30 Mayıs 2016 Pazartesi

UTANIYORUM

           
Durum hakikaten insanı ürkütecek kadar kötü. Bu ülkede sorulamamış bir yolsuzluğun hesabını Amerikalı bir savcı sorar mı merak ve beklentisi içindeyiz.
AKP ve FETO suç ortaklığının aralarında çıkan çatışma neticesinde, ne 17-25 Aralık’ta ortaya saçılan pisliklerin, hırsızlıkların ve ne de bu ülkenin aydınlarına, askerlerine karşı beraberce kurdukları yargı kumpaslarının hesabı sorulabildi.
Sorulamadığı bir yana 17-25 Aralığa kadar bütün hukuksuzlukları beraberce yapanlardan, siyasi gücü elinde bulunduran bir anda, “elimin kiri” dedi ve “paralel yapılanma” diye nitelediği eski ortağını “suçlu” ilan ediverdi, kendisi sanki sütten çıkmış ak kaşık.
17-25 Aralık Tayyip Erdoğan ve şürekâsının işlerine gelmediği için hatırlanmıyordu ki, bu kez de ortaya Amerikalı Savcı çıktı.
Bu ülke insanının büyük çoğunluğu,  demokrasiyi sadece belli aralıklarla sandığa oy pusulası atmak zannettiğinden, maalesef demokratik yollardan kimseden, hiçbir şeyin  hesap sorulamıyor, çalanın yanında kar kaldığı için bunu içine sindiremeyenlerde ümidini Amerikalı savcının iddianamesine bağlıyor.
Bir ülke için, bir yabancı ülke savcısı tarafından söylenen “ Reza Zarrap, Türkiye’deki siyasetçileri satın almıştır, tahliye edersek kaçar ve Türkiye’ye gider, gene satın alabilir” demesinden daha ağır bir laf olabilir mi?
Elbette olamaz.
Gerçek böyle olmasaydı, bu laflar üzerine kıyamet koparılması gerekirdi. Bir tepki verilmediğine göre sükût ikrardan geliyor, diye düşünülebilinir.
Ama bir noktayı hatırlatayım, Savcının listesinde adı geçenler sakın ola ki bu arada diplomatik pasaportunuza falan güvenip Amerika’ya gitmeye kalkmayın.  Canınız sıkılır.
Yüksek Yargının hali:
Türk Milleti adına karar veren Yüksek yargı başkanları, fiilen başbakan gibi davranan Cumhurbaşkanın siyasi propaganda gezisi olan Çay hasatı seyahatine katılmakta bir sakınca görmedikleri gibi, gene aynı zatın yaptığı siyasi propaganda konuşmasını da hiç sıkılmadan alkışlıya biliyorlar.
Bu ülkede bu çirkinlik yaşanırken, FOX TV de sabah programı yapan İsmail Küçükkaya dostumuz da tam bir gazetecilik örneği veriyor ve Amerika’dan bir fotoğraf yayınlıyor.
Fotoğrafta Başkan Obama konuşuyor, siyasiler kendisini alkışlarlarken karşısında oturan Yüksek yargıçlar ve hemen onların yanındaki askerler alkışlamıyorlar.
Çünkü demokrasiyi sadece belli sürelerde ve zamanlarda sandığa oy atmak olarak görmeyen “Vatandaşların” yaşadığı gerçek demokrasilerde yargıçlar, yansız ve tarafsızdırlar. Onlar adalet dağıtırlar. Toplumun onların yansızlığından ve tarafsızlığından şüphe etmemesi gerekir.
Bizde tam aksine, Yüksek Yargı’nın en tepesindekiler, tarafsızlıklarını yitirdiklerini bu davranışlarıyla dünyaya ilan ediyorlar.
Bir Yargıtay başkanı düşünün ki; Tayyip Erdoğan’a yaranmak, gözüne girebilmek için, defalarca  “Devlet Başkanı” diyor. Zira “Devlet Başkanlığı”  onun sadece hayalini gördüğü bir konum.
Bu hale gelmiş bir yargıdan 17-25 Aralığın üstüne gitmesini bekleyebilir misiniz?
Bekleyemeyeceğiniz içinde umudunuzu Amerikalı savcıya bağlarsınız. 
Kepazelik.
Bir başka kepazelik, PKK üyeliğinden 13 yıl hapis yatmış, şimdilerde yandaş olan bir gazeteci, devletle alay ediyor.
Cumhurbaşkanı’nı bekleyen tören kıtasını,  kendince alaya alıp, “selamlıyor!”
Aslında bu saygısızlığı yapan adamın o uçağa alınmaması gerekirdi. Ama askere hakaret ettiği düşünüldüğünden, belki de birilerinin gülümsemesine bile neden olmuş olabilir; aslında yapılan bu saygısızlık askere değil, doğrudan devlete. 
Bu kepazeliği seyir eden oradaki rütbeli kimler varsa onlara da yazıklar olsun.
Ben, bu yaşananlardan, bu ülkenin vatandaşı olarak utanıyorum. Benim hissettiklerimi hisseden milyonlarında olduğunu inanıyorum.



