29 Ocak 2016 Cuma

KRİZ YÖNETİMİ


Kriz durumu ani ve beklenmeyen bir durumdur. Krizi yöneten kişi gerçekleri ve insanların algılarını aynı anda görebilmeli ve olayı bütün çıplaklığı ile gözler önüne serebilmelidir.
Yani kriz yönetimi için en önemli husus, krizi yöneten kişinin   açık, şeffaf  ve güvenilir olmasıdır.
Liderler kriz yönetme yeteneğine sahip olanlardır, bu yeteneği olmayanlar sıradan Genel Başkandırlar.
CHP’de yaşanan poster krizini kimin yönetmesi gerekir?
Elbette Kılıçdaroğlu’nun.
Kılıçdaroğlu önce açık  bir kişi değildir.
ABD Büyükelçisi ile bir otelin mutfak kapısından girerek görüşmüş, bu görüşmede yanında hiçbir parti yöneticisi olmadığı gibi, tercüman bile ABD Büyükelçiliğinin  tercümanıdır.
Bu konuda Kılıçdaroğlu kamuoyuna açıklama yapmadığı gibi, tutanak tutup tutmadığı bile belli değildir.
Ne konuşulduğunu, ABD’ye ne gibi bir taahhütte bulunulduğunu kimse bilmemektedir.
Yani Kılıçdaroğlu bu konuda açık değildir.
Sadece bu olayda mı?
Hayır, Ekmelettin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında da açık davranmadı.
Bugüne kadar Ekmelettin İhsanoğlu’nu kendisine kim dayattı, açıklamadı.
Acaba Büyükelçiyle yaptığı o görüşmede mi, Ekmelettin İhsanoğlu kendisine telkin edildi?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan gelen, Yönetmelik hükmüyle, tüzüğün etrafından dolanılarak aday tespiti yapılamayacağı, yolundaki yazıyı, partinin yetkili organlarından sakladı.
Partiyi büyük riske attı.
Krizi yönetecek insanın açık olması kadar güvenilir de olması gerekir.
Yerel seçimlerden önce, parti içi eğitimden geçmeyenlerin aday gösterilmeyeceğini ilan etti.
Buna uydumu? Ne gezer.
Türban olayında, “bunu ben çözerim” dedi, “biz sadece üniversiteye gidemeyen kızların bu sorununu çözeceğiz, bu sadece yüksek tahsille ilgili dedi”, türban ilk okullara kadar girdi.
Türbanla Meclis Genel Kuruluna girildiğinde “hayatımın en mutlu gecesini yaşadım” dedi.
Bütün bunlar olurken, “Laiklik tehlikededir diyemem” dedi.
Hükümetin ülkeyi bölünmeye götüren açılım politikasına, içeriğini bilmediği halde, bölücülere sempatik görünmek için, nabza göre şerbet verip, “Açılıma kredi veriyorum” dedi.
Şimdi de kalkıp hükümet bu konuda şeffaf davranmadı diyor.
Yargıda cemaat yapılanması yoktur dedi.
Yurt dışına kaçan kaçana.
Atatürk’ün resminin indirilmesi skandalında, olayın üstünü örtmeye çalışmak yerine, en fazla iki üç kişinin önünde yaşanan bir olayı, başkalarına anlatan milletvekilini çağırıp, olayın failini sorup, gerçeği öğrenip, gereğini yapabilirdi.
Yapmadı.
Yapmadığı gibi, resmi indiren  kişiyi ise ödüllendirdi, MYK’ya aldı.
Olayı kamuoyuna taşıyanın, ismi açıklamaması  karşılığında Parti Meclisi’ne girmesi için örtülü destek verdi.
Bu davranışları sayesinde Kılıçdaroğlu güvenilirliliğini yitirdi.
CHP tarihinde “Ortanın Solu” hareketinden sonra CHP’den ayrılıp parti kuranların kişiliklerine, toplumda  güven duyulmadığı için kurdukları partinin adını “Güven Partisi” koyarak bu sorunu aşmaya çalışmışlardı.
Ama bu isim de onlara toplumda güven sağlamadı, parti  tarihe karıştı.
Kılıçdaroğlu, önceleri halka sunduğu vaatlerine inandırıcılık sağlamak için, “Benim Adım Kemal, ben yaparım” diyordu. Halkta inanıyordu.
Ama kendisi bile, toplum indinde  inandırıcılığının kalmadığının farkındaki, artık “Benim adım Kemal, ben yaparım” demiyor, diyemiyor.
Güvenilir ve açık olmadığı için parti içindeki basit bir  krizi bile  yönetemiyor.



