25 Haziran 2019 Salı

İMAMOĞLU’NUN BAŞARISININ SIRRI



İmamoğlu 23 Haziran seçimlerinden de yine ve bu defa hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek bir farkla, 800 bin oy farkla çıktı. Bu başarının nedenleri arasında AKP’nin  hem ekonomik başarısızlığı, hem tek adam rejiminin çökmesi  ve hem de karşısında beklemediği kadar ülkesini ve içinden çıktığı toplumu iyi tanıyan bir Atatürkçü ile karşılaşacağını öngörememesi vardır.
AKP iktidarı, Atatürkçülüğü kendi çıkarları için bir engel sayan batının yarattığı maceracı bir projedir.
İsmet Paşa’nın deyişiyle “ Zaman zaman maceracılar da başarılı olurlar, ama bu başarı onların maceracı olma özelliklerini ortadan kaldırmaz.”
Emperyalizmin dışarıdaki ve içerideki uşaklarının bütün çabası Türkiye’de “Atatürkçülüğü, dolayısıyla bütünleşmeyi” silmeye, ülkeyi bölmeye yöneliktir.
İmamoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin yıllardır yaptığının aksine recep Tayyip Erdoğan karşıtlığına kilitlenmiş sadece laf söylemeye dayanan kolaycı tarzı benimsemedi. Çok çalıştı. Her etnik, mezhepsel ve sınıfsal kesime ulaştı. Özellikle kadınlara, gençlere yeni sözler söyledi. Somut projeler üretti ve bunları geniş kitleleri ikna edici şekilde anlattı. Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin Türkiye’nin çağdaş ezici çoğunluğunun çok ağrına giden tutumundan ayrılarak, her konuşmasında Atatürk’e ve ilkelerine kuvvetli vurgular yaptı.
Bunun karşılığında da alanlardan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” cevabını aldı.
Atatürkçülüğün temeli toplumsal dayanışmaya dayanır. Hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan, ama bu arada hiç kimseyi de ötekileştirmeyen bir düşünce sistemidir.
Nitekim, ülkenin kurtuluş ve kuruluş dönemine bakarsanız, büyük deha ve takipçileri, silah arkadaşları, Kurtuluş Savaşını tek bir sınıfa  ya da gruba dayalı değil, toplumun tüm sınıf  ve gruplarını içine alan bir ittifak nedeniyle kazanmışlardı.
Seçime giderken, İmamoğlu hiçbir etnik tarif yapmadan, sınıf sözcüğü sarf etmeden nasıl birleştirici, kimseyi ötekileştirmeyen bir tutum ile, herkesi, her grubu  kucaklamışsa, iktidar sahipleri de tam aksine  aynen 1946 seçimleri arifesinde,  ayrıştırıcı bir dil kullanan o günün siyasi aktörleri gibi, toplumu oy uğruna bölmeye çalıştılar.
İmralı canisi, bebek katili AKP’nin İstanbul seçimlerini kaybetmesini önler mi diye; siyaset sahnesine, terör örgütü propagandası yaptırmak pahasına, AKP iktidarı tarafından dahil edildi. Mektubu devlet televizyonunda okutuldu.
Bu eylem, yani mektubun yayınlanması, teröristi devlet televizyonu ekranlarına çıkartma eylemi,  terör örgütü propagandası yapmak suçunu oluşturur. Bu suçun takibi şikayete de bağlı değildir. Mektubu Anadolu Ajansı yayınladığına göre Ankara C. Savcılığının resen soruşturma başlatması gerekir.
Bu davranış suç olmakla beraber,   AKP artık halk indinde bütün inandırıcılığını da yitirdi. Dün katil dediğine bugün kucak açtı. Bunu yaparken legal bir partiyi terörist ilan etti, ama gerçek teröristten yardım umdu ve bunu terör örgütünün propagandasını yaparak gerçekleştirdi.
Bunu yaparken de Kürt kökenli vatandaşlarımızın aklıyla alay etti. 
Türk siyasi yaşamında son 30-40 yıldır İstanbul seçimleri çok önemli hale gelmiştir. Bu seçim döneminde de AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi, İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder, çıkartmasından hareket ederek,  ne yapacaklarını şaşırdılar; AKP’nin/Tayyip Erdoğan’ın bu durumu insana T.S Elliot’un ünlü görüşü  İnsan gerçeğe fazla tahammül edemez” cümlesini anımsatıyor, İstanbul’un kaybedildiğini anlayınca artık ne yapacaklarını şaşırdılar. Gerçeğe tahammül edemez hale geldiler.
İmamoğlu şuana kadar ki söylemlerinde, sadece İstanbul için değil tüm bu ülke için tek çıkış yolunun, ayırımsız bu coğrafyada yaşayan tüm insanları, mezhebine, etnik kökenine bakmaksızın kucaklamak olan ulusalcı birliktelik olduğunu kavramış görünüyor.
Şimdi İmamoğlu’nun karşısında kurulan bu cephede kimler var, bölücüler var, Türkiye’de kökten dinci bir düzen getirmek isteyenler var, Atatürkçü düşünceye savaş açan çevreler var, yani batı emperyalizminin aynen dün olduğu gibi bugünde yurt içindeki uşakları var.




