29 Aralık 2017 Cuma

OLAĞANÜSTÜ HAL, OLAĞANÜSTÜ HUKUKSUZLUKLARIN KANUN HÜKMÜNE BAĞLANMASIDIR.


Anayasalar sadece eli silahlı çeteler tarafından ihlal edilmez. Meşru yol ve vasıtalarla iktidara gelenler, işlerin kötüye gitmesi durumunda zamanla kendilerini çevreleyen Anayasa ve diğer yasalardan rahatsız olurlar ve eğer bir de güç sarhoşluğuna kapılmışlarsa anayasaları çiğnemeye başlarlar.
Bunu yaparken etraflarında  bu konularda kendilerine  yol gösteren değeri kendinden menkul hukuk ulemaları(!)  vardır. Cumhurbaşkanlarının çoğu bizde olduğu  gibi hukuk bilmedikleri  için bu yanlışları kendilerine çevrelerindeki ulema(!) takımı  yaptırırlar.
Yürürlükteki Anayasamızın “Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkilerini” düzenleyen 87. Maddesinin son cümlesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilanına karar vermek….” denerek, af çıkartma yetkisini münhasıran ve vasıflı çoğunlukla Türkiye Büyük Millet Meclisine bırakmıştır.
Anayasa beşte üç çoğunluk arayarak  af kanunu çıkartmayı çok zorlaştırmışken, Anayasa Mahkemesi bu hukuksuzluğa geçit verirse Kanun Hükmünde Kararnameyle meclisin bu yetkisi şimdilik Bakanlar Kuruluna, Genel seçimden sonra da Cumhurbaşkanına tek başına bu yetkinin devredilmesine neden olur.
696 sayılı KHK’nın 121.maddesinin 2. fıkrası ile Anayasaya aykırı “Resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15.7.2016 tarihinde gerçekleşen  darbe teşebbüsü  ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin, fiilleri nedeniyle, hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacak.” hükmünü getirmiştir.
Burada açıkça iki nokta anayasaya aykırıdır. Bunlardan ilki münhasıran TBMM bırakılan af çıkartma yetkisinin şimdilik Bakanlar Kuruluna seçimden sonrada tek başına Cumhurbaşkanına  Kanun Hükmünde Kararnameyle genel veya özel af  çıkartma yetkisi devredilmiş olur.
İkincisi Anayasanın 121. Maddesinin 3. Fıkrası Olağanüstü Hal durumunda  sadece olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda kanun gücünde kararname çıkartılmasına amirdir.
Yani Anayasa Mahkemesinin denetimi dışında  bırakılan Kanun Hükmünde Kararnameler, sadece ve sadece Olağanüstü Halin  gerekli kıldığı kararnamelerdir.
Bu nedenle  Olağanüstü Halin icabı olmayan Kanun Hükmünde Kararnameler, Anayasa Mahkemesi’nin  denetimine tabidir.
“Af kanunu” çıkartmak olağan üstü halin gerekli kıldığı bir husus değildir.
Kanun hükmünde kararnameyle getirilen af bir genel aftır. Bu şu demektir, açılmış davalar varsa derhal düşürülür, eğer verilmiş mahkeme hükmü var ise bütün neticeleriyle beraber ortadan kalkar. Yani getirilen bir “genel af” hem cezayı ve hem de suçu ortadan kaldırıyor.
Çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameyle bozulan ya da bozulacak olan kamu düzenini tekrar tesis etmek için ,  kolluk kuvvetleri dışında, sivil kişilerde görevlendirilmektedir.
Bir devlette ve özellikle de bir hukuk devletinde kamu düzenini sağlamak kolluğun görevidir.
Bozulan ya da bozulacak  kamu düzeni,  kolluğun yanında sivil kişilerce tesis edilecektir demek tam bir hukuksuzluk halidir.
Bu durum rahmetli Erdal İnönü’nün söylediği “Olağanüstü Hal, olağanüstü hukuksuzlukların kanun hükmüne bağlanmasıdır” sözünün, bizde olduğu gibi, demokrasiyi özümseyememiş insanların  iktidar olabildiği ülkelerde ne kadar doğru olduğunun tipik bir örneğidir.
Bir af kanunu niteliğinde olduğu için olağanüstü halin ilanıyla ilgisi olmayan bu madde yürürlükte mi kalacak ya da kalabilir mi?
Elbette kalmamalıdır.
Peki bu sorunu kim çözecektir?
İşte bu şekilde ortaya çıkan sorunları çözmek için Anayasa Mahkemesi getirilmiştir.
Anayasamızın 150. Maddesi “Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin,Türkiye Büyük Millet Meclisi iç tüzüğünün veya bunların belirli madde ve hükümlerinin şekil ve ESAS BAKIMINDAN Anayasaya aykırılığı iddiasıyla doğrudan doğruya iptal davası açabilme” hakkı tanımıştır.
Tabii bu iptal davasını açabilmek hakkı olanlardan Cumhurbaşkanı ve İktidar  kendisi anayasayı ihlal etmişken bu hakkı kullanılacaklarını  düşünmek,  gereksiz bir düşünce olur.O zaman bu görev Cumhuriyet Halk Partisine düşmektedir. 
Bu anayasaya aykırı düzenlemeden sonra, siyasi parti toplantılarının eli silahlı/sopalı kişiler tarafından basılmayacağının güvencesi kalmadığından demokratik özgür bir seçim yapılma ihtimali de ortadan kalkmaktadır.

Bu nedenle CHP hem anayasadan kaynaklanan bu hakkını kullanmalı ve hem de demokratik tepki göstermelidir. 