 



27 Mayıs 2016 Cuma

HEPSİ YARGILANSIN


AKP’yi, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı hayretle izliyorum.Bir insan bu kadar rahat olabilir.
Bu ülkede PKK ile Oslo’da masaya oturup, onlarla pazarlıklar yapıp, terör örgütünün bu memlekette yüzlerce ton patlayıcı yığınağı yapmasına göz yuman Tayyip Bey’in liderliğindeki AKP iktidarları değil miydi?
Bebek katili Abdullah Öcalan’a methiyeler düzenler AKP sözcüleri değil miydi?
Hatta katile “Sayın denmesini suç olmaktan çıkarttık” diyen AKP üst düzey yöneticileri, bakanları değil miydi?
Terör örgütünün üst düzey yöneticilerine, beğenmediğiniz valileri, komutanları, kaymakamları bize bildirin, gereğini yapalım diyenler Tayyip Erdoğan talimatıyla bu müzakerelere katılanlar AKP’nin üst düzey bürokratları değil miydi?
Nevroz’da Türklere her yerde küfürler eden Kürt şarkıcı Şwen Perver ile ele ele gezen Tayyip Erdoğan değil miydi?
Dolmabahçe’de bugün dokunulmazlıklarını kaldırmak istediği PKK’nın siyasal uzantısı HDP’lilerle masa başında toplantılar yapan, bunlar vasıtasıyla dağdaki eli kanlı katilerle haberleşen Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP kadroları değil miydi?
Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, “terörle müzakere edilmeyeceğini, mücadele edileceğini” göz ardı eden, CHP’lilerin (YCHP’lilerin değil) söylediklerini göz önüne almadan, dışarıdan telkinlerle hareket edip, yüzlerce şehit verilmesine, şehirlerin yok edilmesine PKK ile birlikte sebep olan, yani terör örgütüne yardım ve yataklık eden  Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP değil midir?
Bütün bunlar ortadayken hiç yüzleri kızarmadan, dokunulmazlıkların toptan kaldırılmasına itiraz edenleri, PKK yandaşı olmakla suçlamak hakikaten büyük pişkinlik, pişkinlikten de öte yüzsüzlüktür.
Pişkinliği, yüzsüzlüğü ele aldıktan sonra da söylenecek en kolay şey “kandırıldık” demektir.
Bir zamanlar bu ülkenin aydınlarına, komutanlarına FETO örgütüyle beraber kumpas kuranlar Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP değil miydi?
Siz o ahlak yoksunu, kumpasçı  savcıların açtığı davaların savcısıydınız.
Hani o cezaevlerinde işkenceye yatırdığınız insanlar darbeciydi?
“Ne istediniz de vermedik” diyen, “bu hasret ne zaman bitecek” diye Fettullah Gülen denen adamı buraya yana yakıla davet eden Tayyip Erdoğan değil miydi?
Kaç tane AKP mensubu Fettullah Gülen denen adamın eteğine yüz sürmeye gitti?
Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ile Fettullah Gülen Cemaati, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu oluncaya kadar, kol kola, can ciğer kuzu sarması değiller miydi? Yani Feto terör örgütüne yardım yataklık etmiyorlar mıydı?
17-25 Aralık patlayınca biranda düşman oldular.
Bu bir sivil darbe teşebbüsüydü dediler.
Aynen PKK’lılarla kurdukları işbirliği gibi bunda da  savunma hazırdı, “kandırıldık”
Şimdi durum vahim bir hal almaya başladı. Artık durum “bu paralelcilerin bir oyunu” diyecek safhayı da geçiyor. Amerikalı Savcı Pret Bharara 17-25 Aralığın üstüne siyasi baskıyla örtülen şalı hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde  kaldırıyor.
Şimdi ne yapacaklar çok merak ediyorum.
Amerikan basını bizim necip Türk basını gibi olayı görmezlikten de gelmeyecektir. Olayı çarşaf çarşaf yazacaklardır.
Şimdiden buradakiler kendilerine bir savunma hazırlamışlar mıdır; örneğin Tayyip Erdoğan Amerikalı Savcı Pret Bharara’yı “Bu paralelci” diye Obama’ya şikayet edecek midir?
Reza Zarrap’ın “Memurun ve Orospunun bahşişini peşin vereceksin” dediği iddia edilmişti. Acaba “ötmeye” başladı mı, kimlere, ne kadar peşin “bahşiş” dağıttığı konusunda.
Tabii terör örgütü mensupları yargılansın, ama hiç ayırımsız, hangi makamda olurlarsa olsunlar teröre yardım yataklık edenler de,  bahşişi peşin alan şerefsizlerde yargılansın.





