29 Temmuz 2016 Cuma

"BAĞIRSAKLARINI" TEMİZLEMEK ZORUNDADIRLAR.

 Sonuç, birçok sebebin toplamıdır. Biz, sonucun oluşmasının nedenlerini araştırmazsak, tartışmazsak döner dolaşır gene aynı şeyleri konuşuruz.
Hep böyle yapmadık mı?
12 Eylülü tartışırken sadece 12 Eylül darbecilerinin uygulamalarını tartıştık. 12 Eylüle gelinen süreçte siyaset kurumunun hatalarını yanlışlarını tartıştık mı?
Tartışmadık.
Tartışmaktan kaçarak, hata yapan siyasetçinin hatalarının üstüne gitmeden, bedelini ödetmeden,  hiçbir sorunu çözemeyiz.
15 Temmuz, aymazlığın, tarihten ders almamanın, hatta zaman zaman siyasi çıkar uğruna, oy uğruna  “yardım yataklığa varan” göz yummaların sonucunda sahneye konan, rejisörlüğünü Amerikalıların yaptığı  bir oyundur.
Fethullah Terör Örgütü yapılanması Turgut Özal döneminde başlamıştır.
O günleri yaşayanlar rahmetli Uğur Mumcu’nun bu dinci örgütlenmeleri defalarca  yazdığını anımsayacaklardır.
Şimdi çıkıp, “Zamanında biz muhalefeti dinlemedik, 17-25 Aralıktan sonra da muhalefet biz dinlemedi” diyerek hataların üstü örtülemez sorumluluktan kurtulunulamaz.
Turgut Özal döneminden başlayarak 15 Temmuz’a kadar, bilerek veya bilmeden  terör örgütünü himaye edenlerden, yardım yataklık yapanlardan hesap sormak zorundayız.
Bugün yaşadıklarımıza ilk doğru teşhisi koyan Cumhuriyet Halk Partisi olmuş ve bu nedenle de operasyona maruz kalmıştır.
İlk dört imzacısı Deniz Baykal, Önder Sav, Kemal Anadol  ve Ali Topuz olan 15 Şubat 2007 tarihli Meclis Soruşturma Önergesinde bugünlere gelinmesinin sebepleri ortaya konmuştur.
Önergede bugünleri anlatan “Cumhuriyet tarihi boyunca bu nitelikte ve düzeyde bir kadrolaşma hareketi, hiçbir siyasi iktidar döneminde gerçekleşmemiştir.Bu hareket, toplumun barış ve dayanışmaya dayalı yapısını derinden etkileyecek ve bozacak boyutlara ulaşmıştır. Kadrolaşma hareketi;Başbakanlık düzeyinden, Başbakanlık müsteşarlığı ve ilgili bakanlıklar eliyle yürütülmektedir. Cemaatlerin ve tarikatların etkisi ve baskısı altında sürdürülen personel yapılanmasında; vefasızlık yanında, zaman zaman farklı cemaat ve tarikatların, üstünlük sağlama çabalarının yol açtığı sorunlar ve çelişkiler yaşanmaktadır” ifadelerine yer verilmiştir.
Bugün 50 bini aşkın kamu personelinin kamudan uzaklaştırıldığı da göz önüne alındığında, o gün anlatılanlar aynen bugünü yansıtmaktadır.
O günlerde, 15 Temmuz’da darbeye teşebbüs edenlerin Amerika’da yaşayan patronuna ve çevresindekilere, istedikleri kadrolaşmayı yapsınlar diye, Anayasamızın “Hiçbir kişiye, aileye,  zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” hükmünü göz göre göre ihlal eden iktidar ve bu ihlalleri kuzuların sessizliği içinde seyreden muhalefettir.
Bu yapılanmaya göz yumularak, her istedikleri verilerek, devlet kurumları terör örgütüne teslim edilmiştir.
Tarikat yapılanması öyle bir noktaya gelmiştir ki, bugün tutuklu bulunan 2003 yılı kıdem listesinde başarı sıralamasında 281. Sırada bulunan, cemaate  mensup Ramazan Akyürek 81 kişilik 1. Sınıf emniyet müdürleri içine konarak terfi ettirilmiştir.
O önergede “cemaat dayanışması içindeki kadrolaşmak amacıyla yapılan sistemli bir çalışma söz konusudur”,“Tarikat ilişkilerine dayalı olarak oluşturulan  bu Cumhuriyet karşıtı kadrocu cemaat yapılanmasına bir KOD adı verilmiştir” denerek bunlar dile getirilmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu soruşturma önergesinden 2-2.5 yıl öncede, yine bu sorunları kapsayan bir araştırma önergesi vermiş, bu da hasır altı edilmiştir.
Bu soruşturma önergesi ve  ondan önce 1 Mart Tezkeresinin reddi, ulusalcıların okyanus ötesinin isteği ile  Cumhuriyet Halk Partisinden tasfiyelerinin sebebidir. İstenen, gerçekleri ağzına alamayan bir muhalefetti , bu da gerçekleştirildi.
“Elimde belge yoktu onun için FETÖ diyemedim” söylemi artık kimseyi kandırmaya yetmiyor.
Bu nedenle Devlete düşen önemli görevlerden biri , Cumhuriyet Halk Partisi’ni şekillendiren kaset operasyonunun sorumlularını ortaya çıkartmaktır. Çünkü O kaset operasyonu 15 Temmuz darbesinin işaret fişeğidir.  
Sadece Cumhuriyet Halk Partisi değil,  içinde “Fethullahçı” olarak nitelenen unsurları barındıran tüm siyasi partiler “bağırsaklarını” temizlemek zorundadırlar. 