25 Ocak 2016 Pazartesi

ECEVİT’İ ANLAYABİLMEK


1960 lı yılların ortalarında da aynen bugün olduğu gibi, CHP’nin değişmesi istenirdi.
Bugün değişilirse, AKP’den ve sağdan oy alınacağı, o günlerde de AP’den ve küskünlerden oy alınacağı söyleniyordu.
Hani birileri hep Ecevit, Ecevit diyor ya Ecevit’i iyi tanımaları ve bugün içine düştükleri yanlışı birde onun ağzından anlatalım dedik, hani biz anlattık anlamadınız, belki ondan dinlerseniz anlarsınız.
Tarih 29 Nisan 1967 Ecevit Karadeniz Ereğlisi’nde konuşuyor.
“CHP, hem Adalet Partisi’ne oy verenlerden hem de Cumhuriyet Halk Partisi’ne veya demokrasiye küsenlerden oy almaya çalışsın diye düşünenler olabilir. Fakat bu düşünceye uygun, tutarlı ve başarılı politika izlenemez. Çünkü AP’ye giden oylardan çelmek için izlenecek tutum ile küsen oyları kazanmak için izlenecek tutum, bir birinden yüz seksen derece ayrıdır. Birincisi için izlenecek tutum, tavizci olacaktır. Atatürkçülükten taviz verilecektir. Devrimcilikten, laiklikten taviz verecektir. 27 Mayıs’ı kötüleyecektir. Halkı kurtarmaya değil, halkı aldatmaya çalışacaktır Birincisi için (Yani AP’den oy çelmek) izlenecek tutum, CHP’yi CHP olmaktan çıkartır. Ama ikincisi için, küsen oylardan bir kısmını alabilmek için izlenecek tutum, açık sözlülüğe, dürüstlüğe dayanan bir tutum olacaktır. Devrimci, Reformcu olacaktır. 27 Mayısçı olacaktır. Halkçı olacaktır, laik olacaktır. Kısacası biri ortanın iyiden iyiye sağında, öbürü de ortanın solunda olacaktır. CHP’nin geleneğine, tarihi ödevine, program ve kimliğine uygun tutum, şüphesiz ikincisidir.” (Kemal Anadol, Filmi Geriye Sarınca, Sayfa 134. Doğan Kitap)
Ecevit ikinci yolu seçerek, tutarlı ve dik duruşundan sonra 73 ve 77 seçimlerinde  CHP Türkiye de birinci Parti olmuştu. 73 de AKP’nin 2002 de, 1977 de de 2007 de aldığı oyun aynısını aldı. O zamanki seçim sistemi, bugünkünden farklı olarak  temsilde adaleti ön plana çıkarttığı için CHP tek başına iktidar olamamıştı. Ama iki seçim üst üste birinci parti olmuştu.
1974 de de bugün Rumlara peşkeş çekilen, Kılıçdaroğlu’nun ağzına almadığı Kıbrıs’a barış harekatı gerçekleştirerek, hem Kıbrıs’a ve hem de Yunanistan’a demokrasi getirilmişti.
Bu konuşmayı CHP’nin şimdiki yöneticilerine, laiklikten taviz verilerek, ikinci Cumhuriyetçilere, yobazlara, parti içindeki Truva atlarına inanılarak bir yere gelinmeyeceğini anlamaları için yazdım.
Atatürkçülükten, laiklikten, Halkçılıktan, Devrimcilikten, reformculuktan taviz vermeyeceksin, açık sözlü ve dürüst olacaksın.
Atatürk’ün resmini indireni ödüllendirmeyeceksin.

Sana alkış tutanın, “Bravo capitano” diyenin kim olduğuna bakacaksın, dönekse, numaralı Cumhuriyetçiyse, CHP’nin içindeki bölücülerin Truva atları ise, bunlara inanmayacaksın.
Bunlar Türkiye’yi başka noktalara çekmek isterler ve karşılarında daima Cumhuriyet Halk Partisini görürler. Cumhuriyet Halk Partisi onlar için hedeftir. Türkiye’yi değiştirmenin ilk aşaması Cumhuriyet Halk Partisini değiştirmektir. Türkiye’yi çığırından çıkarmanın yolu da Cumhuriyet Halk Partisini engel olmaktan çıkartmaktır. O nedenle Cumhuriyet Halk Partisi’ni savunmak aslında Türkiye’yi savunmaktır. 