   









21 Haziran 2019 Cuma

GÖRÜNEN KÖY KILAVUZ İSTEMEZ.



Saygı değer sosyolog Profesör Dr Emre Kongar, Cumhuriyet Gazetesinde 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarını inceleyip değerlendirdiği  yazı dizisinin bir yerinde 17 yıl içinde AKP’nin yapacaklarını dört madde halinde tek tek saymış.
1- Adalet ve Üniversite dahil, tüm devlette “kadrolaşacak”
Tayyip Erdoğan önünde olmayan düğmelerini iliklemeye çalışan, onunla “Çay Toplamaya” giden yüksek mahkeme başkanlarından, talimatla karar veren yargı hakikaten oluşturuldu.
Ben burada olduğum müddetçe hapisten çıkamaz denen Papaz, Türk asıllı Alman gazeteci bir baktık ki bir gecede hapisten çıkmak ne denmek vatandaşı oldukları ülkelere uçmuşlar. Zira Merkel ve Trump böyle istemişti.
Kendisine sorarsanız yargı bizde bağımsız.
2- Kendine “bağımlı bir sermaye” yaratmaya çalışacak. Bu bağlamda  hem yeşil sermayeye hem de Anadolu sermayesinin bazı gruplarına destek verecek, bunları güçlendirmeye çalışacak; yani ahbap çavuş kapitalizmi uygulanacak demişti. Aynen de böyle oldu, Anadolu kaplanları denen işadamı grubuyla dinci sermayenin AKP İktidarında olmaması gerektiği  şekilde himaye edilerek ne kadar geliştiği, hatta sınıf atladıkları ortada.
Bakın bu sermaye grupları mensuplarının nasıl bir sınıf atlama çabası içinde olduklarını giyimlerinden kuşamlarından kullandıkları binek arabalarından görmek mümkündür.
Bu sınıf atlayan grup kendi çocuklarını yabancı dil eğitimi veren Kolejlerde yabancı okullarda okuturken, fakir fukaranın çocuklarına da İmam Hatipleri layık görüyorlar.
Bunlardan biraz daha uyanık olanları, kızlarını ve gelinlerini doğumlarını yapmak üzere iken ileride vatandaşlık kapmada kolaylık olsun diye ABD’ye gönderiyorlar.
3- Milli Eğitimde ve medyada “Dinci Çizgi” yi egemen kılacak ve bu yolla Türkiye’nin geleceğini etkilemeye çalışacak,
Aynen de böyle oldu. Laik eğitimden vaz geçilip, “Dindar ve Kindar” bir nesil yaratmak için İmam Hatipler çok yaygınlaştırıldı. 4-5 yaşındaki çocuklara Kuran Kursları açılıyor.
Medya deseniz içler acısı bir durumda, normal gazetecilik yapan medya kuruluşu sayısı bir veya iki tane zor bulunur hale geldi. Bazı günler iktidar yalakası gazetelerin başlıkları bile aynı çıkıyor.
AKP iktidarı bunu çok yanlış yaptı. 2002 de iktidara geldiklerinde sosyal medya bu kadar yaygın ve etkili değildi. Bugün sosyal medya çok yaygın ve etkin bir hale geldi.
35-40 yaş altı nüfus artık anladığımız anlamda TV seyretmiyor gazete okumuyor. İstediği  yazarı sosyal medya üzerinden takip ediyor. Youtup üzerinden yayın yapan görsel yayınlar incelenirse izlenme sayıları 100.000lerin çok üzerinde ve her geçen günde bu sayı artıyor.
4-Yukarıda belirttiğimiz üç amacın gerçekleşmesi için “Kalkınma”, “gelişme”, “canlanma”,”büyüme” adları altında ekonomiye para pompalayacak ve ekonomik dengeleri yeniden alt üst edecekler demiş ünlü Sosyolog.
İlk üç maddenin gerçekleşebilmesi için gerekli finans dünya da sıcak para bol ve ucuzken ilk üç madde finanse edilebildi. Şimdi deniz bitti kara göründü. Gemi karaya ha oturdu ha oturacak.
Türkiye bu filmi bundan önce de görmüştü. 1950, 1965 ve 1983 de tek başına iktidara gelip, ne oldum delisi olan iktidarların sonu hep hüsran oldu.
Elbette iktidarlar gelir giderler, bu demokrasinin doğal bir sonucudur ama savurganlığın bedelini halk çok ağır öder.Aynen bugün ödemeye başladığımız gibi,Türkiye gibi bir tarım ülkesinde emekli Pazar yerinde hurda yiyecek toplamaya başlamışsa iş vahimdir. Çanlar sadece iktidar sahipleri için değil, hepimiz için çalmaktadır.
Toplum geçmişte çekilen acıları hatırlamaz, yapılan hataları değerlendiremezse aynı acıları çekmeye mahkumdur.Tarihi doğru okuyamayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar.


