29 Ocak 2018 Pazartesi

ANAYASA VE YARGIÇLAR


Bu ayın başlarında Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu,  yaptığı toplantıda  yazarlar Şahin Alpay ve  Mehmet Altan ile Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki yayın yönetmeni Turhan Günay’ın bireysel başvurularını görüşerek kabul etmiş ve  oy çokluğu ile (11 Kabul 6 red oyu) hak ihlali  kararı vermiş idi.
Bu kararlar, ihlallerin ortadan kaldırılması için  İstanbul 26. Ve 13 Ağır Ceza Mahkemelerine gönderilmişti.
Anayasamızın 153. Maddesinin 6. Son paragrafında “Anayasa Mahkemesi Kararları Resmi Gazetede hemen yayınlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare Makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” demektedir.
Yani İstanbul 13 ve 26. Ağır Ceza Mahkemeleri Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararları Anayasamızın 153. Maddesi gereğince  hemen uygulamak zorundadırlar.
Yerel Mahkeme’nin Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı reddetmek,  o ya da bu gerekçeyle  uygulamasını geciktirmek hakkı da yoktur.
Yerel Mahkemeler bu kararı gerekçeli karar henüz kendilerine ulaşmadığı için uygulamamışlardır.
Ancak 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bir üyesi Anayasaya uygun bir şekilde “Anayasa Mahkemesi’nin tutukluluğa ilişkin  özel nitelikteki kararının kesin ve mahkemeyi bağlayıcı nitelikte olması nedeniyle heyetin tutukluluğun devamı yönündeki görüşüne katılmıyorum” diyerek tutukluluğun devamı kararına muhalif kalmıştır.
Araya Afrin harekatı girince 13. Ve 26. Ağır Ceza Mahkemelerinin Anayasaya aykırı bu Anayasa Mahkemesi kararını tanımama yönündeki kararları gündemden düştü.
Anlaşılıyor ki, tutukluluğun devamına karar veren hakimler, kendi durumlarından çekinmişlerdir.                                              
      Çağdaş demokratik hukuk devletlerinde yargıçlar, görevlerinde bağımsızdırlar. Alman Anayasası’nın 97.  Avusturya Anayasası’nın 87. ,Fransız Anayasası’nın 84. Maddeleri yargıç bağımsızlığına örnektirler.
Anlaşılıyor ki; Yerel Mahkemelerin red kararlarının oluşmasında, yargıçların vicdanı değil yargıçların gelecek korkuları rol oynamıştır.
Bu ülkede yargıç bağımsızlığı ve teminatı olsaydı yerel ağır ceza mahkemeleri, muktedir ne der diye düşünmeden ve korkmadan  Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına uyarlardı.
Zira Anayasa Mahkemesi’nin kararları herkesi bağlar. Ama teminatı kalmamış hakimler her ne kadar anayasamızda üstünlüğün anayasa ve yasalarda olduğu yazılmış olsa da gerçek (!) üstünlüğün “muktedir” de olduğunu kabullenmişler  ki onu kızdırabilecek bir karar vermekten çekinmişlerdir.
Elbette hakimlerin ya da herhangi bir insanın Anayasa Mahkemesi’nin verdiği her kararı beğenmek zorunluluğu yoktur, ama uymak zorunluluğu vardır.
Mahkemelerin kararlarında  önder, kılavuz, Anayasa ve yasalardır, kısacası hukuktur, hukuk.
Anayasamıza göre üstünlük anayasamızda olduğuna göre, Anayasa Mahkemesinin kararına önce uyacaksın ve Anayasa Mahkemesi Kararına uyarak tutukluları  tahliye ederken  öyle bir gerekçe yazacaksın ki, okuyan herkes Anayasa Mahkemesi kararını, Yerel Mahkeme verdiği kararın gerekçesinde, parça parça etmiş desin.
Ayrıca bu ideal hukuka varmak içinde şarttır.
Ama bunu yapabilmek için önce kişilik sahibi ondan sonra da  iyi bir hukukçu olmak gerekir.
Yerel Mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’nin anayasaya göre uymak zorunda oldukları kararını bile uygulamamaları üstüne Yargıçlar ve Savcılar Kurulu bu yargıçlar hakkında  gereğini yapmıyorsa, O zaman Anayasa Mahkemesi üyeleri eğer yerel mahkemenin davranışını kabullenmiyorlarsa Hakimler ve Savcılar Kurulunu kamuoyu önünde göreve çağırmalı eğer buna da  olumlu bir cevap alamıyorlarsa topluca istifa etmelidirler.
Yoksa, Anayasa Mahkemesi, anayasaya aykırı bir şekilde, Ağır Ceza Mahkemeleri’nin kendi kararlarını denetleyebileceğini zımnen kabullenmiş olurlar.
Zira; bir toplumda demokrasi, ancak onurunu, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü, kendi kişisel rahatlıklarından veya özlük haklarından, kendi mevkilerinden veya güvencelerinden üstün tutanların bilinciyle ve özverisiyle kurulabilir ve yaşatılabilinir.




