30 Mayıs 2012 Çarşamba

ATATÜRK'TE BİRLEŞELİM



Bugün geldiğimiz noktada Atatürkçülük, maalesef kendisini Atatürkçü görenlerin Atatürkçülüğü (Kemalizmi) bir kısım ilkelere indirgeyerek açıkladıkları tutucu bir siyaset anlayışı haline gelmiştir.
Adına ister Atatürkçülük deyin ister Kemalizm, bu bilimsel olmak iddiası olmayan, savaş öncesinde kongrelerde, savaş meydanlarında, diplomasi masalarında şekillenmiş siyasal bir doktrindir.
Atatürkçülük Türk toplumunun evrimlenmesine paralel, anlam ve yorum değiştiren siyasal doktrindir.
Türk devrimi bir uluslaşma hareketi olup, hilafetten laiklik, monarşiden Cumhuriyet yaratmıştır.
Bunu yaratırken tam bir devrimci gibi geniş cepheci bir yol ve tutum izlemiştir.
Bugün her dakika daha totaliterleşme yolunda ilerleyen, ABD’nin öğütleriyle önce kendisine bağlı bir basın, arkasından kendisine bağlı bir yargı yaratan iktidar artık demokrasinin bir erdemi olan uzlaşmayı sadece, onun isteklerinin kabulüne indirgeyen, azınlıkta olanların evrensel değerlere de uygun taleplerini dayatma kabul eden bir kişilikle, yani Baascı bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Yani Türk devrimi tam bir karşı devrimci saldırıyla karşı karşıyadır.
Bu karşı devrimci saldırı sadece iktidar partisi ve onunla özdeş diğer siyasal partilerden değil, en büyük eserim dediği CHP nin yeni kadrolarından da gelmektedir.
Bu karşı devrim yandaşları, Atatürkçülüğü jakobenlik, Baascılık olarak nitelerlerken, asıl kendileri Baascılık yaparlar. Atatürk’çülük devrim devam ederken bile, kendi içinden muhalefet yaratmayı bilmiş bir siyasal hareket olduğu gibi, sadece karşı devrimci düşüncelerin düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırmıştır.
Bu uzun süreli monarşiyi yıkıp yerine Cumhuriyeti getiren bütün devrimlerin ortak özelliğidir. Fransız devrimi de aynı yöntemi uygulamıştır.
Türk toplumunun evrimlenmesine paralel olarak bu ülkede, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, Anayasa yargısı, çift meclis,  kişisel hak ve özgürlükler gibi kavramlar daha birçok Avrupa Ülkesinde telaffuz dahi edilmezken Atatürkçüler tarafından dile getirilmek bir yana hayata geçirilmişlerdir.
Elbette bazılarının ufku, bir rejimin kendi eli ile kurduğu kuvvetler birliği düzenini, nasıl olurda kuvvetler ayrımına götürdüklerini algılamalarına müsait i
  Şimdi yapmamız gereken karşı devrimci olmamak kaydıyla, hiç kimseyi dışlamadan, bütün güçleri Atatürkçülük etrafında birleştirmek bütünleştirmektir.
Atatürkçü olarak bugün yapmamız gereken, tarihten husumet çıkarmadan, geçmiş kırgınlıkları unutarak, yaşanmamış kabul ederek yeni bir yürüyüş başlatmamız gerekmektedir.
Çünkü karşımızdakiler en az 1919 daki kadar güçlüdürler. Ülkenin Başbakanı, Aydınlık Gazetesi’nde üç gün üst üste tefrika edildiği gibi, ABD’nin projeleriyle Türk Ordusu’nun generallerine şantaj yapmaktadır.
ABD’nin hoşlanmadığı aydınlar, yazarlar, siyasetçiler, askerler aynen Malta sürgünlerinde olduğu gibi yargılanmaktadırlar.
Yeniden Anayasa yapma yalanı ve resmi bayramlarımızın tarihi bağlarımızla kopartılması çabaları karşısında halkın kendiliğinden oluşan, hiçbir sınıf farkı düşünmeyen büyük bir kitle tepkisi şuanda Türkiye’nin tek yükselen değerinin Atatürkçülük olduğunu ortaya koymuştur.
Ülke her an büyük bir ekonomik krize girebilir. Zira dünya ve özellikle de Avrupa büyük bir ekonomik felaketin eşiğinde, bunun bize yansımaları tahminlerin çok üstünde olacaktır.
Ekonomik bu sıkıntının yanında dış politikadaki büyük başarısızlık ABD’nin taşeronluğu Suriye’de bir bölünme olursa bunun bize yansıması bize çok ağır bedeller ödetir.
Bütün bu olumsuzluklar bu ülkenin aydınlık çocuklarını ATATÜRKTE BİRLEŞMEYE ZORLAMAKTADIR. Başka çıkış kalmamıştır. Kurtarıcı beklemeyeceğiz Atatürk’te birleşerek yeniden kurtulacağız. 


27 Mayıs 2012 Pazar

MİLLETVEKİLİ KAPI KULU DEĞİLDİR.



