24 Eylül 2018 Pazartesi

YASAMA DOKUNULMAZLIĞI



Yasama dokunulmazlığı müessesi, özellikle muhalefet milletvekillerini iktidarın baskısından ve hışmından korumak için kabul edilmiş bir müessesedir. Maksat milletvekillerinin görevlerini serbestçe yapabilmeleridir. Bu nedenle yasama dokunulmazlığı  diktatoryal rejimlerin amansız hasmıdır.
Çoğunluğu oluşturan partinin ya da partilerin milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yerine getirmelerine iktidarların engel çıkartmaları pek rastlanan bir olay değildir.Bu nedenle yasama dokunulmazlığı özellikle muhalefet milletvekillerinin yasama görevlerini korkusuzca herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan yapabilmelerini sağlamaya yöneliktir.
İktidar partilerinin zaman zaman, açık hukuk dışılıklarını ortaya çıkartan milletvekillerine karşı  duydukları infiallerden korunabilmeleri için getirilmiş bir zırhtır.
Bugün yaşanan Enis Berberoğlu  olayı, yeniden meclise seçilen vekilin tekrar dokunulmazlık kazanıp kazanmayacağı tartışmasıdır.
Meclis bir milletvekili hakkında herhangi bir fiilinden dolayı dokunulmazlığını kaldırmışken, Meclisin bu dokunulmazlığı kaldırma kararından sonra yapılan seçimde aynı kişiyi tekrar milletvekili seçmesi, yani yeni bir seçme muamelesi karşısında, Meclisin daha önce vermiş olduğu dokunulmazlığı kaldırma kararın mevcudiyetinden ve hukuki neticeler doğuracağından bahis edebilmek artık mümkün değildir.
Zira; asilin (seçmenin)  verdiği son karar, vekilin daha önce verdiği kararı ortadan kaldırmaya  kafidir.
Milli egemenlik millete aittir, meclis ona sadece vekillik etmektedir. Dokunulmazlığı kaldırılmış yargılaması devam eden bir kişi tekrar milletvekili seçilirse, seçildiği andan itibaren tekrar yeniden dokunulmazlık kazanır.
Milletvekili, her seçimden sonra daha önceki devreden müstakil yeni bir milletvekilliği sıfatını kazanır.
Örneğin 26. Dönemde dokunulmazlığı kaldırılıp hakkında ceza davası açılmış bir milletvekili 27. Dönemde tekrar seçilmiş ise 27. Dönem milletvekilliği sıfatını kazanır, yani daha önceki  devreden tamamen müstakil olarak milletvekilliği sıfatını ve yasama dokunulmazlığını tekrar kazanır.
Milletvekilleri Anayasamızın 81. Maddesine göre yemin ederek göreve  başlarlar. Örneğin 26. Dönemde yemin ederek göreve başlayan bir milletvekili 27. Dönemde seçilse göreve başlayabilmesi için tekrar yemin etmek zorundadır. 
Örneğin 26. Dönemde dokunulmazlığı kaldırılan bir milletvekili 27.dönem milletvekili adayı olup seçimlere katılabiliyorsa, bu milletvekilinin seçilmesine engel bir halin olmadığını ortaya koymaktadır, o zaman 27. Dönemde de milletvekili seçilen kişi tutukluysa derhal salıverilmeli, hakkında açılmış dava dönem sonuna kadar durdurulmalıdır.
Nitekim, Anayasamızın 83. Maddesinin 4. Fıkrası aynen”tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma , Meclisin yeniden dokunulmazlığın kaldırılmasına bağlıdır.” demektedir
Yargıtay Enis Berberoğlu davasında bunu yapmayarak hem anayasanın bu açık hükmünü çiğnemiş ve hem de “tek adam”, “şeflik” düzenine güç katmıştır!
Bu konu ülkemizde ilk defa bu dönemde de tartışılmamaktadır, 1957 lerde de bu durum tartışılmış, o dönemin bütün bilim adamları da  aynı görüşü paylaşmışlardır, yani o günde tekrar seçilmenin Meclisçe kaldırılan dokunulmazlığın tekrar kazanılacağı yolundadır.
Aksi düşünce Milletvekili olan şahısla, olmayan şahıs arasında, milletvekili olan aleyhine bir eşitsizlik yaratacaktır.
Milletvekili olmayan bir şahıs milletvekili seçilmesi halinde, hakkında Meclisin bir  kararı olmadıkça tutulamayacak, sorguya çekilemeyecek, tutuklanamayacak ve yargılanamayacak ama eski milletvekili Anayasanın 83. Maddesinin 4. Fıkrasına rağmen yargılaması devam edecektir.
Enis Berberoğlu olayı, Anayasa’nın bir Yüksek Yargı organı olan Yargıtay tarafından ihlal edilmesidir.
          