26 Ocak 2018 Cuma

ALDATILMADINIZ TAYYİP BEY, SİZ YANLIŞ YAPTINIZ


Recep Tayyip Erdoğan ABD önceki başkanı Obama tarafından kandırıldığını söylüyor. Son zamanlarda iyi niyetli uyarılara önce kulak tıkayıp sonradan uyarıların doğru olduğu anlaşılınca Tayyip Bey kandırıldım diyor.
Tayyip Bey, kandırılmadı yanlış yaptı. Önümüzde yaşanmış bir Irak vahşeti varken, Amerikalılar istiyor diye Suriye’nin içişlerine müdahale etmek Türkiye’nin hudut güvenliği açısından yanlış olmuştur.
Sanayileşmiş batılı ülkeler için doğalgaz ve petrolün güvenilir bir biçimde sağlanması yaşamsal önem taşıyor.
Bu nedenle Musul petrollerini  ve bölgenin doğal gazını Akdeniz’e bir peyk devlet üstünden akıtmak batılı emperyalistlerin işine gelirdi.
 ABD önce Irak’a müdahale etmenin yollarını aradı ve Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi için tahrik edip, bunu temin ettikten sonra Saddam’ı hedef tahtasına koyup ABD ve Avrupalı ortağı İngilizlerle beraber Irak’ı işgal ettiler.
İşgal etmekle kalmadılar.Irak’ın kuzeyini önce Saddam’ın denetiminden çıkarttılar, daha sonra da  2005 Anayasası ile  Irak’ı bir federasyon olarak yapılandırarak, Kuzeyde bir Kürt federe devletciği oluşturdular. Ancak bu payk devletçik Musul Petrollerinin Akdeniz’e akıtılması için yetmiyordu.
O zaman Rusya ile ilişkileri güçlü olan Esad’ın Suriye’sini de parçalamak gerekiyordu.
İşte o zaman Kuveyt’te Saddam’ın oynadığı rolü, Suriye’de Tayyip Erdoğan oynayacaktı ve oynadı.
Aslında Türkiye’nin stratejik konumu ve ekonomik olanakları, kendi sınırları dışında insan ve kaynak israfına yol açacak hamlelerde bulunmamasını gerektiriyor, ama maalesef bulunduk.
O güne kadar ikili ilişkilerin gayet iyi gittiği hatta iki ülke arasında vizelerin  kaldırıldığı, müşterek bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığı, Tayyip Erdoğan ve Esad ailelerinin beraberce tatil yaptığı, Suriye Devlet Başkanına “Kardeşim Esad” hitabından Amerikan yönetimi istiyor diye bir anda vaz geçildi ve  Suriye’de insan haklarını ihlal eden, baskıcı bir rejim olduğu Türkiye tarafından fark edildi!
Esad oldu Esed, Esad muhaliflerine her türlü destek verildi; Suriye iç karışıklığında kullanılmak üzere ülkesine yabancı devletlerden yardım alarak savaş açan çapulculara askeri eğitim verildi, buna da “eğit, donat” denildi.
Suriye karıştı, Tayyip Erdoğan da, Suriye rejimine karşı mücadele eden herkese de kucak açtı.     Geçen yazımda da belirttiğim gibi  Esad’a karşı savaşması için PYD’yi yıllarca muhatap alıp destekledik.  Salih Müslim’i bu amaçla defalarca ağırladık. Tabii şimdi Salih Müslim de sanki eşit bir devletmiş gibi “koşulsuz masaya” otururum demek küstahlığını gösteriyor.
Bu küstahlığın sebebi zamanında onu Türkiye’de ağırlamamış olmamızın yanında, Suriye için  Rusların hazırladığı anayasa taslağında ülkenin kuzeyinde bir “Özerk Kürt Bölgesi”ne yer verilmiş ve bu konuda ABD ile Rusya’nın müştereken karar vermiş olmaları mı?
Irak’ın kuzeyindeki Kürt Federe Devletçiği ile Suriye’nin Kuzeyindeki “Özerk Kürt Bölgesi” adı geçen koridorun kurulması için yeterli olacaktır.
Irak ve Suriye’nin Kuzeyinde oluşacak bu iki Kürt bölgesi münasip bir siyasi ortamda birleşerek bağımsız bir Kürt Devlet oluşturacaklardır.
Türkiye  geleneksel Türk dış politikasının komşuların iç işlerine karışmama anlayışını  sizin iktidarınız da terk ederek komşularının içişlerine müdahale etti.
Bu anlamsız müdahale batılı  emperyalistlerin işine geldi; zira  Suriye bölünme noktasına geldi. Biz de şimdi kendi elimizle bozduğumuz Suriye’nin bütünlüğünde, Kuzey Suriye’de yaratılan bataklıkta haklı olarak kendi güvenliğimizi tesis etmek için sizin yanlış politikalarınız sonucu insan ve kaynak israfına girmiş bulunuyoruz.
İşte bu nedenledir ki “Aldatılmadınız Tayyip Bey, siz yanlış yaptınız” diyoruz.




