31 Mayıs 2019 Cuma

İYİKİ LAİK BİR CUMHURİYETTE YAŞIYORUZ.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. Maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri “….demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diye belirtilmiştir.
Yine Anayasamızın “Mahkemelerin Bağımsızlığını” düzenleyen 138. Maddesi “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak karar verir” diyor.
Yani bir hakim öncelikle anayasaya uymak zorundadır. Bu nedenle yargılama aşamasında bir kadına ve de yargılamanın üç asli unsurundan sav, savunma, hüküm üçgeninden biri olan savunma makamındaki bir kadın avukata “……Müslüman ülkede yaşıyoruz, etek boyunuz kısa diyip, mahkeme başkatibini kadın avukatın etek boyunu ölçmekle görevlendirme terbiyesizliğini yapamaz.
Ama hakime böyle davranma cesaretini  veren siyasi iktidarı elinde bulunduranların tutum ve davranışlarıdır.
Bugün iktidarı elinde bulunduran AKP “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu  Anayasa Mahkemesince tescil edilmiş” bir siyasal oluşumdur.
Böyle bir iktidar döneminde hakim teminatının da bulunmadığı için hakimlerin en azından bir kısmı siyasi iktidara yaranmak için her türlü yaltaklanmayı yapacaktır.
İşte geçtiğimiz Salı günü kadın avukatın eteğinden dolayı Anayasa ve yasaları çiğneyen hakim de  bu düzenin mahsulüdür.
Bugün HSK tarafından açığa alındığına bakmayın, yarın muhakkak ödüllendirilecektir. Aynen kapatma davasında lehlerine oy kullanan AYM üyesi gibi bol maaşlı bir göreve getirilecektir.
  Ülkede milyonlarca insan açlık sınırı altında yaşarken, Türkiye’de ve yabancı ülkelerde milyonlarca dolar harcayarak camii yaptırılıyor.
Ve toplumdan da bu duruma tepki veren de çıkmıyor, zira bir korku imparatorluğu yarattılar, aman bizi din düşmanı zannederler diye sessiz sakin çok normalmiş gibi bu olay seyir ediliyor.
Laiklik üstüne yemin etmiş siyasiler, dini siyaseten kullanmayı bir alışkanlık haline getirdiler.
Din insanların vicdanında yaşayan kutsal bir duygudur. Onu siyasete alet etmek ona saygısızlıktır.
Din asgari ahlak olduğuna göre, dindar olduğunu iddia eden siyasetçi öncelikle ahlaklı olacaktır.
Yani yalan söylemeyecektir. “Ne yapalım beni dinleyen olmayınca bende ‘çaldılar’ dedim” demeyecektir.
Bu iftira attığının ikrar etmekten  başka bir şey değildir.
Yani, fail masum olduğunu bildiği bir kişiye suç atmaktadır. Bir diğer deyişle “Çaldılar” diyenler, çalma olayı olmadığını bile bile siyasi rakiplerine iftira atmışlardır.
Bunu yapan dini bütün geçiniyor ama günah olduğunu bile bile rakiplerine bühtanda” bulunuyor.
Siyaset yaptıklarına göre demokrasiye inanıyor olmaları gerekir, bu nedenle laik olmak zorundadırlar, zira laiklik, demokrasinin ön koşuludur. Laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü olamaz. Düşünce özgürlüğü olmayınca dürüst bir seçim yapılamaz.
Demokrasiye inanan kişiler  besleme basın yaratmazlar.
Artık siyasetçilerimizin anlaması gereken bir diğer konuda, Türk halkının din sömürüsü ile bir tercihte bulunmadığıdır.
Zira Kurtuluş Savaşı sırasında, o idealist insanlar, o tarihte, hem de dinin en büyüğü halife tarafından dinsizlikle damgalanmışlardı. Anadolu insanı o gün de bugünkü kadar dindardı.
Üstelik gerilik ve cehalet  çok daha vahim boyuttaydı. Ona rağmen Anadolu insanı din istismarcılarına  kanmamış sadece doğruyu yanlışı değil, gerçek dindar ile sahtesini çok iyi ayırmıştır.
Eğer bugünkü bir kısım siyasetçiler, laiklik ilkesinden taviz vererek iktidara gelineceğini ya da iktidarda kalınacağını zannediyorlarsa, ki öyle zannedenler var,   bunda da büyük yanılgı içindedirler.
Bütün bu yapılan çirkinlikleri gördükten sonra, iyi ki laik bir cumhuriyette yaşıyoruz demek insanın aklına geliyor, ya bu ülke bir de laik olmasaydı, düşünmek bile insanın içini karartıyor.

28 Mayıs 2019 Salı

BEYAZ SARAY ( BEYAZ EV ) İÇİN YANLIŞ BİLDİĞİMİZ DOĞRULAR...