21 Eylül 2018 Cuma

UÇAKTAN SONRA NE VAR



Şu Katar Şeyhi’nin uçak işinde bilinmeyen veya unutulan, önemli bir husus var, Körfez'in Arap’ı menfaat beklemediği yere, değil yarım milyar dolarlık uçağı, günahını bile vermez. Dünya’da açlık çeken milyonlarca Müslüman var, bu adam bunlara beş yüz milyonluk hibe hiç yapmış mı?
Bırakın Filistin halkına bugüne kadar hiç yardım yapmış mı?
Dolayısıyla, bu, öyle CHP genel başkanının söylediği  gibi, "ayıp" denilerek geçiştirilebilecek basit bir olay değildir. Sürekli ve ısrarla "karşılığında Katarlı’ya ne verildi veya ne vaad edildi" diye sormak gerekir.
Ülkemizde yürürlükte olan bir "3628 sayılı MAL BİLDİRİMİNDE BULUNULMASI, RÜŞVET VE YOLSUZLUKLARLA MÜCADELE KANUNU" var. Cumhurbaşkanı da dahil, her türlü seçimle işbaşına gelmiş kamu görevlilerini kapsayan bu kanuna göre, bu kişilerin, yabancı memleketlerden aldıkları ve değeri on asgari ücret toplamını aşan hediyeleri, bir ay içinde kendi kurumlarına teslim etmeleri gerekiyor.
Kanun yapıcı yarım milyar dolarlık bir "hediye" haliyle öngörememiş. Asgari ücretin katlarını düşünebilmiş!
Fakat, bu uçak "hibe"sinin şahsa değil, "devlet"e yapıldığı açıklandı.
Elbette “hibe” Devlete yapılacaktır. MAL BİLDİRİMİNDE BULUNULMASI, RÜŞVET VE YOLSUZLUKLARLA MÜCADELE KANUNU’NUN 3. Maddesi “….milletlerarası protokol, mücamele veya nezaket kaideleri uyarınca veya diğer herhangi bir sebeple, yabancı devletlerden, milletlerarası kuruluşlardan, sair milletlerarası hukuk tüzelkişiliklerinden, Türk uyruğunda olmayan herhangi bir özel veya tüzel kişi veya kuruluştan; aldıkları tarihteki değeri on aylık net asgari ücret toplamını aşan hediye veya hibe niteliğindeki eşyayı aldıkları tarihten itibaren bir ay içinde kendi kurumlarına teslim etmek zorundadırlar. Ancak, yabancı devlet adamları ve milletlerarası kuruluş temsilcileri tarafından verilen imzalı hatıra fotoğraflarının çerçeveleri bu madde hükümlerine dahil değildir.”  Hükmünü taşıdığından “hibe” kişiye değil devlete yapılmıştır.
Ancak, devletlerarası hibe işlemleri "sen verdin, ben aldım" yöntemiyle olmaz. İki devletin ilgili kuruluşları arasında bir uluslararası anlaşma akdedilmesi gerekir. Bizim anayasamıza göre, yapılacak böyle bir anlaşmanın TBMM'nin onayına sunulması da lazımdır. Muhalefet tarafından işin bu yönünün incelenmesinde yarar olduğu kanaatindeyim.
İki ülke yöneticisinin kendi aralarında alıp-vermeleri ancak yönetici ile devletin özdeş olduğu, kurumsallaşmamış ilkel memleketlerde karşılaşılan ve anlaşılabilir bir durumdur.
CHP Genel Başkanı uçağın "hibe" olduğunun açıklanmasından sonra :
"Türkiye Cumhuriyeti bir şeyhten uçak alacak kadar küçülmemeli. Hem dünya lideriyim diyorsun, hem kalkıp hibe uçak alıyorsun. Eğer onuru varsa o uçağı yarın iade eder. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir şeyhten bir uçak alamaz” diyerek çirkinliği işaret etmiş.
Aslında Türkiye Cumhuriyeti kimseden kişisel hibe kabul edemez.