22 Ocak 2016 Cuma

HADDİNİ BİLECEKSİN

PKK liderlerinden Bese Hozat, PKK’nın yayın organı Med Nuçeye verdiği demeçte “CHP’nin ulusalcı kesimden kurtulması gerektiğini söylemiş “ ne kadar bildik bir söylem değil mi?
Bizdeki, numaralı cumhuriyetçiler, dönekler, bölücülerin CHP’deki Truva atları,  hepsi aynı şeyi söylerler. Yani PKK ağzıyla konuşurlar
Cumhuriyetin kuruluşunu hatırlatan her şeyden nefret ederler.
Aman Kubilay’ın adını ağzına alma, her yıl anıyorsunuz , ne gereği var.
Ama devlete karşı isyan eden İngiliz ajanı Seyit Rıza’yı an.
On Kasımda dokuzu beş geçe sirenler çaldığı zaman sakın  ayağa kalkıp  saygı duruşunda bulunma, ne de olsa o sizin için “kefere”.
Laikliği savunmayalım, öyle mi? Emrin olur, başka?
Cahil, laiklik, din ve vicdan özgürlüğünün omurgası, toplumdaki farklı inançların barış içinde birlikte yaşamalarının ön koşulu ve güvencesi.
Bir anlat da öğrenelim 1400 yıllık İslam tarihinin neresinde türban var. Tayyip beyin söylemiyle o bir siyasi simge, demek ki,  dinle alakası yok.
Anadolu’da türban var mı? Nereden çıktı Türban, ithal dışarıdan gelme.
 Shakspear’in ünlü oyunu Otellası’nın son sahnesinde, Otella intihar etmek için bıçağı karnına sokar ve ”Ben Halep’te türbanlı bir Türk’ü de işte böyle öldürmüştüm” der. Orada kast ettiği Türbanlı Türk,  bir erkek, sarıklı bir Türk’tür.
Bugüne kadar Cumaya gitti diye işinden atılanı ben duymadım. Bak AKP’nin genelgesi de zaten “ Cumaya gidenlere kolaylık gösterilmesi” şeklinde, yani malumun ilanı, ama asıl iğrenç tarafı  sanki bugüne kadar Cuma’ya gidenlere kolaylık gösterilmiyormuş da, şimdi AKP bu kolaylığı sağlıyormuş gibi yapılıyor, hem de iktidarın on üçüncü yılında. Tam bir din istismarı.
CHP Genel Merkezi’ne mescit açılması da aynı düşüncenin yansıması.
CHP Genel Merkezi’ne sekiz yüz metre mesafede Cami var, gerçek dindar, namaz kılmak istiyorsa gider namazını orada da kılar.
Adam uzayda bitki yetiştirmeyi deniyor, sizler de hala cübbe de, sakalda, sarıkta, türbandasınız.
Senin özlemini duyduğun rejimlerde kafalar kesiliyor.
Merkez sağdan gelenlere hiç itirazımız olmaz, nereye kadar? Cumhuriyeti kuran iradeye ters düşmediği, saygı gösterdiği sürece.
İstediğiniz, CHP yönetimi, laikliğe karşı gevşek duruş sergilesin, din üzerinden siyaset yapsın, bu siyasi prim getiriyormuş, vermesinler bize o siyasi primi, eksik olsun.
Nitekim aslı varken taklidine oy vermediler. Ya göründüğün gibi olacaksın, ya da olduğun gibi görüneceksin.
Hayatında hiç CHP’ye oy verdin  mi de, CHP’ye akıl öğretiyorsun.
Bütün derdiniz, isteğiniz, CHP’yi ekseninden kaydırmış, AKP ile etnik kökene dayalı anayasa yapma uğraşısı nedeniyle, Cumhuriyetin 90 yılını inkâr eden bu yapının devam etmesi.
Ulusalcı olmadan Cumhuriyet Halk Partili olmak mümkün değildir. Ulusalcılık Cumhuriyet Halk Partisinin temelidir.
Biz ulusalcılar bu partinin taşıyız, kumuyuz, onlar yarın gider biz kalırız. CHP’nin, CHP düşmanlığı yapanların ideolojik hâkimiyetine girmesine izin vermeyiz.
Zaman zaman maceracılarda kazanır, ama o, bunların maceracı olma vasfını ortadan kaldırmaz.

Haddini bileceksin, fikri yeterliliğinin olmadığı konularda ahkâm kesmeyeceksin.