18 Haziran 2019 Salı

“ÇÖMEZ DEVLET”



Cumhuriyetle sorunu olanlar tabii bu nedenle Cumhuriyeti kuranlarla sorunu olanlar, zaman zaman ortamı da müsait buldukça, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucularına saldırmayı adet haline getirdiler.
Atatürk ve İsmet Paşaya hadlerini de aşarak “iki ayyaş” ,  Cumhuriyetin kuruluş yıllarını küçümsemek için de “Çömez Devlet” dediler.
Tabii aslında bu sözleri ve söyleyenleri ciddiye alıp tartışmak bile abes olur ama okumaktan hoşlanmayan bir toplum haline getirildiğimizden yazmak zorunda kaldım.
Bugünlerde Atatürk ile ilgili çok kitap yazıldı, elbette hepsi de bir emeğin ve göz nurunun sonucu ama Siyaset adamı ve gazeteci Uluç Gürkan’ın “ATATÜRK’ÜN İZİNDE TÜRKİYE DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEKTİR” isimli kitabı yeni kuşaklar için tam bir başucu kitabı.
Atatürk’ün en büyük başarısı Balkan Savaşından başlayarak 1. Dünya Harbi sonrası, yorgun ve bitap düşmüş,  Sevr antlaşması ile de dağıtılmış, silahlarına el konulmuş bir ordudan, Milletin ordusunu yaratıp, onu milletin Meclisine, Türkiye Büyük Millet Meclisine yönettirmiş olmasıdır.
  Savaş meydanlarında yetişmiş, arkasında büyük askeri başarılar olan  bir lider,  bir deha, düşünebiliyor musunuz, Genel Kurmay Başkanı’nı Türkiye Büyük Millet Meclisine seçtiriyor.
Bu, bir savaşın kazanılabilmesi için bir ordunun arkasında  güçlü bir siyasi iradenin olması gerektiğine inanmasındandır.
Sivas ve Erzurum kongrelerinden sonra toplanan 1. Meclis o yapısıyla, bir askeri zaferin, askeri başarının eseri değildir; tam aksine, askeri zafer,Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin eseridir. Büyük Millet Meclisinden önce ne bir devlet, ne bir Cumhuriyet ne de bir ordu vardı. Devleti de, Cumhuriyeti de,  orduyu da  Büyük Millet Meclisi kurmuştur.
   Tarihte, parlamenter sisteme ve ulusal iradeye saygının ve inancın bu kadar iler ve içtenlikli bir örneği yoktur.
Osmanlı’nın “hasta adamı” Atatürk döneminde  çok kısa bir sürede henüz Cumhuriyetin onuncu yılını dahi tamamlamamışken, etkin bir dünya devleti olarak kabul görüyordu.
Nitekim, o dönemim Birleşmiş Milletleri olan  Milletler Cemiyeti “ Cemiyet-i akvam” Türkiye’nin başvurusu olmadığı halde, 6 Temmuz 1932 tarihli olağanüstü toplantısında, o güne kadar olmamımış bir şey yaparak Türkiye’yi üyeliğe davet kararı almıştır.
Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne kendisi başvurmadığı halde, davetle, üye yapılmış olan ilk ve tek ülkedir.
Bu durum, daha onuncu yılını doldurmamış bir devletin nasıl dünya da saygın bir devlet haline geldiğini göstergesidir.
Dünya da saygın devlet, saygın lider/devlet adamı olmanın yöntemi “Ey Amerika”, “Ey Almanya” demekle olunmuyor.
Lider kadroların Dünya’da saygı uyandıran tutum ve davranışlarıyla olunuyor. Bu nedenle Cumhuriyet Türkiye’si, kuruluş aşamasında bazılarının tarihi bilmemelerinden  ötürü söyledikleri gibi “Çömez Devlet” değil saygın bir devlet olarak, uluslararası kuruluşa, üye olması o uluslararası kuruluşun talebini Türkiye Cumhuriyeti’nin kabulü ile gerçekleşmiş bir üyeliktir.
Uluslararası bir kuruluş olan Milletler Cemiyeti’nin kurucu, öncü devletleri olan Amerika ve İngiltere bırakın Türkiye’yi bir dünya devleti olarak kabul etmeyi, Türkiye’nin bağımsız devlet olarak kurulmasına bile karşıydılar. Onların gerçek iradesi, Türkleri Anadolu’dan sürüp atıp, bugün bize vatan diye armağan edilen Anadolu topraklarını Hıristiyanlaştırmak istiyorlardı. İşte o birilerinin “Çömez Devlet” diye aşağılamaya çalıştığı devlet bu düşüncedeki emperyalistleri Lozan da masaya oturtmuş, eşitler arasındaki saygın  yerini almıştır.
Bizlere düşen görev bunu sağlayanların aziz hatıraları önünde saygıyla ve minnetle eğilmektir.                                                                                                                                                                                                                                           