23 Mayıs 2016 Pazartesi

CHP KAN KAYBEDİYOR


1995 Seçimleri sonrası, hatırlanacağı gibi çok parçalı bir TBMM yapısı oluşmuştu.
1997 yılında Meclis başkanlığı seçimleri yapılırken, Mecliste en az sandalyeye sahip Cumhuriyet Halk Partisi’nin o tarihteki yöneticileri ve özellikle Deniz Baykal ve Önder Sav’ın ortaya koydukları siyaset mühendisliği ile Hikmet Çetin Meclis Başkanı olmuştu.
Siyaset mühendisliği, işleyen bir sistemin arzu edilen şekilde devam etmesini sağlamaktır.
55 Milletvekilliğine sahip CHP bunu tereyağından kıl çeker gibi  yapıyor, 132 Milletvekilliğine sahip CHP hiçbir şeyi beceremiyor.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yüzde altmışlık bloğu harekete geçirip, bir koalisyon gerçekleştiremiyor, meclis Başkanı bile seçtiremiyor.
Kılıçdaroğlu yönetiminin elinde CHP kan kaybediyor.
Milletvekili dokunulmazlığının, elbette erdemli ve temiz siyasetin önünde engel oluşturmaması gerekir. Bu doğru ama, dokunulmazlıkların kaldırılmasını da, otoriterleşen bir siyasi iktidar muhalefet üstünde baskı unsursu olarak kullanamamalıdır.
Dokunulmazlıklar elbette kaldırılmalıydı; dokunulmazlık, bölücü faaliyetler ile adi suçlara karşı koruma kalkanı olmaktan çıkarılmalı ve fakat bu Anayasa’ya ve Meclis İçtüzüğüne uygun, yani her dosya bazında, hukuka uygun, savunma hakkı tanınarak yapılmalıydı.
Bugüne kadar eksik bırakılan veya söylenmeyen bir husus ise Milletvekillerinin yargılanması usulüdür.
Milletvekilleri de  aynen Müsteşarlar, Valiler, Büyükelçiler gibi Yargıtay’ın ilgili dairesinde yargılanması sağlansaydı, hem erdemli temyiz siyasetin önü açılmış olur ve hem de yargılama sürecinde mahkemeler üzerinde oluşturulacak siyasi baskı en azından, asgariye indirilmiş olurdu.
Hukukun üstünlüğünü savunan bir partinin genel başkanı, kendisi de buna gerçekten inanıyorsa çıkıp da “Anayasa’ya aykırı ama, biz dokunulmazlıkların kaldırılmasına CHP olarak ‘EVET’ diyeceğiz” dememeliydi.
Bunu iki noktadan dememeliydi, öncelikle anayasa’ya aykırı bulduğu için, ikinci olarak anayasa değişiklikleri ile ilgili olarak bağlayıcı parti kararı alınamayacağı için.
CHP’nin Antalya kampında Kılıçdaroğlu daha da ileri gitmiş, bu yasanın anayasa’ya aykırı olduğunu düşünen CHP’li vekillerin HDP’lilerle aynı dilekçeye imza koyarak bu Anayasa değişikliğini Anayasa Yargısına götürecek olurlarsa, ya HDP’ye geçmelerini ya da istifa etmeleri gerektiğini buyurmuş(!)
Kılıçdaroğlu’na  soruyorum, HDP Eş Genel Başkanı “Biz de ikinci bir Meclis kurarız” dediği zaman neden herhangi bir tepki vermedin.
Bu açıklamaya en ufak bir tepkin olmayacak, ama bir insanın en doğal hakkı olan, kendini savunma hakkını kullanmaya çalışmasını disiplin tehdidiyle engellemeye çalışacaksın. Hakkında fezleke olan milletvekilinin, anayasaya aykırı olduğunu açıkça beyan ettiğin, bu Anayasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne götürmek için çaba sarf etmesini çok doğal ve saygıyla karşılaman gerekmiyor muydu.
Anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptali ihtimalini ortadan kaldırıp, büyük oranda bağımsızlığını yitirmiş yargı aracılığı ile milletvekilliği düşürüleceklerin sayısını  yetmişlere, seksenler çıkartıp, otuz ay beklemeden ara seçim yapma imkanını sağlayarak, Tayyip Bey’in 367 bandını aşması için ihtiyaç duyduğu  milletvekili sayısına ulaşmasının önünü açtığının farkında mısın?
Bu yanlışlar sadece Kılıçdaroğlu’na zarar verse önemli değil, CHP’ye zarar veriyor, CHP Kan kaybediyor.Tayyip Erdoğan’ın önündeki diktatörleşme yolu da iyice açılıyor.






