30 Ekim 2015 Cuma

HUKUKU ÇİĞNETMEYELİM


İpek-Koza’ya ait yayın kuruluşlarına , haksız ve hukuksuz olarak el konulunca Türkiye’de kıyamet koptu.
Bu grubun yayın kuruluşları, bu ülkenin aydınlarına, askerlerine yargı yoluyla işkence uygulanırken, bu insanlar zindanlarda ölüme yatırılırken, bu hukuksuzlukları ellerini ovuşturarak seyir ediyorlardı.
Hafızanızı bir yoklayın önce, “uygun bir savcı arıyoruz” dediler. Buldular bu savcıyı, hani yurt dışında kendi iradesiyle ifade vermeye gelen subayları “Kaçma şüphesi var” diye tutuklayıp ta, şimdi kendisi koca kaçını sallaya salaya tabanları yağlayıp kaçan savcı, onun açtığı davaların “ Ben bu davaların savcısıyım” diyecek kadar benimseyen şimdiki Cumhurbaşkanı, o tarihteki Başbakan.
Bu çirkinlikler yaşanırken, yaşlı başlı gazeteciler, kanser hastası bir bilim kadını haklarında akıllara durgunluk verecek,iğrenç suçlamalarda bulunulurken, kanser hastaları ancak ölüme tahliye edilirken, bu ordunun genel kurmay başkanı terör örgütü yöneticisi olarak suçlanırken, bu yayın kuruluşları nasılda alkış tutuyorlardı.
Neler diyorlardı, “Canım ufak tefek usul yanlışları olabilir, yargılama aşamasında düzeltilir, yargıya güvenin sonucu görelim” diyorlardı.
Şimdi aslında dönüp aynı şeyleri onlara söyleyebiliriz.
Ama bu bizlere yakışmaz, bu yakışmadığı gibi de “Düşmanımım düşmanı dostumdur” düşüncesi de bize yakışmaz.
Bunlar, o tarihte de ne kadar, Cumhuriyet ve aydın düşmanı iseler bugünde o kadar Cumhuriyet ve aydın düşmanıdırlar.
Yarın ellerine fırsat geçse, geçmişte ne yaptılarsa aynı şeyleri yaparlar.
O nedenle bunların kapısında yatıp, göğsünü  bunlara siper yapanları anlamakta zorluk çekiyorum.
Bunlara yapılan hukuksuzluklara sadece ve sadece bir hukukçu olarak karşı çıkalım, yoksa bunlar sütten çıkmış ak kaşık değiller hiç de olmadılar.
Siyasi iktidar dün olduğu gibi bugünde kendisine uygun bir savcı ve Sulh Ceza Hakimi bulmuş olmalı ki, tayin ettirdikleri  kayyım vasıtası ile   Anayasa’nın 28. Maddesinin 3. fıkrasına aykırı olarak, bu kuruluşların yayınlarını engellendiği gibi, yine Anayasa’nın 30. Maddesine aykırı olarak, basın aletleri zapt edilmiştir.
İşte kavga vereceksek bu noktalardan kavga vermek gerekir.
Hukuka sahip çıkalım.
AKP iktidarı Türkiye’de hukuku  ayaklar altına almıştır, anayasa ve yasalar çiğnenmektedir.
Bir AKP milletvekili çıkıp, seçimden sonra hangi yayın kuruluşlarına el koyacaklarını hiç utanmadan sayabilmektedir.
Bu noktaya, Silivri yargılamaları sırasındaki, hukuksuzluklara  tepki vermeden sessiz kalanlar nedeniyle gelindi.
O gün korktular sustular, çünkü onlara  göre Tayyip Bey o dönemde  güçlüydü, bugün konuşuyorlar, zira onlara göre Tayyip Bey güç yitirdi.
Yarın maazallah, öyle gözükmemekle beraber Tayyip Bey seçimden güçlenerek çıkarsa gene yıkama yağlama işlemlerine başlarlar.
29 Ekim merasiminin, mehteran takımıyla, at sırtındaki okçularla, İran İslam Cumhuriyeti görüntüsü veren hanım kızlarla, ne kadar sivilleştirdiğini söylemekte hiç utanmazlar.
Bu ülkenin sorunu, aydın demeye içimizin elvermediği omurgasız diplomalılardır.
Bunları içlerini, ruhlarını bilmezseniz,  bunlara uzaktan bakıp adam zannedersiniz.
Bunlar güce taparlar, önce 12 Eylülün generallerine yardakçılık ettiler, adam güç kaybedince yüzde doksan iki ile destek verdikleri anayasa çiğnenerek yargılanmalarına  alkış tuttular.
Yarın aynı şeyi Tayyip Bey’e yaparlar.
Ama bize düşen doğruları söylemek, tek sahip çıkmamız gereken şey de hukukun üstünlüğüdür.
Dün Silivri yargılamalarında hukuk nasıl ayaklar altına alındıysa, bugün İpek-Koza kuruluşunun “YAYIN ORGANLARINA” karşı yapılan yasa ihlallerinde de hukuk aynı şekilde ayaklar altına alınmıştır.
Bunların yayın organı olup olmadıkları zamanında tetikçilik yaptıkları ayrı bir konu, ama bizim yandaş olmamız gereken tek şey hukuktur, her hal ve şartta hukuktan yana olmalıyız.
Düşmanımın düşmanı benim dostumdur, Makyevelist anlayışı gerçek bir aydına yakışmaz.
Bu ülke için, bölücülük, şeriat özlemciliği  ne kadar büyük tehlike ise hukukun çiğnenmesine tepkisiz kalmakta o kadar büyük tehlikedir.
Bu ülkenin aydınlarının en önde gelen görevi hukuku çiğnetmemek olmalıdır.