14 Haziran 2019 Cuma

YARGIYA GÜVEN SARSILIRSA


Türkiye de yargıya güven totaliterleşme eğilimindeki iktidarlar döneminde hep dibe vurmuştur.
Bugün Türkiye’de yargıya güven maalesef % 20 ‘lere düşmüştür. Bu benim kişisel kanım değil Türkiye Barolar Birliği Başkanının 2018-2019 Adli Yıl açılışında yaptığı basın toplantısında  Yargıtay Başkanı’na atfen belirttiği orandır.
Bu durum AKP iktidarının yargıyı ele geçirme operasyonu yapmasından sonra oluşmuştur.
Bir ülke halkının yüzde sekseni adil olarak yargılanmayacağını düşünüyorsa, başta iktidar partisi mensupları olmak üzere tüm siyasetçilerin ve hukukçuların olayı çok ciddiyetle düşünmeye başlaması gerekmektedir.
Özellikle de  AKP’nin bu oran üstünde çok düşünmesi gerekir. Zira muhalefetin oy oranları toplamı bu % 80’nin çok altında, durum böyle olunca, AKP’ye oy verenlerin önemli bir kısmının bile yargıya güven duymadığı ortaya çıkmaktadır.
İktidar sahipleri, bugün için bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargıdan mutlu olabilirler.
Hatta öç alma duygusuyla kendilerine muhalefet eden düşünce adamını, gazeteciyi, siyasetçiyi, yargı eli ile zindana tıkabilirler. Bunun toplumda yarattığı korku ile, kişiler fikirlerini açıklamaktan korkup susabilirler.
Ancak, unutmamak gerekir ki bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş yargı, yarın bir iktidar değişikliğinde yeni patronlarının nam ve hesabına yargılama yaparlar.
Şimdi başlarını ellerinin arasına alıp düşünmesi gerekenler, yargı mensuplarının ta kendileridir.
Unutulmasın ki, bu ülkede siyasi iktidarı rahatsız edebilecek bir soruşturma yürüten Cumhuriyet Savcısının odası bir başka savcı tarafından basıldı ve yargılandı, ama devran döndü savcı odası basan savcı yargılanıp mahkum edildi.
Devrin Başbakanının orduya kumpas kurduğu için zırhlı araç tahsis ettiği savcı bugün yurt dışında kaçak olarak yaşıyor.
Kumpas davalarında bu ordunun kahraman subaylarını, komutanlarını mahkum eden yargıçlar bugün yaptıkları hukuki ahlaksızlıktan dolayı cezaevlerindeler.
Geçmişte o savcıların yargıçların sırtını sıvazlayan siyasiler bugün ortada yoklar, yani dün kullandıkları insanları bugün kaderleriyle baş başa bıraktılar.
Bu nedenle bugünde aynı şekilde iktidara yaranmak çabasında olan savcılar, yargıçlar bugünkü hamileriniz yarın sizleri de kaderlerinizle baş başa bırakırlar.
Onun için siz siz olun hiçbir siyasal iktidarın adamı olmayın, sadece bağımsız ve tarafsız yargı yaratıp onun adamı olun.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları ancak kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanmasıyla hayata geçirilebilir. Anayasa değişikliği sonrasında gelen yeni yönetim sistemi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve yargı bağımsızlığının sağlanmasını daha da önemli hale getirmiştir. Bu husus, Cumhurbaşkanı ile Çay toplamayı içine sindirebilen Yargıtay Başkanın tarafından bile adli yıl açış konuşmasında da açıkça ifade edilmiştir.
Yargıya duyulan güvenin yüzde 20’ler seviyesine düşmüş olması, ülkemizin ve milletimizin yaşamsal menfaatleri açısından açık ve yakın bir tehlikeye işaret etmektedir.
Bu nedenle yargı reformu Saray’da değil Türkiye Büyük Millet Meclisinde gerçekleştirilir.
Kürsüde siyaset yapan hâkim ve savcı demokrasi için en büyük tehdittir. Siyasetin yönlendirmesine açık hâkim ve savcı da kişi hak ve hürriyetlerine yönelik en büyük tehdittir. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı eskiden olduğu gibi anayasada güvence altına alınmalıdır Bu durumu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dikkatine sunmak bir görevdir. O nedenle bağımsız ve tarafsız yargı tesis edilmeden “Yargı Reformu” sadece kağıt üzerine yazılmış güzel, ama eksik bir lise öğrencisi kompozisyonundan öteye gitmez. 