20 Mayıs 2016 Cuma

CİCİ DEMOKRASİ


“Cici Demokrasi” yetmişli yıllarda ilerici bazı yazarların sık sık kullandıkları bir deyimdi.
Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, bizim demokrasimizde bir nebze olsun,  kalite yükselmesi olmadı.
Demokrasinin kalitesini ortaya koyan en temel ölçütlerinden biri, düşünce ve ifade özgürlüğünün en geniş şekilde kullanılıp, kullanılmadığıdır.
Herkes düşüncesini ifade etmekte sıkıntı çekmiyor diyebiliyor muyuz?
Diyemiyoruz.
Sadece Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelik eleştirilerden dolayı yüzlerce insan hakkında dava açıldığı düşünülürse siyasi erki elinde bulunduranların düşünce özgürlüğüne nasıl baktıklarını görürüz.
Televizyon ve gazete haberlerine bakın ve elinize vicdanınıza koyun, haber dağılımında bir adalet var mı?
Halk objektif olarak haber alabiliyor denebilir mi?
Tayyip Erdoğan’ın normal  demokratik bir  ülkede haber değeri olmadığı için medyada  yer bulması mümkün olmayan içerikten yoksun konuşmaları, izleyiciye  işkence çektirmek istercesine saatlerce izletiliyor.
Bu işkence basın organlarına yapılan siyasi baskının sonucu  gerçekleşiyor.
Basın bu halde de siyaset kurumları farklı mı?
Mecliste bir anayasa değişikliği oylaması yapılacak, Anayasa ve Meclis İç Tüzüğü’ne göre, partilerin grup kararı alamayacağı, hatta görüşme yapamayacakları konulardan biri de bu; hangi partinin ne oy kullanacağı partilerin genel başkanları tarafından açıkça ilan ediliyor, hiç kimse de çıkıp, efendiler bir kendinize gelin, bağlılık yemini ettiğiniz Anayasayı çiğniyorsunuz, demiyor.
Bu Anayasa’ya aykırılığı  asıl ortaya koyması gereken medya da yaşananları sessizce seyrediyor.
Sandığa oy pusulası atmaya indirgediğimiz demokrasimizdeki yüzde on barajı ayıbını  kaldırmak için, vasıflı bir çoğunluğa bile ihtiyaç yokken, bu işten en fazla nemalanan iktidar partisi olduğu için buna hiç değinmiyor. Yani seçmen tercihinin bir kısmı Meclise yansımıyor.
Meclisten güven oyu almış bir hükümet, Cumhurbaşkanı tarafından istifa ettiriliyor, yani bir anlamda Anayasa Cumhurbaşkanı tarafından ihlal ediliyor,”saray darbesi” yapılıyor, ne basının, ne sivil toplum kuruluşlarının sesi çıkıyor.
Herkes, Anayasaya aykırı bir şekilde Cumhurbaşkanı’nın iktidar partisinin ve de dolayısıyla hükümetin başına hangi, kişiliksiz adamı atayacak diye aday toto oynuyor.
Cumhurbaşkanı tarafından zorla istifa ettirilen iktidar partisi genel başkanlığına hangi düşük profilli-aslında kişiliksiz-kişinin atanacağı  rahat rahat tartışılabiliniyor. Adı geçenlerde bu “düşük profilli” nitelemesinden en ufak rahatsızlık duymuyorlar.
Sonunda aranan kan bulunuyor, onlarca şirketi gemisi, yatı olduğu iddia  edilen zat genel başkan ve başbakan olarak atanıyor.
İktidar partisi böyle de muhalefet partisinde durum çok mu farklı, orada da  kaset operasyonuyla, genel başkanlık koltuğuna getirilen kişi bu komplonun üstüne oturmakta, üç gün önce söylediğinin tam aksini üç gün sonra söylemekte  hiçbir sakınca görmüyor. Kimsenin sesi çıkmıyor.
Sağlıklı bir demokrasinin varlığından söz edebilmenin olmazsa olmaz koşulu olan bağımsız yargı, hakim teminatı ayaklar altındaymış, kime ne?
Yargı bağımsızlığı ve hakim teminatı ayaklar altına alındığı için, bir muhalefet partisinde yönetim değişikliği  ve bu değişiklik olursa  toplum desteği artacağı düşünüldüğü için, o muhalefet partisinin iç işlerine yargı yoluyla müdahale ediliyor.
Bütün bu şartların varlığı halinde “demokratik” bir ülkede yaşıyoruz demek mümkün mü?

Elbette demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Aksi düşünülebilinir mi? Belli aralıklarla sandık başına gidip oy kullanmıyor muyuz. İşte layık olduğun demokrasi bu “Cici Demokrasi” 