26 Ekim 2015 Pazartesi

AYAĞA KALK CHP


Bu başlık 1946 seçimlerinden bugüne yaşananları öğrenmek isteyen her CHP’linin kütüphanesinde bulunması gereken bir kitabın adıdır.
Kitap, CHP’nin yaşayan birkaç belleğinden biri olan, eski milletvekili ve o zamanki adıyla Turizm ve Tanıtma önceki Bakanlarından Orhan Birgit tarafından yazılmış.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Benim iki büyük eserim vardır. Bunlardan birincisi Cumhuriyet, ikincisi de Cumhuriyet Halk Partisi’dir” diye tanımladığı iki ulu çınar da 92 yaşlarını geride bırakacaklar.
Geride kalan 92. Yıl içinde bu iki çınar, geçmişte de büyük badireler atlatmıştı. Bugünde aynen geçmişte olduğu gibi, ikisi de zor günler yaşıyorlar.
Her ikisini de kurucusunun amaçları dışına çıkartmak için dün olduğu gibi bugün de girişimler oluyor.
Bu kitap bir çok tarihi belgeyi içerdiği gibi siyaset adamlarına olaylar karşısında nasıl soğuk kanlı ama kararlı davranmaları gerektiğini anlatıyor.
Kitabın yazarı hiçbir şekilde tarihten husumet çıkartmaya çalışmıyor, dili, üslubu sadece tarihten ders almak isteyenlere yardımcı olmak istiyor.
Sonuçları itibariyle bir devrim olan 27 Mayıs’ı, Yassı Ada mahkemeleri nedeniyle de bir hukukçu hassasiyetiyle de eleştiriyor.
Bu kitap, İnönü Meydan Muharebelerinin muzaffer komutanı, Garp Cephesi komutanı, Lozan’ın büyük diplomatı, Milli Şef İsmet İnönü’nün çok partili rejime geçilmesi için nasıl çırpındığını gözler önüne seriyor.
Partili Cumhurbaşkanlığı anayasal bir pozisyonken nasıl tarafsız davrandığını, bugün tek adam olma hevesi içinde olanlara – tabi ki okursa ve okuduğunu da anlayabilirse- Cumhurun başının nasıl tarafsız davranması gerektiğini anlatıyor.     
“Milli Şef’in” iktidarı, kansız, darbesiz  ve dürüst yapılmış seçimlerle kazanan partiye devretmeyi nasıl heyecanla düşlediğini ve bunun için elinden geleni yaptığını anlatıyor.
Bunun sadece bir söylem olmadığını ortaya koyan, siyasi tarihimize “12 Temmuz Beyannamesi”  diye geçen, o ünlü beyannameyi okuyucuya sunuyor.
Bu beyannameyi Tayyip Erdoğan’ın her sabah kalktığı zaman bir kere okuyarak güne başlamasını sağlık veririm.
Bu kitapta bulacağımız bir başka şeyde Cumhuriyet Halk Partisi’nin  değişmeyen kaderidir.
Dün de  Cumhuriyetle sorunu olanlar da Cumhuriyetin temel değerlerine saldırırken, CHP’yi ve İnönü’yü kullanıyorlardı; bugünde aynı şeyi yapyorlar.

Bu kitapta, en az Yassı Ada Mahkemeleri kararlarının eleştirisi kadar, bir demokrasi ayıbı olan tahkikat komisyonu ayıbını ve İsmet Paşa’nın buna karşı bir demokrasi dersi olan meclis konuşmasını bulacaksınız.
Bu kitapta, 12 Ocak 1959 günü Ankara’da toplanan CHP’nin 14. Kurultayında, o günden bugüne yıllar geçmiş olmasına rağmen hala çözümlenememiş demokratik mücadelenin hedeflerini topluma anlatma açısından tarihsel bir belge olan “İlk Hedefler Beyannamesini” bulacaksınız.
Bu beyannameyi, “Bu CHP 1930 ların CHP’si değil” diyenlerin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin genlerinde bulunan devrimciliği anlamaları açısından     defalarca okumaları gerekmektedir.
Yazar ülkenin içinde bulunduğu ve 60 yıldır çözülemeyen sorunları çözebilmenin, üstesinden gelebilmenin ilk şartının; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesine geri dönebilmesi olduğunu söylüyor. Tabii biz de buna önce CHP’nin kurtarılmasını ilave  edebiliriz.
Millet egemenliğini, tam bağımsızlığı, halkçı ve devletçi bir anlayışla, planlı ekonominin ışığında ve “hayatta en hakiki mürşidin bilim” olduğu gerçeğine bağlı kalarak, yeniden elde edilebileceğine işaret ediyor, yazar.
Yazar, genç kuşaklara,  gerçekten Cumhuriyeti kuran, o muhteşem devrimleri yapan, ilk hedefler beyannamesini yazan CHP’nin genci iseniz, HADİ AYAĞA KALKIN, VAKTİ GELDİ DİYOR.
Kitabın ekler kısmı 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar tüm seçim sonuçlarını veriyor.
Kaynak yayınlarından çıkan bu kitap, başta da söylediğim gibi, CHP’nin kuruluş amaçlarından uzaklaştırılıp, Orta doğu bataklığında Sevr’in hortlatılmak istendiği bir dönemde, her CHP’linin ve özellikle de genç CHP’li arkadaşlarımın  baş ucu kitabı olması gerekir diye düşünüyorum.  