11 Haziran 2019 Salı

AYILARLA YATAĞA GİRMEK




ABD Savunma Bakan vekili Patrick Shanahan'ın Bakan Akar'da gönderdiği 6 Haziran 2019 tarihli mektupta şu hususların altı çiziliyor:
ABD iki ülke arasındaki diyaloğa ve stratejik ortaklığa büyük değer vermektedir;
Türkiye'nin S-400'ler konusunda eğitim için Rusya'ya personel göndermiş olduğunu öğrenmek bizim için hayal kırıklığı olmuştur;
Türkiye S-400 sistemini satın alması halinde, iki ülke, Türkiye'nin F-35 programına katılımını sonlandırmak için bir plan geliştirmelidir;
Türkiye S-400 sistemini teslim alması durumunda F-35 uçakları Türkiye'ye verilmeyecektir;
Türkiye'nin F-35 programına katılımını 31 Temmuz tarihine kadar askıya alacak bazı eylemlerde bulunacaktır. Bu çerçevede, halen eğitim gören Türk personelin bazılarının bu eğitimi  31 Temmuz'de kesin olarak ayrılmalarından önce tamamlamaları mümkün olabilecektir. O tarihten sonra yeni eğitim programı öngörülmemektedir. F-35 katılımcı ülkelerin 12 Haziran günü yapılacak yıllık CEO'ları toplantısına Türkiye davet edilmeyecektir;
F-35 hakkındaki eylemler Rusya bağlantılı "Amerika'nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Gelmek Yasası (CAATSA)" çerçevesindeki yaptırımlardan ayrıdır. S-400'leri alması halinde Türkiye'ye bu yasa çerçevesinde yaptırımlar uygulanması konusunda her iki partinin de desteğini alan güçlü bir kararlılık Kongre'de mevcuttur;
Türkiye'nin S-400'leri alması, F-35 gibi platformların güvenliğini tehdit etmesine ek olarak, Türkiye'nin ABD ile ve NATO çerçevesindeki işbirliğini ilerletme veya idame etme yeteneğini engelleyecek, Türkiye'nin Rusya'ya ekonomik ve stratejik bakımdan fazlasıyla bağlanmasına yol açacak, Türkiye'nin pek yetenekli savunma endüstrisini ve iddialı ekonomik gelişim hedeflerini de baltalayacaktır;
Bu yola devam edilmesi, istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara yol açacaktır;
CAATSA yaptırımlarının uygulanması halinde ABD-Türkiye arasında ticaretin geliştirilmesi hedefine de ulaşılamayacaktır.
Hiç bir esneklik içermeyen bu mektup açıkça bir ültimatom niteliğindedir. Türkiye'nin S-400 sistemini "teslim alması" halinde 31 Temmuz 2019 tarihinden sonra F-35 programından çıkarılacağı, kesin olarak ifade edilmektedir.