16 Mayıs 2016 Pazartesi

REJİM TEHDİT ALTINDA


Sokaktaki bir vatandaşa Anayasa yürürlükte mi diye sorsak hayretle yüzümüze bakar.
Birçok hukukçuya göre Anayasa’nın bugün tümüyle yürürlükte olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta bir anayasasızlaştırma süreci söz konusu.
Aynen 12 Eylül darbe yönetiminin o tarihte uyguladığı şekilde, bugünde Tayyip Erdoğan’ın söylediği ve yaptıkları anayasa ile çelişiyorsa, anayasa Tayyip Bey’in söylediği veya davrandığı şekilde değişmiş oluyor.
Tarafsızlık yemini etmiş Cumhurbaşkanı, AKP’nin fiili genel başkanı gibi davranmakta, istediği an partinin yönetim kadrolarını değiştirebilmekte, beğenmediği mahkeme kararlarını kabul etmediğini, tanımadığını söyleyebilmekte, bir bakanı çıkıp hem de TBMM’de “ben bu anayasayı tanımıyorum” diyebilmekte.
Bir diğer AKP Milletvekili de çıkıp, çokbilmiş edasıyla “Üç beş yıl Anayasasız yaşayabiliriz” demek cesaretini gösterebilmekte.
Devlet televizyonu AKP’nin borazanı haline gelmiş, ana akım medya da üstündeki ağır siyasi baskılar nedeniyle aynı şekilde davranıyor, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan zatın gerekli gereksiz her dakika yaptığı konuşmalar dakikalarca TV’lerde yayınlanıyor.
Bir siyasi partinin içişlerine yargı vasıtasıyla müdahale edilebiliyor.
Artık ülkede yargının bağımsız olduğunu söyleyebilen tek kişi bile kalmamış.
Ülke, seçimle gelmiş bir siyasal yapı tarafından, süratle otoriter bir rejime doğru sürükleniyor. Ülkede oynanan demokrasi oyunu bir trajediye dönüşmek üzere.
Her gün ülkede şehitler verilirken, şehit cenazeleri kaldırılırken,  en ufak olayda milli bayramları “matem” nedeniyle erteleten Cumhurbaşkanı kendi  kızının, İngiliz Kraliyet ailesi kıvamındaki düğün törenini on şehit cenazesinin kaldırıldığı saatlerde yaptırabiliyor.
Asıl acısı da, bu ülkenin Genelkurmay Başkanı   şehit olmuş on silah arkadaşının cenazelerinin kaldırıldığı gün bu nikahta tanıklık etmeyi içine sindirebiliyor olması.
Ülkenin içinde bulunduğu durum, İller İdaresi Kanunuyla valilerin yönetebileceği durumu çoktan aşmış,  ülkede en azından bir olağanüstü hal, aslında şartlar daha da vahim olduğundan sıkıyönetim ilan edilmesini gerektirirken, günlük oy endişesiyle kimse bunu ağzına almıyor. Anayasa açıkça çiğneniyor.
Anayasası çiğneyenler de “Demokrasinin vazgeçilmez unsuru “ olan siyasi partiler, kendi varlık nedenlerine ihanet ediyorlar.
Gazi Meclis, AKP iktidarının sayısal çokluğu ile ülkede sahneye konan demokrasi oyunun  dekoru haline getiriliyor.
Yani AKP iktidarının  bizzat kendisi demokrasi için bir tehlike haline geliyor.
AKP iktidarı döneminde ülke bölünme tehdidi altındadır. Hukuk devleti, laik demokratik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranılmaktadır.
Yeterli ve etkin muhalefet yapamayan muhalefet partileri en azından Siyasi Partiler Yasası’nın 99 ve 100 maddelerinin kendilerine verdiği hakkı kullanarak, artık rejim tehdidi haline gelmiş AKP’nin kapatılması talebiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına başvurabilirler.
Eğer Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı böyle bir dava açmayı red ederse o zaman, Yargıtay ceza daireleri başkanlarından oluşan “Siyasi Partiler Yasakları İnceleme Kuruluna” başvurabilirler.
AKP ile mücadele için bütün hukuki ve demokratik yollar, evvelce siyaset kurumunun  basiretsizliği nedeniyle kazaya uğrayan demokrasimizi korumak ve kollamak için  denenmelidir.
Almanya’da yaşanmış felaketin sebebi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu, bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden, Alman halkıdır.
İşte bu nedenlerle de demokrasimiz korumak görevi sadece siyasetçinin değil halkın da görevidir.Demokratik rejim tehdit altındaysa, onu korumak her vatandaşın hem hakkı ve hem de görevidir.



13 Mayıs 2016 Cuma

WEİMAR CUMHURİYETİ ARZUSU MU?


Ülke yangın yerine dönmüş, Güneydoğu Anadolu’da yoğun bir çatışma sürüyor, şehirlerde bombalı eylemler vaka-ı adiye haline gelmiş, terör Karadeniz’e ulaşmış, biz bir adamın ihtirası uğruna bunları yok kabul edip, “Başkanlık mı olsun, Partili Cumhurbaşkanlığı mı olsun” bunu tartışıyoruz.
Ülke bütünlüğü tehlikedeyken bir insanın sırf kendi ihtirası uğruna topluma başkanlık rejimini dayatması, daha doğrusu bunu tartıştırmaya açtırması bir ihtirasın ifadesidir.
Terör örgütü kent merkezlerinde can alıyorsa, bunun tek sorumlusu on dört yıldır bu ülkeyi yöneten AKP iktidarıdır.
AKP iktidarı teröre yardım ve yataklık etmiştir. Terör örgütünün kent merkezlerine silah yığınağı yaptığını bile bile buna göz yummuştur.
Siyasal iktidar bu nedenle suçluların telaşı içinde Türkiye’nin gündemini kendi istediği şekilde kurarak bunun konuşulmasının önüne geçmek istemektedir.
Bugün Türkiye’de öncelikle konuşulması gereken konu, akan kandır, gelir adaletsizliğidir, dış politikadaki vahim durumdur, ama bunlar konuşulmuyor.
Tayyip Erdoğan ortaya bir başkanlık sistemi lafı atıyor, herkes bu gündemin esiri oluyor. Bir de çok pişkin bir şekilde, “Bu başkanlık sistemi er ya da geç gelecek” diyor.
Kendisini halkın seçtiğini bu nedenle her şeyi yapmakta  hak sahibi olduğunu zannediyor.
AKP iktidarının  önce terörle mücadele etmeyip müzakere ederek, daha doğru bir söylemle onlarla müzakere ediyor gibi görünerek, terör örgütünün  kentleri cephaneliğe çevirmesinin hesabını vermesi gerekiyor.
Tayyip Erdoğan ve AKP’den önce bunun hesabının sorulması gerekiyor. Zira anayasa vatandaşlara “huzurlu bir hayat talep etme” hakkını vermiştir.
Ama bu gündeme getirilmediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın gündeminin peşine takılıp giderken de söylenmesi gerekenler doğru bir şekilde anlatılmıyor
Türkiye çok partili bir sistemle yönetiliyor. Şu anda bile parlamentoda dört siyasi parti var.
Birilerinin çıkıp halkımıza, çok partili bir sistemde, başkanlık rejimi içinde kalarak demokrasiyi ayakta tutabilen hiçbir az gelişmiş ülke olmadığını anlatması gerekiyor.
Yani birileri çok partili rejim içinde  başkanlık sistemine yönelmenin bu ülkeyi faşizme sürükleyeceğini  anlatmalıdır.
Başkanlık rejimleri hükümet istikrarı sağlarken, siyasal sistemi istikrarsızlığa sevk eder. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu günden beri anayasa zaten fiilen işlevsiz hale getirilmiş, fiili bir başkanlık sistemi hayata geçirilmiştir ama ülkede huzur ve can güvenliği  kalmamıştır?
Tayyip Erdoğan ve şürekâsı, başkanlık sistemi gelirse ülkede her şeyin güllük gülistanlık olacağı kanısını toplumda uyandırmaya çalışmaktadır.
Tayyip Erdoğan bütün yetkileri elinde bulundurmakta, işine geldiği gibi suçladığı askeri rejimin bir benzerini bugün kendisi uygulamaktadır.
12 Mart’ta da radyo da okunan bir muhtırayla hükümet çekilmişti, şimdi de makama çağırıp sen çekil denerek fiili bir darbe gerçekleştirilmiştir.
Ülke kan gölüne dönmüş, terör ülkenin her bir yanına yayılmış Tayyip Bey için hiç önemli değil. Bu konun ciddi bir şekilde konuşulmaması/konuşturulmaması, terörü önleyecek anayasal tedbirlerin alınmaması, insanın aklına, bunun Weimar Cumhuriyetine dönüşmek için vesile mi yapılıyor sorusunu getiriyor.
Peron Arjantin’i ya da Weimar Cumhuriyetini dönüşülünce gelecek baskıları  önlemek için Türk halkının “baskıya karşı direnme hakkı” doğar,bu hak evrensel bir insan hakkıdır.
 