18 Ocak 2016 Pazartesi

YARI AYDIN ZAFİYETİ


Kılıçdaroğlu CHP’nin 35. Olağan Kurultay’ında yaptığı Salı Grup Toplantısı kıvamındaki konuşmasında gene muhteşem bir çelişki sergiledi.
Konuşmasında Güneydoğu’da akan kanın sorumlusu olarak ve haklı olarak AKP’yi suçladı ve bunu yaparken, kendisini ilk defa dinleyen herkesin “doğru” diyeceği sözler sarf etti.
“Terörle müzakere edilmez, mücadele edilir” dedi.
Haklı olarak iktidarı hedefine alarak “Terör örgütü kentlere silah yığarken, niye görmezden gelindi” dedi.
Geçmişi bilmesek, Kılıçdaroğlu’nu ilk defa dinliyor olsak “işte bu diye ayakta alkışlardık”
Kılıçdaroğlu, sen terör örgütüyle yapılan görüşmelere değil, bu görüşmeler hakkında muhalefete bilgi verilmediği için eleştirmemiş miydin?
Açılıma destek için “açık çek veriyorum”, “kredi açıyorum” diyen siz değil miydiniz?
Terör örgütü kolluk kurup kentlerde hüviyet kontrolü yaparken, vergi adı altında halktan haraç toplarken, kendi sözde mahkemelerini kurup, kendince yargılama yaparken, askerlik şubeleri kurup terör örgütüne terörist toplarken,  bunlara  hiç tepki verdiniz mi?
Ben siyaseti yakın takip eden bir kişi olarak bunu hiç duymadım. Siz bu konularda AKP’yi eleştirdiniz de ben duymadımsa, sizden peşinen özür diliyorum.
Ama hiç böyle bir eleştiriniz de olmadı, 2010 yılından beri, yani genel başkan olduğunuzdan beri, tepkisizliği, hayati olaylar karşısında kimi çevreleri korkuturum, küstürürüm diye, bir siyaset tarzı olarak benimsediniz.
Şimdi bu eleştirileri dile getirmeniz, sizin için bir tutarsızlık olmuyor mu?
Daha bir iki gün önce bir HDP Milletvekili’nin “Türk Milletini soykırım yapmakla suçlaması” karşısında, AHİM kararı da ortadayken, sessiz kalmanız, oturduğunuz makama yakışıyor mu?
Kılıçdaroğlu, zaman zaman arkasına sığındığınız Atatürk’ten  mi, İngiliz uşağı Seyit Rıza’dan mı yanasınız?
Atatürk’ün resmini asılı durduğu duvardan indirip önce çöp tenekesine atan, olayın tanıklarının yanlış olur, görülür,  demesi üstüne, çöp kutusundan çıkartıp, masasının arkasına koyduktan sonra, toplumsal tepkiden çekindiği için yerine asan o “ zavallıyı partiden atmaz isen” Atatürk’ün adını da bundan sonra ağzınıza alma.
Suriye politikasına daha başlangıçta, “Esad’ın gitmesi hedefine katılıyoruz” denilerek destek verdikten sonra, gelinen noktada yaptığınız eleştiriye kim inanır.
Kıbrıs satılıyor, Kurultay konuşmanızda Kıbrıs’ı ağzınıza almadınız. AB mi kızar diye düşündünüz. O CHP’nin zaferidir.
Ege’de 17 kayalık Yunanistan tarafından işgal edildi, ağzınıza niye almadınız, sonuç bildirgenizde de yok.
Kurultay sonuç bildirgesinde, laiklik anlayışı güçlü bir şekilde kurulmalı diyorsunuz, iğrenç ve insanlık dışı diyanet “fetva”sına  ve en az o kadar iğrenç olan tevil çabalarına, Cuma tatiline   CHP’nin sert kurumsal ve eylemli bir tepki vermesi ve toplumu hareketlendirmesi gerekmez miydi?
Olmadı! Olması da mümkün değildi. Olumsuzluklar daha ilk ortaya çıktığında, içerdeki emperyalist uşaklarının ve  de emperyalizmin temsilcileri ABD ne der, AB ne der korkusuyla tepkisizliği bir siyasi tarz olarak benimseyeceğinize, halkçı ve devrimci çıkışlar yapsaydınız, bugün kan gölüne dönen orta doğu’da  saygın bir lider olurdunuz.
Ama siz yarı aydın zafiyeti içinde nabza göre şerbet veriyorsunuz.




    