CHP İki Grup Başkanvekili TBMM’ne sundukları yasa teklifi ile, Türkçeden başka dil ve lehçelerle, belge düzenlenmesini, propaganda yapılmasını TBMM’nin ve ülkenin gündemine taşıdılar ve tabandan da haklı olarak büyük tepki aldılar.
Bu yasa teklifini yaparken de gerekçe olarak, aslında bu olayla hiçbir ilgisi olmayan, 2001 yılında Anayasadan Ana dil yasağının kaldırılmış olmasını ve TRT de Kürtçe yayınların başlamasını ve her şeyden öncede 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri hakkında Kanunun 58. Maddesinde yapılan değişikliğe atıf yapmışlar ve arkasından dil yasakları ortadan kaldırıldıktan sonra, Siyasi Partiler Kanunu’ndaki yasakların da kaldırılması gerektiğini. Bu teklifle kanunlar arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasının amaçlandığını” göstermişlerdir.
CHP daha 1989 yılında Ana dil yasağının bir insanlık ayıbı olduğunu söyleyerek, insanın ana dilinin yasaklanamayacağını, daha kimse bunu ağzına almaya cesaret edemediği zamanda söyleyen ilk ve tek partidir.
Ama yine CHP,  TRT de Türkçeden başka bazı dillerde yayın yapılması konusu gündeme geldiğinde, herkesin RTÜK yasasına uymak kaydıyla, kendi ana dilinde özel girişimci olarak görsel yayın yapabilmesini,  ama devletin böyle bir yayıncılık işine girmemesi gerektiğini dile getirmiştir.
Yasa teklifinin gerekçesinde ayrıca, 2010 yılında 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 58. Maddesinde yapılan değişikliğe uyum sağlanmasından söz edilmektedir.
CHP 298 Sayılı yasanın 58. Maddesinde bu değişiklik yapılırken de buna Anayasa Komisyonunda muhalefet şerhi koymuştur.
58. madde de yapılan değişiklik AKP  ve BDP’nin beraberce yaptıkları değişikliktir.
Orada yapılan değişiklik, sadece seçim propagandası yapılırken, Türk Vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları yerel dil ve lehçelerde de sözlü propaganda yapabilecekleri şeklindedir.
Halbuki CHP’nin şimdiki teklifi yukarıda sözünü ettiğimiz, AKP ve BDP’nin işbirliği ile yapılan değişiklikten çok daha ileri, Türkçe’nin   tek resmi dil olması kuralını delmeğe yöneliktir
Getirilen değişiklikle parti tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında, açık ve kapalı salon toplantılarında, Türkçeden başka dillerin de kullanılmasının önü açılmak istenmektedir
Bir köy kahvesinde dar bir alanda ana dilin kullanılması elbette sorun değildir. Ama bir partinin programının ve tüzüğünün Türkçeden başka bir dille yazılıyor olması, kapalı ve açık hava toplantılarında Türkçeden başka dille konuşulması propaganda yapılması, afiş basılması başka şeydir.
Bu  sırf Kürt Kökenli yurttaşlarımızdan oy almak için yapılmaktadır.
O yöreden oy almak için, AKP’nin veya BDP’nin kuyruğuna takılarak değil, öncelikle devrimci niteliğinizi ön plana çıkartarak, iktidara geldiğiniz zaman o bölgeye egemen olan,  bölgenin geri kalmışlığının  en büyük nedeni olan ağalık, derebeylik düzenini yıkacağınızı  söylemeniz ve bölge insanından bu konuda destek istemeniz gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içersinde her bölgeye özgü ayrı propaganda usulleri getirerek, bölge bölge farklı dil ve lehçelerin siyasi parti faaliyetlerinde kullanılmaya başlanması, buna hoş görüyle bakılması; Anayasanın 3. Maddesinin açık ihlali olduğu gibi, ülkemizi adım adım bölücülerin arzu ettiği çift dilliğe götürür ve bu da ülkenin belli bir süre sonra parçalanmasına yol açar.Belçika’da olduğu gibi.
Ulusalcıların parti yönetiminden tasfiyesinden sonra yönetime gelenler, partiyi değerlerinden koparmayı, altı oku ret etmeyi demokrat olmak sanıyorlar.
Gazeteniz Aydınlığın yazdığına göre, bu teklifin asıl mimarı, TR 705 numarayla CİA’nın yan kuruluşunun kullandığı kişidir. Önergenin altına imzayı atanlar Genel Merkez’den gelen talimat üstüne, bu girişimi kapı kulu mantığı ile başlatmışlardır.
Yani Genel Merkez tarafından Milletvekillerine kapı kulu muamelesi yapılmıştır

23 Mayıs 2012 Çarşamba

CHP NE YAPMALI?


