30 Temmuz 2019 Salı

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ



Cumhuriyet Halk Partisi’nin Afyonda düzenlediği Belediye Başkanları toplantısında,Kemal Kılıçdaroğlu, bugüne kadar hiçbir Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın demokrasiye olan inançlarından dolayı akıllarından bile geçirmedikleri anti demokratik bir söylemi dile getirdi.
“Bu dönem yeni bir uygulama başlatacağız. İL KONGRELERİNE TEK İSMİMLE GİDECEĞİZ” dediği basına yansıdı yalanlanmadığına göre doğru olduğunu kabul etmek zorundayız.
Bu cümleyi de duyunca, bugüne kadar inanmadığım, daha doğrusu inanamadığım, CHP’de okyanus ötesinden dizayn edildi laflarının ne kadar doğru olduğunu anladım.
Amerikalılar, Türkiye’ye biçtikleri model aynı, kendi ülkelerinde olduğu gibi, iki Partili bir yapı oluşturmaktı, şimdilik bunu becerdiler gibi görünüyorlardı ama asıl yapmak istedikleri Cumhuriyet Halk Partisi’ni istedikleri şekle sokmaktı.
Parti o noktaya doğru evriliyor.
Partinin üst kademesine baktığınız zaman bunu çok net görüyorsunuz.
Habur çadır mahkemelerinde teröristlerin avukatlığını yapan  TR 705 kod numaralı, Kılıçdaroğlu’nun vaz geçemediği  ABD’nin has çocuğu, Türkiyem Partisi’nin  Yetmez ama evetçi” Genel Başkan yardımcısı, Ceza evinde yatarken ABD’den haber geldi “Tahliye olacağım” diyen bir başkası mı; bu örnekler daha çoğaltılabilinir elbette.
Elbette yapılmak istenen ve varılmak istenen sonuç Amerikalıların istediği, köklerinden koparılmış bir Halk Partisi yaratılmak istenmektedir.
Elbette İl kongrelerine tek adayla gitmek istenecektir. Zira şu gönlerde gizli kapaklı bir tüzük ve program çalışması yapılıyormuş.
Bu tüzük ve program çalışması yapan ekibin başında partililerin pek tanımadığı bir Milletvekili getirilmiş. Sızan haberlere göre Laiklik yeniden tarif edilecekmiş, yorumlanacakmış ! Laiklik, Anadolu topraklarında bin yıllık bir evrimleşme sürecinin son noktasıdır.
Laiklik din karşıtlığı değil, tam aksine din ve vicdan özgürlüğünün bir güvencesidir. Din olmasa idi laiklik kavramının  da bir anlamı olmayacaktı. Zaten laiklik din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Bu anlamın neyini yeniden tarif edecekler, anlamak mümkün değil.
Atatürk Milliyetçiliği yerine de Türkiye Milliyetçiliği olacakmış.
Atatürk Milliyetçiliği anlayışı beş bin yıldır bu topraklarda yaşamış tüm kültürlerin  aynı potada eriyip, sevinçte ve kıvançta ortak duyguları paylaşan, ırk, dil ve din ayırımı gözetmeyen bir milliyetçilik anlayışıdır.
Yani bizim milliyetçilik anlayışımız, bazı etnik bölücü faşistlerin yaptığı gibi, herhangi bir etnik temele dayalı ırkçı kafatasçı, bir milliyetçilik anlayışı değildir.
İşte tüzük, program çalışması altında yapılmak istenen, Türk ulusunu bölme arzusunun Cumhuriyet Halk Partisi  eli ile yaptırılmak istenen bölümüdür.
Nitekim ülkeyi bu etnik kökenlere göre bölme arzusunun bir diğer işareti de Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik şartına Türkiye’nin koyduğu çekincenin kaldırılacağının parti programına alınacak olmasıdır.
Konulan bu çekince, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapısını koruyan çekinceleri kaldıracağız demek,  Türkiye Milliyetçiliği kavramıyla bir arada düşünüldüğü zaman, istenenin, hedeflenenin üniter yapının bozulması, eyalet sisteminin hayata geçirilmesine destek verileceği anlamı çıkmaktadır.
Genel Başkanın söylediği tüzük ve programda yapılmak istenen değişiklikler ele alındığı zaman, Cumhuriyet Halk Partisi ile Adalet ve kalkınma Partisi arasındaki fark, Amerika’daki, demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki fark gibi, Coca Cola ile Pepsi Cola arasındaki fark  kadar olacaktır.
O zaman güneyimizdeki Kürt koridorunun Türkiye ayağını da gerçekleştirmek çok kolay olacaktır.   
Gerçek Cumhuriyet Halk Partililerin buna izin vereceğine inanmıyorum.
Bu yapılmak istenen değişiklikler Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisine yakışmamaktadır.
Şimdi bu yazdıklarımızdan sonra, bir kısım aklı evvel “şimdi partiyi eleştirmenin sırası mıydı, parti iktidara yürüyordu diyeceklerdir. Ama unutulmaması gereken nokta ülke bütünlüğü ve  demokrasi  her şeyden önemli olduklarıdır.
     

26 Temmuz 2019 Cuma

BU HANIMA HADDİNİ BİLDİRİN.



Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu, TBMM’ne bir çağrıda bulunarak, “Açılım” sürecinin tekrar başlatılmasını istemiş.
Türkiye’deki açılım süreci ABD’nin, her zaman yaptığı gibi AKP İktidarını kandırarak Musul Kerkük Petrol ve doğal gazını Akdeniz’e sorunsuz aktarmak için, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde oluşturacağı ve bugüne kadar da büyük ölçüde başarılı olduğu Kürt Koridorunun Türkiye ayağını temin için oynadığı bir oyundur.
Yani Sevr hayalidir, üçüncü Balkanizasyon hayalidir.
Cumhuriyet Halk Partisi misak-ı Milli sınırları içinde bu ülkeyi kurmuş bir partidir. O bakımdan hiçbir Cumhuriyet Halk Partili bu Cumhuriyetin ülkesi ve Milletiyle  bölünmez bütünlüğünü tehlikeye düşürecek bir söylemde bulunamaz.
Aralık Hareketi temsilcisi olan bu hanımın düşüncesi böyle  olabilir. Saçmalamakta bir düşünce açıklama yöntemi olduğuna göre, o hanımefendi de bu hakkını kullanıyor olabilir.
O zaman Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılır, kendisine uygun bir parti bulur orada istediği gibi konuşur karşılığını da alır.Ama Cumhuriyet Halk Partisi’nin sırtına basarak bunu yapmak hakkı yoktur.
Cumhuriyet halk Partisi’nin tarihi ülke bütünlüğü konusunda şanlı direnişlerle doludur.
Cumhuriyet Halk Partisi hele yabancı bir ülke istiyor diye ve özellikle de ABD çıkarları için kendi ülkesi üstüne oynanmak isteyen oyunlara izin vermez.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin   gururlu, vakur günlerinin en son örneği 1 Mart tezkeresindeki şanlı direnişidir.
Emperyalizme başkaldırının simgesi ve mazlum milletlere örnek olan Cumhuriyet Halk Partisi, bir süper gücün dümen suyuna girip onun oyuncağı olmaz.
Ayrılıkçılardan yana olan bu hanımefendinin yeri Cumhuriyet Halk Partisi olamaz.
Eğer bu İl Başkanı, İstanbul seçimlerindeki başarıyı kendisine mal ediyorsa çok yanlış yapar.
İstanbul seçimlerindeki başarı İmamoğlu ve ekibini başarısıdır. İmamoğlu’nun tutumu gerçek Cumhuriyet Halk Partili yaklaşımıdır. Kimseyi ötekileştirmeden, kimseyi dışlamadan herkesi kucaklamakla elde edilmiş bir başarıdır.
Onun için İl başkanının İstanbul zaferinden sarhoş olmaması, onu kendine mal etmemesi  tam aksine o başarıdan ders alması gerekir.
İmamoğlu bu başarıyı elde ederken Kürt kökenli vatandaşlarımızı da kucakladı ama onlara ne özerklik vaddetme şımarıklığında bulundu, ne de ana dilde eğitim.
O sadece ayırımsız herkesin belediye başkanı olacağını söyledi ve en önemlisi herhangi bir süper gücün projesi olmadığını,  Atatürk Cumhuriyetinin bir projesi olduğunu dile getirdi.
Cumhuriyet Halk Partisinde de zaman zaman İstanbul İl Başkanı gibi maceracılar da başarı kazanıp belli görevlere gelirler ama bu onların “maceracı” olmak özelliklerini ortadan kaldırmaz; aynen Kaftancıoğlu’nun, Balkanizasyon sevdalısı olma  vasfını ortadan kaldırmayacağı gibi.
Ama şimdi asıl görev bu partinin Genel Başkanına düşmektedir. İstanbul İl Başkanına, haddini aşmaması gerektiğini, herhangi bir konuda diyeceği var ise çıkıp Kurultay’a sunmasını ve oradan alacağı cevaba göre davranması gerektiğini anlatması gerekir.
Eğer Kaftancıoğlu’na şimdi gereken ikazlar yapılmazsa, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler şartına Türkiye tarafından konan çekincenin kaldırılmasını isteyecektir.
 Cumhuriyet Halk Partililer için kimsenin ırkının ve kökenin diğerlerinden üstün olmadığını, bugün Kürt açılımına izin verilirse, yarın Çerkezler, öbürkün Arnavutlar ve diğerleri sıraya girer. Bu Yugoslavya da olduğu gibi emperyalistlerin Türkiye üstüne oynadıkları Balkanizasyon oyunu sonucunu doğurur. Bu nedenle bu hanıma susması gerektiğini anlatılması, ilerisini göremediği konularda konuşmaması gerektiğini anlatmak gerekiyor, gerçek niyeti özerk Kürt bölgesinden yana ise sadece anlatmakla  kalmayın “haddini de  bildirin”