15 Ocak 2016 Cuma

BU KAFALARLA DURUM VAHİM


Mevcut CHP yönetimi son yıllarda üst üste gelen hezimetlerin sorumluluğunu kendilerinde arayacak yerde, faturayı Parti'nin geçmişine çıkartma hadsizliğini sürdürüyor.
Çarşamba günü Ahmet Hakan'ın köşesinde yer verdiği  CHP grup başkan vekili Engin Altay ;
-- "Dinsiz parti algısını biraz da biz besledik" demiş ve örnek olarak türban (o, 'başörtüsü" diyor) karşısındaki geçmiş tutumlarını göstermiş;
-- "Darbeci parti algısını biraz da biz besledik" demiş ve örnek olarak 27 Mayıs ve 28 Şubat'a şiddetle itiraz etmemelerini göstermiş;
-- "Devletçi parti olduk" demiş ve 60 yıldır iktidarda olmamalarına rağmen, devletin sahibi gibi davranmalarını göstermiş; 
--"Cumhuriyet'i kuran partiyiz havasından vazgeçmeliyiz" demiş.
Bunları söyleyen bir  CHP yöneticisi olamaz, olmamalıdır!
"Dinsiz parti" algısı varsa, o algıyı yıkmanın yolu türbana teslim olarak ve bütün laiklik karşıtı eylemlere sessiz kalarak değil, konunun bir "başörtüsü" konusu olmadığını ve türbanın laikliği yıkmak için bir siyasi simge olarak kullanıldığını, türbanın bugün ilk okullara kadar indiğini halka bıkmadan anlatmaktır.
Ama nasıl anlatacaksınız ki; türbanın TBMM'ne sokulması üzerine "bugün en mutlu günüm" denildiyse, cuma gününün fiilen tatil edilmesi yönündeki uygulamalar sessizlikle geçiştirildiyse, diyanetin son iğrenç "fetva"sına sessiz kalarak mı dinsiz parti algısını yıkacaksınız
  "Darbeci parti" algısı varsa, o algıyı yıkmanın yolu, "darbelerden hesap soruyoruz" aldatmacasının peşinden giderek, sahte delillerle TSK'nin bütün Atatürk'çü kadrolarının tasfiye edilmesine sessiz kalmak değildir. Hukuksuzluklara karşı çıkarken, darbelere zemin hazırlayan dinci/bölücü hareketlere de cesaretle karşı durmaktır.
TSK’daki bütün Atatürkçü kadroları tasfiye eden Fettullah Gülen örgütüne, geçmişte AKP’nin, şimdide sizin yaptığınız gibi kol kanat germek değil, tam aksine onlardan, hukukun üstünlüğü güvencesi ile bağımsız ve yansız bir yargı önünde hesap sorulması gerektiğini haykırmaktır.
Engin Altay farkında değil, "devletçilik", yöneticisi olduğu Parti'nin altı ilkesinden birisidir. CHP hem "devletçi"dir, hem de "devletten evvel var olan devleti kuran partidir. Bunlardan utanacak yerde, bunların ne anlama geldiğini anlamaya çalışsa daha iyi olur kanısındayım.
CHP’nin devletçilik anlayışı, “yurttaş devlet için değil, devlet yurttaş içindir”. Bu anlayışımız halkçılık ve devrimcilik ilkemizle bir arada muasır medeniyete ulaşmanın, onu geçmenin motorudur.
CHP, emperyalizme karşı, halkının desteğini alarak savaşan ve böylece bütün mazlum milletlere örnek olarak  "Cumhuriyet'i kuran, bu ülkeye çok partili rejimi getiren parti"dir.
 Bu, utanılacak değil, iftihar edilecek bir tarihsel gerçektir. Grup Başkan vekilinin bu anlayışı, gelecekte, "Cumhuriyet'i kuran Adam'dan" da utanmaya yelteneceklerinin işaretini vermektedir. Onun resmini indirtmek, indireni korumaya almak da bu mantığın yansıması olsa gerek.
Engin Altay, söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu görmesi için kitap okumasına, araştırma yapmasına, bir şeyler öğrenmeye çalışmasına da  gerek yok, kendisine kimin methiyeler düzdüğüne baksın, söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu anlar.
Engin Altay gibi düşünenler, CHP yönetiminde kaldığı her gün, Türkiye uçuruma giderek artan bir hızla yaklaşıyor.



11 Ocak 2016 Pazartesi

BÖLÜCÜ VE GERİCİ ANAYASAYA HAYIR

9.11.1982 tarihli mükerrer resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 1982 Anayasası, o tarih itibariyle  gerek hazırlanışı ve gerekse özü ve içeriği ile demokratik bir anayasa değildi.
O şekliyle 1982 Anayasası, önce hak ve özgürlükleri belirlemiş, sonra onları sınırlama, kullanımını durdurma yoluyla istisnaları öylesine geniş bir biçimde düzenlemiştir ki, kural olması gereken hak ve özgürlükler istisna, istisna olması gereken sınırlama ve kısıtlamalar kural haline getirilmişti.
Ancak hakim gözetiminde yapılan seçimler sonucu oluşan TBMM bu Anayasadaki başlangıç bölümünden başlayarak darbenin  izlerini silmiş ve en son olarak da, Avrupa Birliği Uyum yasaları çerçevesinde yapılan 2001 Anayasa değişikliği ile de hak ve özgürlükleri kural, sınırlama ve kısıtlamaları da istisna haline getirerek çarpıklıkları düzeltmiştir.
Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması, kısıtlanması da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki sınırlama ve kısıtlamalarla bire bir aynı hale getirilmiştir.
Bu nedenle 17 defa TBMM tarafından 117 maddesi, bazı maddeleri birden fazla olmak üzere değiştirilmiş bir Anayasanın artık askeri vesayet anayasası olarak nitelenmesi kötü niyet göstergesidir.
Bu nedenle hangi maddede ne değişiklik yapılması gerektiği belirtilmeden, tümden yeni bir anayasa yapalım demek, evvela anayasaya aykırıdır.
Bu anayasa, TBMM’ye sadece Anayasa da değişiklik yapma hakkını vermiştir. TBMM bir kurucu meclis olmadığı için böyle bir hakkı yoktur.
Durum böyle olduğuna göre partiler, milletvekilleri anayasanın hangi maddesini, hangi gerekçeyle değiştirmek istediklerini açıklamak zorundadırlar.
Bu yapılmadan TBMM’de her partinin eşit üye vereceği, TBMM İçtüzüğünde yeri olmayan,  bir anayasa hazırlık komisyonu tam bir aldatmacadır.
Bu başkanlık için yanıp tutuşan AKP’nin ve bölücülerin TBMM de siyasal uzantısı olan HDP’nin, al başkanlığı ver özerkliği, böylece elbirliği ile üniter yapıyı yıkalım oyununa alet olmaktır.
Tayyip Erdoğan ve AKP, kendi geleceklerini koruma altına alacakları başkanlık aşkıyla yanarlarken, bölücülerin hayali ise Anayasa’daki “Türk Milleti” kavramını kaldırmak aşkıdır.
Başkanlık sistemi bugünden çok farklı bir devlet yapılanmasını gerektirmektedir.
Etnisitelerin eşitliği üzerine bir devlet yapısı oluştursanız, her etnisite  kendisini yönetmek üzere, özerk yönetim, bölge parlamentoları gibi kurumlara ihtiyaç duyacaklardır.
  Bu nedenledir ki totaliter ve laiklik karşıtı bir yapı kurmak isteyen Tayyip Erdoğan ile, ilk aşamada özerklik, sonrasında bağımsızlık isteyen etnik bölücüler, bölücü ve gerici bir anayasa üzerinde uzlaşmış durumdadırlar.
Bölüp parçalayıp yönetmeyi bir ilke haline getiren emperyalistler de yurt içindeki uşakları yani dahili bedhahları vasıtasıyla da bunu ilericilik, solculuk olarak halkımıza yutturmaya çalışmaktadırlar.
Emperyalizmle mücadeleyi  ulus devletler yaparlar.

