30 Nisan 2019 Salı

APTAL DOSTUN OLACAĞINA AKILLI DÜŞMANIN OLSUN



31 Martta Türkiye de genel yerel yönetimler seçimleri yapıldı. Bu seçimin özelliği mahalli idareleri kimlerin ve hangi partilerin yöneteceğinin belirlenmesiydi.
Bu seçim sadece  yerel yöneticileri seçmek olmaktan öte, Tayyip Erdoğan’ın kendisini ortaya koyması ile 17 Yıllık AKP iktidarı hakkında seçmenin ne düşündüğünün en sağlıklı kamuoyu araştırması olmasıydı.
Son yıllarda yaşanan, nerede ise ülkenin iflasına kadar gidecek büyük ekonomik kriz, yolsuzluklar, neopotismin  halkta büyük bir tepki yarattığı, 2014 yerel seçimlerinde Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale, İzmir, Aydın, Eskişehir, Muğla, Burdur, Yalova, Zonguldak,Sinop, Giresun ve Hatay'da seçim kazanan CHP, 31 Mart Yerel Seçimleri'nde bu illere, Ankara,İstanbul Antalya, Adana, Mersin, Bilecik, Bolu, Kırşehir, Artvin ve Ardahan’ı da  ekledi.
Özellikle rantın ve bankamatik çalışan sayılarının  çok yüksek olduğu İstanbul, Ankara, Antalya gibi illerin kaybı AKP’yi ve bu belediyelerden nemalanan yandaşları  mutsuz  etmiştir.
Seçimin üstünden nerede ise bir ay geçmesine rağmen, İstanbul seçimleri AKP ve MHP’nin itirazları nedeniyle, kazanan Ekrem İmamoğlu mazbatasını alıp göreve başlamasına rağmen hala tartışılıyor.
Bir hukukçu gözüyle bu itirazların, itiraz sahipleri lehine bir sonuç doğuracağına inanmıyorum. Ama maalesef öyle bir Yüksek Seçim Kurulu var ki, kanun emredici hükmünü yok sayarak mühürsüz oy pusulalarını bile Yüksek Seçim Kurulundaki AKP temsilcisinin isteği doğrultusunda geçerli saydığı için hukuka uygun karar vereceği konusunda, olaya salt hukuk açısından bakanlarda  ciddi endişeler yaratmaktadır.
Seçim sonuçlarına itiraz eden iki parti, AKP ve MHP açısından baktığımız zaman her iki partinin beklentilerin birbirlerinden farklı olduğunu görüyoruz.
AKP’nin yaptığı itiraz, kendi tabanının, daha doğrusu İstanbul belediyesinden nemalanan yandaşların avutma çabasıdır; ve tüm itirazları red edilirsede ne yapalım, “bir yargı darbesiyle” karşı karşıyayız deyip işi kapatacaklardır.
Özellikle sandık kurullarının hukuka aykırı şekilde oluşturulduğu gerekcesiyle 31 Mart İstanbul seçimlerinin iptali talebi kabul edilirse, Tayyip Erdoğan’ın seçildiği Cumhurbaşkanlığı seçiminin de iptal olması gerekir. Zira 31 Marttaki sandık kurulu üyeleri ile,  Cumhurbaşkanlığı seçimindeki sandık kurulu üyelerinin  % 95’inden fazlası aynı kişilerden oluşmaktadır.
Onun için bu gerekçeyle İstanbul seçimlerinin iptali AKP’nin hiç işine gelmez zira; o zaman Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nın  meşruiyeti tartışılır hale gelir.
Ama asıl İstanbul seçimlerinin yenilenmesini, hukuksuzda olsa, isteyen MHP’dir. Zira yaptırılan kamuoyu araştırılmaları bu itirazlardan AKP tabanının da rahatsız olduğu ve seçimin yenilenmesi halinde Ekrem İmamoğlu’nun çok daha büyük farkla seçimi kazanacağı ortada olduğu için, seçimin yenilenmesi halinde MHP o zaman Binali Yıldırımı desteklemeyerek, Tayyip Erdoğan’ı sandığa gömmek istemektedir.
Çünkü bu ittifakla MHP’nin oylarını %18-20 lere çekmiştir. Onun için Tayyip Erdoğan’ın sandıkta kaybetmesinin kazananı MHP  ve AKP içinde Tayyip Erdoğan karşıtları olacaktır.
Zira seçim hukukunu bilenler, yenileme seçimlerinin 31 Mart’tan evvel kesinleştirilmiş seçmen listeleri ile olacağını bilirler. Bu nedenle AKP’nin, bazı kişilerin endişe ettiği gibi, başka illerden binlerce seçmeni İstanbul’a yenilenen seçimler için kaydırımayacağını bilirler.
İşte gelinen noktada durum AKP için iki ucu da pis değnekdir. Hani AKP’lilerin bu yaptıkları itirazları gördükçe, insanın aklına, aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun atasözü geliyor.
     

  



26 Nisan 2019 Cuma

HALKI KİN VE DÜŞMANLIĞA TAHRİK ANCA BÖYLE YAPILIR.



Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı bir şehit cenazesinde, iktidar mensuplarının tahriki sonucunda devletin ayıbı olan bir saldırıya uğradı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı ana muhalefet partisinin Genel Başkanıdır. Türkiye’de ve Dünyanın neresine giderse gitsin korunması Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorumluluğundadır.
Kılıçdaroğlu cenazeye gideceğini Valiliğe ve Emniyete de bildirmiş, ama maalesef bu menfur saldırı önlenmemiştir.
Ama böyle bir saldırı iktidar mensuplarının açıklamalarıyla geliyorum diyordu ve geldi.
Hatırlanacağı üzere bu saldırıdan birkaç gün önce İçişleri Bakanı Soylu, haddi ve hakkı olmadan “CHP’lileri şehit cenazelerine almayın” diyebilmiştir. Şehitler ki bu toplumun tüm üyelerinin şehididirler.
İktidar partisi mensupları en başından daha alt kademelerdekiler hepsi ağız birliği etmişçesine, uzunca bir süredir Cumhuriyet Halk Partisi ile terör örgütü PKK arasında organik bir bağ varmışçasına bir hava yaratmaya çalışmaktadırlar.
  İşte ülkenin asayişinden sorumlu İçişleri Bakanı’nın “CHP’lileri şehit cenazelerine almayın” sözleri sanki Türk Ceza Kanunu önüne almışta “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçu nasıl işlenir bunu gösterircesine söylenmiş bir cümledir.
Türk Ceza Kanunun 216. Maddesi “ Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçunu” düzenlemiştir. Maddenin 1. Fıkrası  Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmünü getirmiştir.
İşte Soylu ve AKP’li yöneticiler şehit Cenazesini kullanarak sanki 17 yıldır bu ülkeyi kendileri yönetmiyormuşçasına, PKK ile Oslo’da masaya oturanların kendileri değilmişçesine, Abdullah Öcalan’ın mektubunu Diyarbakır meydanın da okunmasına izin verenler kendileri değilmişçesine halkı Ana Muhalefet Partisine ve onun mensuplarına karşı tahrik etmişlerdir.
Goethe’nin dediği gibi “Dünya’nın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçmiş halidir.”
AKP yetkilileri ve Soylunun bu tahrikleri sonuç vermiş, Goethe’nin söylemi gerçekleşmiş; geçmişte yüz kızartıcı suç işlediği iddia edilen bir şahıs ve işbirlikçileri Kılıçdaroğlu’na saldırmış darp edip linç etmeye teşebbüs etmişlerdir. İşte tam bu noktada Türk Ceza Kanunun 216. Maddesinin 1. Fıkrasında tarifini bulan suç oluşmuştur.
Tabii bu suç sadece İçişleri Bakanı Soylunun fiili ile ilgilidir. Bu tahrikler sonucu saldırıyı yapanlar ise aynı zamanda kişiyi hürriyetinden mahrum etmek, mala zarar vermek, yaralama suçlarından yargılanacaktır. 
Kılıçdaroğlu’nun yediği yumruğun acısı geçer, ama Türkiye’nin Dünya’daki itibarı kolay kolay yerine gelmeyeceği gibi, ülkeyi de kaosa sürükler.
AKP’liler, durduk yerde günlük şov uğruna, bu vahim olayın yaşanmasına neden oldular, ama altında kalırlar.
Aslında AKP mensupları bu tahrikleri bilerek ve isteyerek yapmaktadırlar, böylece ülkede açlığın konuşulmasının önüne geçmeyi engellediklerini zannediyorlar. Ama unutuyorlar ki aç kalan insan inançlarını bile yer.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı halk açlık ve işsizlikle boğuşurken, bunların tartışılmamasını istiyor. Böyle yapınca insanların kendileri hakkında iyi düşüneceklerini, açlık ve yoksulluklarını unutacaklarını zannediyor.
Yakın tarihimiz toplumu germenin, toplumu gerenlere hiçbir fayda sağlamadığının örnekleriyle doludur.
Ayrıca, Türkiye oldukça nazik bir coğrafi bölgede yer aldığından, ulusal birliği çok önemlidir. Onun için siyasetçilerin ulusal birliği sarsacak davranışlardan kaçınmaları gerekmektedir.
 “CHP’lileri şehit cenazelerine almayın “ diyerek halkı kin ve düşmanlığa sevk eden İçişleri bakanı Soyludur.  