25 Temmuz 2016 Pazartesi

LOZAN


Geçtiğimiz Pazar günü 24 Temmuz’da Lozan Barış Antlaşmasının 93. Yılını kutladık.
Lozan, Çöken ve dağılan bir imparatorluğun küllerinden doğan bir milletin kendisine 1. Dünya savaşı galipleri tarafından dayatılan Sevr antlaşmasını  yırtıp attığı anlaşmanın adıdır. Lozan emperyalizme karşı kazanılan askeri zaferin diplomasi alanında taçlandırılmasıdır.
Lozan müzakereleri tam 8 ay sürmüş, Türk tarafının kayıtsız şartsız bağımsızlık için verdiği mücadele başarıya ulaşmıştır.
Bu başarı emperyalistleri hiç memnun etmediği gibi, bunun öcünü almak için hep çaba sarf etmişler, uygun zaman ve zemin yakalamaya çalışmışlardır.
Bunun ilk dile getirilmesi, açığa vurulması Lozan’daki İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon tarafından İsmet Paşa’ya “Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiç birini alamıyoruz. Vermiyorsunuz. Anlayış göstermiyorsunuz. Memnun değiliz sizden. Ama ne reddederseniz, cebimize saklıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz. Bunları tamir etmek için, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O zaman, bu cebime koyduklarımın her birini birer birer çıkartıp size vereceğim” şeklindeki açıklamasıdır. Lozan’daki Türk diplomasinin başarısını içlerine sindirememişlerdir.
Hatta o tarihte bir İngiliz gazetesi olan New Conventional, bu bağımsızlığın uzun ömürlü olamayacağını yazmak küstahlığını bile göstermiştir.
Bu kin ve hazımsızlık hep devam ede gelmiştir. Türkiye ne zaman bir uluslararası problemle uğraşsa,  emperyalistler daima kendilerine hizmet edecek uşaklar bulmuşlardır. O tarihlerde Şeyh Sait, bugünlerde Fethullah Gülen. Biri o günün süper gücü İngilizlerin uşağı idi diğeri bugünün süper gücü Amerika’nın maşası.
Emperyalistlerin bu ülke üstündeki oyunlarının hedefi, Orta Doğu haritasını yeniden istedikleri gibi çizebilmek için yırtıp attığımız  Sevr’i hayata geçirebilmektir.
Türkiye Kerkük-Musul ile meşgulken, Hatay meselesi ile uğraşırken emperyalistlerin ülke içindeki uşakları da hep ayaklanmalar çıkartmışlardır.
Bugünde yaşanan oyun aynı oyundur.
Geçmişte dirayet sahibi devlet adamları bu ülkeyi yönettikleri için emperyalist uşakları bugün olduğu gibi devleti ele geçirememişlerdi.Zira o gün kıstas bugün olduğu biat değil, liyakatti
Bugün durum çok farklıdır. Son otuz yıldır bu devleti ele geçirme çabası içindeki bir örgüt,  ekonomik gücü olmayan ailelerin çocuklarını elde ederek, o genç dimağları zehirleyerek, emperyalistlerin oyuncağı haline getirerek bu darbe girişimini tezgâhlamışlardır.
Suçlu, ülke çocuklarına gerekli eğitim imkanı sağlayamadığı için, bu çocukları tarikatların, cemaatlerin ağına düşmesine neden olan  son otuz yılın siyasal iktidarlardır.
Bir terör örgütünün, Devlet içinde bu kadar dal budak salması, dış destek olmadan ve içerden himaye görmeden, mümkün değildir.
Nitekim, dışarıdan desteğin, içeriden himayenin varlığı artık gün yüzüne çıkmıştır.
Bu sadece dinci tarikatlar için değil, bölücü terör örgütü içinde böyledir.
Dış destek gören bütün terör örgütlerinin tek hedefi vardır, o da faaliyet gösterdikleri ülkede iç savaş çıkartmaktır.
Gerek Fethullah Gülen terör örgütünün ve gerekse PKK’nın tek derdi ülkede bir iç savaş çıkartıp, bu ülkeyi Irak ve Suriye haline getirmek, böylece emperyalistlerin Orta Doğunun haritası yeniden çizmelerine yardımcı olmaktır.
Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. O gün Lozan’da atılan imza, kendisini Türk olarak kabul edenlerin, onun gücüne inan aydınların ve Atatürk ve arkadaşlarının  el ele vererek attıkları imzadır.
Bugünde, o gün o imzayı atanların çocukları, torunları aynı kararlılıkla  emperyalizme karşı duracak ve bu ülkenin esenliği için, onların yurt içindeki uşaklarını dün olduğu gibi bugünde mahvedeceklerdir.
Son otuz yıldır yaşadıklarımız, Lozan’ın önemini gözler önüne sermiştir. Onun önemini değerini daha çok arttırmıştır.
Lozan bizlere armağan edenleri minnetle ve şükranla anıyoruz.     
 