                       
Hürriyet Gazetesi’nde Ahmet Hakan çok doğru olarak, AKP nin yanlış söylem ve politikaları ile herhangi bir siyasi partiye angaje olmamış büyük halk kitlelerinde rahatsızlık yarattığını, ancak bu rahatsızlığı duyan kitlenin Kemal Kılıçdaroğlu’nu görünce de tekrar AKP’ye döndüğü tespitini yapmış.
İşte CHP’nin bugünkü sorunu demokrasinin teminatı olan bu geniş kitlelerde ve özellikle de gençlerde ve kadınlarda  bir heyecan, bir umut yaratamamasıdır.
Toplum 1970 li yıllarda da bu kadar muhafazakârdı. Siyasal iktidar tarafından din istismarı o günde yapılıyordu. Ancak CHP bugünün aksine hiç de “dini söylemler kullanırsak muhafazakâr kesimden oy alırız” aymazlığını  yapmıyor, ama kendi ideolojisini geniş halk kitlelerine bire bir anlatıyor gençlerin ve kadınların umudu oluyordu.
O gün parti yönetiminde çok tutarlı, genç bir kadro vardı. 1973 den itibaren inceleyin, bu genç ve nitelikli insanlar Partisinin programını en küçük köy kahvesinden başlayıp, yüz binlerin toplandığı açık hava toplantılarında insanlara anlatıyorlardı.
Bunu yaparken de partinin tarihine, geçmişine hiç saygısızlık etmedikleri gibi, bu ülkenin kuruluş felsefesinden de  en ufak bir taviz vermiyorlardı.
O insanlar, ABD’ye gidip, 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi,  bu davranışımız bir daha olmaz demiyorlar, tam aksine Anadolu insanın haşhaş ekip ekmeyeceğine biz karar veririz, uluslar arası antlaşmalardan kaynaklanan haklarımızı sonuna kadar kullanırız,  diyorlardı.
Tabii onlar bunu söyleyebiliyorlardı. Zira onların  partiyi yönetirken ki tek kıstasları, CHP’nin anti-emperyalist özelliğini öne çıkarıp, halkın gerçek iktidarını kurmaya çalışmaktı.
O tarihte partiyi yönetenlerin etraflarında, kaliteli çalışma arkadaşları vardı. O bakımdan CHP yükselen bir değerdi.
O tarihte Tayyip Erdoğan’ın söylediğinin aksine CHP  gerek 73 gerekse 1977 seçimlerinde birinci parti olmuştu, hem de Tayyip Beyin 2002 ve 2007 seçimlerinde aldığı oy oranlarıyla.
Ama bugün maalesef CHP toplumda bir güven ve heyecan yaratamıyor.
Küçük kalmayı, herkesi dışlamayı marifet saymak ne kadar yanlış ise, benzemeyenlerin bir araya gelmesinden de büyüme çıkacağını düşünmekte o kadar yanlıştır.
Kemalist ile anti-Kemalist’in,  üniter devletten yana olanla, federasyon savunucusunun, ekonomiye gerekirse halkın mutluluğu için devletin müdahale edebileceğini düşünenle, buna safsata diyen liboşların, aynı partide ve de özellikle de  CHP  içinde barınmalarından güç mü doğar, güçsüzlük mü?
Böyle bir parti kitleleri inandırıp, bir heyecan yaratır mı?
Güven verebilir mi?
İktidara Ulaşabilir mi?
Hadi ulaştı diyelim, başarılı olabilir mi?
Toplumdaki  CHP’ye olan inançsızlığın ve güvensizliğin en büyük göstergesi gençlerin yukarıda saydığım nedenlerden ötürü partiden uzak durmalarıdır.
Çünkü biz onlara sadece pankart asan, mitingde güvenliği sağlayan bir grup olarak baktığımız gibi söylemlerimizle de onlarda bir güven ve heyecan yaratmıyoruz.
Halbuki toplum hızla değişiyor. Ama enerjileri, yeni teknolojilere yatkınlıkları ve dolayısıyla da yeni bilgilere en çabuk ulaşabilen bu büyük enerjiyi biz, her türlü karar ve uygulama sürecinin dışında tutuyoruz.
Bu yanlıştan süratle dönmeliyiz, şekilde değil esasta gençleri karar ve uygulama süreçlerinin içine katmalıyız.
Yıllardır unuttuğumuz, (bir kısmımızın da işine gelmediği için unuttuğu) partinin yapısı ve o yapının yansıttığı toplumsal tabandır.
Bir siyasal partide asıl önemli olan program değil, o yapının yansıttığı toplumsal tabandır.
Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın bir makalesinde yazdığı gibi, “sağlıklı bir yapının ilk ve temel öğesi ise sağlıklı bir üye sistemidir. Özellikle sol bir partide, asıl önemli olan üye sayısı değil, üyelerin bilinç ve etkenlik düzeyidir.”
Bakın bakalım üyelerinizin kaçta kaçı programınızın ana çizgilerini biliyor ve bulunduğu  ortamda savunabiliyor.
İşte bunlar yapılmadan, kadın ve gençlik kotaları koyarak halkçı bir parti olacağınızı düşünüyorsanız , büyük yanılgı içindesiniz, bu nedenle de size kimse inanmıyor.