23 Temmuz 2019 Salı

EĞİTİM



Sosyal medyada bir annenin çığlıkları, isyanı ve kendini bu ülkenin çocuklarına adamış eğitimli bir hanımefendinin ağlayarak anlattığı bir hikaye.
11 Yaşında eğitim hayatı çok başarılı  bir çocuğun ırzına geçmiş BİR İMAMI, kağıt üzerinde hakim denen mahkeme kürsüsü işgalcisinin tahliye etmesine verilen bağrı yanık ananın ve hanımefendinin isyanları.
Eğitim bir toplumun temelidir. Temeli olduğu gibi, geleceğe yapılan en büyük yatırımdır.
Onun için Türkiye’nin vakit geçirmeden eğitim seferberliği yapması gerekmektedir.Ve bu seferberliğe öğretmenler ve hukukçulardan başlamak gerekmektedir.
Öğretmen yeni kuşakları yani toplumun geleceğini şekillendiren insandır.Bırakın çok uzağa gitmeyi kendinizden hesap biçin ne ilk okul öğretmeninizi unutursunuz ne de eğitim hayatınız boyunca kendilerinden bir şeyler öğrendiğiniz hocalarınızı.
O bakımdan öğretmen eğitimi bir toplum için en önemli konudur. Onlar bir ülkenin silahlı kuvvetleri kadar önemlidir ve elzemdir. O nedenledir ki “Eğitim Ordusu” tabirini kullanırız.
Askeri zaferler, başarılar süngüyle elde edilir ama, onu eğitimle taçlandırabilirsek bir anlam ifade eder.
Onlar fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirecektir.Bu devletin kurucusu bu deha daha kurtuluş savaşı bitmeden Öğretmenlerle Ankara’da bir araya gelmiştir.
Onlardan Vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmelerini istemiştir.
Bunu unutmayarak zararın neresinden dönülürse kardır deyip öğretmenlerimizi en iyi şekilde eğitip, onlar her türlü kaygıdan uzak bir hayat temin etmeliyiz.
Köyden öğremeni çıkartıp köyü imama teslim ettiğimiz taşımalı eğitimden vazgeçip, gene öğretmeni köylerin yol göstericisi,kanaat önderi yapmak zorundayız.
Diğer eğitilmesi gereken zümre ise Hukukçulardır. Elbette bir toplumun tüm üyelerinin eğitimi çok önemlidir. Örneğin bir doktor hata yaparsa bir kişiye, bilemedin on kişiye  zarar verir. Bir mühendis hata yaparsa, on kişiye, yüz kişiye zarar verir. Ama hukukçu hata yaptığı zaman toplumu öldürür, topluma zarar verir.
O karşısındaki insanları görmez, görmemelidir. Bu nedenledir ki adalet tanrıçasının gözleri bağlıdır.
İmamın taciz ettiği çocuğun annesi hakimin tahliye kararından sonra, biz fakir olduğumuzdan, kimsesiz olduğumuzdan böyle oluyor diye haykırıyordu.
Bu Cumhuriyette “Kimsesiz” yoktur. Cumhuriyet devleti kimsesizlerin kimsesidir.
Ama tabii bu ülkede Cumhuriyetin kimsesizlerin kimsesi olabilmesi için önce yargı bağımsızlığını temin etmek gerekir.   
Bir ülkede yargı bağımsız değilse gerçek anlamda adalet dağıtılmaz, dağıtılamaz.
İsyan eden annede “kimsesiz olma duygusu” yaratılmışsa bunun sorumlusu o pespaye kararı veren, bağımsız olmayan hakimdir.
Karşısındaki insanda adil davrandığı inancı yaratamayan hakim, hakim değildir.
İmam bozuntusunu tahliye eden hakim bir de taraflara ve izleyicilere nutuk atmış, kararımı beğenmeyen üst  mahkemeye götürür demiş.
İşte bu hakim, ilk okuldan başlayarak süren kötü eğitimin bir ürünüdür.
İşte bunun için önce eğitim reformu diyoruz.Eğitimin çöktüğü bir toplumda ayakta kalabilen bir yapının bulunması mümkün değildir.
Eğitim çökertmek içinde bugünkü siyasi iktidar ellerinden geleni yapıyor.Şimdi de Medreselere statü veriliyormuş,
Tabii fakir fukaranın çocuklarını böyle kandıracaklar. Fakir Fukaranın çocukları İmam Hatiplere,medreselere kendi çocukları yabancı okullarına.
Bunların ahlakı da bu kadar.
Yeni yetişen kuşaklara ahlaklı olmanın fazilet olduğunu anlatacağız.