23 Ekim 2015 Cuma

UTANMADAN AYNAYA BAKABİLMEK


Sevgili Mustafa Mutlu geçtiğimiz Perşembe günü Aydınlık Gazetesindeki köşesinde “Yoksa Diyarbakır’da özerklik mi ilan edildi” başlıklı bir yazı yazdı, Yazıda Diyarbakır Belediyesi’ne ait bina ve bir hizmet aracının üzerinde “Amed” yazdığına yer vermişti.
Yazının sonlarına doğruda Cumhuriyete ve Cumhuriyetin değerlerine bağlı aydın hassasiyetiyle “Dersim diye bir yer yok;Tunceli var!”,”Amed yok; Diyarbakır var” demişti.
Bu davranışlar, yani Diyarbakır’a Amed, Tunceli’ye Dersim” demek, Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucu babalarına duyulan, dillendiremedikleri, düşmanlığın dışa vurumudur.
 CHP’de kaset operasyonu yapılıp ulusalcılar tümden tasfiye edilinceye kadar, akıllarından geçirseler bile bunu dillendirme cesaretini gösteremiyorlardı.
Tayyip Erdoğan ve AKP üst yöneticilerinin, Mustafa Kemal Atatürk’e, İsmet İnönü’ye  ve tabii ki Cumhuriyet Halk Partisine, Baykal’a yapılan kaset operasyonundan ve ulusalcıların tasfiyesinden sonra saldırmaya, hakaretler etmeye başlamış olmaları tesadüf değildir.
Tepki almayacaklarını, karşılık görmeyeceklerini ve hatta dolaylı destek göreceklerini bildikleri için bunları yapma cesaretini buldular.
Büyük devrimleri, büyük değişimleri bu ülkeye getiren Cumhuriyet Halk Partisi değiştirilmeden, dönüştürülmeden, Türkiye’nin dönüştürülmesinin mümkün olmadığını, oyunu planlayanlar biliyordu. 
Kaset operasyonuyla bu gerçekleştirildi ve Türkiye dönüşmeye başladı.
Cumhuriyetin kurucu babalarının koltuğunda oturanlar, onlara ve onların en büyük eseri olan Cumhuriyete meydan okurcasına “Ben Dersimli falancayım” derse, bir başka zavallı da çıkar, “Ben Dersim Milletvekiliyim” , “Ben Dersim Milletvekili Adayıyım” der
Ülkenin kurucu babasının , iki büyük eserimden biri Cumhuriyet Halk Partisi demişken, onun koltuğunda oturanlar, ona meydan okurcasına, Tunceli yerine , feodalitenin, derebeyliğin söylemi olan “Dersim” diyebiliyorsa, bütün hedefleri önce özerklik, arkasındanda bağımsızlık olan bölücülerin, Diyarbakır yerine “Amed” demelerini niçin yadırgayalım ki.
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen kurucu babanın partisinin ikinci adamları, ABD Konsolosluğu’nun isminin gizli tutulmasını istediği,önemli kontağımız diye nitelediği,CİA’nın gölge istihbarat örgütü Stratfort’un  TR 705 kod numaralı kişisi olan Sezgin Tanrıkulu ise, ABD’nin diğer mutemet ismi, Bir diplomattan daha fazla bilgi alabildiklerini söyledikleri,ayrıca ABD kökenli Gryphon Partners’ın “yetenek havuzunda”, “bizim takım” üyesi diye adı geçen Murat Özçelik ise ve üçüncüsü de Atatürk’e “kefere” diyen, “Lazca eğitim dili olsun diyen Mehmet Bekaroğlu ise; bunların bu görevlere getirilmesi Cumhuriyetin kurucu babalarından rövanş alma duygusunun  dışa vurumudur.
Milletvekili adayı tespit ederken, adayın varsa mesleki başarısı değil de   Ermeni olması ön plana çıkartılıyor. Laikliği bu ülkeye getirmiş bir partide  adayın dini, mezhepsel aidiyeti hiç önemli değildir ama, bu aday Ermeni Soykırımının yüzüncü yılında aday gösterilmesinin anlamlı olduğunu söyleyebiliyorsa,  hele  bir de bu Milletvekilinin eşi “Atatürk Dersim’de yapılan katliamları biliyordu, emri o verdi diyebiliyorsa, burada üstünde durulması gereken başka bir şey var demektir.
Oda Cumhuriyete karşı ideolojik bir tavrın, bilinç altına yer etmiş, kinin, düşmanlığın dışa vurumudur.
Bunlar da çok önemli olmayabilir,bu ulu çınar bunları da aşar; ama bu partide milletvekili olup da, her konuda şeker manisi kıvamında ahkam kesenler, butür olaylar karşısında Büyük Orta Doğu Projesinin mimarı büyük ağabeyleri kızar diye seslerini çıkartmıyorlarsa, bu devleti kuran  ulu çınarın kurutulmaya çalışmasına göz yumulması demektir.
Bu efendilere bir şeyi anımsatmakta fayda var.
Bir milletvekilliği için her şeylerin verebilirler, ama unutmasınlar ki eninde sonunda “eski milletvekili” olacaklar, işte o zaman çocuklarınızın yüzüne ya da utanmadan aynaya bakabilecekler mi?   