20 Mayıs 2012 Pazar

CHP ANAYASA KOMİSYONU'NDAN ÇEKİLMELİ, BU HUKUK DIŞILIĞA ORTAK OLMAMALIDIR




Tüm anayasalar kendilerinin nasıl değiştirileceğini veya anayasayı tümden değiştirme yetkisi parlamentolara tanınmışsa bunun nasıl yapılacağını düzenlerler.
Osmanlı imparatorluğundan sonra gelen dönem içinde dört anayasamız oldu. Bunlar:1921 Anayasa’ sı kurtuluş savaşı devam ederken, bir kısım kendini bilmezlerin diktatör diye nitelediği Atatürk’ün harbi yönetirken uyguladığı anayasadır.
1924 Anayasa’ sı Cumhuriyetin ilanından sonra , devleti kuranların yaptığı, yani kurucu iradenin, kendisini sınırlayacak hiçbir yasal ve siyasi gücün bulunmadığı bir dönemde, sınırsız bir yetki kullanılarak yaptığı bir anayasadır. 
1961 ve 1982 Anayasaları da, 1960 ve 1980 İhtifallerinden sonra, askeri müdahale ile iktidarı eline geçiren askeri güçler, önce kendilerini sınırlayan anayasalarla bağlı olmadıklarını ilan etmişler; onları da bu  anayasalara uymağa zorlayacak  bir gücünde  olmaması nedeniyle, KURDUKLARI KURUCU MECLİSLER TARAFINDAN YAPILMIŞLARDIR.
Yani bütün bu anayasalarımız, rejim değişikliği, devrim ve hükümet darbesi gibi, yeni bir  KURUCU İRADENİN ORTAYA ÇIKMASINDAN SONRA yapılmışlardır.
Bu anayasalarımızın hiç birisinde, Anayasa’nın tümden değiştirilmesinin hangi kurallara göre yapılacağı hüküm altına alınmamıştır.
Bu nedenle, bugün ülkemizde TBMM Başkanlığında yapılan “YENİ BİR ANAYASA” yapma çalışması, yürürlükteki anayasamıza göre HUKUKEN MÜMKÜN DEĞİLDİR.
Halen yürürlükte olan Anayasa’ da, ancak değişiklikler yapılabilir.
Bu değişiklikler yapılırken de, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilk üç maddede en ufak bir değişiklik yapılamayacağı gibi, Anayasa Mahkememizin istikrar bulmuş kararlarına göre de, bu maddelerin içini boşaltacak, uygulanamaz hale getirilecek şekilde diğer anayasa maddelerinde de  değişiklikler yapılamaz.
Yürürlükteki Anayasa’nın değiştirilmesi istenen maddeleri var ise, sadece bu değişiklikler yapılabilinir.
Nitekim mevcut Anayasa’ da nasıl değişiklikler yapılacağı düzenlenmiş, ancak YENİ BİR ANAYASA’ nın nasıl yapılacağı düzenlenmemiştir. O nedenle şimdi TBMM Başkanı’nın Başkanlığında yapılan çalışma için kullanılan  “ YENİ ANAYASA” tabiri dahi yanlış bir söylemdir.
Aslında Türkiyenin en önemli sorunu iş ve aş sorunudur. Yurttaşlara yönlendirici olmadan objektif bir yaklaşımla “Türkiye’ nin en önemli sorunları nedir diye ” sorsak alınacak yanıt  en başta İŞSİZLİK ondan sonra da TERÖR olur.
  “YENİ ANAYASA” diyecek olanlar çok az sayıda AKP ve özerklik peşinde koşan BDP militanları olurlar.
1982 Anayasa’ sı elbette özgürlükçü bir anlayışın ürünü değildir. Ancak bugüne değin üçte birinden fazlası  değiştiği için bugün ilk yapıldığı günden çok  farklı bir Anayasa olmasına rağmen elbette halende değişmesi gereken maddeleri vardır.
En basitinden memurlara göstermelik değil grev hakkını da  tanıyan  bir  toplu sözleşme  düzenine ihtiyaç vardır.
 Ama AKP’nin böyle bir düşüncesi yoktur. Zira bu demokratik bir haktır. Totaliter bir rejimin özlemcisi olan AKP’nin böyle bir düşüncesi olamaz.
 Anayasa’ ın değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri ortada dururken “Yeni Bir Anayasa Yapacağız” iddiası ise ANAYASA’ YI İHLAL SUÇUNU OLUŞTURUR.
Zira, hiç kimse Anayasa ile  kendisine verilmemiş bir hakkı kullanamaz. İşte TBMM’de  Meclis Başkanı’nın Başkanlığında kurulmuş bulunan komisyon ve bu komisyonun faaliyetlerine göz yumanlar, Anayasa’nın kendilerine vermediği bir yetkiyi kullanmaktadırlar.
Cumhuriyet Halk Partisi’ nin komisyonda görev alması ne hukuken nede siyaseten doğru değildir.Anayasayı ihlal suçuna iştiraktir.CHP BU KOMİSYONDAN ÇEKİLEREK ANAYASAYI İHLAL ANLAMINA GELEN BİR UYGULAMANIN ORTAĞI OLMAMALIDIR.CHP