19 Temmuz 2019 Cuma

HARİKASIN SAYIN BAKAN



Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevlerinden biri de Turizmi milli ekonominin verimli sektörü haline getirmektir, yani yurt dışından ülkemize daha büyük sayılarda kaliteli  turistin gelmesi için gerekli çalışmaları yapmak.
Her Türk vatandaşının ve özellikle de siyasetçilerin görevi Türkiye’nin ulusal çıkarlarınıi korumak ve ekonomisine katkıda bulunmaktır.
Türkiye’nin bütün komşuları ile iyi ilişkiler içinde olması arzu edilen bir durumdur. Ama bu elbette tek taraflı iyi niyetli davranışlarla olacak bir şey değildir.
Türk Yunan ilişkileri, Yunanistan’ın AB üyesi olması ve Güney Kıbrıs Rum Kesiminin, bizim siyasetçilerimizin aymazlıklarından, cehaletlerinden istifade ile AB üyesi olmasından sonra, Yunanlıların Türkiye’ye yönelik tahrikleri artarak devam ediyor.
Türkiye ile Yunanistan arasında,  Ege de, Kıbrıs da, Doğu Akdeniz de, AB üyeliği konularında sorunlar var.
Hatırlayın, Türkiye’nin rahmetli Demirel’in deyişiyle, “35 Cente” muhtaç olduğu günlerde, Yunanlılar, Yunanistan ana karasından ya da adalardan Türkiye’ye gelecek yabancı Turist gemilerinin bizim kıyılarımıza gelmelerini engellemek için neler yaptıklarını.
Şimdi bizim  bir Kültür ve Turizm Bakanımız var, sanki Yunan ekonomisine katkı sağlamak ile görevli, Recep Tayyip Erdoğan tarafından Kültür ve Turizm  bakanı  olarak atanan Mehmet Ersoy Rodos’a Mikonos’a, Santorini’ye,  Atina’ya “Vizesiz” tur düzenleyen ETSTUR’un sahibi.
Televizyonlarda bu hergün bangır bangır bağırarak bunun reklamı yapılıyor.
Yani Sayın Bakanımız Türk Milli ekonomisine değil Yunan ekonomisine katkıda bulunuyor.
Tabii bu ekonomik kriz içindeki Türkiye’den Yunan ekonomisine katkıda bulunan sadece Bakanımız Mehmet Ersoy değil, kendilerine beyaz Türkler denen, parası bol, görgüsü ve kültürü az bir takım vatandaşımız da Yunan adalarına ucuz olduğu iddiasıyla tekneleri ile Yunan adalarına  gidiyorlar.
Böylelikle Türk Yunan dostluğuna büyük katkı sağlıyorlar!
Tabii şimdi ETSTUR’un sahibi sayın bakan veya ucuz balık yemeye giden “Beyaz Türklerden” biri çıkıpta “Tamam biz gidiyoruz veya yerli Turisti Yunan adalarına götürüyoruz ama demek ki bunda bir sakınca yok ki;  anlı şanlı muhalefet partilerimiz bile bunu eleştiri konusu yapmıyorlar, derse  denecek bir şeyde kalmıyor.
Bazen toplumsal tepkiler, siyasal iktidarların aklını başına getirir.
Ege de, Kıbrıs da, Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlarımızı koruyamadığı için  kulağının üstüne yatan iktidar sahiplerini harekete geçmek zorunda bırakabilir.
Ama ne öyle bir toplumsal tepki var ne de öyle bir tepkiyi çağrıitıracak muhalefet. Aslında toplumları harekete geçirecek olan tutarlı muhalefet partileridir.
Bugün için muhalefet partilerine oy veren kitle, toplumun hem eğitimli hem de ekonomisi  göreceli olarak daha güçlü olan kesimidir. Televizyoncu tabiriyle AB gurubudur. Yani Turizme para harcayabilecek olan kitle bugün muhalefete oy veren kitledir. Bu kitlenin ulusalcı damarı çok da güçlüdür.
Bu kitleye, Türkiye’nin ulusal menfaatlerine saldırıldığı müddetçe Yunan adalarına gitmemeleri gerektiği çok rahat anlatılabilinir. Böylece  hem Turizm Bakanı yola gelir ve hem de oluşacak bu toplumsal tepki Yunanlıların akıllarını başlarına getirir.
Tabii bunu ülkede ilk defa dile getirecek olan muhalefettir. Onun için toplumu ikna edebilecek söylemlere ihtiyaç vardır.
Yunan  adalarına vizesiz tur reklamı yapan televizyon kanallarını seyretmeyerek bu işe başlayabiliriz. Seyahat özgürlüğü elbette bir anayasal haktır, kimsenin bu hakkına dokunulmaması gerekir. Ama ülkenin ulusal çıkarları her şeyin üstündedir.
Anlaşılan o ki Kültür ve Turizm Bakanı  için “Vizesiz” ,  Yunan adaları turları yani şirketinin tatlı karı, Türkiye’nin ulusal çıkarlarından daha önemli; harikasın Sayın Bakan.  

   
             