Ülkemizde şımarıklığa, hatta görgüsüzlüğe varan devlet kasasından yapılan harcamaları gördükçe, bu nasıl bir savurganlıktır diye düşünmemek mümkün değilken, hakikaten bir süper güç olan ABD başkanlarının harcamalarına ait ders alınacak, ibretlik  bu yazı bana gönderilince okuyucularla paylaşmayı uygun gördüm hatta zorunluluk hissettim.
Bu yazıyı bundan önce görüp okumuş, okuyucular varsa onlardan ayrıca özür dilerim.
1981 yılında yemin ederek ABD Başkanlığına göreve başlamasından yaklaşık bir ay sonra dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan, Beyaz Saray’da akşam yemeğini yedikten sonra hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşırlar.
      Görevli garson yemeğin hesap faturasını getirmiştir. Baş kahyanın bir garsonla gönderdiği hesap faturasında sadece o akşamın değil son bir ayın bütün yemeklerinin hesabı da yer almaktadır. Sadece yemekler de değil… Ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçası, diş macunu, temizlik ve parfümeri malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de miktarlarıyla beraber kaydedilmiştir.
Ronald Reagan, hesabın büyüklüğüne şaşırsa da görevlinin getirdiği faturayı gülümseyerek alır ve muhasebeye maaşından ödenmesi talimatı verir. Kocasının aksine Nancy Reagan’ın şaşkınlığı çok daha büyüktür. Anılarında, ‘kimse bize Başkan ve Eşinin Beyaz Saray’da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti’ diye anlatıyor o şaşkınlık anını.
Aslında, ABD kamuoyunun büyük çoğunluğu da pek bilmiyordu.      ABD eski Başkanı Bill Clinton’un eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı Hillary Clinton‘ın, bu yıl yayınlanan “Hard Choices” kitabının Haziran ayındaki tanıtım ve imza gezilerinden birinde, Beyaz Saray’dan ayrıldıkları zaman, ‘borç içinde ve beş parasız olduklarını’ söylemesi, sosyal medyada büyük yankı yapmıştı. Hillary Clinton, sekiz yıl kaldıkları Beyaz Saray’dan taşınınca Washington DC’de ve New York’ta mortgage kredisiyle iki ev aldıklarını, bu kredi ile kızları Chelsea’nin Stanford Üniversitesi parasının kendilerini, 2001 kışında 12 milyon dolar borcu olan  bir aile haline getirdiğini anlatacaktı. Borç batağından, Bill Clinton’ın art arda yayınlanan kitaplarının, ücretli konuşmalarının gelirleriyle düzlüğe çıkacaklardı. Son borçlarını da 2004 yılında ödeyerek borçlarını temizleyeceklerdi.
     Peki, 8 yıl boyunca yıllık ortalama 500 bin dolar maaşı olan ve kira gideri olmayan bir aile niçin Beyaz Saray’dan beş parasız ayrılacaktı? Nancy Reagan’ı çok şaşırtan sebepten dolayı…
      ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemez ama onun dışındaki herşey maaşlarından kesilir. Beyaz Saray, devletin ABD Başkanı için tahsis ettiği misafirhanedir ve orada 4 ya da 8 yılını geçirmek zorunda olan her aile, kendilerinin ve kişisel misafirlerinin bütün masraflarını kendisi karşılamak durumundadır. Sadece resmi devlet konuklarının ağırlanma masrafını Amerikan vergi mükellefleri öder. Geri kalan kişisel mutfak giderleri, hizmet ve malzemelerin ücreti Başkan ve ailesine aittir.                 Başkan takım elbiselerinin kuru temizleme ücretini kendisi ödemek zorundadır. Kaybolan düğmesinin yerine alınacak yenisinin de, ayakkabılarının boya ve cilasının da… Konutun başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder. Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar.
Çünkü, ABD bir monarşi değil bir cumhuriyettir ve bu konut da bir ‘saray’ değil bir evdir. Amerikalılar buraya ‘saray’ demiyor zaten, o bizim yakıştırmamız. Washington DC’de ‘’1600 Pennsylvania Avenue’’ adresinde bulunan dünyanın bu en ünlü evinin adı Türkçe’ye yanlış şekilde ‘Beyaz Saray’ diye çevirilmiş olsa da, aslında İngilizce’deki orijinal adı ‘White House‘ yani ‘Beyaz Ev‘dir. Ve ABD’ye devlet başkanı seçildi diye kimse, devletin parasını keyfince harcayamaz. Sadece bu ev içinde de değil her yerde… ABD Başkanı, şehir dışı tatil masraflarını, haftasonlarını geçirmek istediğinde Camp David’teki dinlenme evinin haftasonu masraflarını kendi cebinden karşılamak zorunda. Yine örneğin başkan, ABD Başkanlık uçağına, devlet delegasyonundan olmayan tek bir kişi bile bindirecekse, (kardeşi bile olsa), bir ticari yolcu uçağının ‘first class’ uçak bileti miktarınca devlete para ödemek zorundadır.
       Gerald Ford’tan George W. Bush’a kadar 6 başkan döneminde bu evin ‘baş kahyası (chief usher)’ olmuş Gary Walters’ın deyişi ile başkan ve ailesi bu evin 4 veya 8 yıllık kira sözleşmesine sahip kiracılarıdır. İstedikleri yemekler pişirilir, malzemeler ve ürünler istedikleri markalardan seçilir ama parasını Amerikan halkı değil, Başkan ve ailesi maaşlarından öder. Ve doğal olarak fiyatın yüksekliğine alışmaları zaman alır. Çünkü başkanlar ve ailelerine verilen hizmet 5 yıldızlı otel kalitesinde olduğu gibi başkanın bunlar için ödeyeceği para da 5 yıldızlı otel fiyatları düzeyindedir. Devlet konutu diye cüzi ücretlendirme yapılmaz. Walters, ‘yemek, hizmet ve malzemelerin pahalı olduğundan yakınmayan tek bir first aile hatırlamıyorum’ diyor. Hatırladığı en büyük tepki ise Jimmy Carter’ın eşi Rosalynn Carter’a ait. Memleketleri Atlanta’da yemeğin de malzemelerin de çok daha ucuz olduğunu söyleyip durmuş aylarca. Ama ‘first lady’nin şikayetleri, fiyatları aşağı çekmeye yetmemiş. George W. Bush’un eşi Laura Bush da, “Spoken from the Heart” adlı anı kitabında Beyaz Saray’da yaşamanın ne kadar pahalı olduğundan yakınıyor. Onu en çok zorlayan konulardan biri de, hergün saçlarını yapan kuaföre, devleti temsil edeceği törenlere giderken bile olsa, ücretini kendisinin ödemesi olmuş. Bayan Bush kitabında, faturanın aylık geldiğini ve Başkan ve eşi ile iki kızının bütün yemeklerinin, kullandıkları bütün kişisel malzemelerin, kuru temizleme dahil tüm hizmetlerin, garsonların ve temizlik görevlilerinin saat başı ücretinin, özel misafirlerinin tüm masraflarının bu faturada yer aldığını yazıyor. ‘’Faturada ağzımı açık bırakan kalemler de vardı’’ diye aktaran Bayan Bush şu örneği veriyor:
‘’Ülkenin First Lady’si olarak giyeceğim kıyafetlerin de özel tasarım olması gerektiği şartı vardı ama elbisenin ücretinin yanı sıra bu tasarımların ücreti de yine benden tahsil ediliyordu.’’
ABD Başkanlarının maaşına en son 1999 yılında zam yapıldı. Buna göre ABD Başkanın çıplak maaşı yıllık 400 bin dolar civarında. 50 bin dolar da görev tazminatı ödenir. Bu her iki ödeme de vergiye tabidir. Başkan bunların gelir vergisini ödemek zorunda. Bunların yanı sıra başkanın gezileri için, vergiden muaf yıllık 100 bin dolar harcırah ödenir. Ancak, Beyaz Saray faturasının yüksekliği göz önüne alındığında bir ABD Başkanı, maaşının neredeyse tamamını aylık giderlerine harcar. Yani ayrıca bir serveti yoksa, Beyaz Saray’da ‘ucu ucuna’ yaşamak durumunda… Belki de bu yüzden Başkan Gerald Ford, Beyaz Evi, ‘Bugüne kadar gördüğüm en lüks sosyal yardım konutu’ diye tanımlamıştı.
Beyaz Ev, kompleks bir yapıdır. Aynı anda hem bir konut, hem bir müze ve hem de bir devlet dairesidir. ABD dünyanın süper gücü olmasına rağmen, Beyaz Ev, dünyadaki en büyük devlet başkanı sarayı değil, aksine büyük devletler içindeki en küçük devlet başkanlığı konutlarından biridir. Sadece bir katından, dünyanın en büyük devletinin yürütme organı yönetilir. ”1700’lerin dünyasında 13 kolonili devlet için inşa edilmiş, bugün dünya lideriyiz. Bu ihtiyaca uygun çok daha büyük bir saray yapalım” diyen tek bir başkan bile olmamıştır. Kimsenin aklına böyle bir şey gelmez. Çünkü, Beyaz Ev, ABD demokrasisinde ‘devamlılığın’ da sembolüdür.Ve yine Beyaz Ev, kendi toplumundan izole bir yer de değil. Dünyada, içinde başkan yaşadığı halde halkının ziyaretine açık tek devlet başkanlığı konutudur. Çünkü Amerikan tarihinin en önemli kültür müzesidir. Haftalık ortalama ziyaretçi sayısı 30 bindir. Başkanın penceresinin bir kaç on metre uzağındaki bahçe demirliğinin önü ise ABD’nin en ünlü gösteri ve protesto yeridir.
Beyaz Ev, başkanlar için kalıcı bir ihtişam ve keyif sarayı değil geçici bir barınma ve hizmet yeridir. Başkan Truman’a göre, ‘dışı çok gösterişli bir hapishane‘den başka bir şey değildi. Ronald Reagan ise, buradaki yılları boyunca kendisini sürekli bir akvaryum balığı gibi hissettiğini anlatır. Michelle Obama da geçtiğimiz yıl, ‘’çok iyi dekore edilmiş bir hapishane’’ olarak niteleyecekti. Bu eve kiracı başkanlar aileleriyle gelir geçer. Mülk sahibi Amerikan halkı ve demokrasisidir. Bu gerçeği, bir hizmetçisi, Baba George Bush’un eşi Barbara Bush’a şöyle söyler bir gün:
‘’Buraya her dört yılda bir başkanlar gelir ve gider… Biz kalıcıyız’’.