19 Ekim 2015 Pazartesi

DOĞU PERİNÇEK’E TEŞEKKÜR BORCU


Doğu Perinçek ve bir grup arkadaşı yıllardır devletin yapması gerekip de yapması gereken   bir şeyi yaptılar.
100 Yıllık bir emperyalist yalan olan sözde “Ermeni Soykırım” iddialarına karşı bir hukuk mücadelesi başlattılar ve kazandılar.
Düşünce ve ifade özgürlüğü şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Avrupalıların suratlarına AHİM kararıyla iki yüzlülüklerini bir şamar gibi çarptılar.
Avrupa’da ve dünyanın bir çok ülkesinde hiçbir tarihi ve bilimsel temele dayanmayan, “Ermeni Soykırımı” iddialarını red etmeyi suç sayan, ya da parlamentoların, “Ermeni Soykırımını” kabul eden kararları karşısında olayı sadece kuru açıklamalarla geçiştiren Türk Hükümeti’ne nasıl bir hukuk mücadelesi verilmesi gerektiğini gösterdiler.
Doğu Perinçek ve arkadaşları bunu yaparken maalesef devletten hiçbir yardım almadılar, kendi ifadeleriyle, sadece rahmetli Büyükelçi  Gündüz Aktan’ın hayattayken başında bulunduğu bir vakıftan avukat desteği  almışlar.
Devletin bu konuda bir destek vermemesinin tek anlamı olabilir, o da Doğu Perinçek’in sol görüşlü bir siyaset ve bilim adamı olmasıdır.
Ermenistan ve Ermeni diasporasının bu konudaki kararı kendilerine göre yorumlamalarını anlayabilmek mümkün.
Ama içimizdeki bazı kişilerin, bu kararı küçük ve önemsiz gibi göstermelerini anlamak mümkün değil.
Mümkün değil diyoruz ama, onlarda siyaseten içimizdeki "İrlandalılar"
Zamanında Doğu Perinçek’e hiçbir katkı sunmayan devlet yetkilileri bile, Tayyip Erdoğan hariç, bunun Doğu Perinçek’in bir başarısı olduğunu söyle bilmektedirler.
Bu olayın yurt içindeki bir diğer sessiz seyircisi de, bölücü terör örgütünün mensupları ve onun siyasal uzantılarıdır.
Böyle davranmalarını nedeni ileride, bugün bölücülere karşı devletin, gerek iç hukukumuzdan ve gerekse uluslararası hukuktan kaynaklanan kendi toprak bütünlüğünü koruma hakkını kullanmasını soykırım olarak niteleyebilme arzularıdır.
 Bütün çabaları, bölücü terör olayını Birleşmiş Milletlere taşıyıp onun müdahalesini sağlamaktır.
Dikkat ederseniz zaman zaman, o bölgede görev yapan askerleri uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılatmakla tehdit ederler.
Bizde en kolay yöntem, tarihçilerin çözmesi gereken konuları, tarihi bir incelemenin nasıl yapılacağından bihaber olan,  yurt dışındaki ağababalarının kızdırmaktan korkan siyasetçiler tarafından çözülmek istenmesidir.
Dolayısıyla bu istek gerçeğe ulaşmak için değil, sadece ve sadece Türkiye Cumhuriyeti Devletini siyaseten “mahkûm” edebilmek içindir.
Bu sadece Ermeni olayı için değil Dersim olayları içinde böyledir.
Hatırlayın Tayyip Erdoğan, Dersim olayları için, “Özür dilerim” demişti. Bunu  her hangi bir tarih bilgisine dayanarak ya da  ciddi bilimsel bir rapora  dayanarak değil,  sadece Cumhuriyeti kuranları halk indinde mahkum edip, yöre halkına şirin gözükmek için yapmıştı.
Tabii bu haksız söylemde bulunurken, siyasal çıkar uğruna ona destek olan muhalefet milletvekilleri de vardı.
İleride de bir başka siyaset adamı da çıkıp, sadece Kürt kökenlilere hoş görünmek için “Tayyip Erdoğan PKK’ya karşı mücadelesinde soykırım yapmıştı, ben özür diliyorum, derse ne olacak.
Bunu kabullenecek misiniz?
Bugün devlet, bölücü  terörü  bastırmak için gösterdiği mücadele de geç kalmış olmakla beraber ne kadar haklı ise, 1915 olaylarında da, Dersim isyanını bastırılmasında o kadar haklıydı.
Devlet adamları, ya da daha doğru bir söylemle işgal ettikleri koltukları nedeniyle öyle varsayılanlar, bilgilerinin ve kültürel derinliliklerinin yetmediği tarihi konularla ile ilgili konuşurken çok dikkatli olmak zorundadırlar.
Dün Dersim’de Cumhuriyet katliam yaptı diye saçmalıyorsanız, bugün PKK ayaklanmasında şehit düşen vatan evladının cenazesine gitmeyeceksiniz.
Bu kahraman da o gün, Dersim’de şehit düşenlerle aynı uğurda, devletin bekası için mücadele ederken şehit düştü.
Bütün siyasiler,Doğu Perinçek’e hem  bir teşekkür borçludurlar ve hem de ondan örnek almalıdırlar.
Çünkü o bu hukuk mücadelesinde kendisini yalnız bırakanların yanında, iktidarı ile muhalefetiyle bu mücadelesine, "Türkiye’nin başına iş açar" diye karşı çıkanları isim isim teşhir etmedi, “Terörle mücadele edilirken birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var, onun için kimseyi üzmeyelim” dedi.
 
  


16 Ekim 2015 Cuma

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİLMİŞ.


Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, CNN Türk'te katıldığı Tarafsız Bölge" programında "PKK terör örgütü değildir" dedi ve haklı olarak kıyamet koptu.
Katılanlar ve programı yöneten Ahmet Hakan, aklı selim sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği bu beyana ciddi bir şekilde tepki verdiler.
PKK'ya, Dünya'da, Diyarbakır Barosu Başkanı ve aynı görüşte olan bölücüler dışında  terör örgütü demeyen yok.
Kürt etnik terörizminin başlangıcını, Soran Aşiret Reisi Mir Muhammed'in Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya özenerek, ayrı bir devlet kurmak için ayaklandığı  1833 yılına kadar götürülebiliriz.
Kürt etnik terörü, Osmanlığı İmparatorluğu  ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde 38 isyan çıkarmıştır.
Bu nedenle bölücü terörün, PKK'nın 1984 yılında gerçekleştirdiği Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başladığını varsaymak yanlıştır
PKK ya da diğer bir söylemle, Kürt bölücü terörü tek başına Türkiye'nin sorunu olmayıp, bölgesel bir sorundur.Bölge ülkeleri olan İran, Irak ve Suriye ile birlikte hareket ederek çözülebilecek bir sorundur.
Nitekim, 1990 lı yılların ikinci yarısından itibaren Irak ve Suriye yönetimleri ile uyumlu çalışılmaya başlanmasıyla PKK terörü bitme noktasına getirilmiştir.
Amerika'nın Irak'a müdahalesi sonucu bölgede oluşan yönetim boşluğu ve askeri engellemeler nedeniyle,Türkiye'nin  Kuzey Irak'a müdahalesi imkansız hale geldi. PKK terörünün tekrar başlamasında, Kuzey Irak'ta bağımsız bir devlet kurmak isteyen Mesut Barzani, Celal Talabani ve ABD'nin,terör örgütüne  lojistik ve istihbarat desteklerinin payları vardır.           
Baştan itibaren yanlış iç ve dış politika uygulamaları nedeniyle   AKP'nin iktidarı döneminde bitme noktasına gelmiş PKK terör örgütü küllerinden tekrar doğmuş, bölücü terörde tekrar tırmanmaya başlamıştır.
AKP iktidarının en büyük ve hatta  Yüce Divanlık yanlışı,  tırmanan terör karşısında terör örgütünün  muhatap alınmasıyla ayrılıkçı Kürt sorunun çözümünün mümkün olabileceğini düşünmüş olmasıdır.
Terör örgütüyle  devletin yetkilileri doğrudan Oslo'da görüşmeye başladılar.
Binlerce insanın ölümünden sorumlu ve hükümlü Abdullah Öcalan muhatap alındı, istekleri, söylemleri, barışa giden yolun haritası diye sunuldu.
Bu yanlış davranış, terör örgütünde ve bölge halkının az da olsa bir kısmında bu ülkede istediklerini yaptırmanın yolunun hukuk dışı yollara başvurup, kanlı eylemlerden geçtiği düşüncesini pekiştirdi.
Bu arada İngiltere de İRA  olayının nasıl çözüldüğü konusunda bilinçli olarak gerçekleri çarpıtarak anlatan "sözde aydınlara" ve bölücülere gereken yer ve zamanda cevap verilmedi.
Halk da  çözümün eli silahlı terör örgütüyle masaya oturmaktan geçtiğine inandırılmak istendi, bir miktar da bunda başarılı olundu.
Bu arada "savaş, barış, silah bırakılması " gibi bazı  kavramlar gerçek hukuki anlamları dışında, terör örgütüyle ilgili olarak kullanıldı.
Kimse çıkıp, savaş ve barış uluslararası hukuk kavramalarıdır, bunlar terör örgütüyle çatışmada kullanılamaz demedi.
Yegane silah kullanma yetkisine sahip organizasyon olan Devlet silah bırakmaz demedi.
 Türkiye'nin en büyük yanlışı, Kürt politikacılarını ve belli bazı sivil toplum kuruluşlarının yönetim kadrolarını "iyi niyetli" kabul etmekdir.
 Bunlar iyi niyetli olmadığından, terör örgütüyle müzakere gibi yanlışları  sömüreceklerdir.
CNN Türk'teki   programda,Diyarbakır Barosu Başkanı dönüp de  "PKK terör örgütü olsaydı, sizin yetkilileriniz onun kurucusunu ve kadrolarını muhatap alıp görüşmezlerdi"  deseydi, kim ne diyebilirdi?
Bu söylemlerin,bu küstahlıkların  tek sorumlusu, eli silahlı terör örgütünü ve ona meşruiyet kazandırmaya çalışan siyasi ve sivil toplum kuruluşlarındaki  uzantılarını muhatap kabul eden AKP iktidarı ve bazı siyasi partilerdir
Demokratik ve hukukun üstünlüğüne inan bir ülkede,  hak ve özgürlükler hukukun üstünlüğüne inanıldığı ve insana saygı nedeniyle  verilir, yoksa terör örgütüne şirin gözükmek için değil.     


12 Ekim 2015 Pazartesi

KATLİAMININ SORUMLUSU SİYASİLERDİR.


Geçtiğimiz Cumartesi günü Ankara’da Sıhhiye Meydanında düzenlenen, “Emek, Barış ve Demokrasi” mitingine, katılacakların, alana gitmek üzere toplanacağı Ankara Garı önünde, katılımcıların toplanmaya başladığı sırada, yirmi saniye arayla iki büyük patlama sonucu bir katliam yaşandı.
Bu yazının yazıldığı ana kadar kaybedilen can sayısı, artması endişesiyle beraber 97 kişiydi.
Katliamın yaşanmasından sonra,“Terörü hep beraber lanetleyelim”,”Birlik beraberlik sergileyelim”,” Güzel ülkemize yazık oluyor”,”Bütün siyasi partiler ortak hareket edelim”,”Sağduyulu olalım”,”Şimdi dayanışma zamanı” gibi söylemler elbette kulağa hoş geliyor.
Ama bu gibi lafların söylenmesinin hiçbir faydası olmadığını yaşayarak gördük.
Elbette halkı birbirine karşı kışkırtmaktan kaçınalım, kaçınalım ki bu kanlı oyunu sahneye koyan iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ sürmeyelim.
Bu katliamı kimin, hangi terör örgütünün veya örgütlerinin yaptığının üstünde durmanın bir anlamı yoktur.
Aksine, öyle davranmak dikkatin gerçek sorumlular üzerinde odaklanmasını engeller.
AKP’nin de olaydan hemen sonra bölücü terör örgütünü, sonradan da İŞİD’i işaret etmesinin sebebi, gerçek sorumlu olan kendisini saklama çabasıdır.
Bu gibi katliamlar yürütülen yanlış iç ve dış politikaların sonucudur. Katliamı yapanlar sadece tetikçidir.
Bu tetikçiler, bir başka terör örgütü tarafından da elde edilmiş olabilecekleri gibi, yabancı bir ülkenin istihbarat teşkilatlarının da paralı uşakları olabilirler.
Bu noktaya gelinirken AKP İktidarı tarafından ve bir kısım muhalefet partileri tarafından da desteklenen vahim iç politika yanlışları yapılmıştır.
Çok önemli tutarsızlıklar, çelişkiler, belirsizlikler içeren, tehlikeli tuzaklar barındıran bir açılım politikası uygulanmıştır
Ucu açık bu açılım politikası:
Etnik ayırımcılığı teşvik eden, toplumda etnik sorgulamayı tahrik eden, insanların yaftalanmasına yol açan, ayrıştırıcı, sakıncalı bir politikadır.
Açılım politikası ile terör örgütü muhatap haline getirilerek, bölgedeki etkisinin ve gücünün arttırmasına neden olmuştur.
Yurdun dört bir köşesinde  çevresiyle uyum içinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızı huzursuz etmeye başlamıştır.
Bu politika, etnik ayırımcılığı milli eğitime taşıyarak çok tehlikeli bir süreci harekete geçirmiştir.
Bütün bunların çağdaş demokrasi anlayışı ile de bir ilgisi yoktur.
Bu politikalar, terör örgütünün ayırımcı politikalarına doğru değil, Kürt kökenli vatandaşlarımızın  gerçek gündemine yönelik; işsizliğe, eğitimsizliğe, dışlanmışlığa, bölgenin kanayan yarası feodal düzene  karşı bir açılım olmalıydı.
Böyle olmadığı gibi, bu açılım politikası ile milli kimliğimizi, ulusal bütünlüğümüzü tartışmaya açan, Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini talep etmeyi makul karşılayan bir siyasal zemin oluşturulmuştur.
AKP’nin bu yanlış, ayrıştırıcı açılım politikalarına da maalesef 2011 den sonra da başka siyasi partiler de, içeriğini bilmedikleri halde   kredi açmışlar ve etnik bölücüleri partilerine alarak, kısa vadeli siyasal çıkarlarını, ülke çıkarlarının üstünde tutmuşlardır.
Bu iç politika yanlışlarının yanında,  dış politikada da yine vahim yanlışlar yapıldı.
Dört yıldır AKP iktidarının, ABD ve AB’nin kuyruğunda sürüklendiği yanlış Suriye Politikalarını, ülke gündeminin üst sıralarına taşıması gereken muhalefet, Suriye olayları daha yeni başlaşken, geleneksel “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkemizden ayrılarak ABD’nin ve AB’nin kuyruğuna takılarak yaptıkları, “Esad’ın gitmesi bir hedeftir. CHP buna katılmaktadır” açıklaması ile, AKP’nin önüne açık çek koydular ve bölgeyi kan gölüne çevirmesinde ona yardımcı oldular.
Yaşanan katliamda bombayı patlatanın kim olduğu önemli değildir. Onlar aşağılık birer katildirler.
Bu katliamın gerçek sorumluları, Türkiye’yi, batılı çağdaş bir ülke olmaktan çıkarıp, her gün bombalar patlayan bir Ortadoğu ülkesi haline getiren siyasilerdir.