17 Eylül 2018 Pazartesi

AMERİKA İSTEDİ TÜRKİYE YAPTI:TEK ADAM REJİMİ



Hani bir söz vardır “Bulunduğu coğrafya ülkelerin kaderidir” diye sanki Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri ya da daha geniş anlatmak gerekirse petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip  ülkeler  için söylenmiş gibi.
Bu coğrafyadaki ülkelerin rejimleri Amerika Birleşik Devletlerini ilgilendirmez, onu ilgilendiren rejimlerin ona hizmet edip etmedikleridir.
Eğer bir ülkenin  yönetimi Amerika’nın çıkarlarına çomak sokmuyorsa, onun demokratik bir yönetime sahip olup olmadığı Amerika’yı çok ilgilendirmez.
Örneğin Suudi Arabistan, Katar, Kuweyt, Birleşik Arap Emirlikleri çok mu demokratik ülkelerdir.Elbette hayır, ama o yönetimler  Amerika Birleşik Devletlerini hiç rahatsız etmezler. Bu nedenledir ki o ülkelerde rejim demokratik midir, değil midir, Amerika Birleşik Devletlerini hiç ilgilendirmez.
Amerika’yı rahatsız eden kendisini zaman zaman da olsa huzursuz eden demokrasiyi yaşatmaya çalışan kadrolar ve partilerdir. Bu nedenledir ki bu tür kadroların ve partilerin var olduğu ülkelerde, o ülkenin içinde maaşa bağladığı liboş uşakları sayesinde Amerika’nın en önemli silahı “demokrasi yalanı” gündeme getirilir.
Türkiye’de de böyle olmuştur. Eski CIA Türkiye Şefi Paul Bernard Henze’nin Beyaz Saraya verdiği raporda “Bu Cumhuriyet’te biz Amerika’nın çıkarlarını harekete geçirmekte zorlanıyoruz. Onun için tek adam rejimine Türkiye gitmelidir” diye yazmış ve bu uygulamaya konulmuştur. 
Buna ulaşabilmek, önlerindeki en büyük engeli ortadan kaldırmak için ilk defa Cumhuriyet Halk Partisinde bir operasyon yapıldı ve partiye “laiklik söylemi oy getirmiyor, karşı taraftan oy almak için ona göre davranmak gerekir” diyen bir zihniyet egemen kılındı.
Laiklik, Atatürk devrimlerinin en önemlilerinden biri ve demokrasinin olmazsa olmazıdır.
Laik, demokratik bir ülkede tek adam rejimini kurmak mümkün olmadığından, önce laiklik törpülendi ve arkasından da tek adam rejimi yetmez ama evetçi  liboşların fikri katkılarıyla, Yüksek Seçim Kurulu’nun da seçim hilelerinin önünü açan tam kanunsuz kararlarıyla ve de bütün bunlara sessiz kalan muhalefet sayesinde kuruldu.
Tek adam rejimini kurmak isteyenler, kurma çabası içinde olanlar zaman zaman hatta çoğu zaman, aynen Türkiye’de olduğu gibi, demokratik yöntemlerle de iktidara gelmiş olabilirler.
Tek adam rejimlerinde yasama yürütme ve en önemlisi de yargı “TEK ADAM’A” bağlanır. Aynen bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Tek adam rejiminde “TEK ADAM” her şeyi yapar, kendisini bir yere atar, atamayı onaylar.
Aslan muhalefette bu olanları saygılı bir sinema seyircisi adabıyla sessizce seyreder.
Bundan hiç rahatsız olmazlar.
Batılı siyasal sistemlerde, insan haklarına saygı ve çoğulculuk vaz geçilmezdir. Bu iki kavram batılı uygar ülkelerin temellerini oluşturur.
Bizim gibi “tek adam” rejimlerinin egemen olduğu ülkelerde insan haklarından  ve çoğulculuktan söz edilemez.
İnsanlar düşüncelerinden dolayı ya da haklarını aradıkları için hapsolunabilirler.
Toplantı ve gösteri hakkı tam bir ifade özgürlüğüdür. Üçüncü havaalanı alanı inşaatında, 6 aydır maaşını alamayan, insan sağlığına aykırı koşullarda yaşamak istemeyen işçilerin bu en masum, en insani isteklerini dile getirdikleri anayasanın güvencesi altındaki gösteri hakları bile en şedit şekilde bastırılıyor. İşte Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye için layık gördüğü, arzu ettiği  tek adam rejimi kurulmuştur. Bakmayın siz öyle zaman zaman “Eyy Amerika Eyy Trump” naralarına o toplumun  yüzde ellisini teşkil eden az eğitimli kitleyi uyutmaya yöneliktir.
    