23 Nisan 2019 Salı

DÜŞÜRÜLDÜĞÜMÜZ UTANÇ VERİCİ DURUM



Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü yıllık "Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi”ni yayımlandı. Türkiye, geçen yıl olduğu gibi, 180 ülke  arasında, 157. sırada ve "kötü" kategorisinde yer aldı.
Örgüt, basın özgürlüğünü yedi ayrı kritere göre ölçüyor.
Çoğulculuk: (Değişik görüşlerin medyada temsil edilmesi)
Medya bağımsızlığı: (Siyasi ve yönetimsel olan başta, çeşitli güç odaklarından bağımsız hareket edebilme derecesi)
 Medya ortamı ve oto sansür 
Yasal çerçeve (haber ve enformasyon yasal çerçevenin etkisi)
Saydamlık (haber üretimini etkileyen kurumların ve usullerin saydamlığı)
Altyapı: (haber üretimini destekleyen altyapının ölçülmesi)
Kötü muamele: (gazetecilere karşı kötü muamelenin ve şiddetin ölçülmesi)
Onlarca gazetecinin sadece düşüncelerinden ötürü cezaevlerinde bulunduğu düşünülürse ülkemizde basın özgürlüğünün ne hallerde olduğu açıkça görülür.
Yargı bağımsızlığının da ortadan kaldırıldığı günümüzde Emin Çölaşan, Metin Yılmaz, Necati Doğru, Mustafa Çetin, Yücel Arı, Gökmen  Ulu gibi gazeteciler, FETO culukdan yargılanıyorlar. Savcıda mahkumiyetlerini istiyor.
Bu insanların hiç birisi ilk okul mezunu bir meczubun peşinden gidecek kadar aptal değillerdir. Bu adamların FETO’cu olmadıklarını siyasi iktidar mensupları da biliyor; ama  gaye basını, özellikle de muhalif bilinen gazetecileri baskı altına alıp susturmak.
Sınır tanımayan gazetecilerin bu kriterlerine göre, Türkiye'nin altında sadece 23 ülke var. Bunların arasında Mısır, Yemen, Suudi Arabistan, Suriye, Kuzey Kore gibi ülkeler bulunuyor. Tamamı demokrasinin olmadığı ya da göstermelik olduğu ülkeler.
Tahmin edilebileceği gibi, ilk sıraları Kuzey Avrupa ve Avrupa Birliği ülkelerinin bazıları paylaşmış durumda.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (Kuzey Kıbrıs) "anavatan"ın bir hayli üstünde, 74. sırada yer alıyor. Körfez şeyhliklerinin bazıları bile Türkiye'nin üstünde. Örneğin Kuveyt Türkiye'den bir hayli yukarıda, 108. sırada yer alıyor.
Yayınlanan raporda Türkiye dünyada en çok profesyonel gazeteciyi hapseden ülke olarak tanımlanıyor.
Hatırlanacağı gibi, ülkelerdeki demokratik özgürlüklerin derecesini değerlendiren Özgürlük Evi (Freedom House) isimli kuruluş Şubat ayında yayınladığı yıllık raporda Türkiye'yi "özgür olmayan" ülkeler kategorisinde değerlendirmişti.
Yöneticilerimize inanacak olursak, ülkemiz, medyası en serbest ülke, demokrasisi de destan yazıyor.
Ancak, Dünyanın bağımsız kuruluşları öyle demiyor!
Aslında sınır tanımayan gazetecilerin bu değerlendirmesi çok doğaldır. Zira AKP İktidarı bu ülkenin tüm geleceğini dilediği gibi elinde bulundurmak istediğinden, en büyük darbeyi basın hürriyetine yöneltmiş ve bunu ülkenin menfaati uğruna yapıyorlarmış gibi görünürlerken asıl kendi iktidarlarını güçlendirmek uğruna, basın özgürlüğünü dünya da yüzümüzü kızartacak biçimde yok etmiştir.
Ama unutmamız gereken, toplum hayatında aydınlık günlerin gelmesi, güneşin doğuşu gibi kendiliğinden olmamaktadır. Basının da, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, baroların, sendikalarında meşru bütün yol ve vasıtalarla kendi hak ve hürriyetleri için mücadele etmeleri şarttır. Her gazeteci, her üniversite hocası,tüm baro yöneticileri kendi çıkarlarını düşünmeden,bu yüz kızartıcı durumdan bir an evvel kurtulmak için, genel olarak basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hürriyeti, kısacası hukuk devleti için yılmadan mücadele ederlerse, ülkelerine dolayısı ile kendilerine ve gelecek iyilik etmiş olurlar.      

19 Nisan 2019 Cuma

ÜLKEMDEN SİYASETCİ MANZARALARI


Bazen ülkeleri, kulüpleri, partileri yıpratan, kahreden şey kaybettikleri savaşlar, maçlar, seçimlerden ziyade bu mağlubiyetlerden sonra ilgililerinin kendilerini savunmak için ettikleri laflardan dolayı haklarında çıkan fıkralar, anlatılan hikâyelerdir.
Örneğin İsrail Arap savaşlarından sonra Araplarla ilgili fıkralar, İsrail karşısında kaybedilen savaştan çok daha ağırdı.
 Örneğin bir Fenerbahçe Galatasaray maçının sonucu ne olursa olsun, ama mağlup olanı asıl kahreden, teknik adamların, idarecilerinin yaptıkları saçma sapan açıklamalar üstüne  yapılan espriler anlatılan fıkralardır.
Aynı şey seçim kaybeden partiler içinde geçerlidir. Bir ülkede demokrasi varsa elbette seçimlerde bir parti kaybedecek biri veya birkaçı kazanacaktır.
Ama asıl mühim olan kaybederken bile vakur olabilmektir.
31 Mart yerel seçimleri sonrası AKP, Ankara, İstanbul, Adana gibi bir çok büyük şehri kayıp etti. Belirttiğim gibi demokrasilerde seçim kaybetmekte normaldir. Normal olmayan kaybetmesini bilmemektir, hazmedememektir.
AKP’nin İstanbul seçimleri sonrası yaptıkları, yetkililerinin söyledikleri  kendi yandaşlarında bile “olmaz böyle şey” deme noktasına getirdi.
Tabii çirkinleşmeye başladığınız zaman bunun nerede duracağını bilemezsiniz. Nitekim AKP’nin 31 Mart seçiminde 120.000 oy fark yemiş Ankara Büyükşehir adayı, fıkra gibi laf ederek “oylar bir daha sayılsa ben kazanırdım” diyebilmiştir.
Tabii kaybeden hazımsız olunca fıkralar, esprilerde gırla gidiyor. Bir dostumda  bir fıkra göndermiş.
Bu fıkra bile bazı AKP’lilerin seçim sonrası tutum ve davranışlarının kendi partilerine ne kadar zarar verdiğini açıkça ortaya koyuyor.
Hele birde AKP ile Cumhur ittifakını kuran MHP’nin Genel Başkan yardımcısının söylediği söz var ki evlere şenlik,akıllara ziyan;
A Haber'de canlı yayına bağlanan MHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Yıldırım, "CHP'nin asıl hedefi İstanbul'u yönetmek değil, tek adam rejimini devirip demokrasi getirmek. Bu da olur mu olur. Buna müsaade etmemek gerekir" ifadelerini kullandı.
Tabii bu lafları okuduktan sonra rakiplerinin Cumhur ittifakı  hakkında fıkralar anlatmasına   lüzum kalmıyor.Zira bu cümlenin  kendisi fıkra gibi.
Eleştiri konusu yapılan “demokrasiyi kurmak”.
Cumhur ittifakı için rakibe, muhalefete lüzum yok, kendi kendilerine yetiyorlar.
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da İmam hatiplilere konuşurken, Saadet Partisi Genel Başkanı’nı kast ederek, “ Şimdi birisi de çıkmış diyor ya Çamlıca’ya 60 bin kişilik caminin ne gereği var. Nereden, nereye? Bu hesabı kalk bir Kanuni’ye, Fatih’e sorsana?” demiştir. Bu açıklama da tam bir fıkra gibi bu iki Osmanlı İmparatoruna bu soruyu sormak fiilen mümkün olmadığı gibi Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan 1876 yılına kadar mutlakıyetle yönetilmiştir. Fatih ve Kanuni de İmparatorluğun mutlakıyetle yönetildiği dönemin “cihan” padişahlarıdır.
AKP Genel Başkanı’nın bu iki imparatorla kendisini mukayese etmesi, ya Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki nitelik farkını  ya görmemezlikten gelmektir ya da aradaki farkı bilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Lafı daha fazla uzatmaya gerek var mı? İşte ülkemden siyasetçi manzaraları.   