9 Ekim 2015 Cuma

SUÇ ORTAĞIYDINIZ

    
Tayyip Erdoğan'ın kendisine uygun savcı arayarak bulduğu hukuk katliamcılarının, bu ülkenin Ordusuna, aydınına karşı kurduğu komplo artık iyice ortaya çıktı.
Buradaki en büyük suçlu, bu ülkenin ordusuna, aydınına komplo kurulurken bile bile sessiz kalan ve hatta  bunun önünü açan  Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarıdır.
Devleti yönetenlerin, "aldatıldık","kandırıldık" demek hakları yoktur. Aldatıldık söylemi, kocaman bir yalandır.
Devletin bütün kurumları size bağlı olacak, siz hukukun ayaklar altına alındığını bilmeyeceksiniz.
Hiç inandırıcı değil, siz başından beri kurulan bütün tezgahları biliyordunuz.
İnsanlar zindanlarda feryat ederken, bir kere bile bu feryatları duymadınız, daha doğrusu duymak istemediniz.
Bu komplo kurulurken ABD'nin bu komploya niye destek verdiğini hiç düşünemediniz mi?
Diğer suç ortağınız ABD'ye yerleşip orada özel himayeye mazhar bir kişi olarak yaşaması size hiç mi ters gelmedi?
Nedir bunun sebebi diye hiç düşünmediniz mi?
Düşünmenize gerek yoktu siz sebebi biliyordunuz?
Ordunun iğdiş edilmesinden Amerikalılarla beraber memnundunuz.
İçeri alınanların tamamı, askeri, sivili, Cumhuriyetle sorunu olmayan, ona sıkı sıkıya bağlı olan insanlardı.
Siz bir anlamda Cumhuriyetten öç alıyordunuz, onun için şeriklerinizin kim olduğu sizin için hiç önemli değildi.
Sizin için önemli olan, Laik, demokratik Cumhuriyetin yıkılmasıydı.
Bölücülerle, Sevr özlemcileriyle görüşmeyi içinize sindirebildiniz ama zindanlardan feryat eden insanların ne dediklerini dinlemek, duymak bile istemediniz.
Etrafınızda var mıydı, bilemiyorum, ama üç tane namuslu hukukçudan bu adamlar ne diyor, bir inceleyin demek bile aklınıza gelmedi mi?
Gelmezdi, gelemezdi, zira o aradığınız savcının geçmişini biraz inceleseydiniz ki, incelememeniz, bilmemeniz mümkün değildi, ama işinize böyle karanlık, defolu  bir kişi geliyordu.
Çünkü o sizin her dediğinizi yapacaktı, yoksa siz ona normal yapılması gerekeni yapardınız.
Sadece Aydının  Çine İlçesinde yaptıkları ne mal olduğunu ortaya koyuyordu.
Bunu da bilmiyorduk demeyin, biliyordunuz.
Bu savcının mensubu olduğu cemaate  "Ne istediniz de vermedik " diyen siz değil miydiniz?
Sizden istediklerinin sadece zırhlı araç olduğunu söylemeyin komik olursunuz, sizden istenen kurulan kumpasa önünü açarak yardımcı olmanızdı, oldunuz.
Terör örgütü Habur'dan içeri davul zurnayla militan sokarken, orada Türkiye Cumhuriyetine yakışmayacak çadır mahkemeleri kurdurdunuz.
O çadır mahkemelerine gelen çapulcu takımı rahatsız olur diye Atatürk resmi bile astırmadınız.
Bu kepazeliğin üstüne "Çok güzel şeyler oluyor" diyebildiniz.
Sizin için "çok güzel olan şeyler" bu ülkenin insanlarının çok büyük kesimi için çok rahatsız ediciydi.
Ordu alabildiğine yıpratılırken, PKK'nın iki numarası bir katilin gizli tanık olarak Türk silahlı kuvvetleri aleyhine tanıklık ettiğini bilmiyor muydunuz?
Nasıl bilmezsiniz, sizin görevlendirdiğiniz  bir memur, Oslo'da, terör örgütü mensuplarına "Beğenmediğiniz, hoşlanmadığınız idarecileri, askerleri, emniyetçileri  bize bildirin biz gereğini yaparız", dememiş miydi?
"Şehirleri silah deposu haline getirdiğinizi biliyoruz" cümlesi de gene emrinizdeki o memura ait değil miydi?
Bu sizin bilginiz dışında mıydı?
Haddine mi o zavallının sizin bilginiz dışında öyle  konuşması. Hem de Amerikan uşağı bir İngiliz gözlemcinin önünde.
Sakın burada, Amerikalıyı, İngiliz'i suçlamayın, onlar bizim aleyhimize de olsa, biz kızsak da,  kendi ulusal çıkarlarını koruyorlardı.
Türkiye'nin ulusal çıkarlarını korumak ve kollamak, Amerikalının, İngiliz'in işi değil sizin işinizdi.
Ama Atatürk Cumhuriyeti yıkılmak isteniyordu ya, olsun varsındı.
Ülkenin bir bölgesinde sizin yanlış politikalarınız nedeniyle terör örgütüyle her gün çatışılıyor.
Bunun tek müsebbibi sizsiniz.
Ülkeyi getirdiğiniz noktayı görün, muhakkak ki etnik kökeninden şeref duyan, ama ben Türk'üm diyen bir bilim adamının kazandığı "Nobel Ödülü" değil, etnik kökeni tartışılıyor.
Ama o etnik kökenini ön plana çıkartanların suratına "Ben Türk'üm diyerek" tükürür gibi cevap veriyor.
Hiç pişmanlık duyduğunuzu, kandırıldığınızı, aldatıldığınızı söylemeyin, Oslo'da, Silivri'de, laik demokratik Cumhuriyete kast edilirken hepiniz suç ortağıydınız.