14 Eylül 2018 Cuma

CHP’NİN NE SÖYLEYECEĞİ ARTIK HİÇ MERAK EDİLMİYOR


Bunca olan bitene, seçim başarısızlıklarına  rağmen, CHP yönetiminin etkisiz politika yapma anlayış ve yöntemlerinde bir değişiklik olmadığı görülüyor. 
Üst üste dokuz seçim kaybeden Genel başkanın ve dolayısıyla partinin  başarısızlığı artık tartışma konusu bile yapılmıyor. 
Politika sadece seçim döneminde ve seçim kazanmak için yapılmaz. Politika, iktidar olma çabasının yanında muhalefetteyken de  ülkeyi yönetenlerin yanlış karar ve uygulamalarına engel olmak için yapılan ve süreklilik gösteren bir uğraştır. Siyasi partilerin başarısı bu alanda gösterdikleri performans ile de ölçülür. Örnek mi istiyorsunuz işte örnek  1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de  reddinde CHP’nin gösterdiği ve başarılı olan çabası.
Şimdiki CHP yönetiminin muhalefet yapmaktaki notu da maalesef çok zayıf... 
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yıllardır uyguladikları yanlış ekonomi, tarım, eğitim politikalarının hiçbirisine, laikliğin rafa kaldırılmasına, Balyoz gibi uydurma davalarla TSK'nın canına okunmasına, bütün askeri okulların kapatılmasına, ulusal bayramların etkisizleştirilmesi yeltenmelerine, yaygın yolsuzluklara, kamu varlıklarının peşkeş çekilmesine, EN SON OLARAK DA DEVLETİN AİLE ŞİRKETİ GİBİ YÖNETİLMESİNE ve  vahim dış siyaset hatalarına, devlete cemaatçilerin  doldurulmasına engel olamadı. Halkı bilinçlendirecek eylemler yapmadı. Sadece laf üretti. Hatta, laikliği törpüleyen, eğitimi tarikatların emrine vererek bilim ve akıldan uzaklaştıran uygulamalar karşısında yüksek sesle laf ettikleri bile duyulmadı.
Partinin etkisizliği o kadar kanıksandı ki, CHP'nin belli bir konuda ne söyleyeceği, ne yapacağı  artık ne içeride ne de dışarıda merak edilmiyor.
Yukarıda sayılan bütün konular hakkında partinin etkisizliği hakkında  örnek vermek mümkün. Örnek  olarak CHP yönetiminin Suriye konusunda baştan itibaren izlediği çelişkili, tutarsız, öngörüsüz, Türkiye'nin çıkarları ile uyuşmayan tutumuna bakalım... 
Kemal Kılıçdaroğlu emperyalist güçlerin 2011'de Libya'ya saldırısına arka çıktı. Bunun, Suriye'ye yapılacak saldırının öncüsü olacağını ve böyle bir müdahalenin Türkiye'nin güvenliğini tehdit edeceğini görmedi, göremedi. Hem de bir diplomat olan yardımcısı, Kasım 2011'de "Esad'ın gitmesi hedeftir ve bu hedefe CHP katılmaktadır" diyerek AKP'nin Suriye politikasını genel olarak destekledi. Kılıçdaroğlu PYD/YPG'nin terörist olmadığını, bu çetelerin "vatanını kurtarmak için oluşturulmuş örgüt" tanımını yaptı. Zannedersiniz ki bu örgütler Anadolu ve Rumeli Müdafayı hukuk cemiyeti.  Kobani'nin (Ayn Al Arab) İŞİD'den Türkiye'nin yardımı ile kurtarılarak -Şam yönetimine değil- PYD/YPG'ye teslim edilmesine onay verdi. Birkaç yıl sonra bu kez bu örgütlerin terörist olduğunu bildirdi. Doğrudan Esad'ı hedef alan ağır eleştiriler yaptı. Ama şimdi, Şam yönetimi ile görüşülmesini öneriyor. CHP yönetimi, milyonlarca sığınmacı Türkiye'ye akarken, bunun uzun vadede yaratabileceği çok yönlü  tehlikeler hakkında halkı bilinçlendirmek için parmağını bile kıpırdatmadı. Bu liste daha çok uzatılabilinir.
Bütün bunları, CHP genel başkan yardımcısının Tahran zirvesi sonrası 8 eylül 2018 günü yaptığı yazılı açıklamayı okuyunca hatırladım. 
Açıklama, İdlib sorununu, sanki tek başına ve aniden ortaya çıkmış gibi, bağlamından ayırarak ele almış. Yıllar içinde yapılan ve Türkiye'yi şimdi içinde bulunduğu açmaza sürükleyen zincirleme hatalar hakkında bir kelime dahi bir eleştiri getirilmemiş. Çelişkiler içinde, bir yandan ABD'ne çiçek atılırken, diğer yandan, Şam yönetimi ile temas edilmesi önerilmiş. Ama buna karşılık, tam da AKP'nin ve ABD'nin istediği gibi, Şam yönetiminin İdlib'i teröristlerden temizlemek için yapacağı operasyona karşı çıkılmış, statükonun devamı savunulmuş. Tahran sonuç bildirisinde PYD/YPG'nin terörist olarak yine nitelenmemiş olmasına dikkat çekilmemiş. Gerçeklerden uzak öneriler yapılmış. O zamanki ve şimdiki koşullar arasında hiçbir benzerlik olmamasına karşın, 1998 Adana Mutabakatı ruhuna dönülmesi tavsiye edilmiş.  
Velhasıl, her zaman yaptıkları gibi, dostların alış verişte görmesinin amaçlandığı şuradan da belli ki, kapsamlı bir basın toplantısı yapmaktan kaçınılarak, bu çok önemli konu bir yazılı açıklama ile savuşturulmuş. 
Hal böyle olunca, medya, yapılan bu yazılı açıklamayı haklı olarak neredeyse hiç görmemiş. Şimdi diyebilirler ki, "ne yapalım, medya tamamen yandaş, bize yer vermiyor". 
Nerede ise kırk yıllık bir basın avukatı olarak CHP yönetimine  hatırlatmak isterim ki; En yandaş medyanın bile görmezden gelemeyeceği ağırlık ve içerikte eylemli politikalar üretemiyorsanız, açıklamalar yapamıyorsanız, medyanın ilgisizliği konusunda kabahati önce kendinizde aramanızda yarar var. 
Ne var ki, yıllar içindeki çelişkili tutum ve açıklamalarından sonra bu yönetim görevde kaldığı müddetçe  nasıl tutarlı bir pozisyon alacak, o da ayrı bir mesele!