16 Mayıs 2012 Çarşamba

SPORDAKİ ŞİDDETİN SORUMLUSU KİM



Hafta sonunda oynanan Fenerbahçe Galatasaray süper finalinden sonra çıkan olayları hoş görmek mümkün değildir.
Yaşanan olaylar üç beş fanatiğin çıkardığı olayların çok ötesinde toplumsal bir olay haline gelmiştir.
Ancak sporda şiddet  bir günde ortaya çıkmadı.
Yıllar önce, bugün kanlı bıçaklı hale gelen kulüplerin seyircileri yan yana, omuz omuza oturarak maç seyrederler en ufak bir taşkınlıkta olmazdı.
Bu olayın asıl sorumlusu Türk sporu bu çirkinliğe sürüklenirken kılını bile kıpırdatmadan, zamanında gerekli tedbirleri almayan siyasal iktidarlardır.
Evvela, insanların yan yana maç seyretmesi   için gerekli şartların ortadan kalkışını seyredip, gerekli tedbirleri almayanlar, çok büyük bir iş yapıyormuşçasına,  rakip takım seyircisini kısıtlı sayıda ve ayrı yerde oturtmaya başladılar.
Bir kısım kendini bilmez, rakip takımın sahasına maç seyretmeğe giderken, bindikleri araçlara zarar verdikleri ve o araçların içinde “döner bıçakları” çıktığında, buna da seyirci kaldılar.
Stadlarda koltuklara, ortak kullanım alanlarına zarar verilirken bunları tepkisiz seyirettiler.
O tarihte bununla ilgili bir yasal düzenleme yapılamaz mı idi?
Elbette yapılabilinirdi, ama yapılmadı.
Ne yapıldı, üç bucuk çapulcuya teslim olundu, maçlara seyirci olarak hangi takımın sahasında maç oynanıyorsa sadece o takımın seyircisi alındı.
 “Okullar olmasa Maarifi ne güzel yönetirdim” diyen Osmanlı Nazırı mantığı,  Cumhuriyet Türkiye’sinde spor alanlarında hayata geçirildi.
Bunu yapanlara da “Vali”, “Emniyet Müdürü”, “spor yöneticisi” dendi. 
Son olarak  on yıldır bu ülkeyi tek başına yöneten AKP İktidarı, temelinde dostluk kardeşlik ve uygarca yarışma olması gereken spora siyaseti de bulaştırdı.
Zira Tayyip Erdoğan’a kadar,  hiçbir siyasi iktidar bir spor kulübünü ele geçirme, yönlendirme teşebbüsünde bulunmadı. O kadar bulunmadılar ki, Galatasaray Kulüp Başkanı bir Senatörken, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Başbakanken bile siyaset bu kulüplere egemen kılınmadı
Fenerbahçe camiası, iktidara yandaş bir cemaatçiye teslim edilmedi diye,  3 Temmuz 2011 tarihinden buyana, manevi işkenceye maruz bırakıldı.
Sporun insan hayatına bu kadar girdiği, büyük ekonomik bir faaliyet haline geldiği ortamda, yazılı ve görsel basında, küme düşürülmekten tutun, puan silineceğine kadar her türlü spekülasyon yapıldı.
Hazırlık soruşturmasının gizliliği bir yasal zorunlulukken, camiadan öç almak için dosya içinde var olduğu iddia edilen hayali telefon tapeleri basına sızdırıldı.      
Bu  çirkinlikler ele geçirilemeyen Fenerbahçe Kulübü zarar görüyor diye mutluluk içinde seyredildi.
Olanlar Fenerbahçe Kulübüne zarar veriyor diye, varlıklarını, büyüklüklerini aslında birbirlerine borçlu olan, diğer büyük  kulüplerin kifayetsiz muhteris yöneticileri de, bu çirkinliklerin üstüne benzin döktüler. Yangına körükle gittiler.
Kazanılan kupa Galatasaray’ın anasının ak sütü gibi hakkıdır.
Ortam bu kadar gerilmişken, Federasyon kupa merasiminin kazanan takımın kendi sahasında BİR GÜN SONRA YAPILACAĞINI İLAN ETSEYDİ şampiyonluğun değerimi düşecekti? Elbette hayır.
Ama işte basiretli saygın yöneticilik, olayları önceden görüp ona göre karar alabilmektir.
Aslında son olayların tek sorumlusu Tayyip Erdoğan ve şürekasıdır.
Fenerbahçe Kulübü istenildiği gibi bir tarikatçıya teslim edilseydi, hiç bu işler bu kulübün başına gelecek,toplum bu kadar gerilecek miydi?
Cevabı tek kelime ile “HAYIR”
Ancak,  bu olay bir gerçeği insanların beynine silinmemek üzere kazıdı.
Buda  Fenerbahçe camiasının çok büyük olduğu gerçeğidir.
Fenerbahçe camiası, bu muhteşem dayanışma duygusuyla bu sıkıntılı günleri de atlatır. Ama kendi siyasi çıkarları uğruna bu kulübe bu kötülüğü yapanlar bilecek ki, orası Atatürk’ün kulübü. Atatürk’ün kurduğu hiçbir kurumu tamamıyla ele geçiremezler.Bazıları şekillendirildi zannedilse de eninde sonunda geri alınır.






13 Mayıs 2012 Pazar

27 NİSAN MUHTIRASI CHP'YE KARŞI VERİLMİŞTİR



Türkiye’de  uzun süreden beri darbelerle hesaplaşılıyormuş gibi yapılarak Türk Silahlı Kuvvetleri yıpratılmak istenmektedir.
Ordunun yönetime fiilen el koyduğu 12 Eylül 1980 darbesinden buyana otuz yılı aşkın bir süre geçmiş, bu süre içinde gücü elinde bulunduran askerler görev başınayken yani ellerinde tank, top, tüfek, uçak varken darbe yapmamışlar ama darbe planları yapmışlar.
Hakikaten fıkra gibi.
Bugüne kadar yukarıda da söylediğimiz gibi bir çok general görevlerinden ayrıldıktan yıllar sonra “siz darbe planlamışsınız” iddialarıyla tutuklandılar.
Hukuki tarafını burada tartışmak istemiyorum.Çünkü bana ayrılan yer buna yetmez.
Ama ister iktidarda olalım, ister muhalefette çifte standard uygulamasını çok severiz.
Muhtıracı generalin yaptığı açıklama işimize geliyorsa, onu hemen taltif ederiz. Değil muhtıra vermek, görevinin gereğini yapan, aldığı emri uygulayanı da darbeci diye içeri tıkarız.
Hatırlanacağı üzere 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, AKP kendi dayattığı Cumhurbaşkanı’nı Anayasaya aykırı bir seçim yöntemiyle TBMM’ne  seçtirmeye çalışmıştı.
CHP de Anayasanın kendisine verdiği hakkı kullanarak bu seçimi Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü.
Mahkemenin karar verme süreci içinde Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde, sonradan siyasi hayatımızda “e muhtıra” olarak anılacak bir bildiri yayınlandı.
Bildiri ilk bakışta sanki CHP’nin açtığı davaya destek verir mahiyette idi.
İyi bir kurmay zekasıyla da yazılmadığı anlaşılan bu bildiri hakkında dönemin Genelkurmay Başkanı, sonradan, açıklamayı  kendisinin kaleme aldığını, bunun bir muhtıra olduğunu belirtti.
   Bana göre bu sözde muhtıra, CHP’nin açtığı davayı  kamu vicdanın da sakatladığı, dolayısıyla da AKP’nin işine yaradığı için AKP İktidarı tarafından bugün hiç tartışılmadığı gibi de üstü örtülmeye çalışılmaktadır.
Zira, bu işleri çok yakından takip etmeyen, etmesi de beklenmeyen geniş halk kitleleri, Anayasa Mahkemesi’nin davayla ilgili verdiği kararı,  askerlerin baskısı ile verilmiş gibi algıladı.
Bugün kahramanlık nutukları atan İktidar Partisi’nin Genel Başkanı o gün kılını bile kıpırdatmadı, zira bu saçmalık çok işine yarıyordu.
Çünkü, mağduru oynayarak prim yapacaktı. Bu kadar demokrasiden yana olduğunu söyleyen bir Başbakan’ın ve başında olduğu hükümetin yapması gereken, o Genelkurmay Başkanı’nı o sabah disiplinsizlikten önce emekli edip ve hemen arkasından da mahkemeye sevk etmesi gerekirdi, yapmadı. Sadece bir gün sonra “herkes görevini bilsin” gibi bir açıklama yapıldı.
Olayların gelişimi bu sözde “e-muhtıranın” sanki bir danışıklı dövüş olduğu izlenimini vermektedir.
Bu muhtıracı Genelkurmay Başkanı görev süresinin bitimine kadar, yani yasal süresi doluncaya kadar görevde kaldı.   Bu süreç içinde yine siyasi tarihimize “Dolmabahçe görüşmesi” olarak geçen Başbakanla baş başa bir görüşme yaptı ve bu görüşme sonrasında da, Türk devlet geleneğinde bir eşi olmayan bir şekilde “mezara kadar sır olacağı” açıklandı.
Bazı AKP yöneticilerinin sonradan bu muhtıra ile ilgili olarak, büyük bir saflık içinde “bizim oylarımızın %10 artmasına sebep oldu”  şeklinde açıklamalar yapmış olmaları.
 Bu komutanın disiplinsizlikten resen emekli edilmemiş olması, ister istemez akla bu muhtıranın Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı arasındaki özel bir anlaşma neticesinde kaleme alındığını getiriyor.
Böylelikle  AKP’nin tek başına iktidarının devamı sağlanmış olabilir.
    Sonuç olarak 27 Nisan “e-muhtırası”  CHP’ye karşı verilmiştir.CHP’nin bugünkü yetkililerinin yapması gereken, eski yöneticilerini suçlamak yerine, bugünden iktidara geldiklerinde bunun hesabını soracaklarını  açıklamalarıdır.  