     



22 Temmuz 2016 Cuma

GENE YANLIŞ


15 Temmuz darbe teşebbüsü, Fettullah Gülen örgütünün  Türk Silahlı Kuvvetler içindeki uzantıları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu kalkışmayı gerçekleştirenler Ergenekon, Balyoz ve diğer soruşturmalarla Türk Silahlı Kuvvetlerinde dürüst, liyakat sahibi subayların tasfiyesi ile boşalan yerlere getirilmiş FETO yandaşı sergüzeştlerdir.
Yani olayların bu noktaya gelmesinin tek sorumlusu, yol ayrımına gelinceye kadar, Fethullah Terör örgütünün her istediğini yapan “ne istedilerse veren” AKP iktidarlarıdır.
Ancak 15 Temmuz kalkışması ile Anayasamızın 120. Maddesinde belirtilen “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde boşalması…..” durumu gerçekleşmiş olduğundan, Hükümet Olağan üstü hal ilan etmiş ve tezkereyi meclise getirmiştir.
Devleti, Cumhuriyeti kuran, bu ülkeye demokrasiyi getiren CHP’nin şimdiki yöneticileri bu tezkereye, sırf muhalefet yapıyor olmuş olmak için “hayır” demişlerdir.
Buna temel gerekçe olarak da 15 Temmuz Akşamı bütün siyasi partilerin darbeye müştereken direndiklerini, bu nedenle OHAL ilanına gerek olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Bir şeyi hatırlatmak isterim, 21-22 Mayıs 1963 de bazı emekli  subayların önderliğinde  ağırlıklı olarak Kara Harp Okulunun katıldığı bir darbe teşebbüsü yaşanmıştı.
Bu teşebbüs, 15 Temmuz kalkışmasından çok daha hafifti, ama  o tarihteki Başbakan İsmet İnönü sıkıyönetim ilan etmişti.
Olağanüstü yönetim tarzı elbette hoş bir şey değildir. Ama ülke yararı bunu gerektiriyorsa günlük siyasi yarar hesabı yapılmaması gerekir. Hele CHP’nin bunu hiç yapmaması gerekir.
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarları, Fethullah Gülen Terör Örgütünün devlet içinde bu kadar palazlanmasının, dal budak salmasının, darbe yapacak hale gelmesinin tek sorumlusudur. “Kandırıldık”,”aldatıldık”,”ahmakmışız” diyerek bu sorumluluktan kurtulamazlar.
Halka anlatılması gereken budur. Mecliste bunun hesabının sorulması gerekirken, tezkere görüşmelerinde bundan tek kelimeyle söz edilmemiştir.
O görüşmeler sırasında;
 -Fethulah Terör Örgütünün 2012 yılında niçin takibi yapılması gereken örgütler listesinden çıkartıldığını.
-Dış temsilciliklere, AKP iktidarı tarafından örgütün okullarına  destek verilmesi talimatının niçin verildiğini?
-Kendi beyanlarıyla sabit olan, örgütün istediği her şeyin verilme sebebinin ne olduğunu sormak,
Örgüt mensuplarının AKP yönetimi döneminde kritik görevlere getirildiğini  vurgulamak niye aklınıza gelmiyor?
Hangi gerekçeyle, ilk andan beri sanki darbecilerin Fethullah Terör örgütünün ordu içindeki uzantıları değilmiş de, bir grup sergüzeştmiş gibi, sadece “darbeciler” tabirini kullanmaya özen gösteriyorsunuz?
Bunu yapmanızın sebebi, parti yönetimindeki, örgütlerdeki bir kısım Fethullah yandaşının rahatsız olmasından çekinmeniz midir?
Demokrasi, özgürlükler diye bağıracaksanız, evvela siz içinizdeki Fethullahcıları temizleyeceksiniz ve kaset operasyonun parti içindeki çok iyi bildiğiniz uzantılarını kamuoyuna açıklayacaksınız.
FETO’nun adını ağzınıza almamanızın sebebi AKP’den kaçacak FETO oyları bize gelir düşüncesi midir?
 Ama onun da yanlış olduğu son iki seçimde belli oldu, o cenahtan oy gelmediği gibi, zaten sizin zannettiğiniz büyüklükte bir oyları da yok.
Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri, kişisel ve parti çıkarlarından önce ülke yararını savunmak zorundadırlar.
1966 Senato seçimlerinden önce İsmet Paşa’ya Diyarbakır’da Nurcuların CHP’yi destekleyeceği haberi gelir, Paşa mitingde çıkar ve Nurculara ağır şekilde saldırır. Bunu niye yaptınız Paşam diyenlere de “Bir fazla Senatörlük için Cumhuriyet’e ihanet etmem” diye cevap verir.
Anladınız mı CHP yöneticisi kardeşlerim.
Darbeler hükümet merkezlerinde, yani başşehirlerde olur, nitekim bu teşebbüsünde merkezi Ankara idi. Siz bu darbe teşebbüsünü telin için bir miting düzenliyorsunuz ama onu da yanlış yerde, AKP’nin peşine takılıp  Ankara yerine İstanbul’da düzenliyorsunuz.