10 Eylül 2018 Pazartesi

DEVLET ADAMLILIĞI TUTARLILIK İSTER.



Kılıçdaroğlu olaylar taze iken tepki vermekten kaçınıyor. Belli ki bunu kasıtla ve  hep yapıyor. Olan biten hakkında halkın bilinçlenmesini istemiyor.
18 Temmuz günü grup toplantısında  yaptığı konuşmada:
"...Bana diyorlar ki, ‘biz kazandık, bu seçimler meşrudur’. Hayır efendim bu seçimler gayrimeşrudur, adil koşullarda yapılmamıştır".
Yani, seçimlerin adil koşullarda yapılmadığını seçim öncesi ve kampanya süresince anlayamamış, seçimlerin gayrı meşru olduğunu 24 Haziran gecesi ilan etmeyi düşünememiş, bunları söylemeyi bir ay sonra anca akıl edebilmiş. 
Kılıçdaroğlu'nun bu durumu artık fıkra olmaktan çıktı, vahim bir hal aldı.
İyi de, gayrı meşru ilan ettiği o seçimler sadece cumhurbaşkanını ve AKP'li milletvekillerini seçmedi ki! Kılıçdaroğlu'nu ve kendi partisinin diğer milletvekillerini de  seçti. O zaman onlarda şuanda Kılıçdaroğlu ile birlikte  gayri meşru bir seçim sonucu o koltuklarda oturuyorlar.
24 Haziran seçimlerini gayri meşru hale getirecek o kadar çok nokta vardı ki; örneğin kendisi de Cumhurbaşkanı adayı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan devletin bütün imkanlarını hukuka aykırı şekilde kullanıyordu diğer adaylara ise bu imkan tanınmıyordu. Bu da seçimlerin meşruiyetine gölge düşürüyordu.
Bunları o zaman, yani 24 Haziran öncesinde ve gecesi haykırmak gerekirken şimdi dillendirmenin bir anlamı yok artık.
Sadece seçimlerle ilgili değil bu geç kalma,çelişki dış politika konusunda da aynı şey yapılıyor.
Örneğin Suriye olayları sırasında iktidarın yanlış politikası bile desteklendi. Suriye’de  yönetime  karşı Amerika Birleşik Devletleri’nin ve yandaşlarının tahrikiyle ve desteği ile harekete geçen terörist gruplar AKP iktidarı tarafından da desteklenirken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin dış ilişkilerden sorumlu büyükelçi sıfatını taşıyan Genel başkan Yardımcısı “iktidarın Suriye Politikasını” destekliyoruz demişti.
Bu yapılırken herhalde Amerika Birleşik Devletleri ile ters düşmemek düşüncesi etken olmuştu.
Amerika Birleşik Devletleri her zaman demokrasi getireceğiz yalanı ile ülkelerin içişlerine müdahale eder. Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi bu gerçeği o zaman görememiştir.