9 Mayıs 2012 Çarşamba

TAYYİP BEY TRİBÜNLERE OYNUYOR



Türk Basınında birkaç gün önce  Tayyip Erdoğan’ın İtalya’nın önemli gazetelerinden biri olan Corriera Della Sera Gazetesine verdiği demeçte, “BUGÜNE KADAR SURİYE HÜKÜMETİNE SABIRLI DAVRANDIK ANCAK SINIRIMIZDA HATA YAPMAYA DEVAM EDECEK OLURLAR İSE NATO ANDLAŞMASININ 5. MADDESİNİN ÖNGÖRDÜĞÜ ADIMLARI ATARIZ” dediği yer aldı.
Sayın Başbakan bu sefer laik bir ülkede tek din söyleminde yaptığı gibi dil sürçmesi diyemedi. “Bir hanımefendiye yakışmadı söylemediğimi manşet yapmış, zaten metinde de böyle bir şey yok” dedi.
İtalyanca bilenler var olduğunu söylüyorlar.
Başbakan’ın Suriye konusunda bugüne kadar Türk Basının da çıkan açıklamalarına bakarsanız Corriera Della Sera’nın yazdıkları hiç de şaşırtıcı değil.Buna benzer açıklamaları defalarca yapmıştı.Söylenmemiş bir şey yazılmış gibi görünmüyor.
Aslında Başbakan  NATO Antlaşmasının 5. Maddesinin  tek bir ülkenin talebiyle otomatik olarak işleyen bir mekanizma olmadığını bilir, en azından biz biliyor kabul ederiz.
NATO’nun böyle bir harekat yapması üye  ülkelerin oy birliği ile alacakları bir kararla olabilir.
Böyle bir kararın çıkması en az bugün için askeri ve siyasal nedenlerle zor görünüyor.
Askeri nedenlerle zor görünüyor.Zira Emre Kongar son kitabı “ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” başlıklı kitabında, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey’in bir açıklamasına yer vermiş. Bu açıklamaya göre, “Suriye’ye karşı uzun vadeli veya sürekli bir hava harekatının zorluklar içerdiğini, çünkü Suriye’nin hava savunma sistemlerinin Libya’nınkilerden 5 kat daha sofistike, kimyasal ve biyolojik silah stokunun da Libya’nınkinden 10 kat daha büyük olduğunu, Suriye’nin hava savunmasını etkisiz hale getirmenin, uzun zaman dilimini ve önemli sayıda uçağı gerektireceğini de” söylemiş.
Bu açıklamadan çıkan sonuç, Suriye ile girilecek bir sıcak çatışma, daha çok şehit, ekonomide büyük çöküntü ve hepsinden daha önemlisi ayrılıkçı Kürtlerin ellerini ovuşturarak beklediği iç ayaklanma ortamını doğuracaktır.
Başbakan’ın geçmiş dönemlerde yaptığı açıklamalara bakarsak, sanki Türkiye orada NATO veya BM kararı beklemeden, nerdeyse 1996 Adana mutabakatına dayanarak, Suriye tarafından bizim tarafa kurşun sekmesi olursa müdahale edebileceğimizi, insani yardım koridoru açabileceğimizi söylüyordu. Bu söylemlerde bulunurken ne BM ve ne de NATO lafını etmiyordu.
Ama askeri gerçekler önüne serilince düne kadar  attığı “kulak çeken büyük ağbi” havasını artık atamayacağın anlayınca da geri adım atmak mecburiyetinde kaldı.
O zaman  NATO’nun arkasına sığınmaya  başladı, NATO’dan talepte bulanacağız diye.Tam bir tribüne oynama, hani sizin vizyonunuz çok genişti, hani siz Osmanlı artığı ülkelerin büyük abisi olacaktınız.
Aslında Türkiye’deki ayrılıkçılar, Kuzey Irak Kürt yönetimi ve İsrail Suriye’ye bir askeri müdahaleyi çok isterler, zira böyle bir askeri müdahale uzun ve kanlı bir boğazlaşmanın da sonunda başarıya ulaşsa bile Suriye ikiye üçe bölünür.
Kuzey Irak, kendisine hudut Suriye’de kurulacak bir benzer Kürt bölgesi sonucunda Akdenize çıkar. Kuzey Irak petrolleri İsrail’in Hayfa limanına ve tabii Trablus’a Türkiye’den geçmeyen bir güzergahtan geçerek iner.
Bundan İsrail ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi  kazançlı çıkar. İsrail kendisi için güvenli, sürekli ve bir anlamda daha ucuz petrol sağlamış olur.
Kuzey Irak Kürt Yönetimi de, petrol ihracatında Türkiye’ye bağımlı olmaktan kurtulur.
ABD ve AB de İran’ın o hatta müdahalesin kesmiş olurlar.
Böyle bir operasyonda tek kaybeden ülke Türkiye olur, hem ülkesi bölünür ve hem de kendisinden toprak kopartmış bir ülkeye petrol konusunda muhtaç olur.