9 Mayıs 2016 Pazartesi

DOĞRULARI SÖYLEMEKTEN KAÇMAMAK LAZIM


Ülke yangın yerine dönmüş, terör büyük kentlerden sonra Karadeniz sahillerine ulaşmış, sanki böyle vahim bir tablo yaşanmıyormuşçasına, adamın biri başkanlık derdinde, biri de,  kendisine her türlü hakareti yapan Saray darbesiyle görevinden uzaklaştırılmış başbakan müsveddesine “helallik” vermek peşinde.
Biri hukuku, demokrasiyi ayaklar altına alıyor, öbürü çıkıp, Anayasa’ya aykırı ama dokunulmazlıklarla ilgili Anayasa değişikliğine evet diyeceğiz diyor.
Tabii o zaman Saray’da oturanın hiçbir anayasaya aykırı davranışına ses çıkartılamıyor, çıkartılsa da kimse ciddiye almıyor.
Saray’da oturan ve ona biat etmiş siyasi hareket,zamanında terör örgütüne yardım yataklık ederek, ülkeyi kaosa sürükleyip  Anayasa’da tarif edilen “olağanüstü hal ilanını gerektirenden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması……”  na sebep olmuş ve sadece tükürdüğünü yalamamak için, sıkı yönetim ilanından kaçınıyor.
Muhalefet bunu bile açık yüreklilikle söyleyemiyor.
Son bir yıla bakın, toplu katliamlarla kaç günahsız sivil hayatını kayıp etti, kaç tane şehit verdik.
Tayyip Erdoğan ve şürekâsının bunları görmezden gelmesinin tek sebebi var, o da,”ülke parlamenter rejimle yönetilemiyor”, ancak başkanlık sistemiyle yönetilebilir düşüncesini,  halka kabul ettirmek.
Bu oyun bile halka doğru dürüst anlatılamıyor.
Yaygın terör  olaylarının bu noktaya gelmesinde, terör örgütüne yaranmak için söylenen  eşit vatandaşlık, Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Konan çekincelerin kaldırılacağı yolundaki anlatımların da katkısı var elbette.
 Bunları söylemek yerine, iktidara gelindiğinde, yolsuzlukların hesabının sorulacağına, çalanın yanına kar bırakılmayacağına  inandırmak lazım milleti; artık burjuva namusuna sahip büyük servet sahiplerinin   bile kabul ettiği, paylaşımdaki  adaletsizliği ortadan kaldırılacağını söylemekten korkulmaması lazım.
 Güneydoğu Anadolu’da yaşayan vatandaşlarımıza, iktidara gelindiğinde, o bölgede yüzyıllardır yöre halkının kanını emen   feodal düzenin, köylüler, çalışanlar lehine düzeltileceğini anlatılması gerekiyor.
Çiftçinin nasıl önünün açılacağı anlatılmalı, akılları hiçbir şeye ermiyorsa, 1926 yılında çıkmış 752 sayıl çiftçiye kullandığı mazot için uygulanan vergi iadesi yasasını, günümüz Türkçesine uyarlayarak tekrar gündeme getirmeliler.
Devrimci, halkçı olmak, kişisel ve parti çıkarlarından önce ülke yararlarını savunmak demektir; eğer  ülkenin bu günlerde  yaşadığı kaostan kurtulması için sıkıyönetime ihtiyacı varsa, ki var, bunu açık yüreklilikle dile getirmek lazım. Yani doğruları söylemekten kaçmamak lazım.
  Bugünkü şartlarda terör bölgesinde İl İdaresi Yasasının verdiği yetkilerle, Mülki İdare Amirlerince göreve çağrılan askerlerin yarın zor durumda kalacaklarını açık açık anlatmak lazım.
Laikliği sadece “Din ve Vicdan Özgürlüğü” ne indirgemeye çalışmak Tayyip Erdoğan’ın peşine takılmaktır. Laiklik demokrasidir, düşünce ve ifade özgürlüğüdür, ortak kültür demektir, din ve devletin ayrılması demektir, dince kutsal değerlerin siyasete alet edilmemesidir, yani Salı grup toplantılarında Cuma Hutbesi kıvamında konuşmamaktır.
Laiklik; devrimciliğin ön koşuludur, çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile yapılamaz.
Laiklik; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, küçük hanımefendiler, küçük beyefendiler yetiştirerek aydın bir toplum yaratmaktır.