Kılıçdaroğlu’na kadar Cumhuriyet Halk Partisi, dış politikada kararlarını hiçbir zaman dış baskılara boyun eğerek ya da başkaları ne der diye düşünerek  almamıştır.
AKP İktidarının baştan beri yanlış olan  Suriye Politikasının  temeli Amerika Birleşik Devletlerinin güdümünde  Beşar Esad’ın devrilmesi ve Suriye’de rejimin değişmesi  idi. Aynı Cumhuriyet Halk Partisi o gün söylemesi gereken doğruyu bugün söyleyip, iktidara Saddam’ la anlaşın diyebiliyor.
Siyaset tutarlı olmayı gerektirir, büyük parti olmak için de “ topluma” güven vermek gerekir. Güven ise, zamanında tutarlı söylemlerle ve olur.
Dünyanın en deneyimli siyasi partilerinden birisi olan Cumhuriyet Halk Partisi olaylar karşısında verdiği tepkilerde tutarlı olmak zorundadır.
Tutarlılık topluma güven verir. Siyasette güven çok önemli bir unsurdur.
Siyasetçi tutarlı davranabilmek  için, olaylara tepki verirken, kendi doğrularını dile getirip halka anlatır, bir şey yanlışsa o yanlışa karşı tutum almak zorundadır.
Bu gün bir çok milletvekili hapishanelerdedir. Bunun sebebi Cumhuriyet Halk Partisinin tutarsızlığıdır.
AKP’nin getirdiği “bir defaya mahsus olmak üzere tüm dokunulmazlıkların bir toptan  kaldırılması” yönündeki anayasa değişikliğine “Bu anayasa’ya aykırı ama bir kereye mahsus oy vereceğiz” sözü ve tavrı toplumda güvensizlik yaratıyor.
Bu sözün rahmetli Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekten bir şey çıkmaz” lafından farklı değildir.
  



7 Eylül 2018 Cuma

YENİ ADLİ YIL



2018-2019 adli yılı, Yargıtay’da değil Saray’daki Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen açılış töreniyle başladı.
Tek adam rejimi kurulmadan önce adli yıl açılış törenleri Yargıtay binasında yapılırdı. Bu salon mütevaziydi. Ama o salona, bağımsızlık, tarafsızlık ve laiklik egemen olurdu. 
12 Eylül 2010 Anayasa referandumu ile yargı bağımsızlığı ortadan kalkıp, yargının tek adam bağlanmasından sonra adli yıl açılışları artık sarayda yapılmaya başlandı.
Aslında gelinen noktada buna çok şaşırmamak gerekir. Yargıtay ve Danıştay Başkanları’nın Cumhurbaşkanı ile çay toplamaya gittikleri de düşünülürse bu çok doğal.
Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, yeni adli yıl açılış töreninde liyakatin önemini 'hadis'le anlattı.
Anayasamızın  2. Maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, sosyal hukuk devleti olduğunu söylemektedir.
Bu nedenle bir Yargıtay Başkanı konuşmasını dini temellere dayandırmamalıdır,dayandıramaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nde adli yıl açılışında  Yargıtay başkanı herhangi bir konuyu “hadis”le anlatıyorsa, bu laiklik karşıtlarının ne kadar yol aldığını gösterir.
Yargıtay Başkanı açış konuşmasında aklımızla alay edercesine, Rahip Bronson ile ilgili kararı kast ederek, “bu konuda tek karar verecek mercii, yargı yetkisini Türk Milleti adına kullanan bağımsız ve tarafsız mahkemelerdir”, demiş.
Yargıtay Başkanı Rahip Bronsonun tutukluluğunun devamına duruşmada karar veren mahkemenin, aradan yedi sekiz gün geçtikten sonra, ne değişmiş ki,itiraz üzerine “ev hapsine” karar vermiş, olduğu konusunu da  aydınlatsaydı, söyledikleri inandırıcı olabilirdi.
Rahip Bronson’un 12 Ekim duruşması yaklaşırken de savcısı değiştirildi.
Hepsi tesadüf mü bunların?
Toplumda yargıya güvenin kalmamasının sebebi sadece “fetocu yargı mensupları” değildir.
Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamayı içine sindirebilen Yargıtay Başkanlarının varlığında hâkimlerin, savcıların yürütmeye karşı bağımsız oldukları söylenebilinir mi?
Bu ülkede yargıya intikal etmiş bir konuda yasa çıkartan ve bu Anayasaya aykırı yasayı iptal etmekten çekinen bir Anayasa Mahkemesi’nin olduğu ülkemizde hâkimlerin bağımsız olduğundan söz edebilirmiyiz?
Siyasetin bütünüyle yargıdan elini çekmesi gerekir.Yargı siyasetin oyun sahası değildir ama bugün gelinen noktada maalesef yargı siyasetin oyun sahası haline gelmiştir.
İnsan, adli yıl açılış konuşmasında Yargıtay Başkanı’nın bu konulara değinmesini bekliyor ama bunlara değinmeyip, aklımızla alay edercesine bir şeyler söylüyor.
Büyük yargıçlar (tabii sadece işgal edilen koltukla büyük yargıç olunmuyor) olaylara İsmet Paşa’nın deyişiyle “tarihin köprüsünden bakmaları gerekir”
Eskiden adli yıl açılış törenlerinde Türkiye Barolar Birliği Başkanları da konuşurdu. Hatta onlar yargı mensuplarının söyleyemediği, yargı mensuplarını doğrudan ilgilendiren konulara bile değinirlerdi.
Şimdi Tayyip Erdoğan istemiyor, daha doğrusu duymak istemediği şeyler söylenir endişesiyle bu kaldırıldı.
O zaman Türkiye Barolar Birliği de yasak savarcasına bir basın açıklaması yapmak yerine,  kendi salonunda İl Baro  Başkanlarını, siyasi iktidardan  korkmayan ilim adamlarını davet ederek alternatif bir Adli Yıl açılışı yapabilirdi, bu çok da anlamlı olurdu.
Nitekim geçmiş yıllarda bunun örneği yaşanmıştı.
Türkiye de elbet bir gün cübbesinin önünde düğme olmamasının anlamını bilecek Yargıtay Başkanları görev yapacaktır. O zaman  Türkiye Barolar Birliği de adlı yıl açılış törenlerinde haklı yerini alacaktır.  