NOT :ELEKTRONİK POSTA :sahinmengu48@gmail.com

5 Ekim 2015 Pazartesi

ÇOK TEHLİKELİ BİR OYUN


Demokrasilerde iktidara gelmek isteyen bir partinin belli gruplara  vaatlerde bulunması normaldir. Fakat bu vaatler hiçbir zaman devletin iç ve dış siyasi çıkarlarının, sosyal yapısının  ve ekonomisinin , bir kelime ile devletin ve milletin uzun vadeli menfaatlerinin aleyhine popülist vaatler olmamalıdır.
Onun için siyasi partiler söylemlerinde ulusal bütünlüğü tartıştıracak, toplumu ayrıştırmaya götürecek söylemlerden özenle uzak durmalıdırlar.
Çağdaş demokrasilerde, devlet vatandaşlarına, onlara  etnik,dinsel, kültürel kimliklerinden bağımsız olarak eşit bir biçimde davranır.
Nitekim, bizim Anayasamızın 10. maddesinin 1. fıkrasında de aynen bu düşünceyle kaleme alınmıştır. Nitekim Madde aynen " Herkes,dil,ırk, cinsiyet, siyasi düşünce,felsefi inanç, din mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir." demektedir.
Burada her hangi bir ayırımcılık yapıldığını söylemek mümkün olmadığı gibi,  maddenin son, yani 4. fıkrasında da "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" diyerek çağdaş bir devletin söylemesi gerekeni söylemiştir.
Şimdi durum böyle iken, yeni bir anayasa yapıp, ilk üç maddeyi kaldırıp eşit vatandaşlık ilkesini getireceğiz demekten, sanki bugünkü anayasamızda eşit vatandaşlık yokmuş gibi  bir anlam çıktığı gibi, terör örgütünün ülkeyi sürüklemek istediği siyasi  iklimlimin yaratılmasına yardımcı olunmaktadır.
Anayasa'nın 10.  maddesine rağmen, "eşit vatandaşlığın" telaffuz edilmesi, etnik temelde bir vatandaşlık tarifinin  yapılacağını ve Türk Milleti adının anayasadan çıkarılacağını ortaya koymaktadır.
"Türk Milleti" kavramı bir etnisiteyi tarif etmemektedir. Bu kavram, Misak-ı milli sınırları içinde yaşayan, uzun bir tarihi geçmişten gelen, çeşitli etnik gruplar, yüzyıllar boyu süren bir tarihi beraberlik konusunda ortak bir Anadolu-Türk Kültürünü yaratmış onun kapsamında  birleşmiş bir Türk Milletini oluşturmuşlardır.
"Türk Milleti" kavramı yalnızca, tarihsel kültürel ya da  siyasal değil, ama anayasal değeri olan bir hukuksal kavramdır.
Anayasa Türk ulusunun  bölünmez bütünlüğüne ve tüm Türk Milletinin ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır.
Türkiye'de hiçbir etnik azınlık, siyasal hakları ve bireysel kültürel hakları kullanmaktan yoksun değildir.
Bütün bunları  red ederek etnik temele dayalı bir vatandaşlık tanımı yapmak, silahlı terör örgütünün ve onun siyasi uzantısının, siyasi projesidir. İstenen milleti ve devleti etnik temelde ayrıştırmaktır.
Bu amaçla, Milli Eğitim bünyesinde üniversitelerden başlamak üzere etnik dil eğitiminin seçmeli ders olarak hayata geçirilmesi ilk aşamayı oluşturmuş, şimdi de, "Ana dili Türkçe olmayan yurttaşlarımızın  kamu hizmetlerinden kendi ana dillerinden eksiksiz olarak yararlanabilmesi söylemi bu ayrıştırmayı iyice hızlandıracaktır.
Bu vahim duruma tuz biber ekercesine "Seçimlerde ve siyasette dil yasaklarına son vereceğiz" demek, TBMM'de de bir milletvekili ben etnik olarak Arnavut'um, Boşnak'ım, Kürt'üm deyip o dilde konuşma yapabilecek demektir.
Bir başka tehlikeli söylem, ise Avrupa Konseyi yerel Yönetimler şartına Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldıracakları anlamına gelen, "Yerel Yönetimlerin idari ve mali özerkliklerini sınırlayan düzenlemeleri kaldıracağız" vaadidir.
Ayrıştırıcı bir başka söylem ise "Kürt Yurttaşlarımız" tanımının yer almasıdır.
Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı insanları etnik kökenlerine göre bir defa tarif etmeye başlarsak, "Arap yurttaşlarımız", "Boşnak Yurttaşlarımız","Gürcü Yurttaşlarımız","Arnavut Yurttaşlarımız" gibi tanımlar ve bunların kollektif kültürel hak taleoleri de da peşlerinden gelecektir.
Aslında bu söylenen sözler, PKK terör örgütünün ve onun siyasi uzantısının söylemlerini, bu iki bölücü unsurun dışındaki bazı partilerin  dile getirilmesidir.
Diğer bir deyişle bölücü terör örgütüne ve onun siyasi uzantısına destek olunurken, devletin ve milletin uzun vadeli menfaatlerine aykırı davranılmaktadır.