16 Nisan 2019 Salı

SORUN BU ACUBE TÜRKİYE TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİNDE



31 Mart yerel seçimle sonrası bu yaşananlar, ekonominin geldiği nokta Türkiye’nin artık tartışması gereken noktanın anayasa olduğunu göstermiştir.
Türkiye 1950 li yıllardan beri Anayasayı tartışıyor. Gerek 1961 Anayasası ve gerekse 1982 Anayasaları askeri rejimlerin getirdiği Anayasalardır.
Elbette 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası mukayese bile edilemez. 1961 Anayasası ilerici, çağdaş, hukukun üstünlüğünü egemen kılan  demokratik devlet anlayışını hayatımıza getirmişti.
O güne kadar bazı çağdaş ülkelerin anayasalarında yer alan, hukukun üstünlüğü, Anayasa Yargısı, Kişi Hak ve özgürlükleri, yargı bağımsızlığı  gibi kavramlar yaşamımıza girmişti.
Bu Anayasanın savunucuları aydınlar, gençlik ve CHP gibi “ilerici” güçlerdi.
Yine bir askeri darbenin ürünü olan 1982 Anayasası ise daha çok büyük sermaye çevrelerini ve sağ eğilimlileri hoşnut edecek vaatlerle yüklüydü. Bütün buna rağmen 1982 Anayasasında da iktidarları denetim mekanizması çok sıkı tutulmuştu.
Bu güçlü parlamenter sistem hem içerde ve hem de dışarıda bazı çevreleri rahatsız ediyordu.
Nasıl monarşiler mutlak ve despotik olabiliyorlarsa, Cumhuriyetler de bazen  diktacı ve despotik olabilirler.
Bazı dış güçlerde, müttefik dedikleri bazı ülkelerin,  tek adam rejimiyle yönetilmesini arzularlar ve bunu teşvik de ederler.
Nitekim  CİA’nın Türkiye’nin eski şefi, Paul Bernard Henze’nin  2006 yılında Beyaz Saraya sunduğu Türkiye raporunda  tek adamlığı önerdiğini  Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını  çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclis’i İkna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor.
Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan bir rejime geçilmelidir.
Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha  kolay  olacaktır. Eğer o bir kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak Amerika için sorun olmaz.”   Biçiminde anlatmıştır.
Bugün Anayasamızda 16 Nisan 2017 tarihinde 6771 Sayılı yasa ile yapılan Anayasa değişikliği ile Meclis, Yargı, Hükümet yani yürütme ve  Ordu tek kişinin kontrolüne verilmiştir.

31 Mart seçimleri sonucunda yaşanan ve ülkemizi Dünya da yalnızlığa sevk etmesi ve demokrasisini  şüpheli hale getirmesinin altında yatan en büyük neden yargı bağımsızlığının kalmamış olmasıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, aydınlar, üniversiteler, süratle yargı bağımsızlığının tam güvence altına alındığı bir parlamenter rejime dönülmesinin çabasını göstermelidirler.
Bugün ülkemizde yaşanan sistem bir kısım Anayasa bilmeyen Anayasa hukukçularının söylediği gibi “ Türk tipi başkanlık sistemi” değildir.Bu tipik  bir tek adam yapılanmasıdır. Örnekleri Güney Amerika ve Sovyetler Birliğinden ayrılan ülkelerle, bir kısım Afrika ülkelerinde görülür.
Arkasında Çanakkale zaferi, Kurtuluş Savaşı gibi büyük askeri zaferler olan ve elinde ancak bir diktatörde bulunacak maddi, manevi güç sahibi olan Mustafa Kemal Atatürk, Devlet Başkanı’nın yani kendisinin aynı zamanda fiilen Başbakanlık görevini de üstüne alması gerektiği tartışmalarının yapıldığı sırada,  Cumhurbaşkanlığı Genel  Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a : “Şaşırırım o efendilerin aklı perişanına , Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir.Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir” diyerek tepki vermiştir.
Şimdi, ülkemizde var olan tek adam rejimini sonlandırmak için, önce Ulu Önder  Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partililer, aydınlar, üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve işçi, işveren sendikaları ÜLKENİN BEKASI İÇİN, tekrar parlamenter rejime dönmek, iktidarlar üstündeki denetim mekanizmasını kurmak ve  yargı bağımsızlığını anayasal çerçevede tartışmaya ve bir sonuca varmak için gereken çalışmaları yapmaya başlamalıdırlar.           