Muhalefet partileri, özellikle ana muhalefet partisi, eğer temel değerlerine hala bağlı, yani ulus devletten yana ise, ülkenin yeni bir maceraya sürüklenmesini istemiyorlarsa,  bölücü ve gerici Anayasaya hayır demek için toplumsal muhalefeti organize etmelidirler. 

8 Ocak 2016 Cuma

KÖŞEYE SIKIŞAN DIŞ POLİTİKANIN İFLASI


AKP’nin, daha doğru bir ifadeyle Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar uyguladığı “mezhepçi” dış politikaları Türkiye’nin hareket alanını giderek iyice daraltı.
Suudi Arabistan ve İran şimdiye kadar özellikle Suriye ve Yemen’de yürütülen mezhepsel savaşta aracılar vasıtasıyla karşı karşıya gelmekte idiler. Suudi Arabistan’da bir Şii din adamının idam edilmesi, iki ülkeyi bu defa bir mezhepsel ihtilafın doğrudan tarafı haline getirdi. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kesildi. İran ile diplomatik ilişkilerine son veren başka ülkeler de oldu.
Suudi Arabistan içeride zor durumda. Dünya petrol fiyatlarındaki sert düşüş ekonomisini zorluyor. Zorunlu büyük zamlar halk arasında hoşnutsuzluk yarattı. Daha önemlisi, Suudi hanedanı mensupları arasındaki iktidar çatışmaları da sistemi zorluyor. O nedenle, dikkati dış düşmana yöneltmek için yönetimin İran ile krizi isteyerek ve bilerek çıkarttığı görülüyor. Bir Şii din adamının sadece düşüncelerinden ötürü idamı başka şekilde izah edilemez.
Diplomatik kaynaklar ve bölgenin uzmanları, bu ihtilafın bir sıcak çatışmaya dönüşmesine ihtimal vermiyorlar. Ancak buna rağmen ihtilaf, bölge ülkelerini saf belirlemeye zorluyor.
Krizin patlamasının üstünden iki gün geçtikten sonra AKP hükümet sözcüsü Kurtulmuş, suya sabuna pek dokunmayan ve denge bulmaya çalışan bir açıklama ile “kurtulmaya” çalıştı. Türkiye’nin ilke olarak idamlara karşı olduğunu, İran’daki Suudi temsilcilerine yapılan saldırıları da kabul edilemez bulduğunu söyledi.  
Kendisini bölgedeki aracılı mezhepsel çatışmaların Sünni tarafında konumlandırmış olan AKP hükümeti, safını bu defa kesin olarak açıklaması için,  yeni “müttefikimiz” Suudi Arabistan tarafından baskı altına alınacak.
Bölgesel dış politikasını adeta Suudi Arabistan’ın güdümüne bırakmış olan AKP hükümeti, bu baskıdan sıyrılamayacak ve Suudi Arabistan’ın kendi iç sorunlarını örtmek için kışkırttığı uluslararası krizin tarafı olmaya zorlanacak.
 AKP hükümetinin bu mezhep eksenli politikaları bölgede Suudi Arabistan ve Katar’dan başka dost bırakmadı. Suriye sorununda bu iki ülke ile birlikte hareket ediliyor.
Suudi Arabistan’ın öncülüğünde kurulan “İslam ittifakı”na sorgusuz sualsiz katıldık.
Ekonomi önemli ölçüde bu iki ülkeden çeşitli yollarla gelen sıcak para ile döndürülüyor. Hal böyle iken, AKP baskıya nasıl direnecek?
Nitekim, Dışişleri Bakanlığı 5 Ocak sabahı bir açıklama yaptı. Açıklamada, İran’daki Suudi diplomatik ve konsüler temsilciliklerine yapılan saldırılardan endişe duyulduğunu vurguladı ve bu temsilciliklerin güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu İran’a hatırlatıldı.
 Açıklamada idamlardan ise hiç söz etmedi, hâlbuki idamların infazından bir gün evvel Tayyip Erdoğan  oradaydı.
Oysa, özellikle nükleer anlaşmadan sonra, Türkiye’nin uzun erimli ekonomik ve enerji çıkarları İran ile iyi ilişkiler geliştirmesini gerektiriyor. Maalesef, mezhepçi takıntılar Türk dış politikasındaki bütün esnekliği ortadan kaldırdı ve köşeye sıkıştırdı.
AKP yöneticileri aşağılanmaya çalışılan “monşer” dış politikasında bu esneklik vardı. Zira, o politika, Atatürk'ün zamanın efsane dışişleri müsteşarı, gizli dışişleri bakanı Menemencioğlu'na yaptığı "komşularınızın iç işlerine karışmayın" tavsiyesine uygundu ve doğruluğu on yılların deneyimiyle kanıtlanmıştı.