18 Temmuz 2016 Pazartesi

İKİ YÜZLÜ ZAVALLILAR


15 Temmuz faciası insanları tanımamız için çok iyi bir fırsat oldu. Bir kısım siyasetçi,asker ve gazetecinin ne kadar iki yüzlü zavallılar olduğunu gördük.
İktidarı elinde bulunduran, bu ülkeyi 14 yıldır yönetenler, 1980 li yıllardan beri organize olmaya başlamış örgütü, bu ülkede darbe planlayacak  hale siz getirmediniz mi?
Onların bürokraside yer tutmalarına siz imkan vermediniz mi?
Bu namus yoksunu sürü mensupları, yargıyı ele geçirsinler diye yargıdaki bütün dengeleri 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklikleri ile siz bozmadınız mı?
Sırf hukuktan başka  endişesi olmayan yargıçlar azınlıkta kalsınlar diye, sayısal olarak Dünya’da örneği olmayan  yüksek yargı, sizin eseriniz değil mi? 
Bu ülkede yargı yoluyla sivil darbenin önünü açmak için “Uygun savcı arıyoruz” diyen siz değil miydiniz?
Bu ülkenin dürüst vatansever demokrasiye aşık çocukları, düzmece davalarla zindanlara atılırken, ellerinizi ovuşturup, gerdan kırarak “Ben bu davanın savcısıyım” diye siz haykırmıyor muydunuz?
17 Temmuz günü göz altına alınan iki Anayasa Mahkemesi üyesi, kimin tarafından o görevlere atanmışlardı?
Üyelikleri düşürülen HSYK üyeleri hangi sivil darbe operasyonundan sonra o görevlere getirilmişlerdi?
Bugün hakkında soruşturma açılarak açığa alınan binlerce hâkim hangi tarihte bugünkü görevlerine getirilmişlerdi?
Gülen hareketi, sizin tetikçiliğinizi yapar görünerek, aslında kendi yol temizliklerini yaparak kendi liyakatsiz kadrolarına yer açarken dostunuz değil miydi?
Müştereken ele geçirilen devlette birbirinize tahammülünüz kalmayınca, yani devleti paylaşamayınca aranız açıldı ve  birbirinize girdiniz.
Bu arada siz askerler ne yaptınız, pırıl pırıl vatan evlatları düzmece belgelerle kurulmuş  davalarla zindanlara tıkılırken, sessizce seyrettiniz. Hatta, belki de “hak etmediğimiz görevlere geleceğiz”  diye,  bu hukuksuzluğu ellerinizi ovuşturarak seyretmiş bile olabilirsiniz.
Mensubu olduğunuz ordu “terör örgütü”, onun en tepesindeki, gerçek bir demokrat olan komutanınız, düzmece belgelerle “Terör örgütü üyesi olmakla” suçlanırken ses bile çıkartmadınız. Bunu da “hukuka saygının” arkasına sığınarak yaptınız. 
Nitekim hak etmediğiniz görevlere geldiğiniz, FETO’cular en yakınınıza adam yerleştirip darbe planlarken bile bunu fark edemediğinizden anlaşılıyor.
Sade o mu? Bugün bile, size emanet edilmiş, 20 yaşındaki, günahsız Mehmetçiğin İŞİD kafalı şerefsizler tarafından linç edilmesine, dövülmesine, aşağılanmasına bile tepki veremiyorsunuz.
Bu aşağılanmanın, itibarsızlaştırmanın da en çok da PKK’nın işine yarayacağını bilmenize rağmen, tepkisiz kalıyorsunuz.
Rütbesiz erin, onbaşının, çavuşun aldığı emre uymaktan başka yapacağı hiçbir şey olmadığını bile söylemekten acizsiniz.
Ya şimdi televizyon kanallarında, gazete köşelerinde demokrasi havariliği yapan bir grup gazeteci var ki, onlara acımak mı gerekir, yoksa suratlarına tükürmek mi karar vermek hakikaten çok zor.
Allahtan teknoloji çok gelişti de artık basının arşivine ulaşmak çok kolaylaştı.
Bu Ergenekon, Balyoz ve diğer TSK’yı yıpratma, itibarsızlaştırma davaları için bunların neler söyleyip yazdıklarına ulaşmak artık çok kolay.
Askeri, aydını, kendi meslektaşları zindanlarda işkence çekerken, ölüme tahliye olurken, o insanlara lanet okuyan, darbecilikle suçlayan bu zavallılar, onların söylemiyle “ Hoca efendi Hazretlerine” ve Kaçak Saray’da oturan zata uşaklık etmek yarışında idiler.
Şimdi bunları televizyon ekranlarında, köşe yazılarında demokrasi nutku atarken görmek, okumak inanın insanın midesini bulandırıyor.
Demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne saygı,bağlılık, bu kurumlara kimin tarafından gelirse gelsin, ister eli silahlı birkaç serdengeçtiden, ister meşru yollardan iktidara geldikten sonra sivil darbe yapma hevesinde olanlardan gelsin, karşı çıkmakla olur.
Şimdi demokrasi havarisi kesilen, dünün işbirlikçisi yardakçıları, sizler iki yüzlü zavallılar, artık bir özeleştiri yapın,  darbeci olmakla suçladığınız insanlardan  ve bu milletten özür dileyin.     