6 Mayıs 2012 Pazar

İSMET PAŞA VE DİĞERLERİ


               
Belli bir süreden beri, bir kısım kişiler İsmet Paşayı sevmediklerini söyleyerek veya daha ileri giderek ona faşist diyerek,  hakaret ederek prim yapacaklarını düşünmektedirler.
Elbette belli ölçüler içinde kalmak kaydiyle demokrasilerde herkes eleştirilebilinir. Bu çok da doğal ve sağlıklı bir şeydir.
Eleştirilen, hakarete uğrayan  İsmet Paşa kimdir?
İsmet Paşa harp meydanlarının muzaffer komutanı, Lozan’ın büyük diplomatı. Dünya’da bir eşi olmayan, 1946 seçimi öncesinden başlayarak, çevresindekilerin vaz geçirmeye çalışmalarına rağmen ve kaybedeceğini bile bile, ülkesini çok partili hayata geçirerek, elleriyle rejim değişikliğini yapan insandır.
1923 ten itibaren önce büyük önderin yanında ve emrinde ikinci adam, 1938 den itibaren de tek başına bu ülkenin kaderini elinde bulundurmasına rağmen iktidarı muhaliflerine devir etme yürekliliğini gösterebilen bir siyaset ve devlet adamıdır.
Kendi mutlak iktidarı döneminde hazırlanan seçim kanunun sonuçlarına saygı göstermesini bilen, iktidarı devir etmemesi yönündeki ısrarlara, “Hayattayken görmek istiyorum, yaşayarak göreceğiz” diyebilen bir şahsiyettir.
Bir dönem omuz omuza bu ülkenin bağımsızlığı için mücadele ettiği uzun zaman da karşı karşıya geldiği siyasi rakibi Celal Bayar ve arkadaşlarına,  bu ülke yönetimini devir edeceğini, yani seçimi kaybedeceğini anladığı zaman ve henüz   daha ülkenin en güçlü insanı iken, ne kendisi, ne ailesi için hiçbir şey istememiştir, ama ülkesinin mutluluğu için bir tek şey istemiştir.
O da laikliğin muhafaza edilmesidir.
“İhtilal devrinden kanun devrine girdik. Evvelce vatandaş hakları yalnız kanunda yazılırdı ve  biz onu istediğimiz gibi tatbik ederdik. Atatürk devrine dönemeyiz .Vatandaş hakkını istediği gibi alacaktır.Reyini istediği gibi kullanacaktır”  sözü sadece söylemiş olmak için söylenmiş bir söz değildir.
Hiçbir tek parti rejiminde, iktidarı elinde bulunduranların, Yargıtay Başkanının Başkanlığında, iki üyesi Yargıtay, iki üyesi  Şura-ı Devlet (Danıştay), dört üyesi üniversitelerden, üç üyesi de baro temsilcilerinden  oluşan bir tarafsız kurula seçim kanunu hazırlattığını tarih yazmamıştır.
Hazırlattığı seçim kanunun, kendisini iktidardan düşürmesi karşısında  “neticeyi saygıyla karşılama” sı BÜYÜK BİR DEVLET ADAMININ DAVRANIŞ TARZIDIR.
Diğer bir deyişle, sabık Cumhurbaşkanı olmayı, demokratik yaşamın  doğal bir sonucu olarak kabullenmiştir.
Ondan iktidarı devir alan iktidarın güçlü adamı Adnan Menderes, onun kadar demokrasi oyunun kurallarına saygı gösterdi mi?
Hayır.
İşte bugün yaşadıklarımızı, o gün yapılması gerekenler zamanında yapılmadığı için yaşıyoruz.
O gün sabık Cumhurbaşkanı olmayı içine sindirebilen İsmet Paşadan görevi devir alanlar, kanun devletinden bir adım daha ileri gidip, onlarda hukuk devletini yaşama geçirebilselerdi, bugün bu yaşadıklarımızı yaşar mıydık?
Tek parti yöneticilerinin bile içine sindirebildikleri muhalefetten rahatsızlık duymasalardı, “dikensiz gül bahçesi” yaratma hevesine kapılarak, aynen bugün olduğu gibi, kendisine uygun basın, kendisine uygun yargı yaratma hevesine kapılmasalardı, bugün bu yaşadıklarımızı yaşar mıydık?
Demokrasilerin yerleşebilmesi için “sabık” başbakan olmayı içe sindirebilmek gerekir.   
Demokrasilerde en tehlikeli şey, iktidarı elinde bulunduranların,  her söylenenin altında demokrasi karşıtı bir şeyler aramalarıdır.
Bir iktidar, kendisini her eleştireni düşman belleyip, onların demokratik tepkilerine en sert, en kaba şekilde cevap vermeye başlarsa, bu kendisinden başka doğru düşünen insan kalmadığı, bu ülke için en iyi düşünenin kendisi olduğu  düşüncesine kapıldığını yani megalomanlaştığını gösterir.
İşte demokrasi için asıl büyük tehlikede budur. 
             