22 Ocak 2018 Pazartesi

SADECE TAYYİP BEY Mİ HATALI?

                    
 Afrin harekâtının Türkiye’nin bekası açısından kaçınılmaz olduğu ve harekatın Suriye sınırımızın tamamı boyunca sürdürülmesinin yaşamsal çıkarlarımız bakımından kaçınılmaz olduğu görülüyor. 
Ancak Türkiye bu noktaya Tayyip Erdoğan’ın yanlış hesaplarıyla  geldi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin  “komşularının içişlerine karışmama”,  dış politika düsturundan vaz geçildi. Komşumuz Suriye’nin içişlerine  ABD ile işbirliği yapılarak müdahale edildi. Erdoğan, Esad karşıtı savaşa askerleri ile girmediği için Obama'yı defalarca eleştirmedi mi? Şimdi de  ABD askeri varlığının Suriye'den çekilmesini istiyoruz. ABD askeri varlığının Suriye'de "büyük Kürdistan" hedefi yolunda faaliyet göstereceğini Suriye’nin içişlerine karışıp bölünmesine yardım ederken  göremedik. Irak’da yaşananlardan sonra bunu görmemek anlamamak mümkün değildi.
Esad'a karşı savaşması için PYD'yi yıllarca muhatap alıp destekledik.  Salih Müslim'i bu amaçla defalarca ağırladık.
Sınırda "Kürdistan" koridoru oluşturulmasını Ayn Al-Arab'ın (Kobani) PYD'ye teslim edilmesini, peşmergelere geçiş izni vererek biz sağladık.  
O zamanki Başbakan, derinliği kendinden menkul Davutoğlu "Kobani'deki her kardeşimin alnından öpüyor, bağrıma basıyorum" dedi. Şimdi aynı "kardeş" düşman oldu.
Örnekler çoğaltılabilir. 
Vahim yanlış politikalarla Suriye sınırımızda, bir hayli derinliği de olan, PKK devletçiği oluşumuna yol açan iktidar, şimdi kendi yarattığı bu tehdidi defetmek amacıyla, Türkiye'yi savaşa sokuyor. Üstelik, kendi hayati ulusal çıkarlarımızı savunmak için başkalarının icazetini almak zorunda kalarak yapıyoruz bunu.
Türkiye, bu harekata başlamak için Rusya’nın icazetini almak zorunda kaldı. Görülüyor ki bu icazet alındı. Ancak harekât, Rusya’nın uygun gördüğü kapsamda ve sürede olacak.
Halbuki Türkiye hayati ulusal çıkarlarını korumak için gerekli olan kararları şimdiye kadar hep kendisi almıştır.
1974'de haşhaş konusunda ve Kıbrıs'a müdahalede, 1996'da Kardak krizinde, 1998'de Suriye ile Öcalan krizinde, Türkiye kendi egemen kararlarını almış ve kimseden icazet almak gereğini duymadan da uygulamıştır.
Şimdi Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Türkiye'nin dış politikası ve güvenlik politikası dış güçlerin kararlarına, icazetine esir edilmiştir. Hayati çıkarlarımızı başkalarının izin verdiği ölçüde koruyabileceğiz. Maalesef durum budur.
Rusya'nın Afrin harekâtına icazet vermek için Türkiye'den tavizler kopardığını tahmin etmek zor değil. Bu tavizlerin neler olduğunu da henüz bilmiyoruz. 
Hayret verici olan, bu tablodan iktidarın bir "kahramanlık" öyküsü çıkarabiliyor olmasıdır.Ama ne olursa olsun, TSK'ne başarılar dilemek elbette görevimizdir. Zira bu ordu Tayyip Erdoğan’ın değil Türk milletinin ordusudur.Suriye’nin kuzeyinde başarılı olması Türkiye’nin toprak bütünlüğünü doğrudan ilgilendirmektedir.
Bu vahim tablonun oluşmasındaki sorumluluğu sadece iktidara yüklersek haksızlık etmiş  oluruz. Ortadoğu’ da haritalar yeniden çizilirken, ana muhalefet partisi doğruları seslendiremediği gibi, Tayyip Erdoğan’ın peşine takılarak bu emperyalist oyununa bugünleri göremediği için  destek verdi.
Ana muhalefet partisi genel başkanı da  Şubat 2011'de emperyalist ülkelerin Libya'ya müdahalesine, bunun Suriye'ye müdahalenin öncüsü olduğunu görmeden, destek verdi.
CHP, Suriye olaylarının başlangıcında Kasım 2011'de "Esad'ın gitmesi hedefine CHP katılmaktadır" açıklaması yaptı.
İktidar Salih Müslim’i burada ağırlarken, CHP genel başkanı da  Ekim 2014'de Ayn Al-Arab'ın (Kobani) doğrudan TSK tarafından kurtarılarak (zımnen) PYD/YPG'ye teslim edilmesini istedi.
Genel başkan, "PYD terör örgütü değildir, kendi vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur" dedi. 
CHP bunları yapacağına, iktidarın Suriye politikasının ülkemiz için yaşamsal sonuçları olacağını halka anlatsa ve halkta bir direniş örgütlese idi, şimdi bu vahim tablo ile karşılaşmamış olurduk.
Maalesef, kendi kurduğu Cumhuriyet'in en temel dış politika ilkesinden saparak, bölge ülkelerinin iç işlerine karışan ve yabancıların bölgeye müdahalesine yeşil ışık yakan -mevcut CHP yönetimlerinin vebali de az değildir.