24 Mayıs 2019 Cuma

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK



Kırk yıl bu ülkeye hizmet etmiş namuslu bir bürokrat dostum gönderdi, bazı toplumların çocuklarını nasıl eğittiğini anlatıyor.
ABD ve İngiltere’de ilkokul çocuklarına okutulan, Rus kökenli bir halk masalı varmış : “Kırmızı İbikli Küçük Tavuk.” İsimli.
Kırmızı ibikli küçük tavuk, gezinirken buğday tanesi bulur, o buğdayı tarlaya ekebilmek için çiftlikteki öbür hayvanlardan yardım ister, hiçbiri yardım etmez, kırmızı ibikli küçük tavuk mecburen iş başa düştü der, kendisi eker, kendisi büyütür, kendisi hasat eder, kendisi değirmene taşır, kendisi un yapar, neticede ekmek yapar.
Mis gibi ekmek kokusu etrafa yayılır. Kırmızı ibikli küçük tavuk “beraber yiyelim mi?” diye sorar.
O hiç yardım etmeyen öbür hayvanların ağzı sulanır, “eveeeet yiyelim” derler. Kırmızı ibikli küçük tavuk acı acı gülümser, “yok öyle yağma” der, bir lokma bile vermez.
Bu masalı okuyan Amerikalı, İngiliz ve Rus çocuklar kıssadan hisse çıkarırlar, ders alırlar, çalışmayana, üretmeyene, karnını doyurmak için başkasından medet umana ekmek mekmek olmadığını kavrarlar.
E herkes çocuk değil tabii,
Büyüklerin de okuması için bu masalın bir başka versiyonu var.
Küreselleşme karşıtı aktivistler tarafından revize edildi, UNICEF’in sitesinde yayınlandı… Ki, büyükler de anlasın!
Kırmızı ibikli küçük tavuk, gezinirken buğday tanesi bulur, o buğdayı tarlaya ekebilmek için çiftlikteki öbür hayvanlardan yardım ister.
Ördek “sen buğdayı filan boş ver, sana kahve tohumu satayım, acayip para kazanırsın, istediğin kadar buğday alırsın” der.
Domuz “sen buğday yerine kahve ek, nasıl satarım diye merak etme, ben senin adına pazarlarım” diye seslenir.
Fare iyice cesaretlendirir, “buğdayla uğraşma, kahve ekebilmen için istediğin kadar borç vereyim, ufak ufak ödersin” diye akıl verir.
Kırmızı ibikli küçük tavuğun aklına yatar.
“Kahve üretiminden anlamam ki, nasıl yapacağım” diye sorar.
Ördek “sana gübre satayım, çok çabuk büyür” der.
Domuz “böceklerden korumak için ilaç satayım” diye seslenir.
Fare gene finansal açıdan yaklaşır, “gübre ve ilaç alabilmen için sana istediğin kadar borç vereyim, ufak ufak ödersin” diye akıl verir.
Neticede hasat vakti gelir.
Kırmızı ibikli küçük tavuk “şimdi ben ne yapacağım bu kahveyi” diye sorar.
Ördek “paketlemek için benim fabrikama getirebilirsin” diye akıl verir.