12 Nisan 2019 Cuma

YARGIÇLARIN VE GAZETECİLERİN ROLÜ


YARGIÇLARIN VE GAZETECİLERİN ROLÜ
Günümüzde otoriter rejimler bir günde kurulmuyorlar. Böyle bir rejimi oturtabilmek için artık uzunca bir zamana ihtiyaç duyuluyor. Bu rejimi kurabilmek için ilk adımlar ürkek ürkek atılıyor. Buna direnç gösterilmeyince de adımlar süratle ve peş peşe atılmaya başlanıyor.
Otoriter rejimi kurmanın peşinde olanlar, hükümet darbesiyle  değil de, demokratik usullerle yani milletin oyu ile iktidara gelmişlerse, bunlar  daha ihtiyatlı davranırlar.
Demokratik yollarla iktidara gelip de otoriter bir rejim kurmak isteyenlerin uyguladıkları sıra hep aynıdır. Evvela basın susturulur. Eğer basın organlarının sahiplerinin gazete sahipliği dışında da ticari ve sınai faaliyetleri varsa susturma işi daha da  kolaydır.
Gazete patronlarının diğer iş kollarındaki, kuruluşlarının üzerinde her türlü ekonomik baskı denenir. İşletmelerinin her odasından devletin müfettişleri çıkmaya başlar.
Gazete patronu canından  bezdirilip ya iktidara teslim olur, ya da gazetesini iktidarın işaret ettiği bir sermayedara satar.
Basın kuruluşları öyle bir hale gelir ki, siyasi iktidar tarafından ekonomik olarak esir alınmış farklı iş adamlarının sahibi oldukları gazeteler sabahları hemen hemen  aynı manşetlerle yayınlanırlar.
Zor, hatta imkansıza yakın da olsa buna direnen bir sermayedar da çıkarsa, gerek kendisi ve gerekse yanında çalışan gazetecileri sudan sebeplerle mahkemelere sevk edilerek susturulmaya çalışılır.
Basın bu hale getirilirken elbette yargı da ihmal edilmez, ona da çeki düzen verilir, yargı siyasal iktidara bağımlı hale getirilir ki; önüne getirilen gazeteciler hakkında kolaylıkla karar alınabilsin.
Bu sistemi içine sindirip de görevine devam eden yargıçlar, eşlerine dostlarına vicdanlarının sızladığını söylerler, bunu yapmalarının sebebi açıkça söyleyemedikleri üstlerinde siyasi baskı olduğunu hissettirmenin yoludur.
Yargı eliyle basına böyle korku salındıktan sonra sıra sevilmeyen hoşlanılmayan siyasetçilere gelir. Bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş yargıdan bu sefer de onlar hakkında istenildiği şekilde karar vermeleri istenir.
 Bütün bunlar olurken otoriter rejim heveslisi iktidarlar, bu sefer de  kendini aydın zanneden bir kısım diplomalı zavallıyı da bir müddet kullanıp sonra da kirli buruşturulmuş kağıt mendil gibi atmak için yanlarına çekerler.
Otoriter bir rejim kurmaya heveslenen iktidarlara karşı ülkenin aydınları ve basını aynı anda tepki verirlerse; siyasi baskıyla karar vermesi istenen yargıçlar, hukuka, anayasaya ve yasalara uygun kararlarını siyasi iktidarların suratına çarparsa iktidar sahipleri otoriter bir rejim kuramazlar.
Bunu yapabilen hâkim ise sadece  başını yastığa koyduğu zaman rahat uyumaz, aynı zamanda şeref kazanır, kahraman da olur.
Düşünün ki; Nazi Almanya’sında hoşlanılmayan siyasetçiler, aydınlar susturulurken, gazeteler buna tepki verseler, hakimlerde kendilerinden istenilen bu haksız ve hukuksuz kararları vermeseler,  gazeteciler ve aydınlar kişisel çıkar uğruna demokrasiye ihanet etmeselerdi, ne kadar baskı yapılırsa yapılsın bir Hitler önce Almanya’nın sonrada Dünyanın başına bela olabilir miydi?
Gelişmiş ülkelerde güçlü bir basın ve yargı olduğu için başına Trump gibi bir çılgında da gelse ne ülkesinin ne de Dünyanın başına bela olamıyor.
Gerçek demokrasiler bağımsız yargı ve özgür basın sayesinde var olurlar.












9 Nisan 2019 Salı

İSTANBUL SEÇİMLERİNİ KÜRESEL ÖLÇEKTE YANSIMALARI OLACAKTIR.