Halkçılığında ön koşuludur, çünkü bir din devletinde halkın istedikleri değil, dinsel seçkinlerin düşünceleri önemlidir.

6 Mayıs 2016 Cuma

O MAKAMDA BU ŞARTLARLA OTURULAMAZ


Geçtiğimiz günlerde Habertürk televizyonunda bir canlı yayın programına katılan İnternethaber sitesinin yazarı  Süleyman Özışık, İnternethaber.com’da grup başkanlığı görevini yürütürken, Deniz Baykal’ı Genel Başkanlık koltuğundan eden bu hukuk ve ahlak dışı elde edilmiş kasetin önce yayınlanmak üzere kendisine getirildiğini ve fakat yayınlamadığını anlattı.
Özışık, kendisine bu kaseti yayınlanmak üzere getiren Cemaat üyesinin , bu hukuk ve ahlak dışı kaseti kendisine verenlerin iki CHP’li milletvekili olduğunu söylediğini, belirtti.
Habertürk’teki  programdan sonra bize ulaşan haberlere göre de, bu iki CHP’linin operasyonun yapıldığı dönemde milletvekili olmadıkları, sonradan milletvekili  yapıldıkları, hatta birinin de bir dönem önemli görev üstlendiği yönündeydi.
Bu işin hukuki boyutu Cumhuriyet Savcısını işi. Ama bu işin birde siyasi ahlak boyutu var ki, o bütün CHP’lilerin işi.
Öncelikle aydınlatılması gereken nokta bu iki,  şeref, haysiyet, namus yoksunu kişilerin kim olduğudur.   
Herkesin hem fikir olduğu nokta, siyasi iktidarın, talimatı, onayı ve kararı olmadan böyle bir işin yapılamayacağıdır.
O zaman bu kaseti yayınlanmak üzere internet sitelerine götüren ve şimdi CHP milletvekilleri olan bu kişiler nasıl bu kasete ulaşmışlardır. Komployu düzenleyenlerle nasıl bir ilişkileri vardır.
Acaba Baykal kasetini servis eden CHP’lilerle, Tayyip Beyin, Baykal kasetini seyrederken çekilmiş kasetini, Kılıçdaroğlu’na getirenler aynı kişiler mi?
Kılıçdaroğlu, kendisine Tayyip Bey’in kasetini getirenlerin kim olduğunu açıklamak zorundadır. Açıklamalıdır ki, bu insanların kimin ya da  hangi örgütün maşası olduğu, Baykal kasetinin elde edilmesiyle ilişkili olup olmadıkları ortaya çıksın.
Ne Türk siyasi hayatı ne de Cumhuriyet Halk Partisi bu pisliğin içinde yaşayamaz. Bunun bir an önce aydınlanması lazım.
Türkiye’nin ve Cumhuriyet Halk Partisinin bağırsaklarının  temizlenmesi gerekiyor.
Süleyman Özışık, canlı yayında kaseti kendisine getiren kişinin “cemaatçi”  olduğunu söylemişti.
Bütün bunlar, Kılıçdaroğlu’nun geçmişte cemaati koruyan açıklamaları, bir grup CHP Milletvekili’nin cemaate karşı yapılan operasyonlarda büyük bir mücadele azmiyle FETO’cuları korumaya almaları da manidar.
Hele çok yakın geçmişte de Ergenekon, balyoz ve benzeri davalarda insanlar zindanlarda çürürken, ölüme tahliye edilirken, dayanamayıp intihar ederken, yazılarıyla, katıldıkları televizyon programlarında bu insanların üstünde tepinen, Ergenekon ve Balyoz yalanlarının ortakları ile  kahvaltı etmesi,  Kılıçdaroğlu’nun, başından beri komplonun içinde kimlerin olduğunu bildiği şüphesini, hatta inancını yaratıyor.
Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan kasetini kendisine getirenleri tanıyor, sakın ola ki yüzlerini görmedim, yüzlerinde kar maskesi vardı gibi çocuksu, insan aklıyla alay edercesine açıklama yapmasın.
Anlaşılıyor ki, bugüne kadar bu isimleri açıklamadığına göre, bundan sonra da açıklayamayacak, o zaman bunları ortaya çıkartmak CHP’lilerin görevidir.
Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlık koltuğu çok temiz ve önemlidir.
Bu partinin geçmişinde o makama giden yol hep tertemizdi, elbette mücadele, hatta kıran kırana yarış oldu, ama kirlenme, şaibe hiç  olmamıştı.
Şimdi maalesef kendisi de suçun faillerini bilmesine rağmen bunları saklıyor  durumundadır,  o makamda bu şartlarla oturulamaz.  