19 Ocak 2018 Cuma

TAYYİP BEY ATASA, BU KADAR ZARAR VEREBİLİRDİ.


Bravo Kemal Bey, İstanbul İl başkanlığına destek verdiğiniz hanım seçildi.
Tabii şimdi aklımızla alay edercesine ben atamadım, delege seçti diyeceksiniz. Partililer çok aptal ya bu söylediğinize hemen inanacaklar.
 İl kongresine yaklaşan günlerde bu hanımı desteklediğinizi herkes biliyordu. Eski il başkanı kifayetsiz olabilir, bu nedenle de başarısız olmuş olabilir, ama bu seçtiğiniz hanımefendi de bir harika.
Aslında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bütün  il başkanlarının, Cumhuriyetin kuruluş değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunan,  bakanlık yapabilecek ve toplumun tüm kesimlerini kucaklayabilecek yetenek de olması gerekir.
Üzülerek söylemek zorundayım ki, İstanbul gibi, Avrupa’nın bir çok ülkesinden büyük bir kente sizden hemen evvel de maalesef belirttiğim kriterlere uymayan, kifayetsiz insanlar atanmıştı.
Geçmiş il başkanlarına bakın bakanlık yapmış ya da olmaya ehil insanlar olduğunu görürsünüz.
Geçmişteki parti yönetiminin yanlış yapmış olması, sizinde benzer hatayı yapmanızı gerektirmiyor elbette.
Ama İstanbul İl başkanlığı için öyle bir kişiyi desteklediniz zor da olsa seçtirdiniz ki, Tayyip Bey CHP’ye bir İstanbul İl başkanı atasa, CHP’ye bu kadar zarar veremezdi..
Seçilmesine destek verdiğiniz hanımefendi, zahmet edip CHP’nin programını bile okumamış.
Okusaydı, CHP’nin resmi görüşünün “Sözde Ermeni Soykırımı” olduğunu bilirdi.
Ama hemen şu kadarını söylemek ve  hakkınızı teslim etmek gerekiyor, sizin seçtiğiniz hanımefendinin eğitimi çaycı çırağından iyi olduğu tartışmasız.
Bir taraftan dinbazlara şirin gözükmek için Parti Genel Merkez’in de, hem de laikliği benimsemiş bir parti olan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkez’in de kadın kontenjanından Parti Meclisine soktuğunuz Bekaroğlu istiyor diye mescit  açıyorsunuz diğer taraftan da içinde yaşadığı toplumu ya hiç tanımayan, ya da toplumun duygu ve düşüncelerini ciddiye almayan, domuz eti yemeyi sosyal medya da espiri konusu yapanları  İstanbul  il başkanlığını   kazanması için çaba sarf ediyorsunuz.
Kemal bey, lütfen beni bağışlayın siz böyle enteresan tipleri seçmek için özel caba mı sarf ediyorsunuz ya da birileri böyle mi istiyor.
Amerikan sefaretinin aman ismi duyulmasın, haber kaynağımızdır dediği bir PKK avukatını Diyarbakır’dan değil İstanbul’dan  Milletvekili yapıyorsunuz. Bununla Şişlide yaşayan Kürt vatandaşlarımızın oylarını almayı hedefliyordunuz herhalde zira bunun başka bir anlamı olamaz
“Ulusalcılar partiden giderse parti güçlenir”, “Ben CHP milletvekiliyim ama CHP’li değilim” diyenleri   partiye alarak partiyi ekseninden kaydırdığınızın farkında mısınız.
Kemal Bey, bu kadar çok kifayetsiz muhterisi etrafınızda toplayarak aldığınız yüzde yirmi beş oy inanın bana büyük başarı.
Bu yaptıklarınız bir reddi miras ise, kusura bakmayın buna hiçbir gerçek CHP’li izin vermez.
Ekmelettin faciasından sonra bir de bu.
Siz Cumhuriyet Halk Partisini reddi miras edercesine köklerinden koparmaya çalışırsanız, Batı da hiçbir ülkede, halkına, ülkesine kötülük etmiş devlet adamlarına saldırılmadığı kadar bizde Atatürk ve İnönü’ye saldırılır;buna imkan vermiş olursunuz.
Ülkenin Cumhurbaşkanı çıkar iki sarhoş der. Senin bir milletvekilin “CHP Genel başkan yardımcısı olarak Dersim olaylarından dolayı ben partim adına özür diliyorum” demek cesaretini gösterir.
Tayyip Bey Cumhuriyet Halk Partisi’ne sırf zarar vermek için atama yapsa bunları seçmez, bu kadarı da ayıp olur diye seçemezdi.
Yani  Tayyip Bey Cumhuriyet Halk Partisine zarar vermek istese ancak bu kadar zarar verebilirdi.
   
