak Petrolleri arasında  tampon  görevi yapacak bir Kürt Devleti Kurulmasını kuvvetle savundukları bilinen bir gerçektir.
Nitekim, Lozan’da yırtıp attığımız  Sevr antlaşmasına 62 ve 64. Maddeleriyle bağımsız Kürt Devleti Kurulmasına götürecek hükümler konmasının nedeni budur.
Iraktan sonra Suriye’de yaşanan bu operasyondan sonra  toprak bütünlüğümüz açısından çok dikkatli olmamızı gerekiyor.  












13 Nisan 2018 Cuma

ÇELİŞKİLER İÇİNDEKİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI




Türk dış politikası ne yaptığını bilmez şekilde oradan oraya savruluyor. Sadece Suriye olayına bakalım:
ABD ve Fransa'ya bağırıp çağırmayı içerideki tribünlerden başka dinleyen yok.
Geçtiğimiz ay Dışişleri Bakanı Menbiç konusunda ABD ile anlaşmaya varıldığını açıklamıştı. Bakanın söylediğine göre, Menbiç'deki PYD'lilerin Fırat'ın doğusuna çekilmesine ABD ve Türkiye nezaret edeceklerdi. Fırat'ın doğusu konusu ise, süre bakımından ucu açık şekilde, komisyonlara havale edilmişti.
Bakanın bunları söylediğinin ertesi günü ABD'den Menbiç konusunda bir anlaşmanın  olmadığı açıklaması geldi. Ya ABD Türkiye'yi kandırmıştı, ya da Türkiye nasıl bir anlaşmaya varıldığını anlamamıştı. İkisi da vahimdi. 
Daha sonra, ABD'nin Menbiç'deki askeri mevcudiyetini tahkim ettiği bilgisi geldi.
CB Erdoğan'ın telefon görüşmesinde "yüksek frekans" ile ayar verdiğini söylediği Macron, bu görüşmeden birkaç gün sonra Elysee Sarayında PYD/YPG'lileri kabul etti, destek açıklaması yaptı ve Türkiye ile PYD arasında arabuluculuk teklif etti. Yetmedi, sınırımızın hemen ötesinde Fransa bayrak gösterdi. "Yüksek frekans"ın içerdeki tribünlere oynamaktan başka bir faydası olmamıştı.
 Ankara zirvesi
ABD ve Fransa ile durum böyle iken, Rusya/İran cephesinde de durum daha iyi değil.
Yandaş basın, aldığı talimat doğrultusunda, tam bir propaganda makinesi olarak, her uluslararası temas sonrası yaptığı gibi, Ankara'daki son Türkiye-İran-Rusya zirvesinden sonra da yine zafer naraları attı. Oysa durum onların yazdığı gibi değil tam  tersi idi, Türkiye'nin hanesine yazılabilecek esaslı hiçbir kazanım yoktu. 
Türkiye bakımından en önemli husus, Afrin'deki askeri harekâtının uluslararası meşruiyetini güçlendirmek için, PYD/YPG'nin terörist niteliğinin toplantıdaki ortaklarına kabul ettirmesi idi. Başarılı olamadı.
Toplantı sonrası düzenlenen basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları söyledi:"...Suriye'nin toprak bütünlüğünün sağlanabilmesi, tüm terör örgütlerine aynı mesafede olunmasına bağlıdır......Sadece Suriye ile kalmayıp, Türkiye başta olmak üzere, çevre ülkelere ve hatta tüm bölgeye yönelik terör örgütlerinin ayrım yapılmaksızın dışlanması çok ama çok önemlidir.......Mümbiç başta olmak üzere, PYD/YPG'nin kontrolündeki tüm bölgeleri güvenli hale getirene kadar durmayacağımızı burada tekrarlamakta fayda görüyorum.."
Bu sözler, aslında, PYD/YPG'yi terör örgütü olarak tanımayan misafirlerine sitem niteliğindeydi. Zira, toplantı sonrası yayınlanan Ortak Bildiri'nin ilgili paragrafında şöyle deniyordu:"..(Cumhurbaşkanları) Suriye'de BM tarafından tanımlanan DAEŞ/İŞİD, Nusra Cephesi ve Al Kaide veya Daeş/İŞİL ile bağlantılı diğer bireyler, gruplar, girişimler oluşumlar kesin olarak yok etmek amacıyla, aralarındaki işbirliğini sürdürmek konusundaki kararlılıklarını teyid etmişlerdir.."
Durum gayet açıktı, Ortak Bildiri'de sadece BM'in "terörist" olarak tanımladığı dinci gruplar anılmıştı. CB'nın basın toplantısındaki sözleri tek taraflı beyan niteliğindeydi, ortak anlayışın yansıması değildi.
İşin daha ilginç tarafı, Ortak Bildiri'de yer alan şu ifade idi: "...(Cumhurbaşkanları) terörizmle mücadele kisvesi altında, sahada yeni gerçeklikler yaratmaya yönelik tüm girişimleri reddettiler ve Suriye'nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile, komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bölücü gündemlere karşı durma kararlılıklarını bildirdiler..."
Ortak Bildiri'de PYD/YPG vurgusunun neden olmadığı Cumhurbaşkanı  sözcüsü Kalın'a soruldu. Sözcü, yukarıda koyu harflerle yer alan ifadeyi okuduktan sonra; 
"...bunun YPG/PYD terör örgütlerine bir atıf olduğu çok açık. Bunun bu şekilde deklarasyona girmiş olması bizim pozisyonumuzun diğer ülkeler tarafından da paylaşıldığını teyid etmektedir..." dedi.
Bu izahat insan aklı ile alay eder nitelikteydi. Misafir liderler PYD/PYD'yi terörist olarak tarif edecek ve Türkiye'nin bu örgütlere karşı tutumunu destekleyecek olsalar, bunu dolambaçlı ifadeyle neden yapsınlar?
Ortak Bildiri'de yer alan ifade maalesef Türkiye'nin haklı Afrin harekatını çağrıştırıyor. PYD/YPG Fırat'ın doğusunda ve Afrin'de yıllardır olduğuna göre, "sahadaki yeni gerçeklik" Türkiye'nin "terörizmle mücadele için" yaptığı Afrin harekatını akla getiriyor.
Nitekim, sözcü Kalın'ın başka bir soruya verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Rouhani, toplantı sırasında Türkiye'nin Afrin'den çekilmesini talep etmiş. 
(Bildiri metninde AKP iktidarının temel tutumlarına ters başka ifadeler de var. 2401 sayılı Güvenlik Konseyi kararı hakkında memnuniyet ifade ediliyor. Oysa, bu kararda yer alan ateşkes talebinin Afrin'i de kapsadığı bütün ilgili taraflarca bildiriliyor. AKP iktidarının tanımadığı Suriye hükümetine çağrı yapılıyor (yani muhatap alınıyor) ). 