Domuz “kusura bakma, herkes kahve ekti, fiyatlar acayip düştü, senin kahve beş para etmez” diye seslenir.
Fare ise “borcunu öde artık” der!
Kırmızı ibikli küçük tavuk, ibiğini kaptırdığını fark edince…
“Aç kaldım, ekmek verecek yok mu” diye ağlar.
Ördek “ekmek kolay da, alacak paran var mı” diye sorar.
Domuz “herkes kahve ekti, buğday karaborsaya düştü, kusura bakma, istersen ekmek yapman için sana ithal buğday tohumu satayım” der.
Fare ise avukatıyla gelir, “borcuna karşılık tarlanı haczetmek zorundayım, uslu tavuk olursan artık benim olan tarlamda yevmiyeyle çalışıp buğday yetiştirmene izin veririm” diye akıl verir.
Şimdilerde maalesef, kırmızı ibikli küçük tavuk, eskiden kendisine ait olan tarlada ırgat olarak çalışıyormuş.
Yevmiyeyi almaya gittiğinde, ördek, domuz ve farenin aslında senelerdir şirket ortağı olduklarını öğrenmiş.
Böyle bu işler.
Dünyanın en bereketli topraklarına sahip olan, kendi kendine yeten yedi mucizevi ülkeden biri olan Türkiye’yi, kırmızı ibikli küçük tavuğa çevirdiler.
Bu ülkeyi cahiller de yönetti.
Bir zamanlar bir başbakan vardı. Bir vagon buğday satıp, bir makine bile alamıyoruz diyen bir şahıs vardı.
Sanki Sanayileşmenin ön koşulu tarımdan vazgeçmekmiş gibi. Şimdi de ona benzer düşünce hakim. Tohum ıslah istasyonları vardı bu ülkenin, onları kapattık; tohum ithal eder hale geldik.  
Tabii bundan utanması gerekenler hiç utanıyor mu bilemem. Üretmeden tüketen toplumlar sonunda onun bunun oyuncağı olurlar.
  

21 Mayıs 2019 Salı

YASAK SAVMA



Lord Kinross'un ünlü "Atatürk" kitabının alt başlığı, okuyanlar bilir , "Bir Milletin Yeniden Doğuşu"dur (The Rebirth of a Nation). Bu alt başlık, kurtuluş mücadelesinin özeti gibidir. Ülkesi emperyalistler tarafından işgal edilmiş olan bir devletten, büyük dehanın önderliğinde bu millet, bu devlet yeniden yaratılmıştır. 19 Mayıs 1919, O  yeniden doğuş için atılan ilk adımdır. 
19 Mayıs 1919 Türkün Anadolu’da kendi kendisinin efendisi olabileceğinin canlı örneğinin ilk adımıdır.
Türk milleti için bu kadar önemli olan bir olayın 100. yıl dönümünde alelacele ve göstermelik bir "devlet" töreni düzenleyerek, bunun için sadece birkaç gün önceden davet yapmak, Akşener'in dediği gibi, devlet ciddiyeti ile bağdaşmaz. 
Daveti reddederken Akşener'in ileri sürdüğü "protokol" gerekçesi haklıdır; ancak, işin esası değildir.
Davetin reddedilmesine esas olması gereken gerekçe, Türkiye'yi yönetenlerin, Türkiye’nin kurtarıcısı ve  kurucusu  Atatürk'e yaklaşımları olmalıdır. Atatürk ve onun en yakın silah arkadaşına “İki Ayyaş” diyenlerin  ve hatta ulu önder Atatürk’ün annesine en çirkin iftiraların atılmasına sessiz kalanların, Atatürk'e ve onun devrimlerine saldırıları saymakla bitmez.
Bu nedenle bu davet reddedilmeliydi.
Ayrıca bu davet, Recep Tayyip Erdoğan’ın ben istersem onlara dilediğim gibi hakaret ederim, canım istediği zaman başlarını okşarım, gel derim onlarda gelirler imajı yaratmaya yöneliktir. 
Bu oyuna gelinmemeliydi.
Sadece son birkaç günde; Bursa'nın AKP'li belediyesi 19 Mayıs için Atatürk'ün adının geçmediği afişler astığı, Cumhuriyet'in başkentinin belediye meclisi salonuna Atatürk resminin  yeni başkan Mansur Yavaş’ın seçilmesiyle   seçilmesiyle mümkün olabildiği, Mansur Yavaş seçilmeseydi o resim oraya asılmayacağı görüldü.  Bütün resmi kurumlarda Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan'ın resimleri yan yana asılı duruyor. Belli ki resimler şimdilik yan yana. Büyük ihtimalle bir süre sonra Atatürk resmi oralardan kaldırılacaktır!
Bu zihniyettekilerin sırf göz boyamak için düzenledikleri, samimiyetten uzak 19 Mayıs törenine yapılan davete katılmak, o zihniyeti paylaşmak anlamına gelir ki, bu,  Atatürk ve Cumhuriyet sevdalılarının affedebileceği bir davranış değildir.
"Devlet kuran Parti " niteliğiyle ara sıra da olsa haklı olarak övünen Cumhuriyet Halk Partisi'nin, Türk Milleti'nin yeniden doğuşuna yol açan 19 Mayıs 1919'un ve önümüzdeki dört buçuk yılda gelecek diğer mucizevi olayların yüzüncü yıllarının anılması, halka ve özellikle gençlere anlatılması için yıllara yayılacak kapsamlı bir hazırlık yapmamış olduğu anlaşılıyor. Bu Cumhuriyet Halk Partisine gönül verenler  için hüzün verici ama parti yöneticileri içinde kendilerini sorgulamaları gereken bir durum.
 Gazinin iki büyük eserimden biri dediği Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk'ü ve 19 Mayıs'ı anmak için "devlet'in düzenleyeceği samimiyetsiz törenlere katılmak mecburiyetinde mi kalmalıydı!
Bu durum gerçek Cumhuriyet Halk Partililerin içlerini  acıtıyor.
Unutulmaması gereken bir diğer konu ise, göstermelik 100. Yıl kutlama davetinin, Atatürk’ün kurduğu partinin  Genel Başkanı birkaç gün önce linç teşebbüsüyle karşılaştığında geçmiş olsun demeyi bile çok gören  AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan geldiğidir.
Hadi Kemal Kılıçdaroğlu kendisine ve temsil ettiği partiye yapılan saygısızlığı, nezaketsizliği unutup bir hata yapıp bu daveti kabul etti, etrafında doğru davranışın nasıl olması gerektiğini anlatacak Atatürkçü, vatansever, Cumhuriyetçi kimseler demi yok?
Zira yapılan davet tam bir “yasak savmadır”
Daveti reddederken ki tepkisini eksik bulmakla beraber, Meral Akşener’in tavrını kutluyorum.