25 Aralık 2017 Pazartesi

BESİÇ MODELİ GELİYOR,ELİ SOPALILARA KORUMA GELİYOR


Bütün insanlar eşit yaratılmıştır.Doğuştan vaz geçilmez ve  başkasına devir edilmesi mümkün olmayan hakları vardır. Yaşam, özgürlük ve mutlu ve güvenli yaşamak  bunların arasındadır. Siyasi iktidarlar, hükümetler  insanlar tarafından bu hakların sağlanması için kurulurlar. İktidarların meşruluğu idare edilenlerin onu kabullerinden doğar.
Bir hükümet şekli bu amaçlara ulaşmayı engellerse veya o başkalarına devir edilmesi ve vaz geçilmez haklara engel olursa, halk o iktidarı değiştirmek ve kendisine mutlu ve güvenli yaşamayı vaad eden yeni bir hükümet kurulmasını ister, bunun için çaba sarf eder.
Hükümetin çıkardığı son Kanun hükmünde kararnamede iç savaş maddesi olarak nitelenebilecek bir madde var.
696 sayılı KHK getirilen bu madde ile “Resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15.7.2016 tarihinde gerçekleşen  darbe teşebbüsü  ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin, fiilleri nedeniyle, hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacak.
Bununla yaratılmak istenen İran İslam Devriminden sonra kurulan Devrim Muhafızların alt birimi olan  Besiç benzeri eli sopalı  bir yapılanmadır.
Bu eli sopalıların hoşlanmadığı insanlara saldırmalarının önünü açar. Hangi eylemin 15 Temmuz 2016 nın devamı olduğuna kim karar verecek, sokaklara salınmış eli sopalı sokak serserilerimi.
Herhangi bir sebeple parmağını kıpırdatana "darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerde" bulunduğu yaftası yapıştırılacak. Onlara müdahale eden -belki öldüren- sokak serserilerine de  yasal koruma sağlanacak
Tüm suç işleyenler bunda, sonra  böyle ifade verir.Yahut eli sopalı militanlar, sokakta iktidar karşıtı bildikleri herkese saldırmayı kendilerinde hak görür, Yani vatandaşın güvenli yaşam hakkı elinden alınır.
Kanun Hükmünde Kararnameyle getirilen bu düzen kaba kuvvet ve keyfilik yoluna sapılmasıdır.Keyfilik ve kaba kuvvet yoluna sapılması hükümetin meşruiyetini ortadan kaldırır.
Hükümet bu Kanun Hükmünde Kararnameyle, hukuk dışına çıkmıştır.Buna rağmen bu iktidarı anayasa ve kanunlar çerçevesi içinde ve yetkili devlet organları eliyle yola getirmek gerekir.
Kimdir bunlar, bunlar muhalefet partileridir, Anayasa mahkemesi ve diğer yüksek yargı organlarıdır.
Hiçbir yargı organı hukuktan ayrılan bir siyasi iktidarı görmezden gelemez, gelmemelidir.
Burada en önemli görev  Anayasa Mahkemesine düşmektedir. Bu getirilen Kanun Hükmünde Kararnamenin Olağanüstü halin ilanıyla hiçbir alakası yoktur.
Onun için Anayasa Mahkemesi bu Kanun Hükmünde kararnameyi TAYYİP Erdoğan’dan korkmadan inceleyip, Anayasaya aykırı bulduğu hükümlerini iptal etmelidir.
Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler artık iktidar tarafından rafa kaldırılmıştır.
Bir hukuk devletinde asayişi sağlamak, yasal kolluk kuvvetlerinin görevidir. Yoksa sokağa salınmış/ çağrılmış çapulcunun görevi değildir.
Bir iktidar eli sopalı insanlara, ihtilal önlüyorlar diye sokağa çıkmağa çağırırsa, meşruiyetini yitirir.   
Şimdi en az Anayasa mahkemesi kadar önemli bir görevde Cumhuriyet Halk Partisine düşmektedir. Kanun hükmünde kararnamenin sözünü ettiğimiz maddesi Olağan Üstü Halin gerekli kıldığı bir düzenleme olmadığını vurgulayarak ve tarihi sorumluluklarını da  kendilerine hatırlatarak olayı Anayasa Mahkemesine taşımalıdırlar.
Çünkü getirilen bu düzenlemenin hukuk devleti ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu düzenleme AKP iktidarının kuvvet ve keyfilik yoluna sapmasıdır.Bu sapma en büyük zararı da kendilerine ve kendileriyle beraber demokrasiye verecektir.
  
          