Bildiri yazılırken bizimkilerin tuzağa düşürüldüğü (veya mecbur bırakıldığı) anlaşılıyor!
Rusya ve İran ile Türkiye’nin hangi konularda mutabık kaldığı belli değil.
Rusya ve İran ile, içeriği belli olmayan "Suriye'nin toprak bütünlüğü ve birliği" üzerindeki genel mutabakattan başka esaslı bir anlaşmamızın olmadığı görülüyor. 
Aslında, Türkiye'nin Suriye politikasının ne olduğu da bilinmiyor. Bilinen, sadece iktidarın dinci/mezhepçi saplantıdan kurtulamayarak sürdürdüğü Esad düşmanlığı. Düşmanlık o boyutta ki, iktidar tutarsızlıklar içinde debelenip duruyor. 
Son kimyasal saldırı bizim iktidar sözcüleri tarafından hemen Esad'a fatura edildi ve Suriye yönetiminin cezalandırılması istendi.Peki kim cezalandıracak? ABD, Fransa ve genel olarak batı mı.... Peki, o zaman yeri geldikçe, bunlara "Suriye'de ne işiniz var" diye bağırılmıyor muydu? 
Suriye'deki bir askeri üssü İsrail'in füzelerle bombaladığı ortaya çıktı. Gazze'ye askeri harekat düzenlediğinde "terörist devlet" kabul edilen İsrail, Suriye'deki Müslümanları bombaladığında terörist olmuyormuydu.
Bu gelişmelerin hemen ertesinde Rus dışişleri Bakanı Lavrov bize "Afrin'i rejime devredin" dedi. Bir başdanışmanı İlnur Çevik’in itiraf ettiği gibi, Afrin harekatını Rusların hoşgörüsü sayesinde yapmıştık. Lavrov, "bu iyi niyetimiz devam etmeyebilir" diye göz dağı vermişti.
Lavrov'a verilen yanıtlar da ayrı bir alemdi.
Milli Savunma Bakanı  Canikli, "Afrin'i Şam'da hükümet seçilince o hükümete vereceğiz" dedi.
Cumhurbaşkanı  Erdoğan ise, "biz yeri geldiği zaman Afrin'i Afrin'lilere bizzat teslim ederiz" dedi.
Bu iki söylem arasında ciddi fark var. Cumhurbaşkanının sözlerine bakılırsa, Şam'da nasıl bir yönetim olursa olsun, Afrin, merkezi yönetime değil, yerel halka devredilecek. O zaman, Suriye'nin toprak bütünlüğünden yanayız beyanlarının  bir anlamı ve inandırıcılığı kalmıyor.
Türkiye'nin deneyimli diplomasi kadrolarının bu kadar dış politika yanlışını ve tutarsızlığını yapmasına imkan yok. O kadrolar tümüyle devre dışı bırakılınca, ortaya, bugün olduğu gibi Cumhuriyet tarihinde hiç görülmediği şekilde dökülen,  bir Türk dış politikası  tablosu çıkıyor.