    


2 Ekim 2015 Cuma

SABIK BAŞBAKANLAR ŞEREFLERİYLE YAŞARLAR.


Bu başlıklı bana ait değil, rahmetli Metin Toker'e ait. 19 Ekim 1957 tarihinde Akis Dergisi'ndeki yazının başlığı.
Bu yazıyı okuyunca tarih tekerrürden ibarettir söyleminin maalesef doğru olduğu kanaatimiz güçleniyor.
Aslında tarihten ders alınsaydı elbette tarih tekerrür etmezdi. Yaşadıklarımız maalesef tarihten ders alınmadığını  ortaya koyuyor.
Rahmetli Toker yazısının başında demokratik rejim liderleriyle totaliter liderlerin sonları arasındaki farkı ortaya koyuyor.
Yazı "Demokratik rejimlerin, iş başında bulunanlar bakımından, totaliter rejimlere nazaran bir faydası vardır. Gerçi demokratik rejimlerde iş başına geçmek de, iş başında kalmak da daha zordur. İnsanda daha fazla kabiliyet, daha fazla meziyet ister; ama iktidardan ayrılanlar iktidara tekrar gelmek imkanı daima muhafaza ederler. Totaliter rejimlerde iktidardan ayrılmak yoktur; iktidardan düşülür. Bir kere düşüldü mü sabık diktatörü bekleyen ya ölüm ya en hafifinden sürgündür. Onun içindir ki öyle rejimlerin başında bulunanlar mevkilerinden sureti kat iyede ayrılmak istemezler....." diye başlamış.
Elbette bu yazımızın muhatabı rüştünü ispat edememiş, kimsenin kendisini başbakan olarak görmediği sadece basit bir  işgüder olarak kabul ettiği Ahmet Davutoğlu değildir.
Bugünkü iktidarı Tayyip Erdoğan temsil etmektedir.
2011 den bu tarafa, halk desteği anlamında  erime sürecine giren Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı iktidardan gitmemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bu ülke çok şeyler yaşadı, tarihten husumet çıkartmayalım diye bazı şeyleri yazıp söylemek istemiyoruz.
Burada yazmadıklarımızın benzerleri şimdi, AKP iktidarı döneminde  yapılıyor,sokak serserilerine gazete idarehaneleri bastırılıyor, gazeteci dövdürülüyor ve böylelikle herkesin korkup sineceği zannediliyor.
Bunun bir adım sonrası siyasetçilere şiddet uygulamaya  başlamaktır.
Havuz medyası sayesinde yazılan, çizilen ve  söylenen her şeye insanların inanacağını düşünmek, insanın akli melekelerinde yorgunluk işaretidir.
Ne söylenirse  söylensin, kimi nasıl düşman gösterilip mağdur oynanırsa oynansın, bu ülke Hitler Almanya'sı olmadığı gibi, iktidarın propagandistleri de Goebels kadar başarılı olamaz, zira bugün Türkiye de farklı sesler var.
 İnsanlar, havuz medyasının emir komuta zinciri içinde aynı başlıkla çıkan farklı gazetelerine, Tayyip Bey'in olağan muhtarlar toplantısında kendinden başka kimsenin bilmediği, tanığı olmayan hikayelerine   artık inanmıyor.
İnsanlar artık hedef gösterilmekten, şiddete maruz kalmaktan korkmuyorlar.
Gezi olayları ile korku imparatorluğu yıkıldı.
Ama bu yöntem, yani baskı ve şiddet uygulayarak kişileri  susturmak, yıldırmak istemek, KORKAKLARIN İŞİDİR.Kendisinden şüphesi olanların, öz güveni olmayanların işidir. 
Bu tür davranışta bulunan siyasi iktidarların sonu hiç iyi olmadı, iktidarların hanesine artı değil eksiler yazıldı.
Kendisinden ve yakın çevresinden korkusu olmayan siyasetçi iktidarı bırakmaktan korkmaz; zira onların hesap vermekten korkacak bir şeyleri yoktur.
Çok yakın tarihimiz bunların örnekleriyle doludur. Onlar iktidarı bıraktıkları zamanda hep saygın kişiliklerini korudular, zira hesap vermekten hiç korkmadılar.
Seçimle iktidara gelip seçimle iktidardan gitmek demokrasinin erdemidir.
Demokratik yollarla iktidardan ayrılmış siyasiler şerefleriyle onurlarıyla yaşarlar.
Anti  demokratik yöntemler uygulayarak iktidardan gitmemeye çalışanlar da bir gün o makamlardan MUHAKKAK giderler, ama onlar ondan sonra şerefleriyle yaşayamazlar.Sokaklarda alnı ak yüzü pak dolaşamazlar.
Totaliterleşen iktidar sahipleri, iktidarı bırakmamak çabası içine girdiler mi, sonun da ya "maktul" olurlar "ya da canlarına kıymış" . Tarih onları böyle anar. İşte demokrasinin fazileti buradadır, demokrasiyi içine sindirebilmiş, seçimle gelip seçimle gitmeyi olağan kabul edenler, üçüncü ve çok şerefli bir sıfat olan "eski" ile anılırlar. Eski Başbakan, 10.11. 12. Cumhurbaşkanı gibi.