22 Aralık 2017 Cuma

IŞIKTAN KORKUYORSUNUZ


TBMM bütçe maratonunda. Adet olduğu üzere bu müzakereler sırasında bütçe dışında her şey konuşuluyor.
Özellikle “Man Adası”, “Zarrap davası”, FETO yandaşlığı  konuşuluyor. Bu konuların konuşulması iktidar partisi mensuplarını çok rahatsız ediyor, çok hırçınlaştırıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanının ortaya koyduğu Man adası olayı, iktidar mensuplarını çok rahatsız etmiş olacak ki, “mankafa” gibi çok kaba deyimler, “Bittin sen” gibi mafya varı tehditler  kullanılarak kendisine yükleniliyor.
Zannedersiniz ki, bu Mafya varı tehdidi savuran ülkenin bakanı değil, muktedirin emrindeki tetikçi ya da yargıç.
Demokrasi kültürünün yeterince gelişmediği bizim gibi ülkelerde iktidar muhalefet ilişkisi medeni çizgisinden çıkarılıp, mecliste sayısal üstünlüğe sahip, güçlü olanın her istediğini yapabileceği bir düzen olarak, yani çoğunluğun istibdadı olarak düşünülmektedir.  
   İktidar saflarında var olan  pek çok laf ebesi, genel başkanlarına yaranmak çabası içinde konuşmalar yapıyorlar.
Bu tür siyaset yapmak ne kendilerine, ne ülkeye ve ne de demokrasimize bir yarar sağlamaz.
Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı, Suriyeli sığınmacılara dağıtılan 30 milyar dolarla ilgili soru yöneltince, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı, CHP liderinin bu soruyu sorma hakkının olmadığını söylüyor.
Bu lafı ne zaman söylüyor, bir Arap olan Ürdün Kralı’nın Suriyeli sığınmacıları kast ederek  “Benim memleketimde aç insanlar varken kimseye para vermem” dediği zamanda söylüyor.
 Bu ülkenin milyonlarca vatandaşı açlık sınırı altında yaşarken, Suriyeli sığınmacılara dağıtılan bu parayı ana muhalefet partisi genel başkanı sormayacaksa kim soracak?
Zaten basın genel olarak çeşitli yöntemlerle baskı altına alındığından bu soruyu soramayacağına göre bu soruyu sormak sadece siyasilere düşmektedir.
Dünyayı ve kendi ülkesi Almanya’yı kana bulayan Hitler’i düşünün, eğer gazeteciler ve hakimler demokrasiye kişisel çıkar ve korku nedeniyle ihanet etmeselerdi, ne kadar baskı yapılırsa yapılsın sadece vicdanlarının sesini dinleselerdi Hitler Dünyanın ve Almanya’nın başına bela olabilir miydi?
“Man adasını” konuşma, “Zarrap Davası” na bakan mahkemeyi konuşma, rüşveti ve rüşvetçileri ağzına alma, kendileri için FETÖ ile ortaklık “kandırılmışlık” idi, ama yüz bin kişi FETÖ’den cezaevlerinde, muktedirler kandırılıyorsa af olabilir, ama sıradan insanlar kandırılırsa onların affı yok.
Talleyrand’ın o çok bilinen “Bir cinayet affedilir, bir hata asla!” cümlesi ülkemizde ve günümüzde  sanki sadece hata yapan sıradan vatandaşlar için geçerli ama iktidar sahibi muktedirler için asla.
İktidar sahipleri o kadar ne yaptıklarını bilmemektedirler ki; Zarrap olayı ile ilgili rüşvet iddialarını araştırma önergesini bile reddettiler.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin eski bakanların rüşvet iddialarını araştırması, iktidarın parmak hesabıyla engelleniyorsa İsmet Paşa’nın Demokrat Parti İktidarına söylediği “ ışıktan korkuyorsunuz” sözü bugünkü iktidar için de söylenebilir.
Dört bakanı rüşvetten yakalanmış bu iktidar, ışıktan, aydınlıktan korkmasa bu ağır ithamla karşılaştığı zaman, bunun araştırılıp soruşturulmasını temize çıkmak için önce kendisi ister.
Suçluların telaşı içindeki iktidarlar olayların araştırılmasını, soruşturulmasını önlemek isterler.
İktidar mensupları suçluların telaşı içinde parlamento çalışmalarında çoğunluğun parmak gücünü kullanıp olayları geçiştiriyorsa, basın susmuş ya da iktidara yaranmak için Recep Tayyip Erdoğan’a çok daha hafifini sormaya cesaret edemediği soruları Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanına sorabiliyorsa, Cumhuriyet Halk Partisi tarafından yapılacak iş yollara düşmektir.
Bütün olumsuzlukları, yolsuzlukları, ekonominin kötü gidişini, çiftçinin, işçinin  mahvını, kimsesizlerin kimsesi olduğunu yurdun dört bir köşesinde anlatmak için yollara düşmesi gerekmektedir.