https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif



17 Mayıs 2019 Cuma

HUKUK DEMOKRASİNİN VE ÖZGÜRLÜKLERİN SİMGESİDİR


              
        Cumhuriyetimizin niteliklerini belirten Anayasamızın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini sayarken “….Bir hukuk devleti” olduğunu hükme bağlamıştır. İlk üç maddesinin değiştirilemeyeceğini ve hatta değiştirilmesinin  teklif dahi edilemeyeceğini hüküm altına almıştır.

        Hukuk devleti, yönetilenlerin uyması gereken hukuk kuralları koyarken, yönetenlerin de hukuka uygun davranmalarını zorunlu kılar. Bu nedenle bir “cahil bilgicinin”  “…..Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” sözüne zamanında gerekli tepki vermezseniz ya da bir takım siyasetçilerin “….her şeye hayır diyorsunuz”, dememeleri için açıkça Anayasaya, yasalara aykırı olan Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin, yedek üyeleri ile birlikte toplanmasına ses çıkartmazsanız; bu Kurula bugün Kurul demek için Anayasa ve yasaların emredici kurallarını çiğneyerek toplanması karşısında da sadece hamasi nutuk atabilirsiniz.

        Anayasamızın “E.Seçimlerin genel yönetim ve denetimi” başlığını taşıyan 79.maddesinin 5. ve 6. fıkraları, Yüksek Seçim Kurulu’nun teşkilini düzenlemektedir. 79.maddenin 5. ve 6. fıkralarında Yüksek Seçim Kurulu’nun yedi asil ve dört yedek üyeden oluştuğu, dört yedek üyenin kura ile belirleneceği hüküm altına alınmıştır.

        Yine 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 11. maddesinde Yüksek Seçim Kurulu’nun yedi asil dört yedek üyeden oluşacağı hüküm altına alınmıştır.

        Aynı husus Yüksek Seçim Kurulunun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’da da düzenlenmiştir.

        Anayasanın ve yasaların bu açık hükmüne rağmen,2011 yılında, siyasi partilerin de görüşü alınarak, Anayasa ve yasalarda değişiklik yapmak ihtiyacı duymadan, tam bir “Çadır Devleti” mantığı ile “biz yaptık oldu” diyerek Yüksek Seçim Kurulu’nun karar almak için yedekleri ile birlikte toplanması konusunda mutabık kalınmıştır. Bir hukuk devletinde böyle bir hukuk garabetini  savunabilmek mümkün değildir.

        Demokrasilerde, demokratik yollarla seçilmiş karar organlarının hakkı, seçilmemiş grup ya da grupların karşısında göstermelik kalmakta ise o rejime demokratik denemez.

        Nitekim İstanbul seçimlerinde, Anayasa ve yasalara aykırı bir şekilde toplanan Yüksek Seçim Kurulu, “YOK HÜKMÜNDE BİR KARARLA” seçilmiş Başkanın hakkını gasp etmiştir.

        Bu yaşadığımız haksızlığın, hukuksuzluğun müsebbibi demokratik, siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru olan siyasi partiler, “albay-çavuş” ilişkisi içinde, Yüksek Yargıçlardan oluşan Yüksek Seçim Kurulu’nun anayasayı ve yasaları çiğnemesine göz yummuşlar hatta çanak tutmuşlardır.

        Anayasa’nın ve Cumhuriyetin temel nitelikleri ile sorunu olan “Tek adam rejimini”  savunan iktidar partisi için bu açık anayasaya aykırılık bir sorun ifade etmeyebilir, ama hukuk devletini savunan siyasi partiler bu Anayasa’ya aykırı işlemi nasıl kabul etmişlerdir anlayabilmek mümkün değildir.

        Bu davranış,  bu anayasa ihlaline destek verenlerin bir hukuk bilgisinin de, anlayışının da olmadığını açıkça ortaya koymuştur.

        Yarın açıkça anayasaya aykırı bir kararla iktidar gücünü elinde bulunduranlar zaten baskı altına aldıkları özgürlükleri tümden kaldırırlarsa , bu konuda da hukuk nosyonundan  yoksun olanlardan bir şey beklemek mümkün değildir.

        İnanıyorum ki, bu hukuk faciasını partilere yaptıranlar “hukukçulukları kendisinden menkul” bazı hukukçu(!) olduğunu iddia edenlerdir.

        Hiçbir meslek sahibinin hata yapması elbette mazur görülemez ama hukukçu hata yaptığı zaman toplumu uçuruma sürükler; aynen Yüksek Seçim Kurulu’nun, anayasa aykırı bir şekilde toplanıp karar vermesine imkan tanıyanlar gibi.


14 Mayıs 2019 Salı

HALKIN AKLIYLA ALAY ETMEK



Hakikaten çok tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Bizi yönetenler bu toplumu hakikaten zeka sorunlu insanlardan oluşan bir toplum olarak kabul ediyorlar ve milletin aklıyla alay ediyorlar.

Örnek mi istiyorsunuz. Ülkeyi 17 yıldır AKP iktidarı yönetiyor ama ülkede olan bütün olumsuzlukların tek sorumlusu CHP. CHP çok uzun zamandan beri tek başına iktidar olmuyor, olamıyor.