16 Temmuz 2019 Salı

CHP’NİN SAYIN YÖNETİCİLERİ BİRAZ TUTARLI OLUN



Geçtiğimiz Perşembe ye da Cuma günüydü gazetelere göz atarken parti sözcüsü Faik Öztrak'ın S-400'ler konusunda aşağıdaki açıklamasıyla karşılaştım:
"...S-400’lerle ilgili olarak baştan beri söylüyoruz: Eğer bu ülkenin askerleri, savunma uzmanları diyorlarsa ki bizim yüksek savunma füzelerine ihtiyacımız vardır, tabii ki bunu alacaklardır biz karşı çıkmayız” diyoruz. 
"Ama onun yanında bir başka bir şeyler daha söylüyoruz. Diyoruz ki, “Öyle anlaşılıyor ki, bunları alırsak F-35’leri almamızda sıkıntı çıkabilir bunu dikkate aldınız mı?” Ben iktisatçıyım her şeye alternatif maliyetiyle bakarım. S-400’ü aldık ama F-35’leri alamadık. Bu hava savunmamızda S-400’leri almamıza oranla baktığımızda daha büyük bir açığa neden olacak mıdır, olmayacak mıdır? Bununla ilgili bilgi istiyoruz. Fakat bu konuda biz türlü aydınlatılamıyoruz".
CHP sözcüsü böyle bir açıklama yaparken -hadi utanması demeyeyim- sıkılması gerekir. 
CHP gibi bir asırlık geleneği ve devlet deneyimi olan köklü bir partinin S-400 sistemine Türkiye'nin ihtiyacı var mıdır, yok mudur, bunun stratejik değerlendirmesini yapacak kapasitesi olması gerekmiyor mu? Yoksa, bu, utanılacak bir durum değil mi? 
Tamamen siyasi iktidarın güdümünde olan TSK'nın AKP'nin saplantılı, savruk dış siyasetinden bağımsız ve nesnel bir değerlendirme yapmış olabileceğine güvenilebilir mi? 
S-400 ve F-35'ler bakımından "alternatif maliyetleri" belirlemek üzere bir stratejik karşılaştırmayı CHP yapamıyor mu? Bunun için iktidardan "aydınlatılma" dilenmesi mi gerekiyor? 
Hadi bu avallılığı  bir kenara koyalım....
Genel başkan Kılıçdaroğlu iki yıl kadar önce S-400 konusu kendisine sorulduğunda, aynen, "birbiriyle uyumsuz silahlar alırsanız, bu, Türkiye açısından, gelecek açısından da olumlu sonuçlar doğurmaz. Bu uyumun sağlanması  gerekiyor" demişti.
Bunu da bir kenara koyalım.
Geçtiğimiz Mayıs ayında bir basın toplantısı düzenleyen Gen. Bşk. Yrd. Ünal Çeviköz, S-400 konusunda Türkiye ile NATO arasında bir komisyon kurulmasını önermiş ve "bu komisyon çalışmalarını bitirene kadar S-400'lerin konuşlandırılmasının ertelenmesini öneriyoruz" demişti.
Bu açıklamaların hangisine inanacağız?
Elbette Genel başkanın söylemlerine inanacağız. Parti sözcüleri kendi kafalarına göre bilip bilmediği her konuda açıklama yapamaz. Adı üstünde O parti sözcüsüdür. Partinin görüşlerini kamuoyu ile paylaşacaktır. Partiyi de Genel başkanın söyledikleri bağlayacağına göre parti sözcüsü sadece Genel başkanın söylediklerini ya da Merkez Yönetim Kurulunun kararlarını halka aksettiren kişidir.
Haddini bilerek konuşacaktır.
 CHP, Öztrak'ın dediği gibi, ihtiyaç varsa S-400 alımını destekliyor mu? Yoksa, Genel Başkanın dediği gibi, Türkiye'nin mevcut silah envanteri ile uyumsuz olan S-400 alımının olumlu sonuçlar doğurmayacağı düşüncesinde mi? Yoksa, Çeviköz'ün dediği gibi, konuşlanmasının ertelenmesi düşüncesinde mi?
Ne biçim yönetim bu! Ne olur biraz tutarlı olun. Yönettiğiniz parti bu devleti kuran parti; açın inceleyin hiçbir dönemine böyle tutarsızlık göremezsiniz.
Ama bu tutarsızlıkları tabi karşılamak lazım, partinin Atatürkçü, Ulusalcı, Millici kadroları tasfiye edilmiş,  bugün partinin üst yönetiminde bir zamanlar mensubu olduğu 10 Aralık Hareketinin öncülerinden  olan ve “CHP Kapatılmalıdır ve hayatına vakıf olarak devam etmelidir” diyebilen bir  kişi de yer almaktadır. 
Bir diğeri Anavatan Parisine yakınlığı ile bilinen, Anavatan partisinin barajı aşıp milletvekili çıkartma şansı kalmadığı için CHP’li olmuş bir kişi.
Biz her ne kadar CHP’yi yönetenlerin tutarlı olmalarını istesek de oluşan  yapı içinde bu  mümkün görülmüyor.

12 Temmuz 2019 Cuma

SIRA DEVLETİN ARAPLAŞTIRILMASINA GELDİ



Toplumun Araplaştırılması hedefi "yola konulunca", sıranın şimdi rejimin ve devletin Araplaştırılmasına geldiği anlaşılıyor. Gelişmeler, Türkiye'de Baas ve Körfez emirlikleri karışımı bir Arap rejimi tesisinin amaçlandığını gösteriyor.
Nitekim Recep Tayyip Erdoğan “Biz Milleti İbrahim’den geliyoruz, diyerek” bunu ikrarda etmiş oluyor.
Yukarıda  Sözünü ettiğimiz Arap rejimlerinin öne çıkan niteliklerini hatırlamakta yarar var:
- Muktedir tek kişiye doğrudan bağlı çok güçlü bir istihbarat teşkilatı;
- Silahlı kuvvetler ve polis üzerinde muktedir tek kişinin mutlak hakimiyeti;
- Muktedir tek kişinin ailesi mensuplarının devlet işlerinde etkili konuma getirilmesi;
- Devletin bütçesinin muktedir tek kişinin (Körfez emirliklerinde bir ailenin/aşiretin) kontrolüne bırakılması, kamu harcamalarındaki denetimin ve saydamlığın ortadan kaldırılması, hesap verilebilirlik ilkesinin tümüyle dışlanması;
- Ülkenin bütün varlıklarının yönetiminin muktedir tek kişinin (Körfez emirliklerinde bir ailenin/aşiretin) yönetimine terk edilmesi;
- Güçler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması, her üç erkin de muktedir tek kişinin egemenliğine bırakılması;
- Seçilmiş meclisin etkisizleştirilmesi, onun yerine, istişare kurullarının (Körfez emirliklerinde şura) öne çıkarılması; devletin, meclisin çıkaracağı kanunlardan ziyade, muktedir tek kişinin kararları ile yönetilmesi;
- Bakanlıkların, kurumların ve bakanların etkisizleştirilmesi, iç ve dış politikaların muktedirin etrafına doluşturulan danışmanlar kalabalığı eliyle alınması;
- Kamu kurumlarının ve medyanın bir partinin denetimi altına konulması, itaatkar özel sektör kuruluşları yaratılması, diğerlerinin tehdit altına alınması, bürokrasi üst kadrolarının bir partiye mutlak itaat kriterine göre dağıtılması;
- Böylece bir parti devleti yaratılması;
- Yüksek korumalı çok sayıda saray merakı. Tek adam için özel koruma birlikleri ihdası (Cumhuriyet muhafızları gibi);
- (Özellikle Körfez emirliklerinde) Dinin devlet işlerinde rehber alınması;
- Seçimlerin sadece bir "şekilsel gereklilik" haline getirilmesi ve devletin bütün gücüyle tek parti lehine seçim kampanyası yürütmesi. 
Bu tablo anayasal ve yasal değişiklikler sonrasında Türkiye'deki gelişmelerle aynı. Böyle bir karşılaştırma ile Türkiye'nin geleneksel hedefi olan batılı, çağdaş demokrasi modelinden ne kadar uzaklaşıldığı ve devletin Araplaştırılması yolunda ne kadar mesafe alındığı görülebilinir. 