Tehdit bununla da kalmıyor. Türkiye'nin S-400 sistemini edinmesi halinde ABD ile olan ve NATO çerçevesindeki işbirliğinin engelleneceğinin ve yaptırımlara muhatap olacağının güçlü işareti veriliyor. 
Bu yapılırken, Türkiye'nin, yumuşak karnı haline gelen krizdeki ekonomisi üzerinden vurulacağı duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya konuluyor.
Türkiye'nin içine düşürüldüğü ekonomik çöküntünün emperyalist ülkeler tarafından dış ilişkilerinde Türkiye'den tavizler koparmak için istismar edileceği esasen kolayca tahmin edilen bir durumdu. 
Nitekim, kolay unutuldu, Trump 13 Ocak tarihindeki bir Twitter mesajında, "(Suriye'deki) kürtleri vurmaları halinde Türkiye'yi ekonomik olarak mahvedeceğiz" tehdidini savurmuştu.
Ekonomi istismar edilerek istenecek tavizler, belli ki, şimdiye kadar açık edilen Suriye ve  S-400'lerle sınırlı kalmayacak. Kıbrıs, Ege sorunları Doğu Akdeniz ihtilafları ve diğerleri ile sürdürülecek.
ABD savunma bakanının mektubu bu kadar ciddidir ve vahimdir.
Hal böyle iken, Milli Savunma Bakanlığı konu hakkında bir "açıklama" yaptı:
“ABD Savunma Bakan Vekili (Patrick) Shanahan tarafından Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'a bir mektup gönderilmiştir. İki ülke arasındaki savunma ve güvenlik konularını kapsayan söz konusu mektupta, mevcut sorunlara stratejik ortaklık çerçevesinde ve kapsamlı güvenlik işbirliğini muhafaza edecek şekilde bir çözüm bulunması yönünde beklenti dile getirilmekte ve görüşmelere devam edilmesinin önemi ifade edilmektedir”
MSB'nin "açıklama"sına bakınca, her satırı tehdit içeren ABD mektubunun vahametinin kavranamadığı veya insanların zekası ile alay edildiği sonucuna varmak mümkün. 
Mektupta "sorunlar" değil, tek sorun konu ediliyor, o da Türkiye'nin S-400 sistemini almasıdır. Mektup, Türkiye'nin bu sistemi alması halinde, olası yaptırımlar dahil, sonuçlarına katlanacağı tehdidini savuruyor. Mektupta, bu konunun özü hakkında görüşmelere açık kapı bırakılmıyor. Görüşmelerin, S-400 sisteminin alınması durumunda, F-35 programından Türkiye'nin nasıl ayrılacağına ilişkin ayrıntılar üzerinde olacağına vurgu yapılıyor.
Mektup, Türkiye'nin F-35 programından dışlanmasını S-400 sistemini "teslim almasına" bağlayarak, sistemin alınıp "depoya konması" seçeneğini de baştan kabul edilmez buluyor.