4 Ocak 2016 Pazartesi

HEP BAŞKALARI SORUMLU


Geçtiğimiz hafta sonu gazetelerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ocak ayında yapılacak olağan Kurultay’ında Kılıçdaroğlu’nun Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulunda değişiklik yapacağı haberleri vardı.
Seçildiği günden bugüne kadar yapılan hiçbir seçimde başarılı olamayan Kılıçdaroğlu, her seçim sonrası başarısızlığını başkalarının üstüne yıkıp çekildi.
Geldiği günden beri, her seçim başarısızlığı sonrası kaç MYK üyesi değiştirdiğini sorsanız kendisi bile sayısını söyleyemez.
Her seçim öncesi, çağdaş lider havasında, sonuçlar kötü olursa ya da kendi açıkladığı oranların altında kalırsa, gereğini yapacağını söyler ve hakikaten gereğini yapar, faturayı bir kısım MYK üyelerine çıkartır.
Aslında bu söylenti aylarca önceden  Kılıçdaroğlu’na çok yakın bir kişi tarafından  “Bu MYK üyeleri Kemal beye zarar veriyorlar, bunların hepsi yüzüne başka konuşup, dışarıda aleyhine konuşuyorlar” denerek  bu işin altyapısı hazırlanmaya başlanmıştı.
Aslında bu garip MYK üyelerinin partinin başarısızlığında hiçbir kişisel sorumlulukları yoktur, onlar Kılıçdaroğlu ne isterse onu yaparlar ve fakat sonunda faturayı onlar öderler.
Aslında  Kılıçdaroğlu’nun da değil, Okyanus ötesinin Kılıçdaroğlu’na verdiği talimatları yerine getiriler.
Gazetelerde Kılıçdaroğlu’nun CİA’nın yan kuruluşu Stradford’un TR 705 KOD numaralı görevlisi Sezgin Tanrıkulu’na , Ocak Kurultay’ından sonra  MYK’ da görev vermeyeceği haberleri var.
Bu ancak, ABD, bu şahıs artık afişe oldu, bize bir faydası olmaz, tam aksine zarar verir  noktasına gelip gözden çıkartmışsa, ona MYK’ da yer vermeye bilir.
ABD’ye, “AKP’yi bırakın bizi stratejik ortak olarak alın” diyen, Amerikan Büyükelçisi ile otel odalarında gizlice görüşen biri, Sezgin Tanrıkulu’nu  ABD istemediği müddetçe görevden alması mümkün olabilir mi?
Amerikalıların çok hoşuna gidecek bir davranış olan, Atatürk resmini duvardan indirme eylemini gerçekleştiren Milletvekilini, tutup kulağından kapının önüne koyması beklenebilinir mi?
Elbette bu şahsı kulağından tutup atamaz, Atatürk’e “kefere” diyen adamı kadın kontenjanından Parti Meclisine alıp Genel Başkan Yardımcısı yapan şahıs, bunu yaparsa kendisiyle çelişkiye düşmüş olmaz mı?
Bu şahsı kulağından tutup partiden ihraç ederse kendisine “artı” yazacağına inanması lazım, kendisi için bir çelişki olup olmayacağını hiç düşünmez; o zaman bir an bile tereddüt etmeden gereğini yapar.
Ama anlaşılıyor ki, resmi indiren bu milletvekili kendisi tarafından paraşütle partiye getirilen kişilerden olduğu için, faturanın kendisine çıkacağından endişe ederek, bu olayın üstünü örtmeye çalışıyor.
Önümüzdeki Kurultay’da gene kendisinin başarısızlıklarda hiçbir sorumluluğu yokmuşçasına, dürüstlük nutukları atarak MYK üyelerini değiştirip yoluna devam edebilir.
Hatta ismini saklayabilirse, Atatürk’ün resmini indiren bu hanımı, ABD’ye bilgi vererek, MYK’ ya da alabilir
Ama bu Kurultay Kılıçdaroğlu için sonun başlangıcı olacaktır, artık onu kimse kurtaramaz. Atatürk’e bu kadar saygısızlığa CHP tabanı sessiz kalamaz.