18 Aralık 2017 Pazartesi

CHP KÖKLERİNE DÖNMEK ZORUNDADIR


Türkiye’de yaygın olarak konuşulan, muhalefetin gündemi belirleyemediğidir. Bu nedenle de Recep Tayyip Erdoğan’a alternatif arayışları da yine AKP içinden olduğu ve bu ismin de eski Çankaya Noteri Abdullah Gül olacağı söyleniyor. Türkiye artık bu kısır döngüyü kırmak zorundadır.
Eğer demokrasinin vaz geçilmez unsuru sayılan siyasi partiler bu kısır döngüyü kırıp, Recep Tayyip Erdoğan’a bir alternatif yaratamazlar ise başkaları da Abdullah Gül’de olduğu gibi kendi kafalarına göre alternatif arayışlarına girerler.
Tayyip Erdoğan’ın 17 yıldır bu ülkeyi yönetiyor olmasının sebepleri, bugün yeni kurulan İYİ partinin doldurmaya çalıştığı merkez sağdaki uzun süreli boşluk ve ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisinin köklerinden koparılması, iç ve dış politika da gündem yaratacak, halka dokunacak şeyler söyleyememesi, AKP’nin gündeminin peşinden sürüklenmesidir.
Ekonominin dibe vurduğu, çevremizde ve dünya da tek iyi ilişkimiz olan  devletin kalmadığı bir dönemde, ana muhalefet partisi geniş halk kitlelerinde heyecan yaratacak  bir şey söyleyememektedir.
Heyecan yaratacak bir şeyler söyleyememenin yanında,“Atatürk’e kefere” demek saygısızlığını gösteren bir Atatürk düşmanından, ya da Amerikalıların “TR 705” diye kod numarası verdiği PKK’nın avukatı tiplerden medet umarak oylarını arttırmaya çalışması nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan’a alternatif olamamaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi toplumun bütün kesimlerini kucaklamak istiyorsa Laikliği, Halkçılığı, Devrimciliği, ırk temeline dayanmayan Milliyetçiliğini, devletçiliğini ve cumhuriyetçiliğini artık ön plana çıkartarak köklerine dönmek zorundadır.
“Köylü milletin efendisidir” sözünün gereğini yerine getirmek için tarıma gereken önemi vereceğini, bu nedenle çiftçiyi   korumaya alacağını şimdiden ilan etmelidir.
Daha 1926 yılında, yani ülke harpten çıkmış, aydınını, genç nesillerini savaş meydanlarında yitirmesi nedeniyle, üretim gücünden çok şeyler kaybettiği bir dönemde bile Cumhuriyet Halk Partisi çıkarttığı 752 sayılı yasa ile çiftçisinin tarımda kullandığı tüm girdiler üstündeki vergi yükünü kaldıran bir siyasi parti olmasına rağmen, bugün çiftçisine, işçisine, memuruna, tüccarına, sanayicisine umut veremeyen bir siyasi parti durumundadır..
Cumhuriyetin, milletin alın teriyle beş kuruş kimseden borç almadan yarattığı değerleri yani kamu mallarını satanlardan hesap soracağını ve bu değerleri tekrar geri alacağını tüm Türk halkına söz vermelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi:
Çıkıp bugünden halka iktidara gelindiği zaman dar ve sabit gelirlinin üstündeki vergi yükünü nasıl hafifleteceğini anlatmalıdır.
Tarım girdilerinin üstündeki vergi yükünü azaltıp,   köylerini terk ederek büyük kent varoşlarında ucuz emek olarak sürünen genç nüfusu tekrar tarıma nasıl kazandıracağını anlatmalıdır.
Türk sanayisini ve sanayicisini vahşi kapitalizmin etkilerinden nasıl koruyacağını anlatmalıdır.  
İşçinin  batıdaki gibi kuşaklar boyu sömürülmeden; tam tersine sosyal haklarını savaşmadan, kan dökmeden nasıl elde edeceğini anlatmalıdır.
 Enflasyonist siyasalar sonucu  kalkınmanın yükünü halk kitlelerinin sırtına bindirmeden ve Türk parasının değerinin korunması için nelerin yapılacağı halka anlatmalıdır.
Ekonomik gelişmenin ön koşulu olan huzur, güvenlik ve şiddetin ulaşamayacağı bir düzenin nasıl sağlanacağını halka anlatılmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak dış politikada Yurt da sulh Cihan da sulh ilkesini hayata geçirmek için nasıl bir dış politika  uygulayacağını halka anlatmalıdır.
Batının değerlerini sahiplenmenin,batı bloğu içinde kalmanın, batılı emperyalistlerin peşine takılmak anlamına gelmediğini, dış politikada ne ezeli aşk ne de ezeli kin olmadığını, ama asıl olan Türkiye’nin ulusal menfaatleri olduğunu anlatmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında sınıf ayrımı yapmadan, ama öncelikle de“kimsesizlerin kimsesi” olunacağı da halka  anlatılmalıdır.
Bunu yapmak içinde, artık dünya da modası geçmiş  ve  de emperyalizme hizmet eden ideolojilere sığınmak büyük yanlış olmuştur ve olacaktır,
Altı Oku parti felsefesi haline getiren, bu partinin kurucu babası deha, o tarihte de var olan hiçbir ideolojiyi bu partiyi tarif etmek için kullanmamıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında,  hırsızlardan bağımsız yargı önünde hesap soracağı konusunda  şimdiden Türk halkına söz verilmelidir.   