Ama olsun tek sorumlu CHP (!)

Türkiye’nin gerçek aydınları yıllardan beri FETO’cu diye nitelenen cemaatin, çetenin devletin içine sızdığını, bunlara göz yuman dinci iktidarların başına bela olacaklarını yazdı çizdi.
17 yıldır bu ülkeyi yöneten AKP İktidarının en yetkili ağızları ilk okul mezunu bir meczubun peşinden koştukları gibi el, etek öpüp her türlü yardakçılığı yapmakta bir sakınca görmediler.
Hatta o hale geldi ki memur olabilmek, terfi edip bir makama gelebilmek, terfi etmek isteyen memur, FETO’cu olmak ya da en azından öyle görünmek zorundaydı.
Bunların yurt dışında açtıkları okulların, ilk ziyaret edilmesi gereken yerler olduğu talimatı  kamu görevlilerine verildi.

Ama olsun gene de FETOCU olmakla suçlanan CHP.

PKK terör örgütüyle Oslo’da, Kandil’de  temas kuran masaya oturan AKP yetkilileri. Bebek katilinin mesajının Diyarbakır Meydanında okunmasına izin veren AKP, bölücülerle “megri megri” diye oynayan onlar, PKK’lılar size ateş açmadığı sürece onlara ateş açılmayacak diyen, kazılan hendeklere göz yuman onlar,  ama bu coğrafya da yaşayan tüm vatandaşların oyuna talibim dediği için PKK ile işbirliği yapan CHP.
17 yıldır tek başına iktidarda olan, dikensiz gül bahçesinde ülkeyi yöneten, daha doğrusu yönetemeyen, bu nedenle ülke ekonomisini iflas noktasına getiren AKP ama ülke ekonomisinin içine düştüğü bataklığın sorumlusu CHP.
Cumhuriyetin AKP İktidarına kadar yaptığı, tüttürdüğü tüm bacaları sat, eşe dosta peşkeş çek, örnek mi istiyorsun, İşte Balıkesir SEKA,
Bugüne kadar Cumhuriyet tarihinde devlet hazinesinin en çok yağmalandığı dönem senin 17 yıllık iktidarın olsun gene de suçlanan CHP olsun.
Bu ülkede yaşamayan birisi AKP’lilerin suçlamaları karşısında iktidar partisinin CHP olduğunu zanneder.
Bu bir algı operasyonu, ama halkın aklıyla alay ederek yapılan bir algı operasyonu.
Ekonomi çökünce maske düşüyor, göz boyama, Goebbels vari gerçek olmayanların devamlı tekrarı artık etki etmiyor. Bir İslamcı yazar, laiklerden, Atatürkçülerden özür diliyor.
Bu ayılan uyanan kitle her geçen gün büyüyor. Büyünüz bozuldu. Söylediklerinizin, yaptıklarınızın İslam ahlakıyla, inancıyla hiç alakası olmadığı anlaşılıyor.
Saçı bitmedik yetimin hakkının eşe dosta peşkeş çekildiğini artık gözü kapalı size oy verenler de görüp anlamaya başladılar.
İnsanlığı kana bulayan Adolf Hitler'in propaganda bakanı Paul Joseph Goebbels, verdiği konferanslarda yalanları sıkça tekrar etmenin propagandanın  en önemli aracı olduğunu dile getirmiştir.
Yaygın yalan söyleme  bir demokrasi içindeki yurttaşların kararlarını  yanlış bilgilere dayandırma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle meseleler ve adaylar hakkında  oy kullanırken  bilinçli tercihler yapılmasını zorlaştırır.
Demokrasiler, ancak yurttaşların güvenilir bilgilere sahip olduğu ve yüksek düzeyde şeffaflık ve dürüstlük bulunduğu zaman çalışabilecek, oldukça etkin bir fikirler piyasasını içerdikleri zaman en iyi şekilde yaşarlar.
  

  