Gidişin engellenmesi ve tersine çevrilmesi önümüzdeki dönemde meşru ve demokratik siyasal ve toplumsal tepki oluşturulmasına bağlı olacak. Bu konuda kuşkusuz siyasi partilere büyük görev düşüyor. 
Sadece laf üreten, şimdide “program” çalışmalarıyla top çeviren CHP maalesef iğnesiz arı gibi bir şey ortaya koymadığı için ümit de  vermiyor. 
Türk milliyetçileri neden sessiz?
Toplumun ve devletin "Araplaştırılmasına" en çok Türk milliyetçilerinin karşı çıkması beklenir. 
Ne yazık ki, özellikle 1980 12 Eylül faşist darbesinden sonra askerlerin de desteğiyle yoğun biçimde uygulamaya konulan "Türk-İslam Sentezi" Türk milliyetçiliğini giderek etkisizleştirdi. Sanki böyle bir kavrama ihtiyaç varmış gibi. Sanki Türklük ve İslam birbirlerine karşı imiş ve barıştırılmaları gerekiyormuş gibi... Sanki Türkler asırlar boyunca İslam'a çok büyük hizmetler yapmamışlar gibi...
Bu kavram etrafında, Türk milliyetçilerinin geleneksel partisinden ayrı olarak, siyasi oluşumlar ortaya çıkarıldı.
Bu konuda değerlendirme yaparken İslam'ı ve siyasal İslam'ı birbirinden ayırmak gerekir.
Milliyetçilik ve İslam birbiriyle elbette çelişmez. Ne var ki, ulus ötesi "ümmetçiliği" dayatan siyasal İslam ile, ulusçuluğu savunan Türk milliyetçiliği birbirine zıt iki siyasal akımdır. Dinci ideolojilerle bağdaşmaya çalışan hiçbir siyasal ideolojinin varlığını koruması mümkün değildir. Laiklik bunu önlemek için de vardır. 
Nitekim maalesef, Türk milliyetçiliği, yıllar geçtikçe, siyasal İslam'ın ümmetçi ideolojisinin içinde neredeyse tamamen eritildi. Gelinen aşamada "Cumhur ittifakı" denilen yapıya böyle de bakmak gerekir.





9 Temmuz 2019 Salı

REDDİ MİRAS HADDİNİZ DEĞİL.




Deniz Baykal’ın tasfiye operasyonunun bir ABD projesi olduğunu göremeyen, benimde aralarında bulunduğum o tarihteki Cumhuriyet Halk Partisi Kurultay üyeleri tarih önünde sorumluyuz.
Deniz Baykal’ın tasfiyesi ve hemen arkasından çok kısa bir süre sonrada partide etkin olabilecek Atatürkçülerinde tasfiyesinden sonra, bir “Yeni CHP” söylemi geliştirildi.

Aslında bu yapılan Türkiye’yi Amerika’nın menfaatlerinin bölgedike bekçisi yapma operasyonunun diğer ayağı idi. Operasyonun ilk ayağı Türkiye’de Amerika’nın her dediğine evet diyecek İslamcı parti kurup onu iktidara getirmekti. Bu AKP ile başarılmıştı. AKP iktidarı ile Atatürk ve Cumhuriyetin temel değerleri unutturulmaya çalışmaya başlandı,

AKP bağlamında bunda bir ölçüde başarılı da olundu ve ama bu yetmezdi, bundan sonra yapılması gerekende Cumhuriyetten evvel var olan, Devleti, Cumhuriyeti kuran Cumhuriyet Halk Partisine “reddi miras” ettirmek gerekiyordu.

İşte o nedenle “Yeni CHP” söylemi dile getirilmeye başlandı. Son günlerde Cumhuriyet Halk Partisinin altı okunu “Yeniden yorumlanacağı” söylemleri dile getiriliyor.
Altı okun neyini yorumlayacaklar ki;  Altı ok, halkın iradesine, yurttaşın özgürlüğüne ve modernleşmeye dayalı çağdaş bir toplum olma iddiamızın, Cumhuriyet-Laiklik-Demokrasi altın üçgenini korumaya ve geliştirmeye yönelik kararlığımızın kaynaklarıdır.
Cumhuriyet Halk Partililer, bilimi kendilerine rehber edinirler, edinmelidirler. Amerikalı bazı şarlatanların söylemlerini değil.
Cumhuriyet Halk Partisi ve gerçek Cumhuriyet Halk Partililer bu ideallerinden vazgeçmezler, vazgeçemezler.
Altı oku yeniden yorumlama çabaları, Sayın Kılıçdaroğlu’nun AKP ile aynı çizgiye gelip “Eski sisteme dönmek (yani parlamenter sisteme) istemiyoruz demesi, aynen ABD Savunma Bakanlığı  danışmanı siyaset  Bilimci  Samuel Huntington’un “Türkiye Atatürk’ün mirasını reddetmelidir” sözünü hayata geçirmenin çirkin ayak sesleridir. 
Anayasa değişikliğinden önceki parlamenter sistemi eleştirmek, o sistemdeki aksaklıkları dile getirmek başka şeydir. Eski sisteme dönmek istemiyoruz demek yanlış anlamalara neden olabilecek yanlış bir söylemdir.
Bir Cumhuriyet Halk Partilinin ve hele de Atatürk’ün koltuğunda oturan bir kişinin parlamenter sisteme dönmek istemiyoruz demesi mümkün olmaması gerekir.
Büyük önderin bu konuda, “tek adam” rejimiyle ilgili ne düşündüğü çok bilinen bir olaydır.  
Devlet Başkanı’nın aynı zamanda fiilen Başbakanlık görevini de üstüne alması gerektiği tartışmalarının yapıldığı sıralarda, Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a: “Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.”  demiştir.
Cumhuriyet Halk Partililerin batılıların oyununa gelip, “Altı Ok”u yeniden yorumlayalım diyenlere ya da Anayasa çalışması yapılırken, “Türk” adı Anayasada yer almasın tezini savunanlara artık partide yer vermemesi gerekmektedir. 
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, devrimleri ve aydınlanma sürecini gerçekleştiren, ülkemizi çok partili hayata taşıyan Cumhuriyet Halk Partisi, bu geçmişiyle Türkiye’nin tarihsel dönüşümünün öncü partisidir.
Bu öncü partiyi köklerinden koparmak pahasına “reddi miras” ettirmeye, altı oku müzelik etmeye kimsenin gücü yetmeyeceği gibi, buna ön ayak olmak da kimsenin haddi değildir.