    

2 Mayıs 2016 Pazartesi

HER CHP’Lİ OKUMALI


Bu haftaki yazımı Gazeteci Soner Yalçın “galat-ı meşhur”  isimli eseri ile, diplomat, siyasetçi, devlet adamı Onur Öymen’in “Arka Plan”  isimli kitaplarına ayırdım.
İlk olarak Soner Yalçın’ın kitabı. Bugünkü yazımın bir bölümünü kendisinin de iznini alarak CHP ile ilgili olarak yazdığı bazı konuları sizlerle paylaşacağım.
Yazar “CHP Aslında Nedir?” diye sormuş ve cevap vermiş
“İşte CHP ısrarla bu gerçeği görmek istemiyor. CHP…Sadece Cephede savaşmış parti değildir. CHP….sadece kuruluşu gerçekleştirmiş parti değildir. CHP….Sadece kurucu parti değildir. CHP….Büyük ekonomik dönüşümü sağlamış partidir. Bu nedenle  CHP….Somadır. CHP….zeytin ağaçları kesilen Yırca köyüdür. CHP…HES’lere karşı direnen derelerdir. CHP; Sivas’ın  kangalıdır, Amasya’nın elmasıdır, Malatya’nın kaysısıdır, Elazığ’ın öküzgözü üzümüdür, Denizli’nin horozudur. CHP; Anadolu bozkırının buğdayıdır. Arpasıdır, samanıdır… CHP; Sapanca Gölü’dür, Erzurum’un Oltu Çayı’dır, CHP; Haydarpaşa Garı’dır…Bergama direnişidir..CHP Gezidir.
Bu nitelikleriyle CHP; bağımsızlığın, Cumhuriyetin ve devrimlerin erozyona uğramaması için mücadele veren partidir.
CHP’nin yeni yönetimi bunu unuttu!” dedikten sonra yazar “ Ve siz! Sizler! Ruhunda zarafet taşıyan CHP’liler! Manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyan  CHP’liler! Devrimciler. Demokratlar. Vatanseverler. Namuslular!.....
Ey CHP’li arkadaş! Asıl mesele sadece AKP zulmü değil; partiyi içten kemiren  parazitlere karşı da mücadele etmektir.
CHP’nin tarihsel birikimine sahip çıkarak partiyi inançsızların elinden kurtar; devrimci ruhuna tekrar kavuştur. Döneme yenilme.” Demiş.
Bu sadece kitabın bir bölümü elbette 470 sayfalık bir alın terini, emeği buraya aktarmak mümkün değil.
İkinci eser  Onur Öymen’in “Arka Plan” isimli eseri.
Kitap tarih boyunca terörün kimler tarafından ve nasıl kullanıldığını anlatıyor.
Osmanlıya karşı Ermeni ayaklanmaları ve arkasındakileri, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemindeki  ayaklanmalar ve arkalarındaki dış güçler anlatılıyor.
Milli Mücadele dönemimde, İngilizlerin, Yunanlıların bu coğrafyada kimleri nasıl ve hangi gerekçelerle tahrik ve isyana teşvik ettiğini okuyacaksınız. 
Kıbrıs Barış Harekatından sonra  Kürt-Rum-Ermeni işbirliğinin nasıl gerçekleştiğini göreceksiniz.
Kitapta PKK terör örgütünün dış destekçilerini göreceksiniz
Asıl önemlisi, bir yalanı, “terör örgütüyle masaya oturun” diye telkinde bulunanların ne kadar iki yüzlü olduklarını gözler önüne seriyor.
Önceki Başkan George W. Bush 15 Mayıs 2008 de İsrail Meclisi Knesset’de yaptığı konuşmada, bazılarının Amerika’ya teröristlerle müzakere etmesini önerdiklerini, bunun çılgınca bir düşünce olduğunu, Amerika’nın hiçbir zaman teröristlerle görüşmeyeceğini söylediğini, okuyacaksınız.
Kitapta, Barack Obama’nın 2009 da TBMM de yaptığı konuşmada, PKK sorununu çözmek için Bağdat hükümetiyle, Barzani ile görüşün gerekli reform yasalarını çıkartın, dediğini okuyacaksınız. Yani Amerika için mücadele, Türkiye için müzakere yöntemi öngördüklerini göreceksiniz.
Bize insanlık dersi verenlerin, “tarihinizle yüzleşin” diyenlerin atalarının tarih boyunca milyonları nasıl katlettiğini okuyacaksınız.
Hiçbir terör örgütünün dış güçlerin tahrik ve desteği olmadan tek başına mücadele ile ayakta kalamayacağını okuyacaksınız.
Aslında terörle içerde güvenlikçi tedbirlerle mücadele ederken, elbette sosyal ve ekonomik tedbirleri alacağız, ama asıl ve en önemlisi terörün ve terör örgütünün arkasındaki dış desteği muhakkak etkisiz hale getirmenin şart olduğunu görüyoruz.
Bu iki kitabı da her CHP’linin muhakkak okuması gerektiğine inanıyorum.