10 Mayıs 2019 Cuma

CHP’NİN ŞİMDİ YAPMASI GEREKEN




Cumhuriyet Halk Partisi  Parti Meclisi toplanıp 23 Haziran seçimlerine çok doğru bir şekilde katılma kararı aldı.
 Parti Meclisi toplantısından sonra yapılan açıklamada: "Demokrasinin olmazsa olmazı olan Meclis denetimi, bağımsız yargı, tarafsız medya tarihe karıştı. Demokratik meşruiyetin elde kalan son kalesi olan sandık, millet iradesine kastedenlerin emellerine terk edildi.
 "Demokrasinin temelini oluşturan 'hukukun üstünlüğü', 'kuvvetler ayrılığı', 'seçme ve seçilme hakkı' bu kararla açıkça ortadan kaldırıldı".
Bunlar elbette  çok yerinde saptamalar. Buna karşı ne yapılacağı "demokratik mücadelemizi artan bir azim ve güçlü bir kararlıkla sürdüreceğiz" şeklindeydi.
Söylenen  o "demokratik mücadele" sadece 23 Haziran seçimlerini kazanmaya odaklanan bir strateji ise, bu, yeterli olmayıp, Türkiye’nin içinde yaşadığı çıkmazdan kurtulmak için kafi değildir.
Yüksek Seçim Kurulunun 6 Mayıs kararı gösterdi ki, ortada ne pahasına olursa olsun seçim kaybetmeye tahammülü  olmayan, demokrasiyi içine sindiremeyen bir yapı var. Karar alma mevkiinde olan bu yapı, aldığı hukukla bağdaşır yanı bulunmayan kararları, sistemde denge fren mekanizması da olmadığından, "bağımsız" yargı organları dahil, devletin bütün kurumlarına uygulatabiliyor.
O nedenle, yalnızca İstanbul seçimlerine odaklanmayı aşacak, örneğin, ulusal ve uluslararası hukuk yollarını içine alacak, sivil toplumu, baroları, hukuk kurumlarını ve bilim insanlarını meşru yollarla harekete geçmeye cesaretlendirecek, medyayı mümkün olduğunca etkin kullanacak, siyasi alanda da, 16 Nisan 2017 halk oylaması ve 24 Haziran 2018 seçimi sonuçlarının meşruiyetini, dolayısıyla Anayasa değişikliğinin meşruiyetini, ülke çapında tartışmaya açacak yoğun ve geniş cepheli bir mücadeleye ihtiyaç var. 
AKP İktidarının bugüne kadar yaptıklarının üstüne, Yüksek Seçim Kurulu’nun o hukuk ayıbı kararından sonra, devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisine düşen görev, bu ucube anayasadan bir an evvel kurtulma, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, çağdaş uygarlık düzeyine erişmenin yolunu açacak, denge fren mekanizmalarının var olduğu parlamenter rejimi kurma yolunda bir anayasa değişikliği için mücadelenin başlatılacağını ilan etmesi olurdu.
Bu yaşamsal ihtiyaçların dile getirilip öncülüğünü yapmakta, dün olduğu gibi bugünde, emperyalistlerin, içerdeki yetmez ama evetçi işbirlikçileriyle ülkeye dayattığı tek adam rejimini yıkıp, çoğulcu demokrasiyi tekrar hayata geçirmek için Cumhuriyet Halk Partisinin yapması gereken, diğer millici ve demokrat anlayış sahipleriyle geniş bir cephe oluşturarak, ülkeyi içine düştüğü bu karanlıklardan kurtarmaktır.
 Nitekim 31 Mart Seçim  sonucunda  Millet İttifakı’nın başarısı, geniş kitlelere bir cesaret verdi, bu Dünyada örneği olmayan ucube rejimden kurtulmanın mümkün olduğu kanısını geniş kitlelerde uyandırdı.
Cumhuriyet Halk Partisi şimdi, sadece 23 Haziran seçimlerine odaklanmanın dışında, emperyalistlerin Türkiye’ye dayattığı tek adam rejiminden kurtulmak için, gecikmeden demokratik mücadelenin öncülüğünü yapmalıdır.
Aslında bu, Bursa nutkunda hepimize verilen bir görevdir. Demokratik yollarla baskılara boyun eğmeden, korkmadan, yılmadan mücadele etmek, her uygar insanın yapması gereken bir davranıştır.
Ülkenin içine düştüğü karanlığı aydınlığa çevirmek de düzeltmek de hepimizin görevidir.








7 Mayıs 2019 Salı

İSTANBUL SEÇİMLERİNİN YENİLENMESİNİN SONUÇLARI



Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan Yüksek Seçim Kurulu İstanbul seçimlerini iptal etti. İptal ettiği kararı bile kendileri açıklayamadı, açıklama önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Yüksek Seçim Kurlundaki temsilcisinden geldi, sonra da  halkın önüne çıkamayan Yüksek Seçim Kurulu üyeleri kararlarını yazıl açıklama ile kamuoyuna duyurdular.
Bunun anlamı Yüksek Seçim Kurulu üyeleri verdikleri karardan rahatsızlar ki, kameraların önüne geçip kendi kararlarını göğüslerini gere gere açıklayamıyorlar.
İstanbul'da yenilenecek seçimin, CHP başta, muhalefet tarafından boykot edilmesi gerektiği bazı kişiler tarafından dile getiriliyor. Seçimin boykot edilmesi halinde ancak yeni seçilecek belediye başkanının meşruiyeti tartışılır hale getirilebilir, Türkiye ve dış dünya çapında etkisi sınırlı kalır.  Dolayısıyla, yapılacak hamlenin İstanbul seçimlerini boykot etmenin çok ötesine gitmesi gerekir.
Nitekim Kılıçdaroğlu'na atılan yumruk hadisesinde görüldüğü gibi, bir "kontrollü kargaşa" çıkartılması AKP iktidarının daha doğru bir ifadeyle tek adam rejimin işine gelecektir. İktidar da bunun beklentisi içindedir.  Böylece bütün tıkanmışlıkların ve olumsuzlukların sorumluluğu bakımından bir adres yaratılmış olacaktır. O nedenle, Millet ittifakı mensuplarının çok dikkatli davranıp provokasyona gelmemeleri  gerekmektedir.
Yüksek Seçim Kurulu’nun  verdiği bu  karar elbette Türk demokrasi tarihine bir karar leke olarak geçecektir ama, bu olaya salt iç siyaset açısından bakmak büyük bir yanlış olur. Bu karar diş siyaset açısından da sorunlar yaratacaktır.
Tek adam rejim tıkanmış, ekonomi çökmüş, dış politika çıkmazda, hukuk devleti bitmiş, Anayasa ayaklar altında, Türkiye her önüyle duvara toslamış vaziyette. Bu tablonun sorumluluğunun "dışarıdan yapılan saldırılara" bağlanması da artık kimseye hatta AKP’yi destekleyenlere de inandırıcı gelmiyor.
 Uluslararası ilişkiler  açısından da bu dakikadan sonra Türkiye’ye büyük siyasi baskılar yapılacaktır. Nitekim bunun ilk işaret fişeği,  NATO komuta değişimi törenine Kıbrıs Rum temsilcisinin de davet edilmesidir. NATO üyesi olmayan bir devletin resmi NATO faaliyetine daveti ilk defa oldu. Bu durum, oybirliği  ile karar alan NATO'da Türkiye'nin "veto" yetkisinin etkisiz kılınması anlamına gelmektedir. Ve ilerisi  için çok kötü bir örnek oluşturacaktır. Bu yapılanın arkasında ABD'nin olduğunu görememek için kör olmak gerekir. Zira Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin temsilcisini oraya Amerikalı komutan kendisi davet etmiştir. Bu davetin ABD Yönetiminin hatta Trump’ın haberi olmadan yapılmış olması mümkün müdür?
Elbette değildir.
 Ama böylesine vahim bir gelişmeye rağmen Türkiye  Cumhuriyeti Yönetimi, birilerini kızdırmamak için mümkün olan en alt düzeyde -Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün bir soruya verdiği yanıt ile- tepki verdi.
Dış siyasette baskı sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. Nitekim Avrupa Birliği ve ABD arka arkaya açıklamalar yaparak Türkiye'nin doğu Akdeniz'de sondaj çalışmalarına başlamasını "Kıbrıs'ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölgenin ihlali" anlamına geldiğini bildirdiler ve bu çalışmaları durmasını kuvvetle talep ettiler. Bunlar da Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamalarıyla geçiştirildi.
Hatta hukuk devletinin büyük yara alması nedeniyle Avrupa Konseyi Türkiye’nin üyeliğini bile askıya alabilir.
Bu gelişmeler olurken, Trump'ın önümüzdeki aylarda Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştireceği bildiriliyordu. "Aman o ziyareti tehlikeye düşürecek bir adım atmayalım" kaygısı, duvara toslamış AKP iktidarı tarafından  Türkiye'nin çıkarlarının çok daha güçlü şekilde savunulmasını engelledi.
Oysa, Türkiye'nin yüksek çıkarları her koşulda savunulmalıdır. Öyle yapılmazsa ülkemizin menfaatlerine zarar verecek taleplerin arkası alınamaz.