5 Temmuz 2019 Cuma

DEMOKRASİ VE BASIN




 Bir ülkede sadece düşüncelerini yazan ve olumsuzlukları eleştiren gazetecinin kafasına iktidar yumruğu indirildiği zaman bu toplumda kendini aydın zannedenler kıyamet koparmıyorsa ya da kafasına yumruk ineni benim düşüncemden veya karşı taraftan diye ayırıp buna göre tepkisini ortaya koyuyorsa o ülkenin demokratikleşme ve çağdaşlaşmakta çok yol alması gerekir.
Basın sorunu ile demokrasi sorununu ayırmak mümkün değildir. Gerçek demokrasi muayyen aralıklarla seçim sandığının ortaya konması değildir. Basın özgürlüğünün olmadığı,daha geniş anlatımıyla düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü baskı altındayken muayyen aralıklarla ortaya seçim sandığının konduğu ama demokrasiden bahis edilemeyecek o kadar çok ülke var ki.
 Bir ülkede basın ister yasal düzenlemelerle, ister AKP iktidarının yıllardır ülkemizde yaptığı gibi acımasız ekonomik baskı tedbirleriyle susturulsun, artık orada gerçek demokrasinin varlığından söz edilemez.
    Rejim tek adam rejimine dönüştürüldükten sonra, muhalefetin zaten cılız çıkan sesi artık, hiç çıkmamaktadır.  Meclis’te zaten işlevini yitirdiğinden, ülke Tayyip Erdoğan  için dikensiz gül bahçesine döndü.
    Yürütme, yasama ve yargının tek adama bağlanması operasyonu da tamamlandığından  özgür basına her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız olduğu muhakkaktır.
 Yasama ve yargıda AKP’nin kontrolünde olduğundan artık onu dizginleyebilecek, yapılan yanlışları ortaya koyarak halkın gerçekleri öğrenmesini sağlayacak sadece  ve sadece basındır.
    Bu gün AKP iktidarının olduğu gibi despotlaşma  eğiliminde olan hükümetler, halkın çevrelerinde ve dünyada olup bitenlerden habersiz olmalarını istedikleri için de;   basını aynen bugün Türkiye’de olduğu gibi susturmaya çalışırlar, bunda da büyük ölçüde başarılı olurlar.
     On yedi  yıllık AKP İktidarı, önce televizyonları bitirdi, sonra gazetelerle oynadı ve birçok kalem ya kırıldı ya da teslim oldu.
    Gazeteci demokrasilerde, yapılan haksızlıkları, namussuzlukları, hırsızlıkları yandaş kayırmalarını korkmadan yazmak zorundadır. Bu onun yaptığı görevinin ve meslek etiğinin gereğidir. Eğer bunları yazamıyorlarsa, muayyen aralıklarla ortaya konan sandıkta oy kullanan seçmenin de tercihini doğru yapmasını bekleyemezsiniz.
Bu nedenledir ki gazeteci kamu görevlisidir. Zira halkın ülkede olup bitenlerden yansız ve doğru olarak haberdar olması; bir kamu görevi olarak yapılan gazetecilik mesleğinin gereği gibi    yapılmasına bağlıdır.
    Sağlıklı demokratik seçimler, iktidarı elinde bulunduranlara, işlem ve eylemlerinde kamu yararını  gözetmeleri zorunluluğunu getirir. Bunun denetlenmesi işlevini de yasama ve yargının yanında dördüncü kuvvet olarak nitelenen özgür basın görür.
Akıllı iktidarlar, her an denetim altında olmanın kendileri için büyük bir güvence olduğunu bilirler. Biran için yasama ve yargı denetiminin en tesirli şekilde yapıldığını kabul dahi etsek,bunların denetimi tam ve eksiksiz yapılabiliyorsa çok etkilidir; ancak zaman alır.
 Demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelenen basının toplum adına yaptığı denetim ani ve devamlıdır.
 Kırk iki yıllık   Avukatlık yaşamının en az otuz beş yılını basın avukatlığıyla geçirmiş bir kişi olarak, askeri rejim dönemlerinde bile basının bu kadar köşeye sıkıştırıldığına tanık olmadım.
  Sözcü, Korkusuz, Halk Tv, Tele 1 gibi  siyasal iktidarın ve küçük işletmecilik yapmaları nedeniyle diğer güç odaklarının baskılarına direnebilen medya kuruluşları ,  halkın gerçekleri öğrenme hakkı adına tehlikeleri de göze alarak dürüst ve yürekli habercilik yaptıkları için tirajları ve reytingleri artmaktadır. 
Sözcü, Korkusuz, Halk Tv. Tele1  gibi medya kuruluşları aslında demokrasinin geleceği açısından  İktidar baskısının basın üstünde bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde çok önemlidirler.
  Demokrasi basın ilişkileri üzerine düşünenler, basının görevini tam ve eksiksiz olarak yerine getiremediği ülkelerde, demokrasinin iyi işlemeyeceğini ve hatta ağır aksak yürütülmeye çalışılan demokrasinin bile tehlikeye gireceğini söylerler.
     