  







15 Temmuz 2016 Cuma

DEMOKRASİYİ SAVUNMAK


Demokratik hukuk devletinde insanlar güven ve mutluluk içinde yaşamak isterler.
Bunu sağlayan ise iktidarların, anayasa ve anayasalar üstü  hukuk kurallarına bağlılığıdır.
Tayyip Erdoğan ve onun güdümündeki siyasi iktidar Anayasayı açıkça çiğnemektedir.
Bizim Anayasamıza göre kuvvetler ayrılığı prensibi geçerlidir. Yasama, yürütme ve yargı birbirlerinden bağımsızdırlar.
Parlamenter rejimlerde iktidarı oluşturan parti veya partiler yasama meclislerinde çoğunluğu sağladıklarından, yasama, yürütmenin güdümündedir.
Bu nedenle kişi özgürlüğü bakımından en büyük güvence yargı bağımsızlığıdır. Eğer bir ülkede gerçekten bağımsız bir yargı varsa, kişi güven içindedir.
Ama eğer yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılırsa  artık iktidarı, keyfilikten ve zorbalıktan alıkoyacak demokratik bir güç kalmaz.
Tayyip Erdoğan ve güdümündeki hükümet, yasamaya da egemen olduğu için yargı bağımsızlığını da ortadan kaldıracak, yargıyı da doğrudan kendine bağlayacak  yasal düzenlemeleri yapma yolundadır.
Bunu yaparken de, düne kadar bütün hukuksuzlukları beraberce yaptıkları, “Paralel Devlet” ile mücadele ediyoruz, söyleminin arkasına sığınmaktadırlar.
Bugün yargıda, bürokraside “Paralel Devlet” yapılanması var ise bu AKP iktidarının buna destek vermesi  sayesinde olmuştur.
12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile yargı ile oynanmış ve yargı bugün şikayetçi oldukları noktaya getirilmiştir.
Sırf Yüksek yargıya egemen olabilmek için bir anda Yargıtay ve Danıştay da ki üye sayısını şişirdiler.
Şimdi de kendi elleri ile Yüksek Yargıya üye yaptıkları “Paralel Devlet” yapısının üyeleri olduğunu iddia ettikleri,  üyelerin üyeliğini anayasaya aykırı yöntemlerle düşürmeye çalışmaktadırlar.
Bu hukuksuzluğa yüksek yargıdan çok çılız ve çok geç kalmış bir tepki geldi.
“Ses çıkartmazsam bana dokunmazlar” düşüncesinde olan ve  Yüksek Yargıç sıfatı taşıyan bu şahısları gördükten sonra, onlar   buna layıkmış diye düşünmemek elde  değil.
Ama tam aksine davranan, bu onurlu mesleğe layık  yargıçlar bu ülke de hep oldu.
Dönem tek parti dönemi, büyük hukuk devrimcisi Mahmut Esat Bozkurt Adalet Bakanı olarak Afyon’a gider. Bir  Hakim kendisini karşılamaya gelmez.
Bugün olduğu gibi, o günde yardakçılar vardır ve O, onurlu hakimi Mahmut Esat’a ispiyonlarlar.
Büyük hukukçu, ispiyoncuya kızar “Hakim kimsenin ayağına gitmez,ben hakimin ayağına giderim” diyerek kendisini karşılamaya gelmeyen hakimi ziyarete gider.
Nerede öyle hakim, nere de öyle siyasetçi.
Bu ülkenin, kralın elini öpmeye giden değil, kralı ayağına getiren hâkime ihtiyacı var. Böylesi kaldı mı şimdi onu, “zorunlu” kaçak saray çağrısında  göreceğiz.
Bugünkülerin bu tepkisizlikleri nedeniyle, başkanları “çay toplatmaya” da götürülür, Cübbeleriyle kaçak saraya da çağrılırlar.
 Burada “Davet” kelimesini bilerek kullanmadım. Davet kişiliğine saygı duyulanlara yapılır, emrindeki kişiler ve kişiliğine önem verilmeyen insanlar sadece çağrılırlar.
Yargının siyasi iktidarın emrine girmesi aslında vatandaşın “hukuk güvenliğinin” ortadan kalkmasıdır.
Zira hukuk güvenliğini sağlayan “hakim güvencesi” yargıç sınıfına tanınan bir lütuf, bir imtiyaz değil, vatandaşın hukuk güvenliğinin teminatıdır.
Hukuk güvenliğinin ortadan kalkması, iktidarı keyfiliğe ve zorbalığa yönlendirecektir.
Keyfiliğe ve zorbalığa sapılması, yalnız bir azınlığın  zora başvurarak darbeyle  devlet gücünü ele geçirmesiyle olmaz, aynı zamanda demokratik yol ve vasıtalarla iktidara gelenler, sonradan yasama ve yürütme de açık yahut gizli bir darbe ile VEYA HUKUA AYKIRI YASALARIN YARDIMI İLE BİR MÜSTEBİTE DÖNÜŞEBİLİRLER. Yani anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruiyetlerini kaybedebilirler.
İşte bu durumda, demokrasiye özümsemiş insanların demokrasiyi, hukuka uygun yol ve vasıtalarla  savunması, hukuku alenen çiğneyene karşı direnmesi hem hakkı ve hem de görevidir.
Demokrasiyi savunmak, onu yok etmeye çalışana karşı direnmek, hukuka uygun davranmasını sağlamaktır.

  
        

   