1 Ocak 2016 Cuma

BU ORTAMDA ANAYASA TARTIŞMAK İHANETTİR


Ülke yangın yerine dönmüş, Güneydoğu Anadolu’da yoğun bir çatışma sürüyor. Şehirlerin ortasında bile artık devlet otoritesi sağlanamıyor, devlet belli noktalara giremeyecek durumda.
Dış politika derseniz, Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyor, çevremizde sorunlu olmadığımız tek bir devlet kalmamış. Orta doğuya liderlik yapmaya soyunulmuş, bölgede hiçbir ağırlığımız kalmadığı gibi tüm İslam ülkeleri Türkiye’ye sırtını dönmüş.
Ekonomi deseniz dibe vurmuş, ithalat azalmış yani üretim düşmeye başlamış, üretimin düşmesi demek işsizliğin artması demek.
Ekonomi bakanı bile 2016’nın daha kötü olacağını söylüyor.
Yani bu tablo ülkenin elle tutulur tarafının kalmadığını gösteriyor.
Bütün bu olumsuzlukların sorumlusu kim? Elbette ki siyasi iktidar yani AKP, onun için bunların tartışılmaması, halka anlatılmaması kimin işine gelir AKP’nin, o zaman bu konuların gündemden düşürülmesi lazım.
At ortaya yeni bir anayasa tartışması sazanlar üstüne atlasın.
Lafta güzel, “Askeri vesayetten arındırılmış sivil anayasa”
Doğru bu anayasa 1980 askeri darbesinden sonra, askeri rejim sırasında hazırlanmış ve halkın oyuna sunularak yüzde doksan ikilik bir halk desteği ile kabul edilmiş bir anayasadır.
Askerler hazırlamış olsa bile, bu anayasaya  oy veren bu yüzde doksan iki orandaki seçmenin tümü askerler miydi? 
Yoo tamamına yakını sivillerdi.
Bunu da bir tarafa bırakalım, bu anayasa 1987 den başlayarak, bugüne kadar 17 defa değişikliğe uğramış, bazı maddeleri birden çok olmak üzere 117 maddesi değiştirilmiştir.
Kimin tarafından değiştirilmiştir. Hâkim gözetiminde yapılmış seçimlerle oluşan TBMM tarafından, yani halkın temsilcileri tarafından değiştirilmiştir.
Yani bu anayasanın askerlerin yaptığı anayasa ile artık bir alakası kalmamıştır.
Aslında Anayasayı kimin yaptığı değil, kimin nasıl uyguladığıdır önemli olan.
Anayasa değişikliğini bu anayasanın izin verdiği ölçüde değiştirmeyecek misiniz?
O zaman yeniden bir anayasa yapmanız zaten hukuken mümkün değil.
Aslında AKP 12 Eylül 2010 referandumuyla sağladığı anayasa değişikliği ile yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmış, yargıyı kendi güdümüne almıştır.
Yürütme kendi elindedir, yasama deseniz büyük bir çoğunlukla kendisine bağlıdır, yargıyı da kendisine bağladığına göre kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalkmış mıdır? Kalkmıştır, Tayyip Erdoğan fiilen her şeyin tek hakimidir, istediği “tek adam” rejimi fiilen kurulmuştur, niye yeni bir anayasa değişikliğine ihtiyaç duysun ki. 
Bu yeni sivil anayasa sözleri sadece bir kandırmacadır; gündemi saptırıp, ülkenin bölünme tehlikesiyle yüz yüze geldiğinin, ekonomik krizi, açlığı, sefaleti, dış politikada yaşanan başarısızlıkları halkın gözü önünde tartıştırmamak arzusudur.
Şimdi her dakika yolsuzlukları, açlığı, sefaleti, Güneydoğu Anadolu’da yaşananları, yani ülkenin bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını, dış politikada yaşanan rezaletleri halka anlatması gereken muhalefetin bunu yapmak yerine AKP ile anayasa görüşmelerine başlaması ihanettir.