15 Aralık 2017 Cuma

EYY TUMP EYY İSRAİL


Kudüs konusunda hedefi tribünler olan, eğitim düzeyi düşük vatandaş topluluğunu hedef alan ülke gündemini değiştirmeye yönelik  bir komedi oynanıyor.
Tayyip Erdoğan ve yandaşları tarafından öyle bir hava yaratıldı ki, İsrail'in başkentinin Kudüs olduğu sanki şimdi ilk kez Trump'ın son açıklaması ile ilan edilmiş gibi halka yutturuluyor, muhalefette bu oyuna geliyor ve elbirliği ile ortalık ayağa kaldırılıyor.
Oysa İsrail'in Kudüs'ü resmen başkent yapmasının üzerinden tam 37 yıl geçti. İsrail parlamentosu (Knesset) 30 Eylül 1980 tarihinde çıkardığı "temel yasa" ile "bütün ve birleşik" Kudüs'ü başkent ilan etmişti.
Olağanüstü toplantıya çağrılan ve  57 devletten çok azının devlet ve hükümet başkanı tarafından temsil edildiği İslam İşbirliği Teşkilatı "zirvesi" sonrası yayınlanan bildirinin bütün temel çağrıları esasen evvelce Birleşmiş Milletler  Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmiş olan kararlarda vardı.
Mesela, Ağustos 1980'de kabul edilen 478 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan ettiği "temel yasa"nın yok hükmünde (null and void) olduğunu ve derhal geri alınması gerektiğini daha o zaman ilan etmişti. Aynı kararda, Kudüs'de diplomatik misyon kurmuş olan devletlere bu misyonları geri almaları çağrısı da yapılmakta idi. Ana muhalefetin bunu dile getirmesi gerekirdi. Ben bu yazıyı kaleme aldığım ana kadar böyle bir açıklama yapılmamıştı.
Dolayısıyla, İslam İşbirliği Teşkilatı  bildirisinde önemli herhangi bir yeni unsur yoktu.
Belki yegane yenilik, dünyaya "Doğu Kudüs'ün Filistin devletinin başkenti olarak tanınması" çağrısı yapılması idi. Bu çağrıya, bizzat bu çağrıyı yapan 57 ülkenin kaçı tarafından katılınacağını da zaman gösterecektir. (Türkiye'nin de bu çağrıya derhal olumlu yanıt vermesi ve Doğu Kudüs'ü Filistin Devleti'nin başkenti olarak tanıdığını ilan etmesi gerekiyor. Ayrıca ana muhalefet partisi de buna destek vereceğini peşinen açıkladı)
Bizim iktidar sanıyor ki, Filistin davasının bayraktarlığını yaparsa "İslam Dünyası"nın lideri olur. Birçok konu da olduğu gibi bu konuda da  hayal görüyor. 
"İslam dünyası" diye tek vücut bir yapı yoktur. 57 ülke, çeşitli ilgi ve çıkar alanları arasında bölünmüş durumdadır. "İslam dünyası" olmadığı gibi, İslam İşbirliği Teşkilatının 'nın en büyük etnik grubunu oluşturan Arap ülkeleri (22 ülke) de "Arap Dünyası" olarak vasıflandırılamaz. Sosyal ve siyasal yapıları birbirinin neredeyse aynı olan Körfez ülkeleri dahi birbirleriyle kavgalı durumdadır.
Özünde bir "Arap sorunu" olan Filistin konusunda bile Arap ülkeleri yeknesak bir tutum alabilmiş değildir. Arap toplumlarının en çağdaş ve laik kesimini oluşturan Filistin halkı ile, en geri yapıya sahip Körfez ülkelerinin yıldızı hiçbir zaman barışmamıştır. Bu nedenle, Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü Saddam'ın 1990'da Kuveyt'i işgaline destek vermiştir. İşgale destek çıkan başka ülkeler de olmuştur. O zamanki bölünmenin izleri bugün dahi aşılabilmiş değildir.
Filistin kendi içinde dahi laik Filistin Kurtuluş Örgütü ve "Müslüman kardeşler" Hamas arasında bölünmüş durumdadır.
Avrupa ile ilişkilerine öncelik veren Magreb ülkelerinden Fas ve Tunus'un Filistin davası ile ilgileri marjinal düzeydedir.
Yaygın diplomatik kanaat, Suudi Arabistan ve Mısır'ın Kudüs konusundaki son açıklaması öncesinde Trump tarafından "ikna edildiği" şeklindedir.
Durum böyle olunca, Filistin davası üzerinden "İslam Dünyası"nın liderliği hayali kurmak tribünlere oynamaktan başka bir anlam taşımaz.. 
Şu "kırmızı çizgi" konusunun da suyunu çıkarttılar.
"Kırmızı çizgi" kavramı "ültimatom" ile benzer bir nitelik taşır. Şu farkla ki, ültimatom bir zaman sınırlaması içerir. Kendisine ültimatom verilen devlet belli bir zaman sınırlaması içinde istenileni yerine getirmez ise, karşı önlem olarak ne yapılacaksa, o yapılır.
Kırmızı çizgi ilanında ise zaman sınırlaması yer almaz. Karşıdaki devlet istemeyen o kadar çok adım atmıştır ki bıçak kemiğe dayanmıştır. Bir adım daha fazlası "kırmızı çizgi" ilan edilir ve o adımın da atılması halinde, karşılığında ne yapılması öngörülmüş ise, o yapılır. 
Sıkça söylenen "Kudüs Müslümanların kırmızı çizgisidir" lafını bu kapsam içinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira, İsrail atabileceği bütün adımları zaten atmıştır. 
Doğu Kudüs 1967 altı gün savaşından beri İsrail'in işgali altındadır. İsrail, 1980 yılında Doğu Kudüs'ü ilhak ve Kudüs'ün tamamını başkent ilan etmiştir. Kırmızı çizgiyi geçmesi için İsrail'in daha ne yapması lazım, söyleseler de anlasak!
Soranı da duymadık!


11 Aralık 2017 Pazartesi

BİR DAKİKA DİNLERMİSİNİZ BAY ÇİPRAS


Bay Çipras, Türkiye’deki tüm Türkleri muhatabınız Tayyip Erdoğan   gibi yakın tarihi bilmiyor zannetmeyin.
1967’lerden itibaren “darbeler dönemi” yaşayan  Yunanistan’da 1973  de cunta lideri olan  Albay Papadapulos Haziran ayında monarşiye son vererek Cumhuriyeti ilan etti. Papadapulos da Cumhurbaşkanlığı görevini yüklendi ve aynı zamanda da sivil yönetime dönme hazırlıklarına başlamıştı. Ancak  yine aynı yıl sonlarına doğru gene bir Yunanlı subay olan  Dimitrios Ioannides ‘in önderliğinde bir grup albay öğrenci olaylarını bahane ederek yönetime el koymuştu.
Yunanistan’daki bu darbeden sonra,Yunan  cuntası adada bulunan subaylara verdiği emirle darbe yaptırdı. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios kaçarak İngiltereye sığındı.EOKACI NİKOS  SAMPSON yeni hükümetin  başkanı olarak Dünyaya ilan edildi.
Enosis yanlısı bu hükümetin teşviki ve göz yumması ile Türklerin mal ve can güvenliğine saldırılara başlayınca Ecevit Başkanlığındaki Türk  hükümeti garantör devlet olarak, hem Kıbrıs’ta anayasal düzeni tekrar tesis etmek ve hem de soydaşlarımızın mal ve can güvenliğini sağlamak için müdahaleye karar verdi.
Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile beraber garantör devletler olduğundan, Kıbrıs’ta anayasal düzeni tekrar tesis etmek bu üç devletin görevi olmak gerekirdi. Ancak Yunanistan’ın o tarihteki hükümeti, adayı Yunanistan’a ilhak etmeye çalıştığı için  Türkiye garantörlük haklarını diğer garantör İngiltere ile  beraber kullanmak istedi.
Ecevit apar topar İngiltere’ye gitti. Ancak gerçekleştirdiği temaslardan  sonucu  alamayınca müdahale kararını kesinleştirildi.
Rahmetli Ecevit’in söylediği gibi Türk ordusu Kıbrıs’a savaş için değil yalnız Türklere de değil Rumlara da barışı getirmek için  gitti.
Nitekim rahmetli Ecevit 20 Temmuz sabahı Türk halkına ve dünyaya Türk ordusunun adaya yaptığı harekatı şu cümlelerle duyurdu “Türk silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a indirme ve çıkartma harekatı başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin.Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışma olmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için, yalnız Türklere değil Rumlara da barışı getirmek için adaya gidiyoruz. Bu kararı ancak tüm politik ve diplomatik yolları denedikten sonra bu karari verdik……” 
Türkiye’nin müdahalesin de haklı olduğu sadece bizim ve sağduyu sahibi bazı yabancıların dışında Yunan Mahkemesi’nin  Cunta hükümetine karşı açılan dava sonunda verilen kararında “ Zürih ve  Londra antlaşmalarına göre  Kıbrıs’a yapılan Türk askeri müdahalesi yasaldır. Türkiye, yükümlülüklerini yerine getirme hakkı olan garantör devletlerden biridir. Esas suçlular darbeyi hazırlayan ve icra eden ve bu surette  müdahalenin koşullarını hazırlayan Yunan subaylarıdır”  denerek Türkiye’nin adada işgalci olmadığını mahkeme kararıyla  kabul etmiştir.
Bay Çipras unutmayın ki; Türkiye’nin adaya müdahalesi sadece Kıbrıs’a değil Yunanistan’a da demokrasiyi getirmiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs harekatının ardından Yunanistan’daki cunta, mecbur kaldığı için ülkenizin  yönetimini  29 Temmuz 1974 de sürgündeki lider Konstantin  Karamanlis’e,  ülkenizde demokrasiyi tekrar kurması için devretmiştir.Sizde 28 Temmuz 1974 doğumlu olduğunuza göre Türkiye sayesinde  demokratik bir ülkede dünyaya gelmiş oldunuz.
Yani Kıbrıs Barış Harekatı, sadece adaya değil sizin ülkeniz Yunanistan’a da demokrasiyi getirmiştir.
Bay  Çipras,  bugün o başbakanlık koltuğunda oturuyorsanız, dolaylı da olsa   bunu Türkiye’ye borçlusunuz.
Türkiye’yi adada işgalci olarak nitelemek, orada yaşanmış olan EOKACI vahşetini yok saymak,  büyük haksızlık olur. Hele de bunun emperyalistlerin tetikçisi olarak Anadolu topraklarında bir vekalet savaşı yapmış olan Yunanistan’ın Başbakanı söylerse.
Türkiye ve Türk Milletinin  bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri hiçbir zaman işgalci ve öç alıcı olmamıştır.
Bay Çipras, bugünkü Türk muhatabınız Recep Tayyip Erdoğan yakın tarihi bilmiyor olabilir, ama Kıbrıs’ta yaşananlar daha çok yenidir ve hala bizlerin hafızasında ve arşivlerdedir.