11 Temmuz 2016 Pazartesi

İHANET OLUR


Önce Tayyip Erdoğan ve ardından da hükümet kanadından yapılan açıklamalarla iç savaş nedeniyle ülkelerinden kaçarak Türkiye’ye sığınan ve sığınmacı statüsüne sahip Suriyeli “kardeşlerimize”  vatandaşlık hakları verileceğine yönelik açıklamalar yapıldı.
  Önce böyle kardeşlik nutukları atılırken, bu “kardeş” diye nitelenen insanların “kardeşlikten” ne anladıklarına bakmak lazım.
Milliyetçi Araplar için kardeş, sadece Araplardır.
Dinci Araplar ise “kardeşlikten”, yalnız İslam kardeşliğini anlarlar.
Bu nedenlerle Arap Devletleri ve onların yöneticileri resmi jargonda hiçbir zaman  Türklerden “kardeş” diye söz etmezler.
Arapların günlük konuşmalarında Türklerden “kardeş” diye söz etmelerinin hiçbir samimi değeri yoktur.
Zira; Araplar geri kalmışlıklarının yegane sebebi olarak, 400 yıl Osmanlı yönetiminde yaşamış olmayı gösterirler. Kendilerinde kusur aramazlar.
Kabahatli olarak Osmanlıyı bulunca, dağılan Osmanlı imparatorluğunun Anadolu’da kalan kısmı ile, Araplarda kalan kısmı arasında son yüzyılda her bakımdan oluşan büyük farkın neden meydana geldiğini araştırmazlar.
Bu farkın, son yüzyılın en büyük devlet adamının Cumhuriyeti kurarken, emperyalistlerle savaştığını  ama kendilerinin ise aynı emperyalistlerin kucağına oturduklarını akıllarına getirmezler.
Kafa böyle olunca da Türklere samimi olarak kardeş demeleri mümkün değildir.
Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilmesi, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi yozlaştırmak için bugüne kadar  hayata geçirdiği, “Türbana serbestlik, yargının kendisine bağlanması, eğitimde 4+4+4 “ gibi projeleriyle kıyaslanmayacak derecede vahimdir.
Bu, iktidar sahipleri eliyle Türkiye’yi Araplaştırma projesidir.
Basına yansıyan değerlendirmelere baktığımız zaman, bu tehlikeyi Baykal dışında  tespit edebilenlere rastlamadım.
Değerlendirmeler ağırlıklı olarak, Tayyip Erdoğan’ın “siyasi fırsatçılık” yaparak üç milyon yeni seçmen kazanma çabasında olduğu yönünde.
Bu da bir amaç olabilir, ama asıl gaye Cumhuriyetin çağdaş bir ülke yaptığı Türkiye’yi Araplaştırmadır.
İslam coğrafyasını biraz incelemiş olanlar bilirler ki, Mezapotamya’nın, Kuzey Afrika’nın Arap olmayan halklarını Araplaştırmak dil ve din yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Araplarla teması olanlar, Atatürk devrimleri arasında Arapların ve onların yurt içindeki yardakçılarının en sevmediği devrimin harf devrimi olduğunu bilirler.
Zira; harf devrimi, Anadolu aydınlanmasının temelini oluşturan kültür ve dil devriminin önünü açarak, Anadolu’nun da aynı yollardan Araplaşmasının önüne set çekmiştir.
Onun için bu ülkede ki cahil yobazlar, sanki Osmanlı’da okur yazarlık oranı çok yüksekmiş gibi, bir gecede “cahil” bırakıldık demektedirler.
Suriyelilere vatandaşlık verilmesi uygulamasının önüne geçilmez ise, kendi elimizle Türkiye’de büyük bir “Arap Azınlık” yaratmış olacağız.
Bu Türkiye’nin etnik azınlıklara bölünmesinden büyük keyif alacak batının da ekmeğine yağ sürecektir.
Lozan’da başaramadıkları “Müslüman Azınlığı” içerdeki numaralı Cumhuriyetçi yardakçıları sayesinde de dile getirteceklerdir.
Bu çok tehlikeli gelişme karşısında Türk halkı bilinçlendirilmeli ve bu tehlikeli gidişe demokratik yollarla engel olunmalıdır.
Tabii bu görev Muhalefet Partilerine düşmektedir, ama oradan da bu olaya bu noktadan bakarak bir tepki gelmemiştir.
Bir tek bu vahim gidişi ve tehlikeyi sezen Deniz Baykal “ Suriyelilere  Vatandaşlık Verilmesi” projesine karşı çıktıktan sonra yukarıda işaret ettiğimiz tehlikeyi “….Yardımlaşma, dayanışma evet; ama Türkiye, Türkiye olarak kalmaya devam etmelidir”  diyerek işaret etmiştir.
İşin püf noktası budur. Laf ebeliği yaparak işin özünü kaçırmamak gerekir. Milyonlarca Suriyelinin Türk vatandaşı yapılması, Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkartma projesidir.
Cumhuriyetin kazanımlarını yok etme, Anadolu’nun Araplaştırılması” hedefine geri dönme projesidir. Bu laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti için çok tehlikeli, bir hamledir.
Bu hamle, kuşkusuz, laik, demokratik Cumhuriyetinin bu coğrafya da bulunmasından büyük rahatsızlık duyan Suudi Arabistan ve körfezin diğer dinci ülke ve çevrelerden destek görecektir.
Bu düşüncenin hayata geçirilmesi, Türkiye’ye  İHANET OLUR.
  