3 Eylül 2018 Pazartesi

Dar görüşlü, vizyonsuz Macron..



Hayatının kırk küsur yılını diplomasiye vermiş bir ulusalcı diplomatın görüşlerini sizinle paylaşmak istiyorum:

Fransa Cumhurbaşkanı Macron dört gün önce çok çarpıcı açıklamalar yaptı. Aynen şunları söyledi:
"....  ''Rusya ve Türkiye ile ilişkileri düşünmeden uzun vadeli bir Avrupa'yı inşa edemeyiz.... Son bir yılı biraz aşkın süredir kendisiyle açıklanmamış yoğun temas içinde bulunduğum Türk Cumhurbaşkanı'nın hergün teyid edilen projesi muntazaman Avrupa karşıtı olarak görünen bir pan-islamist proje ise ve düzenli olarak aldığı tedbirler ilkelerimize epeyce aykırı ise, Türkiye'nin AB üyeliğini konuşmaya devam edeceğimizi açık ve samimi bir şekilde düşünüyor muyuz?"
"..AB üyeliği değil de stratejik ortaklık inşa etmek lazım. Bu iki güç toplu güvenliğimiz için önemli olduğundan Rusya ve Türkiye ile stratejik ortaklık lazım, onların Avrupa ile bağlı olması lazım."
"...Soğuk savaştan çıktık ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si Cumhurbaşkanı Kemal'in Türkiye'si değil. Bu iki gerçek ortada ve bunlardan bütün sonuçları çıkarmalıyız.."
Fransa herhangi bir AB üyesi değil. O nedenle, Macron'un ifadelerini AB'nin kısa ve orta vadede Türkiye'ye bakışının nasıl şekilleneceğinin işareti olarak görmek gerekir.
Macron'un sözlerinde Türkiye ile ilgili çok önemli iki mesaj öne çıktı. 
Bunlardan birincisi, Türkiye'nin AB üyeliğinin artık söz konusu edilmeyeceğidir. Macron, bunun gerekçesi olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Avrupa karşıtı pan-islamist bir proje yürütüyor ve ülkede yaptığı uygulamaların AB ilkeleri ile çelişiyor olmasını gösterdi.
Eskiden beri Türkiye'ye AB yolunun açılmamasının gerekçesi (buna "bahanesi" de diyebiliriz) olarak ortaya konulan demokrasi, insan hakları, komşularla ilişkiler gibi alanlardaki eksikliklerin üzerine şimdi, Macron'un deyişiyle, Cumhurbaşkanının uyguladığı islamcı proje de eklenmiş oluyor.
New York'daki 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra batı ülkelerinde bir islam karşıtlığının kışkırtılacağı belli idi. Nüfusunun neredeyse tamamı müslüman olan Türkiye'nin bu karşıtlığın hedefi olmaktan kurtulması, esasen anayasasının temel hükümlerinden de olan laiklik ilkesine sıkı sıkıya sarılması ile mümkün olabilirdi.
Ne yazık ki, 11 Eylül saldırılarından bir yıl sonra iktidarı ele geçiren AKP, bunun tam tersini yaptı. Bütün iç ve dış politikalarını din eksenli olarak planladı ve uyguladı. 
Macron yukarıdaki sözleri sanki hiç söylememiş gibi, o sözlerden birkaç gün sonra, 29 Ağustos günü, dört bakanımız "Reform Eylem Grubu" adı altında çok gösterişli bir toplantı yaptılar ve Türkiye'nin, AB üyelik hedefi doğrultusunda önümüzdeki süreçte çalışmalarına kararlılıkla devam edeceğini"açıkladılar. Dışişleri Bakanı toplantı sonrası yaptığı açıklamada, ayrıca, vize serbestliği sağlanması için karşılanması gereken altı kriterin kaldığını ifade etti. 
AKP, iktidarının ilk yıllarında olduğu gibi, yeniden AB üyeliği aldatmacasına sarılmış durumda. Yandaş gazeteler "AB atağı", "Avrupa yürüyüşü" gibi başlıklarla çıktılar. Öyle bir hava yaratılıyor ki, Avrupa Birliği ABD'ne karşı Türkiye'yi destekliyor, üyelik müzakerelerinde ilerleme sağlanacak ve kalan az sayıdaki kriter karşılanınca vize serbestliği gerçekleşecek.