   


8 Aralık 2017 Cuma

CUMHURBAŞKANI ADAYI


Şuana kadar Tayyip Erdoğan ve Meral Akşener Cumhurbaşkanlığı adaylıklarını açıkladılar. İkisi de partilerinin genel başkanlarıdır.Bu durum karşısında CHP’nin de bir an evvel adayını açıklaması gerekir.
Normal olan Cumhuriyet Halk Partisinin adayının da Genel başkan olduğu için  Kemal Kılıçdaroğlu’nun olmasıdır. Ama eğer Kemal  Kılıçdaroğlu kendisi aday olmayacak ise Cumhuriyet Halk Partisinin adayını şimdiden belirlemesi şarttır.
Halkçı devrimci bir parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, bu aday belirleme işlemini, diğer partilerin ve kendisinin bundan önceki seçimde yaptığı gibi, bir tek şahsın ya da Merkez Yönetim Kurulu gibi dar bir grubun da tercihine bırakmamalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisinin göstereceği Cumhurbaşkanı adayının seçiminin çok geniş tabanın iştirakiyle, yani bütün kayıtlı parti üyelerinin katılacağı bir ön seçimle olmalıdır.
Bu aday sağ seçmenden de oy alsın diye, Ekmelettin İhsanoğlu gibi, Cumhuriyetin temel değerleri ile sorunu olan bir kişi olmaması gerekir. Zaten bu gerekçeyle geniş parti tabanı seçmelidir diyorum, yoksa çok yanlış bir aday gene bize dayatılır ve “tıpış tıpış oy vereceksiniz” denir.
Aday kültürel derinliği olan, dünya da saygınlık uyandıracak, diploması şaibesiz, uluslararası ilişkileri dirayetli ve tutarlı bir şekilde götürecek, bir söylediğini üç gün sonra değiştirmeyecek ve böylece Türkiye’nin ağırlığını ve saygınlığını koruyacak, hakikaten tüm toplumun başkanı olacak,  sokak ağzıyla konuşmayan  bir insan olmalıdır.
Toplum, siyasetçiler arasında dozu giderek artan  seviyesiz ağız dalaşının  üstüne çıkarak ve orada kalarak, doğrudan doğruya kendisine hitap eden, bunu yaparken de, ülke sorunlarını nasıl çözmeyi düşündüğünü açıklayacak bir aday istemektedir.
Bu aday öyle bir kişi olmalıdır ki, “ Madem ki halk beni seçti o halde her istediğimi yaparım” düşüncesi içinde, kendisine göre ordu, kendisine göre yargı yaratma çabası içinde olmamalıdır;
 ayrıca kendi arzu ettiği gibi her dediğini alkışlayan, her yaptığında keramet bulan bir basın yaratma çabası içinde olmaması gereken bir kişi olmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi Cumhurbaşkanı adayı “Dini siyasete alet etmemeyi kendisine prensip edinmiş bir kişi olmalıdır. Çünkü kurtuluş mücadelemizi yapan o idealist insanlar, halife tarafından dinsizlikle damgalanmışken, Anadolu insanı o günde bugünkü kadar dindarken, gerilik ve cehalet bugünkünden çok daha ileri düzeydeyken, bu ülkenin insanları hakiki dindar ile sahtesini birbirinden inanılmaz bir başarıyla ayırmıştır.
Bu nedenle aday belirlerken, bu ülke insanının sağduyusundan şüpheye düşülüp   HATA yapılmamalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisinin Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi  ciddi ve önemli bir iştir. Bu nedenle aday adaylarını belirleme işinin kurultayda yapılması, ondan sonra bu aday adayları arasından seçimin partiye kayıtlı bütün üyelerin katılacağı bir ön seçimle yapılması gerektiği kanısındayım.
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi, halkın egemenliğini savunanlarla tek adam egemenliğini savunanlar arasında geçecektir. 
Cumhurbaşkanı adayının seçileceği Kurultay aynı zamanda CHP’nin kendisini sorgulayacağı bir toplantı  haline getirilmelidir. Zira sadece AKP’nin politikalarını eleştirmenin, AKP’nin yolsuzluklarını gündeme getirmenin  CHP’ye kazandıracağı bir şeyin olmadığı artık görülmelidir. Bu nedenle iç ve dış politikada nelerin yapılacağını  belirleyerek,  kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Burada alınacak kararlar tüm partililerin seçeceği Cumhurbaşkanı adayına hem talimat ve  hem de kamuoyuna Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra nelerin yapılacağının taahhüdü olur.    Zira bugünkü CHP’nin konumu AKP’nin gündeminin peşine takılmış giden bir parti konumundadır.Bu yüzden ülke politikalarını belirlenmesinde, gündem yaratmada  hiçbir ağırlığı yoktur. Diğer bir deyişle Cumhuriyet Halk Partisi artık üretemeyen bir parti konumundadır.
Cumhurbaşkanı adayını belirleme kurultayı, CHP’nin  üstündeki ölü toprağını atmasını sağlayacağı gibi, tekrar geçmişin üretken CHP si olmanın yolunu da açmış olacaktır.