İstanbul seçimlerinin sonucunun, şehri kimin yöneteceğinin belirlenmesinin çok ötesinde, küresel ölçekte yansımaları olacaktır.
Biraz geçmişe gidelim
"Laiklik elden gidecekmiş. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek"
"'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir', yalan. Egemenlik sandığa giderken milletindir. Ama, maddede ve manada egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır" 
"Demokrasi araç mı olacak, amaç mı olacak. İşte burası tartışmaya açılmalıdır. Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasi ancak ilmi noktada ele aldığımız zaman bir araç olduğunu göreceğiz .. Eğer demokrasi halk iradesinin tecellisi ise, o halk neyi istiyorsa onun neticede ortaya çıktığı bir araçtır. Öyle ise, demokrasiye inandığını söyleyenler bunun neticesine de katlanmak zorundadırlar".
Yukarıdakiler, Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu sırada kayda geçeni sözleridir (Kaynak: You Tube).
Bu sözler, millet egemenliğini sadece sandık sonucuna indirgeyen, demokrasiyi de arzu edilen sonuca götüren araç olarak gören; demokratik yöntemler zorlanarak sandıkta ulaşılan sonucu devletin temellerini yıkmak için kullanmayı meşru kılan ve her çağdaş devlette bulunan "kurucu iradeyi" yok sayan bir anlayışı yansıtıyor. Böyle bir anlayışın, demokrasiyi, demokrasinin yöntemleriyle ortadan kaldırmaya, "totaliterizm"i (toptancılık) yerleştirmeye ve iktidarda zorla kalıcı olmaya kapı açtığı bellidir.
Siyaset bilimi, demokrasinin imkanlarından yararlanarak iktidarı ele geçiren ve bir daha aynı yolla gitmek istemeyen partileri tanımlamak için bir formül geliştirmiştir:
"Bir kişi, bir oy - bir defa (one man, one vote - one time)"
Formülün birinci kısmı, seçimlerin her bireye yönetim hakkındaki tercihini belirtmek için sandıkta eşit fırsat verilmesi gerektiğine vurgu yapan demokrasinin en temel ilkesini yansıtıyor. Formülün ikinci kısmı ise, demokrasiyi araç olarak kullanarak iktidarı bir defa ele geçiren totaliter eğilimli partilerin iktidarı aynı yöntemle bırakmayacakları öngörüsüne dayanıyor.
İktidara demokratik yöntemlerle gelerek totaliterizme kayan ve bir daha gitmeyen iktidarlar için dünyadan verilebilecek örnekler vardır. Bu örneklerin en yaygın şekilde akla geleni Hitler Almanya'sıdır. Hitler, iktidarı sandık yoluyla ve meşruiyet içinde ele geçirmiştir, sonuç malumdur.
"Bir kişi, bir oy - bir defa" formülünün siyasal İslamcı partiler bakımından da geçerli olup olmadığı son yıllarda tartışılmaya başlanmıştır. Seçimle kazandığı mutlak iktidarı bırakan siyasal İslamcı partiye verilebilecek tek örnek vardır. Tunus Ennahda partisi ikinci geldiği başka bir seçim sonrası iktidarı daha çok oy alan laik partiyle paylaşmıştır.
Buna karşılık, aksi örnekler birden fazladır. Demokratik yöntemlerle yönetimi ele geçirdikten sonra aynı yoldan iktidar değişikliği yolunu tıkadıkları anlaşılınca, Cezayir'de İslami Selamet Cephesi 1992'de, Mısır'da Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler 2013'de darbe yoluyla iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Bu tartışma kapsamında dünyanın merakla izlediği siyasal İslamcı parti AKP'dir.
2002'de iktidara gelen AKP'ne, batıda, "Hristiyan demokrat" partilerin Türkiye versiyonu gibi bir anlam yüklenmiş ve "ılımlı İslam" ile demokrasiyi bağdaştırarak diğer Müslüman ülkelere örnek olabileceği ümidiyle, dış dünyada yaygın şekilde destek görmüştür. Bu destek, seçimi kaybetmesi halinde, AKP'nin, demokrasinin gereği olarak, iktidarı devredeceği varsayımına da dayanmıştır.
Bu varsayım ilk kez yargının iktidar denetimine alındığı 2010 anayasa değişikliği ile sorgulanmaya başlanmıştır. AKP'nin demokrasiden yararlanarak ele geçirdiği iktidarı aynı yolla bırakmayabileceği kaygısı, eşitlik ve adalet ilkelerinden her defasında daha fazla uzaklaşan izleyen seçimlerde artmıştır. Adil ve eşit olmayan seçim ortamları, uluslararası gözlemci kuruluşların raporlarına da yansımıştır.   
Ne var ki, CHP başta olmak üzere muhalif siyaset, geçmiş seçimlerin öncesinde, sandıkta ve sonrasında hiçbir varlık göstermeyince, bu kaygı bir sınamaya tabi tutulamamıştır. Hal böyle olunca, seçimleri kaybetmesi halinde AKP'nin yönetimi barışçıl şekilde devredip devretmeyeceği belirsizliğini korumuştur.
31 Mart seçimlerine ilişkin kampanya döneminde oluşturulan eşitsiz, adaletsiz, baskıcı ortam ile, tepe yöneticilerin tehditkar söylemleri, AKP'nin, genel idare bir yana, yerel yönetimleri bile ne pahasına olursa olsun bırakmayacağı kaygısı taşıyanları haklı çıkaracak nitelikte olmuştur. 
Seçim sırasında YSK'nın ve Anadolu Ajansı'nın sergilediği tutum, AKP yöneticilerinin özellikle İstanbul seçimi sonrası davranışları kaygıları artırıcı yönde olmuştur. İstanbul seçimi hakkettiği üzere İmamoğlu'nun kazanması şeklinde sonuçlandırılsa bile, AKP hakkında duyulan kuşku giderilmiş olmayacaktır.