1 Temmuz 2016 Cuma

NE ZAMAN KURTULACAĞIZ


Terör, 28 Haziran gecesi, bu kez İstanbul Atatürk Havalimanında vurdu. Onlarca ölü.
İster PKK  ister İŞİD terörü, gün geçmiyor ki, şehit haberi gelmesin. Bu terörün sorumlusu kim?
1 yılda 17 katliam yaşanmış yüzlerce günahsız can gitmiş.
Uygar bir ülkede böyle bir olaydan sonra bazı siyasilerin ve bürokratların istifa etmesi gerekir değil mi?
Bizde başarısızlıkta istifa kurumu çalışmaz. Ne siyasisi ne bürokratı, bunu aklından bile geçirmez.
Ama hemen yayın yasağı getirmeyi, interneti yavaşlatmayı hiç ihmal etmezler.
Ondan sonra hamasi nutuklar başlar. “Dökülen kanlar yerde kalmayacak”, “Sabrımızı sınamasınlar”, “Güvenlik zafiyeti yok!” Adam kaleşnikofla havalimanına geldiği gibi dış hatlar terminal binasının kapısında insanları taramış, sonrada kendini patlatmış, bir kişide değil, üç kişi, ama Allahtan güvenlik zafiyeti yokmuş.
Güvenlik zafiyetinin olduğu hangi şartın gerçekleşmesi ile kabul edilecek bir de onu anlatsalar.
Atatürk Havalimanındaki saldırıyı gerçekleştiren İŞİD, ne hikmetse ne Suudi Arabistan’da, ne Katar’da ve ne de körfez ülkelerinde böyle bir saldırı gerçekleştirmiyor.
Niye acaba? Bu örgütün, yani “kızgın çocukların”  finansını bu ülkeler mi sağlıyor.
Esad ile ilişkini, aslında ABD öyle istedi diye kesmene rağmen, etrafa insan haklarını ihlal ediyor o nedenle ilişkimizi kesiyoruz demiştin.
Terör de bir insan hakkı ihlalidir, terörün bu finansörleri ile ilişkini niye kesmiyorsun, bak bunlar senin ülkende katliam yapılmasının finansını sağlıyorlar.
Hadi kes ilişkini, kessene, kesemezsin. Midenden bağlısın çünkü.
Adam seni İstanbul’ da kaldığı otel odasına, ayağına getirdi. Bu milletin onuru ile oynattın. Bu seni hiç rahatsız etmedi.
Adam Ermenistan’da anıta gider ama Anıtkabir’e gitmez, senin de çıtın bile çıkmaz/çıkamaz. Atatürk’e aklınca saygısızlık ettiğini düşünüp bundan zevk bile alırsın.
Yalakaların, bu katliama da kendilerince   hemen bir yalan bulurlar ve buldular da, “Efendim İŞİD bunu Rusya ile aramızdaki yumuşamaya kızdığı için yapmış.”