 







4 Aralık 2017 Pazartesi

BU TELAŞ NİYE?



BM'ne başvuru konusunda ortada dolaşan bilginin kaynağı Daily Sabah'da çıkan aşağıdaki haber. Ancak, fazla ayrıntı yok.
Bugünlerde ortada Türkiye Birleşmiş Milletlere "ABD Türk vatandaşlarını yargılayamaz" diye başvuru yapılacakmış, diye bir haber dolaşıyor.Bilginin kaynağı Daily Sabah, tabii çok saçma bir iddia...Yurt dışında yargılanıp hüküm giymiş binlerce vatandaşımız var. Nitekim Türk Ceza Kanunun Yabancı ülke mahkemesinde yargılanıp hakkında hüküm verilen Türk vatandaşlarından söz eden maddeler var. Demek ki, Türk vatandaşları bir yabancı ülkenin yasalarını çiğnerse, o ülke tarafından ele geçirildiği takdirde o ülkede yargılanacağını bizim yasalarımız da  kabul etmiş.      Tam aksi yani Türk yasalarını ihlal ettiği için Türkiye'de yargılanıp hüküm giymiş yabancılar olduğu gibi.
Gazetede yer alan Türkiye'nin iddiasına göre, dava siyasallaşmış; zira, davaya bakan yargıcın FETÖ ile bağlantısı kanıtlanmış. Yine iddiaya göre, FETÖ yasadışı yollarla elde ettiği ve ürettiği -ses kayıtları dahil- delilleri kullanarak davayı istismar etmekte imiş ve bu "deliller" yasa dışı yollarla elde edildiğinden ABD hukukuna göre de kullanılamazmış. 
Evvelce de yazmıştım 2016 yılı Nisan ayında kabul edilen “6706 sayılı, Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunun” ve bu kanun   “Adli yardımlaşma talebi kapsamında  ilgili devletin (yani bu olayda ABD) iç hukukuna uygun olarak yerine getirdiği işlemler, Türk hukuku bakımından da geçerlidir” diyen 7. Maddesinin 1/ç fıkrası  var iken, gazetenin ileri sürdüğü iddia ne kadar geçerli olabilir.
   Ayrıca Amerika yasalarının ihlal edilip edilmediği  Birleşmiş Milletleri ne açıdan ilgilendiriyor, anlaşılmıyor.  Amerika’da görülen dava , Birleşmiş Milletler  ambargolarının delinmesiyle ilgili değil, kendi yasalarının ihlal edildiği iddiasıyla görülmekte olan bir dava. Konu Birleşmiş Milletler  ambargolarının ihlali olsa, Amerika Birleşik Devletleri’nin  yargılama yetkisi zaten  olamaz. O zaman konu, Birleşmiş Milletler  Güvenlik Konseyi'nin yetki alanına girer.
Ayrıca Birleşmiş Milletlerin  neresine ve Birleşmiş Milletler  Şartı'nın hangi maddesine dayanılarak başvuru yapılacak, o da  belli değil.  Ama,böyle bir girişim olursa  saçma bir girişim olacağı tartışmasız.
Başta Cumhur Başkanı ve  AKP Genel Başkanı  Tayyip Erdoğan olmak üzere diğer AKP’li yetkililer hem toplumun gazını almak ve hem de olayı saptırmak için yüksek perdeden konuşmalar yapıyor, ama hukuken bunların hiçbir geçerliliği yok.
Amerika Birleşik Devletleri Mahkemesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti yargılanmıyor ki, “devleti yedirmem” lafının bir geçerliliği olsun. Orada Amerika’nın İran’a karşı uyguladığı ambargoyu delenler yargılanıyor.
Ayrıca böyle açıklamalar yapılırken de , çelişkiler içinde gidip geliniyor. Madem Zarrap denen sahtekâr, baskı altında kendini kurtarmak için konuşuyor, o zaman adı rüşvete karışan eski üç bakan için niye yurt dışına çıkış yasağı koydunuz.
Demek ki, adamın Amerikan Mahkemelerinde söylediklerinin doğruluğunu sizde kabul ediyorsunuz.
Eski üç bakan hakkında bu yurt dışına çıkış yasağının sebebi, onlarda kendilerinin korunması karşılığında Amerika’ya giderlerde öterler korkusu mu? Nitekim hatırlanacaktır, yurt dışına çıkış yasağı konmayan dördüncü bakan, “Her şeyi bilgi dahilinde yaptım” dememiş miydi?
Türkiye’de olayı saptırmak için Birleşmiş Milletlere  böyle saçma sapan başvuruda bulunup ülkeyi daha fazla komik durumlara düşürmeyin.
Çelişki içindeki konuşmalarınız ve davranışlarınız tam bir suçluluk telaşı gösteriyor. Kriminologlar suçluyu teşhise çalışırken evvela telaşlanan insanların üzerinde dururlar.