ABD dışişleri bakanlığı sözcüsünün 2 Nisan günü bir soruya verdiği yanıt, İstanbul seçimini dünyanın nasıl gördüğüne örnek olmuştur. Sözcü, seçim sonuçlarının kabulünün demokrasi gereği olduğuna vurgu yapmak ihtiyacını duyarak, şunları söylemiştir.
"(AKP'nin İstanbul ve Ankara seçim sonuçlarını sorguladığına ilişkin) raporları biliyoruz. Serbest ve adil seçimlerin herhangi bir demokrasi için zaruri olduğunu söylemeliyim. Bu, meşru seçim sonuçlarının kabulünün de zaruri olduğu anlamına gelir. Türkiye'den de daha azını bekliyor değiliz...." demiştir.
AKP, dünya nazarında kritik bir eşikte duruyor. Ancak, son seçimlerde şimdiye kadar çok kötü bir sınav verdi....



5 Nisan 2019 Cuma

ÜLKENİN ÇİVİSİNİ ÇIKARDILAR



Bugün siyasi iktidarı elinde bulunduran Adalet ve Kalkınma Partisi yetkilileri, sözcüleri her konuda dün ne söylediklerine bakmaksızın, bugün tam aksini çok rahat söyleyebilmektedirler ve bundan da hiç rahatsızlık duymamaktadırlar.
Devlet memuru Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın “Seçim sistemi çok güçlü, hile mümkün değil” Devlet memuru İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Seçim sonucunda şaibe olmayan ender bir ülkeyiz” Devlet Memuru Ticaret ve Gümrük Bakanı Bülent TüfenkçiGerçekten çok şaibesiz ve doğru bir seçim yapılıyor” ve  siyasetçi Bekir Bozdağ “Kim sandıkta hile yapılıyor diyorsa kaybetmiştir” demişlerdir.
AKP sözcüleri 31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra ise sanki bu sözleri kendileri söylememişçesine bugün bunun tam aksini söyleyip, iktidarları devam ederken oylarının çalındığını söyleyebilmektedirler.
Tabii bir ülkede yargı bağımsızlığı ortadan kalktığı zaman, artık hukukun üstünlüğünden söz edilemeyecektir.
Yönetenlerin hukuka uygun davranmasını sağlayan bağımsız yargıdır. Yargı bağımsızlığını yitirdiği zaman yöneten muktedirler, diledikleri her şeyi yaparlar.
Sırf AKP’li belediyelerde bazı olayları düzeltmek ve  kitabına uygun hale getirmek için lazım olan zamanı onlara yüksek yargı organı hakimlerinden oluşan Yüksek Seçim Kurulu sağlamaktadır.
Tabii kendilerinin görev sürelerinin uzatılması hakkında Anayasaya aykırı olarak verilen kararı bile içlerine sindirip o koltukta oturan insanlardan hukuka uygun kararlar vermelerini beklemek abesle iştigal olur.
Eğer gazete ve sosyal medya haberleri doğru ise İstanbul'un bazı ilçelerinde oyların TAMAMI sayılmakta imiş.
Oylar, neticede ilçe seçim kurulunda sayılacak idi ise, sandık başında neden sayıldı ve bütün üyelerin imzaladığı tutanaklara bağlandı. Bütün sandıklar doğrudan ilçe seçim kuruluna giderdi, sayım orada yapılırdı.
Bu yapılanın "gizli oy açık tasnif" temel ilkesi ile de bağdaşır bir tarafı yok. Bu ilkenin amacı her isteyen vatandaşın sayımı denetim altında tutmasını sağlamak değil mi? İlçe seçim kurulunda yapılan sayım sırasında böyle bir olanak var mı?
Ülkede hukuk,  ayaklar altına alınıp, yargı tutsak haline getirilince hukuka aykırı kararlarda artık vaka i adiye haline geliyor.
Ayrıca Yüksek Seçim Kurulu gene hukuken kabul edilmesi mümkün olmayan, “ İtirazen başlamış sayımlar devam etsin, başlamamışlara başlanmasın” şeklinde bir karar vermiştir. Bu rahmetli Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” mantığından farklı değildir.
Yüksek Seçim Kurulu 09.04. 2014 tarih ve 1199 sayılı kararında 298 Sayılı yasanın 112. Maddesine dayanarak “.298 Sayılı kanun’un ikinci fıkrasında delil ve gerekçe göstermeyenlerin itirazlarının incelenmeyeceği öngörülmüştür. Seçim hukukunda disiplin ön planda tutulduğundan, itirazlarda resen araştırma prensibi geçerli kabul edilmemiş, itirazlarda delil ve gerekçe gösterilmesi veya delilin hangi resmi  makamlarda  bulunduğunun bildirilmesi istenmiştir. Bir anlamda yapılacak itiraz ve şikâyetlerde ciddiyet ve sorumluluk aranmıştır. Öyle ki, anılan olarak da gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Delil ve gerekçe gösterilmeyen itirazların incelenmesi usulünün benimsenmiş olması halinde seçimlerin kesinleştirilmesi uzun süreye yayılabileceğinden, bu sürecin uzaması durumunda seçimi yöneten kurullara karşı güvensizlik oluşması kaçınılmaz olacaktır. İtiraz ve şikâyetlerde delil ve gerekçe gösterilmesi kanuni bir zorunluluk olduğundan, hak arama hürriyetine müdahale olarak değerlendirilmesinin yasal dayanağı bulunmamaktadır”. diye karar vermişken, şimdi bunun tam zıttı kararlar vermesi de Yargı’nın ne hale geldiğinin açık göstergesidir.
Türkiye’nin yaşanan bu olaylardan sonra vakit geçirmeden tartışmaya açması gereken konu, öncelikle yargı bağımsızlığının sağlanması ve de parlamenter rejime dönülmesidir.
Türkiye Dünya’da örneği olmayan ucube “Cumhurbaşkanlığı sistemini” denemiş gelinen nokta bugün geldiğimiz içler acısı nokta olmuştur.