Aferin, milletin aklıyla alay etmeye devam edin.
Bu kadar yalağın olduğu bir ülkede, birisi de çıkıp, sorumlular istifa etsin demeyi akıl etmiyor, akıl edenlerde ümidi kestiği için ağzına almıyor.
Düşünebiliyor musunuz, İstanbul’da katliam yaşanıyor, Meclis, aynı gün,aynı saatlerde Sarayın Yargıtay’ını, Saray’ın Danıştay’ını yangından mal kaçırır gibi kurma çabasında, yani orada da tam bir hukuk katliamı yaşanıyor.
Ankara’da TBMM’de hukuk katliamı, İstanbul’da Atatürk Havalimanında insan katliamı, ikisinin de sorumlusu AKP iktidarı.
Ama korku dağları beklemeye başladı, bütün bu hukuku yok etme operasyonunun nedeni, kendini güvenceye almak. Hangi anayasal, yasal düzenlemeyi yaparsan yap, hesap vereceksin.
Yaptıkların nedeniyle hesap vermen yarına kalabilir, ama bil ki yanına kalmayacak.
Yabancı basın ölü sayısını ve hem de İstanbul Valisine dayanarak  36 diye verdiği anlarda, ülkenin Adalet Bakanı TBMM Genel Kurulunda ölü sayısını 10 diye açıklıyordu.
Hakikaten bu millet çok saygılı, kuzu gibi, onlarca insan ölmüş, yüzden fazlası yaralı, kendini Başbakan zanneden emir kulu hastanede yaralıları ziyaret ediyor, bir kişi de çıkıp “Efendi sen hangi yüzle buraya geliyorsun, benim can güvenliğimi sağlamak senin görevin değil mi?” demiyor.
Kendini Başbakan zanneden zat, kaç masum öldükten sonra istifayı düşünecek acaba? Ulaştırma Bakanı iken “Hızlı Tren” faciasından sonra da aynı pişkinlikle, yüzü bile kızarmadan makamında oturmuştu.
Siz, İçişleri Bakanını, MİT Müsteşarını, Emniyet Genel Müdürünü hiç bu arada ortalarda gördünüz mü?
Bu ülkede katliam olduğu zaman ortaya çıkıp halka hesap vermesi gerekenler bunlar değil mi?
Onlar da, ama onlar şimdi araziye uyup hedef küçültüyorlar.
İki güne kalmaz bu katliam da unutulur, hayat devam eder. Ölen, öldüğüyle, sakat kalan sakat kaldığı ile kalır, demokratik yollardan milletçe hesap sormasını öğrenemediğimiz, bu hesap sorma işlemini bizim yerimize başkalarının yapmasını beklemediğimiz zaman, yani bizim yerimize birilerinin bir şey yapmasını beklemekten vazgeçtiğimiz zaman kurtulacağız.