9 Nisan 2018 Pazartesi

HÜKÜMETİN HABER AJANSLARI



Çok ilginçtir ki ülkemizin önde gelen medya kuruluşlarının birkaç tanesi  hariç neredeyse diğerleri siyasi iktidarın haber ajansları ya da uzantıları haline geldiler.
Doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri bilme, doğru bilgilenme hakkı demokrasinin gereğidir.
Demokratik bir ülkede halkın doğru haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkının bir aracı olan yazılı görsel basının, tabii şimdi buna dijital medyayı da ilave edebiliriz, dördüncü kuvvet olan medyanın  temel işlevi halkı doğru bilgilendirmektir.
Ama maalesef ülkemizde böyle olmamaktadır. Bugün yandaş medyanın durumu, bir zamanların “Vatan cephesine iltihaklar” diye propaganda yapan devlet radyosu durumundadırlar.
Örneğin iktidar liderinin her konuşmasını saatlerce naklen yayınlayan TV kanallarından hiçbirisi, İYİ Parti'nin 40-50 bin kişinin katılımıyla geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapılan 1. Olağan Kongresine canlı yayın aracı gönder(e)memiş!
Ama iktidarın himaye ettiği vakıflarda meydana gelmiş “çocuk istismar’ını”, “bir kereden bir şey olmaz” diye küçümseyen aileden sorumlu kadın bakanı eleştirmek yerine istismarın yaşandığı vakfı iyilik timsali olarak sunmaya bile çalışmışlardı.
Bugün hükümetin haber ajansı gibi çalışan medya kuruluşları, muhalefet ile ilgili haber verirken, onlardan söz ederken, George Orwell’in 1984 adlı kitabında dile getirdiği “büyük yalan” teorisinin örneklerine rastlanırcasına, siyahı beyaz, beyazı siyah yaparak vermektedirler.
Bunun için yapılması gereken, muhalefet partilerinin,iktidara geldiklerinde  basın özgürlüğünü ve iletişim özgürlüğünü nasıl güvence altına alacaklarını somut bir şekilde, meydanlarda, sosyal medyada   halka anlatmaları gerekmektedir.
Devlette kamu yönetiminin  saydamlaştırılacağı, Medya-ticaret-siyaset  çerçevesindeki ilişkilerinin gözler önüne serileceği  ve çağdaşlaştırılacağı, basın sektöründeki sendikasızlaştırmanın önüne geçileceği halka açıkça anlatılmalıdır.
Medyanın, daha doğru bir ifadeyle medya çalışanlarının korkuya kapılmadan ya da hiçbir lütuf beklemeden üstlendikleri kamuoyunu bilgilendirme görevini gereği gibi ancak böyle yerine getirebilirler.   
Özgür basın için önşart gazetecinin editoryal bağımsızlığının sağlanmasıdır. Editoryal bağımsızlığın en önemli ayaklarından  biri patrona karşı editoryal bağımsızlıktır.
Medya çalışanlarının editoryal bağımsızlığı, medya patronlarının da siyasal iktidarlar karşısında daha dik durmasını sağlayacaktır.
Medyanın özgürleşmesinde  kamu yararı olduğu gibi, bu medya çalışanlarını  da özgürleştireceği için bundan en büyük  mutluluğu medya çalışanları duyacaktır.
Tabii hangi yasal düzenlemeyi getirirseniz getirin, basın özgürlüğü açısından en büyük güvence bağımsız ve tarafsız yargıdır.
Bunun en güzel örneklerinden birini Amerikalı Yargıç Gurfeinin hükümetin Pentagon Papers’ın yayınlanma-sını engelleme çabalarını geçersiz sayan kararında ifade ettiği gibi, “bizim huysuz bir basınımız, inatçı bir basınımız vardır, yetkililer, daha değerli olan ifade özgürlüğü ve halkın bilme hakkı adına bu halk kürsülerine tahammül etmelidirler”  demiştir.
Demek ki muhalefet partileri basın özgürlüğü için, medya sektöründeki sendikasızlaştırmanın nasıl önüne geçeceğini, medya-ticaret-siyaset ilişkisini nasıl şeffaflaştıracağını, editoryal bağımsızlığı nasıl sağlayacağını, bağımsız ve tarafsız yargıyı nasıl kuracağını halka anlatmak zorundadırlar.
Bunlar tesis ve temin edildikten sonra bu ancak memlekette dürüst, adil ve eşit koşullarda seçimler yapılabilinir.