2 Nisan 2019 Salı

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK



Pazar günü Türkiye Yerel Yönetimler seçimi yaşadı. Her ne kadar AKP seçim sonuçlarının kendisinin başarısı olarak ilan ediyorsa da durumun öyle olmadığı gün gibi aşikar. AKP kıyılarda yok. Varolduğu noktalar sadece Anadolu’nun ortası.
AKP’nin oyu Türkiye genelinde %44’lere gerilemiş.  Cumhurbaşkanı ve AKP sözcülerinin, Büyük şehirleri kaybettik ama ilçelerin çoğunluğu bizde söylemi, aklı başında olan herkesi tebessüm ettiriyor. Büyük şehirlerin kaybı AKP’nin 15 yıldır lehine kullandığı kent rantının artık bittiğinin göstergesidir.
Aynı vahim durum muhalefet partileri içinde söz konusu, her ne kadar Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya gibi büyük şehirleri ve bazı il belediyeleri kazanılmışsa da genel olarak muhalefet partilerinin oy oranlarında bir artış olmamıştır.
Bu durum da AKP niçin gerilemiştir ona  bakmak lazım.
-Halk mutfaktaki yangından bizar olmuştur,
-AKP Genel Başkanının ve parti sözcülerinin karşılarındaki insanları aşağılayıcı bir dil kullanmaları,
-Suriyelilerin bu toplumu istismar etmelerinden duyulan rahatsızlık.
Siyasi iktidar ekonomideki kendi başarısızlığını “dış güçler” dediği, belirsiz kişi ve gruplara yüklemeye çalışmaktadır. Dış güçler sözcüğünü kullanmalarının sebebi üretimden vazgeçip, ithalata dayanıldığı gerçeğini telaffuz etmeyi kabullenememeleridir.
Mutfaktaki yangın alt gelir grubunda yaşayan çok geniş vatandaş kitlesini hayatından bezdirmişken, iktidar sahiplerinin hesapsız harcamalarının, lüks içinde yaşamalarının  bu vatandaş grubunu rahatsız etmediğini, bundan mutlu olunduğunu düşünmek saf dillik olur.
Halkımızın, ekonomik sıkıntı içinde olan devletimiz, 50 milyon dolar bulup tank palet fabrikasını iyileştiremediği için fabrikayıatarlılara satarken ya da 25 yıllığına kiraya verirken, 500 milyon dolara Saraya yeni bir uçak alınmasını kabullenmesi, bunu içine sindirebilmesi mümkün değildir.
Geniş seçmen kitlesi son yıllarda başta AKP Genel Başkanı olmak üzere, iktidar partisi sözcülerinin, kendilerine oy vermeyenler hakkında kullandığı ayrıştırıcı ve aşağılayıcı dilden çok rahatsız olmuştur.
Kendisine oy veren Doğu ve Güneydoğu kökenli vatandaşlarımızdan  söz ederken “Kürt kardeşlerim”, kendisine oy vermeyen Doğu, Güneydoğu Anadolu bölgesi insanlarını “hain, PKK’lı” olarak nitelemeleri tepki yaratmıştır.  
Açlık sınırı altında yaşayan milyonlarca vatandaşımız, karınlarını doyurabilmek için Pazar yerlerinde sebze meyve artıkları ile beslenirken, hastanelerde randevu alıp tedavi olabilmek için aylarca beklerken, Ülkesini savunmaktan kaçıp buraya sığınan Suriyelilere burada bila ücret bakılmasını, birde cebine para konulmasını  kabullenememiştir.
İktidarın bu gerilemesi yanında, seçim kazanan muhalefet adayları ise, çok sakin yumuşak ve toplumun tümünü kucaklayıcı bir dil kullanmışlardır. Kimseyi ötekileştirmemeye gayret göstermişler ve bunda da başarılı olmuşlardır.
Aslında bu üslup, Cumhuriyetin kurucu babalarının dili ve davranış tarzıdır. Bu ülkenin çocuklarını, o kökten, şu kökten diye bölerseniz, ülkenin bölünmez bütünlüğüne zarar verirsiniz.
  Seçim kazanan adaylarının tümü bulundukları illerde yaşayanların refahını nasıl arttırmayı düşündüklerini anlatmaya çalışmışlardır.”Üretici kooperatiflerinden” söz etmişlerdir. Böylelikle hem üreticinin refahını temin çabasına girerken, tüketiciyi de hayat pahalılığından nasıl koruyacaklarını anlatmışlardır.
Muhalefet partilerinin kazanan adaylarının çok büyük çoğunluğunun, kendilerini “şucu, bucu” diye tarif etmeyen, ama kimsesizlerin kimsesi olacağını söyleyen insanlar olduğunu görüyoruz.
Aslında bu seçimlerde halk siyasi partilere, adaylara, bırakın aranızdaki bu kısır çekişmeleri, benim sorunlarımı nasıl çözeceğinizi anlatın demiştir. 
Halkın bu isteğinden sonra, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Herkesin şapkasını önüne koyup artık düşünmesi gerekmektedir.