2 Temmuz 2019 Salı

TÜRK HALKINI KANDIRMAYA HAKKINIZ YOK.




 Yandaş basın AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın G-20 zirvesine katılmak için gittiği Japonya’nın Osaka kentinde  ABD Başkanı Trump ile  görüşmesine atıfla "Osaka Mutabakatı", "Yaptırım Yok" "Türkiye Haklı", "Buzlar eridi" gibi başlıklarla çıktılar.
Trump görüşme başlamadan önce her aklı başında Türkü rencide edecek şekilde aynen şunları söyledi:"(Bizim heyeti göstererek) Şunlara bakın, ne kadar güzeller. Bakın onlara. Onlarla iş yapması çok kolay. Bakın onlara. Esaslı bir oyuncular grubu. Hiçbir Hollywood setinde onlara benzeyen insanlar bulamazsınız"
Trump, bizim gibi ulusalcı damarı güçlü olan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını rencide edecek şekilde,  bizim heyetle açıkca dalga geçti. "Onlarla iş yapması çok kolay (They're so easy to deal with)" diyerek, bizden istediklerinin hepsini hiçbir direnişle karşılaşmadan aldığını, daha görüşme başlamadan dünyaya ilan etti. Hollywood'a yaptığı atıf ise, "benim yazdığım senaryoyu çok güzel oynuyorlar" der gibiydi.
Nitekim Trump’ın görüşmeden sonra Osaka’da yaptığı basın toplantısında söyledikleri,bizim heyetin yüzüne söylediklerini daha açık bir şekilde dünya kamuoyuna ifade etmesiydi. Basın toplantısında mealen şunları söyledi: "Erdoğan sert birisi ama ben onunla iyi geçiniyorum. Herkesin bildiği gibi, Kürtlerle büyük sorunu vardı. Sınıra 65.000 askerlik ordu koymuştu. İŞİD konusunda bize yardımcı olan Kürtleri yok etmek istiyordu. Aradım "yapamazsın" dedim, yapmadı.  "Papaz Brunson'u da bize Erdoğan geri verdi. Erdoğan'ı aradım, çok kısa bir süre sonra Brunson Oval Ofis'de karşımda duruyordu. Tamam, Erdoğan sert birisi. Ama, ben onunla iyi geçiniyorum"
Düşünebiliyor musunuz  adam emir kipi ile konuşuyor. “Yapamazsın dedim, Yapmadı. Bronson konusunda da “..Erdoğanı aradım, Bronson Oval Ofiste karşımda duruyordu. 
“Tamam Erdoğan sert birisi ama ben onunla iyi geçiniyorum” lafı da hafiften dalga geçer gibi hani, “Adın Mülayim sert olsan ne yazar” der gibi.
        Donald dobra  bir tip. Ne olup bittiğini açıklıkla anlatıyor!
Heyetler arasındaki  görüşmenin 40 dakika kadar sürdüğü bildiriliyor. Yarısını tercüman için çıkar, hal-hatır konuşmalarını da sayarsan, masadaki karmaşık birçok mesele üzerinde içerikli bir müzakere/pazarlık yapmaya vakit kalmadığı zaten kolayca anlaşılıyor.
Heyetler arası görüşme  sonrası Trump, "Obama Türkiye'ye haksızlık etti. Patriot'ları satmadı" dedi diye bizim yalaka basın sanki S-400 krizi çözülmüş gibi sevinç başlıkları attı.
Aynı Trump Aralık 2018'de de  "Suriye'den çekileceğiz" açıklamasını yapınca da bu yandaş yalaka basın  "Trump Kürtleri sattı" diye zafer çığlıkları atmışlardı.
Dış politikadan anlayan hani “Monşer” diye küçümsenenler "İnanmayın, yerleşik kurumsal yapı bu dediğini yapmasına izin vermez" diye uyardıklarında, cahillikle suçlanmışlardı. "Cahillerin!" dedikleri doğru çıktı; ama, arkadaşların bilgileri müsait olmadığı için ders alamadılar.
Gerçek cahiller gerçek diplomatları “Monşer” diye suçlayanlardır. Zira ABD’deki  başkanlık rejimini de Türkiye deki tek adam rejimi zannediyorlar. Orada tam bir kuvvetler ayrılığı var. Orada bağımsız yargı var. Türkiye 15 Temmuzdan beri FETO’yu istiyor. Bizim rahip Bronsonu verdiğimiz gibi veriyorlar mı? Ne gezer.
O papazını istedi ve aldı; biz, bizim papazı istedik vermediler. Mahkeme iadesine karar vermedikçe, Trump’ın da böyle bir yetkisi yok zaten.
Orada her şeyden öte, yargı bağımsız,  basın özgürdür.
Yalaka yandaş basın halkı kandırmaya devam ediyor da, bu yaptıklarının ne ülkeye ve ne de destekledikleri Recep Tayyip Erdoğan’a bir faydası var.