Bunların hiçbirisinin olmayacağını, aklımızla alay edildiğini anlatacak ne medya var, ne de siyasetçi....
Macron'un sözlerindeki ikinci mesaj, Türkiye'nin Avrupa bakımından artık Rusya ile aynı kategoriye konulmuş olduğudur. Bu tavır, batılı ülkelerin ikiyüzlü tavrını ortaya koyması bakımından ibretliktir.Soğuk savaş yıllarında NATO'nun güneydoğu kanadını SSCB'ne karşı büyük fedakarlıklarla korurken kendilerinden birisi olarak sırtını sıvazladıkları Türkiye'ye artık ihtiyaçları kalmadı.  Avrupalılar için Türkiye'nin işlevi, sığınmacı akımı başta, orta ve yakın doğunun her türlü kötülüğünün kendilerine sıçramaması için bir baraj oluşturmasından ibaret. Türkiye ile ilişkilerini önümüzdeki dönemde bu temel eksen üzerinden şekillendirecekler.
Dar görüşlü, vizyonsuz Macron..
Macron, "Erdoğan gerçeğini" kabul ve o gerçekle yaşayabileceklerini ima eden sözleri ile ise, stratejik vizyonu olmayan, dar görüşlü bir politikacı profili çiziyor. Kısa erimli çıkarları koruma telaşı içinde, genel olarak dünyanın, özel olarak da batılı ülkelerin uzun erimli çıkarlarını göremiyor.
Macron, nüfusunun neredeyse tamamı müslüman olmasına karşın, batılı değerler üzerinden demokratik ve laik bir devlet kurmayı amaçlayan -kendi deyişiyle- "Kemal'in Türkiye'si"nin bu hedefinde başarıya ulaşmasının dünyanın, Avrupa'nın ve Orta Doğu'nun barış ve istikrarı bakımından önemini anlamakta acz gösteriyor. Türkiye'de uygulandığını söylediği "pan islamist" projenin bölgede ve Avrupa'da yol açabileceği vahim gelişmelerin ayırdında değil. 
Macron'un bu tavrı ne yazık ki başka batılı politikacılar ve medya tarafından da yaygın şekilde paylaşılan bir tavırdır. Türkiye'nin batılı değerlerden uzaklaştığını, otoriter ve islamcı bir rejime sürüklendiğini görüyorlar, ancak, herhangi bir itirazları olmadığı gibi, bundan rahatsızlık da duymuyorlar. İlişkileri tek adam üzerinden yürütmek işlerine geliyor.     Türkiye'nin laik olması veya olmaması umurlarında değil. Bu umursamazlıklarının olası uzun erimli vahim sonuçları ile ilgili değiller.
Türkiye'nin bu gerçekleri görmesi ve batı ile ilişkilerini buna göre düzenlemesi gerekir. Ancak, en son yapılacak olan, batıyı düşman ilan edip, başka limanlar arayışına girmektir. Batı ile ilişkiler ve mücadele ancak batılı değerler üzerinden yürütülürse başarılı olur ve hedefine ulaşır. Bunu da ancak hukukun üstün olduğu, çağdaş, kuvvetler ayrılığına dayanan, özgürlükçü bir demokratik rejim başarabilir.
CHP, olan bitenin yine farkında değil..
Macron'un sözlerine AKP sözcüsü Ömer Çelik ayrıntılı açıklamalarla tepki gösterdi. Türkiye'nin, "kurucu liderinin gösterdiği hedefler doğrultusunda yürüdüğünün" altını çizdi.
AKP bu duyarlılığı gösterirken (ve ilk kez "kurucu lider" tanımını ağzına almışken), CHP gelişmelere ne diyecek acaba diye merak ettim. Gerçekleri halka anlatırlar ümidini taşıdım. Atlamış olabilirim; ama, öyle olmadı. Belki cılız bir ses verdiler de ben duymadım.
Bu tepkisizlik, "Kemal'in Türkiye'si"nin bittiğinin o Türkiye'nin kurucu partisi olan CHP tarafından da kabul edildiği anlamına mı geliyor? Avrupa Birliği aldatmacasına CHP de mi kanıyor?