3 Mayıs 2019 Cuma

EMPERYALİZMİN YIKILAN HAYALLERİ.



CIA’nın Ankara Büro şefi Paul Henze 2006 yılında Beyaz Saraya verdiği raporunda:
“Türkiye’nin bu şekliyle Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız.
Ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclisi ikna ettiğimizde, Ordu, Orduyu ikna ettiğimizde Yargı karşımıza çıkabiliyor.
Eğer Amerikan çıkarı Türkiye’de bir federe kurulması ise  mutlaka ve öncelikle  YARGI, MECLİS VE HÜKÜMETİ tek elde toplayan Başkanlık rejimine geçilmelidir.” Demiştir.
Tabii bu kast ettiği kendi ülkesindeki denge ve fren mekanizmalarının  çok sağlıklı çalıştığı güçlü bir bağımsız yargının var olduğu bir sistem değil bugün bizde uygulanan “ucube” bir başkanlık sistemi.
CİA şefinin bu raporu, Batının büyük devletlerinin beklentisi olan Atatürk’ten sonra gerçekleştirdiği devrimlerinin yaşamayacağı inancının nasıl boşa çıktığının açık göstergesidir.
Ölümünden 68 yıl sonra bile onun kurduğu sistemin ayakta durduğunu tam bağımsızlık karakterinin ancak bu “ucube” başkanlık sistemi ile yok edilebileceğini düşünmüşlerdir.
Bunu hayata geçirebilmek içinde ülke içinde “Yetmez ama evetci” bir grup diplomalı satılık bulmuşlardır.
Türkiye’de o istenen tek adam rejimi kurulmuş ama çok kısa bir süre içinde bu “ucube rejimin” bu toplumun bünyesine uymadığı anlaşılmıştır.
Nitekim, halkın büyük kesimi de bunun farkına varmıştır ki 31 Mart Yerel seçimlerinde buna cevabını vererek   "Atatürk Cumhuriyeti'nin güvencesi" olduklarını ortaya koymuşlardır.
Cumhuriyet Halk Partisi halkın sağduyusuna  yönelik içten ve sağlam bir güvene sahiptir.Bu inancın sebebi halkımızın  geçmiş olaylardan kendi derslerini çıkartacağına emin olmasındandır. Nitekim 31 Mart seçim sonuçları ucube başkanlık sistemine halkın gösterdiği tepkinin neticesidir. Bu halk tepkisi yanlış yapan siyasetçilere doğru yolu göstermektedir.
İmamoğlu'nun Atatürk'e sıkça atıf yapmasının halkta heyecan yarattığı  görülmektedir ve bu durum ortadayken yapılması gereken Cumhuriyetin kuruluş değerlerine Atatürk ilke ve devrimlerine sıkı sıkıya sahip çıkmaktır.
Tabii bunu asıl yapması gereken, Devletten evvel var olan ve devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisidir. Onun  öncelikle  kendi kuruluş değerleri olan, Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkması gerekmektedir.
Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Cumhuriyeti kuran ve çağdaş Türkiye’nin temellerini atan Cumhuriyet Halk Partisi, laiklik olmadan demokrasiyi sürdürebilmenin, özgürlükleri genişletebilmenin  mümkün olmadığını sonuna kadar savunmalıdır.
Ama asıl bundan evvel Ulu önder Kemal Atatürk’e saygı gösterip, O büyük adamdan söz ederken  AKP’lilerin yaptığı gibi "Gazi Mustafa Kemal" olarak nitelememeleri gerekmektedir.
Zira AKP’liler mecbur kaldıkça  ve böyle isimlendirerek onun, "kurtarıcı" kişiliğini sözümona kabul etmiş gibi görünerek, devlet kurucu ve devrimci vasıflarını simgeleyen "Atatürk"ü kendilerince yok saymaya çırpınıyorlar
Bunun nedeni , AKP yönetim kadrolarının tarihsel olarak Atatürk'e duydukları kin, bilinmeyen bir husus olmadığından, bu tutumları şaşırtıcı da değil.
O zaman Cumhuriyet Halk Partisine düşen görev, Atatürk ilke ve Devrimlerinin  bekçisi olduklarını, parti olarak güçlerini tarihsel köklerinden aldıklarını, Özgürlük ve tam bağımsızlığın Cumhuriyet Halk Partisi ve onun mensuplarının tutkusu olduğunu halka anlatmakdır.
Önümüzdeki dört yıl Yunanistan’ın İzmir’i 15 Mayıs 1919 da  İşgalinden başlayarak, Samsuna çıkışın, Amasya Tamiminin, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının, İnönü zaferlerinin, Sakarya Meydan Muharebesinin, İzmir’in kurtuluşunun ve nihayet Lozan’ın 100. Yıllarını Emperyalizmin hayallerinin nasıl yıkıldığını, Türkiye’nin bir devri kapatarak, mazlum ve tutsak devletlere uluslara vaz geçilmez reçete  verdiğini dünyaya anlatma zamanıdır.
Bu görev tabii Cumhuriyet Halk Partisinindir.