1 Aralık 2017 Cuma

UTANÇ VERİCİ


Bu ülkenin “hayır sever” insanı ZARRAP New York Mahkemesinde görülmekte olan dava da tam tabiriyle ötmeye başladı.
O konuştukça insanın midesini bulandıracak pislikler ortaya çıkıyor. Aslında 17-25 Aralık da biz o gün bu adamları yargılasaydık, bugün bu yaşananlarla muhatap olmazdık.
Ama TBMM’de  soruşturma önergeleri reddedilirken, AKP’li milletvekillerinin oy kupaları önündeki arsız çocuklar gibi verdikleri pozların fotoğrafların arşivlerde, o  tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’a  Reza Zarrab’ı sorduklarında  “Altın ihracatı yapan bir zat. Ülkeye katkısının olduğunu biliyorum. Hayır işlerine girdiğini biliyorum.” diye cevaplamıştı.
Türkiye 17-25 Aralıkta ortaya saçılan pisliklerin üstüne gitse Reza Zarrap dahil bütün bu pisliklere bulaşanları yargılasaydı, bugün ABD de yaşanan, ülkemiz açısından utanç verici tabloyu yaşamazdık.
Bugün Amerikan mahkemesinde yaşanan kepazeliğin sorumlusu, Reza Zarrap ve adı geçenler değildir. En az onlar kadar suçlu olanlar, meclis soruşturmalarını reddi yönünde oy kullanan AKP milletvekilleridir.
Tabii o gün bunların konuşulmasını engelleyince bu işin üstünün kapanacağını düşündüler, ama öyle olmadı, bugün o gün üstü örtüldü zannedilen pislikler bugün başka bir ülkenin mahkemesinde ortaya dökülüyor.
Rüşvet paraları hırsızlara iade edildi hem de faiziyle. New York Mahkemesinde Reza Zarrap’ın anlatımlarından sonra birilerinin utanıyor olmaları gerekir.
Ya New York Mahkemesi telefon tapelerinin hukuken geçerli olduğuna bunların düzmece, montaj olmadığına karar verirse ne olacak, gene AKP’lilerin oylarıyla Mecliste bunun üstünü örtebilirsiniz ama kamu vicdanında aklanamazsınız.
Yani kusursuz yolsuzluk yoktur, muhakkak bir izi vardır.
Nitekim, AKP’lilerin büyük bir panik içinde oldukları açık. Şimdi bu adamın (Reza Zarrap’ın) gidişine niye izin verildi demeye başladılar. Bu korkunun işaretidir, daha fazla bilgi vermesinden korkulmaya başlandığının işaretidir.
Dikkat edilirse, Recep Tayyip Erdoğan  “hayırsever bir kişidir” demişti. Ama hangi hayır işlerine para yatırdığını söylememişti. Ya şimdi en çok himayeye mazhar vatandaş olmak için bazı  vakıflara para yatırmışsa ve bunların isimlerini açıklamaya başlarsa ne olacak.
O zaman “hayırsever vatandaşlıktan” çıkarıp hain mi ilan edeceksiniz.
Peki ya Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı belgeler için ne diyeceksiniz.Biri belgeler sahte diyor, öbürü kalkıp bunlar ticari belgelerdir diyor. Önce bu konuda bir karar verin. Belgeler sahte mi, gerçek ama ticari mi.
Bu belgeler sahte veya yasal ticari bir işin belgeleri, TBMM’de CHP’nin verdiği araştırma önergesini niye reddediniz. Önergeyi kabul edeydiniz de, bunların sahte olduğunu, ya da yasal ticari belgeler olduğunu tespit edeydiniz. Demek ki bir korkunuz vardı ki bu önergeyi reddediniz.  
Financial Times gazetesi, iş adamı Rıza Sarraf’ın ABD’de görülen davada eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’a rüşvet verdiğini itiraf etmesinin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hükümeti için utanç verici bir gelişme olduğunu yazdı.
Reza'nın mahkeme huzurundaki anlatımları utanç verici. Bu adamı zamanında Türkiye’de  yargılamadınız! Birde Türk Bayrağı önünde TV'lerde konuşturdunuz! Beşlik simit gibi sırıtarak pozlar vererek bu adama ödül  bile verdiniz!  Tabii bu davranışınızdan dolayı utanmalısınız!
Ama utanacağınızı da hiç zannetmiyorum.
Anlaşılıyor ki, bu itiraflar daha devam edecek çok başka kişiler de üzülecek, tabii o kişiler üzülmenin yanında utanacaklar mı, zannetmiyorum.
Utanacakları bir nokta olmasa, kendilerinden emin olsalar, medeni ve şeffaf toplumlarda olduğu gibi, haklarında bu iddia ortaya atıldığında,  derhal TBMM araştırılmasını istemeleri gerekirdi.
Korktukları bir şey var ki, konunun, mecliste çoğunlukları olmasına rağmen araştırılmasını istemiyorlar.
Tahmin ediyorum ki şimdi gerek Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları ve gerekse Zarrap’ın açıklamaları nedeniyle de bu olaylara 28-29 Kasım darbe girişimi derler.
AKP İktidarının herhangi bir yolsuzluğunu, hukuksuzluğunu yakalayanlara söyleyecekleri tek bir şey var “darbe girişimi!”