Türk dış politikasının AKP eliyle içine sürüklendiği açmazlara bakınca, İnönü'nün ünlü "büyük devletlerle ilişki kurmak ayı ile yatağa girmeye benzer" sözünü hatırlamamak olanaksız.
ABD ile birçok konu üzerinden esasen "yatağa girilmiş" olması yetmiyormuş gibi, Rus uçağının düşürülmesi ile başlayan ve sonrasında da devam eden yanlışlıklar, işi, Rusya ile de yatağa girilmesi sonucuna vardırdı. Şimdi bir değil, iki büyük devletle aynı yataktayız. Üstelik, bu iki büyük gücün Türkiye üzerindeki çıkarları birbiriyle çatışıyor.
Vahim yanlış, bir kısmını (Suriye gibi) kendimizin yarattığı bazı sorunların istediğimiz yönde çözümünde ABD'ne baskı icra edebilmek amacıyla Rusya ile savunma alanında stratejik işbirliği tesis edilmesi girişimidir. 
Şimdi deniliyor ki: "Türkiye soğuk savaş döneminde de Sovyetler Birliği yakın işbirliği yapmıştı. O sayede birçok sınai tesisini SSCB teknolojisi ile kurmuştu. Şimdi de Rusya ile işbirliği yapılabilir. Bu durum NATO üyeliği ile çelişmez".
Bunu söyleyenler, savunma alanında stratejik işbirliği yapmakla, ekonomik ve ticari işbirliği yapmak arasındaki niteliksel büyük farkı görmezden geliyorlar. Türkiye soğuk savaş döneminde SSCB ile ilişkilerini, siyasi ve diplomatik maharetle, NATO üyeliğine halel getirmeden, "kompartımanlara" ayırabilmişti. 
Devletimizin vazgeçilemez yaşamsal çıkarının söz konusu olduğu 1974 Kıbrıs Barış Harekatı dışarıda tutulursa, Cumhuriyet diplomasisi, büyük güçler ile ilişkilerini uçurum kenarına getirmeden yönetebilmişti.
"Monşer" diplomasisi aşağılanarak terk edildiğinden beri Türkiye o maharetten yoksun kaldı.
Neticede olan, on yıllardır Türkiye'nin sahip çıktığı ve  büyük özveriyle koruduğu yaşamsal çıkarlarına olacak. Çok yazık!
 Bu vahim gelişmeler olurken CHP'den de hiç ses çıkmıyor. Zamanında Johnson’un mektubuna en sert cevabı veren CHP’den bugünkü CHP’ye