3 Mayıs 2012 Perşembe

DEMOKRASİ'Yİ İÇİNE SİNDİREBİLMEK



Sayın Başbakan  her totaliter anlayışa sahip siyasetçi gibi kendinizi tek ve vaz geçilmez lider zannederek  sertleşmeye başladınız.
Sizi  eleştiren sanatçıya yazara çizere, “SEN BANA PARMAK SALLAYAMAZSIN” demeğe başladınız.
Gerçek demokrasilerde herkesin  herkesi eleştirebileceğini  hem de en sert şekilde eleştirebileceğinin ya farkında değilsiniz ya da işinize gelmiyor.
O “parmak sallayamazsın” söylemi beni eleştiremezsin demektir.
Niye bunu mertçe söylemekten çekiniyorsunuz.
Yani insanların sizin totaliterleşmeye başladığınızı anlamasını mı engellemeye çalışıyorsunuz.
Gerçek  sanatçının,  gerçek aydının sizin bu söylemlerinizden çekinip  konuşmayacaklarını mı düşünüyorsunuz?
Asıl korkmanız, çekinmeniz gereken insan tipi bu gün susanlar, size  yaranmak için sizin  her yaptığınıza “Keramet buyurdunuz beyefendi” diyenlerdir.
Bunlar 13 Eylül 1980 sabahı darbecilere de methiyeler düzenlerdir. Her askeri hareketten sonra alkış tutanlardır.
Sizin, tabii aslında bu ülkenin gerçek dostları yazı,çizi  ve söylemleri ile sizi eleştirenlerdir. Bunlar kişisel menfaat gözetmezler, bunlar ülkenin menfaatini düşündükleri için sizin adınıza çok ciddi emniyet siboplarıdır.
Zira bu totaliterleşme yolunda yavaş yavaş önce ürkek adımlar attınız. Bu ürkek adımları atarken, sizi hakikaten demokrat zanneden bir kısım  zavallı  “yetmez ama evet çiler”  size o gün destek verdiler. Siz de demokratik bir direnç görmeyince yavaş yavaş daha fazlasını istemeye başladınız.
Asıl ve en tehlikelisi,  her siyasi iktidar gibi sizi yapacağınız yanlışlardan koruyacak, anayasa yargısından başlayarak, adli ve idari yargıyı şekillendirdiniz, kendinize yandaş yaptınız.
Düşünebiliyor musunuz, Türk Milleti adına Anayasamızın 6. Maddesine göre Egemenlik kullanan Anayasa Mahkemesi’nin  hukukçu olmayan Başkanı, “milli iradenin önünü tıkamayız” a, benzer bir söz sarf ederek, Meclis İradesi ile Milli İradeyi bir birine karıştıra biliyor.
Bu bir an için sizin hoşunuza gidebilir. Her dediğinizi yapabileceğinizi düşünebilirsiniz.
Her Meclisten geçen yasa “hukuki” olmayabilir.
İşte sizin en büyük düşmanlarınız böyle düşünenlerdir. 
Bu mantığın egemen olduğu bir yargıdan sizi yanlışlardan, anayasa ve hukukun evrensel değerleri dışına düşmekten koruyacak bir fren mekanizması da kalmamış demektir.
Sayın Başbakan, bu parmak sallamalar, tek tip insan yaratma anlamına gelen “dindar gençlik yaratacağız” söylemleri, sizde iktidardan düşme korkusu başladığını gösteriyor.
Sayın Başbakan demokrasinin en güzel tarafı “ eski başbakanlar” şerefleriyle yaşayabilmeleridir. Ta ki bu başbakanların vatanseverliklerinden kuşku duyulmadığı sürece. Sizin elinizde bunu için çok büyük bir fırsat var.
Öncelikle bu totaliterizm kokan söylemlerinizden biran evvel vaz geçin.
Adına ister “yeni anayasa”, ister “sivil anayasa” deyin, bunun yapımı sürecinde, Ülkenin bölünmez bütünlüğüne, demokrasinin olmazsa olmazı olan laiklik ilkesine, sırf Amerikalılar istiyor diye bu devletin genlerinden Atatürkçülüğü çıkartmayın. İlk üç maddesinin muhafaza edip de diğer maddelerinde içini boşaltmaya çalışmayın.
Aynen 4+4+4 de yaptığınız gibi.
Aman bu ülkeyi size siyasi rant getireceğini düşünerek, Suriye’de bir askeri maceraya sürüklemeyin, bu ülkenin Güneydoğusunda başınıza/başımıza büyük sorunlar açar. Bugün sırtınızı sıvazlayan ABD’nin gerçek yüzünü o gün görürsünüz ama iş işten geçmiş olur.
Elbette bir gün iktidardan düşeceksiniz, bırakın insanlar sizi en fazla hataları vardı diye eleştirsin.”Eski Başbakan” denmesinden hiç ürkmeyin. Bu ülkede onlarca eski Başbakan var. Saygın bir şekilde hayatlarını sürdürüyorlar.