 



15 Ocak 2018 Pazartesi

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ


Anayasamızın 68. Maddesinin 2. Fıkrasına göre “demokratik siyasi hayatın vaz geçilmez unsuru” olduğu vurgulanan siyasi partilerde parti içi demokrasinin varlığından söz edebilir miyiz?
Bu soruya “evet” diye bilmek mümkün değildir.
Milletvekili seçimlerinde adayların siyasal partiler tarafından gösterilmesinde üç yöntem vardır.
 1-Adayların partinin yöneticileri ya da yetkili organları tarafından gösterilmesi. Bu yöntem parti içinde oligarşik eğilimlerin güçlenmesine neden olmaktadır.
       2-Karma sistem diyebileceğimiz bu sistemde parti üyeleri delegeleri seçmekte, delegeler adayların bir kısmını  belirlemekte kalan  bölümü de parti merkez karar organları tarafından belirlenmesi biçiminde de uygulanmaktadır. Bu da parti içi oligarşiyi teşvik eder.
3-Adayların parti üyelerinin bütünü tarafından seçilmeleri. Bu yöntem diğer ikisine nazaran daha demokratik bir yöntemdir, parti içi demokrasiye daha uygun düşmektedir.
Bu üçüncü yöntem de uygulansa, parti üyeliği ciddi bir kurum haline getirilmediği sürece, parti içi demokrasiyi sağlamak  mümkün olmayacaktır.
Ülkemizde parti üyesi olmak için hatta partinin yetkili organlarına seçilmek için  partinin tüzüğünü, programını bilmek gerekmez.
Parti üyesi olarak,parti içi seçmen sıfatına sahip olabilmek için parti üyelerinin, öncelikle parti üyeliğinin en önemli yükümlülüğü olan devamlı ve kesintisiz olarak aidat ödemiş olmak mecburiyetini,  belli saat parti içi eğitime katılmış olmak zorunluluğunu getirmek gerekir.
Örneğin İlçe düzeyinde seçmen olabilmek için belli  saat parti içi eğitime katılmış olmak,
İl düzeyinde seçmen olabilmek içinde yine belli saat parti içi eğitime katılmış olmak,
Kurultay/Büyük Kongre üyesi ya da yasama organı aday belirlemesinde seçmen olabilmek içinde belli süre parti  içi eğitime katılmış olmak mecburiyetini getirmek zorunlu olmalıdır.
Gerek düzenli aidatı  ödemek, gerekse parti içi eğitimlere katılmak partiye aidiyet duygusunu arttırır.
Parti üyelerinin  parti içi seçimlerden evvel sanal bir şekilde aday adaylarınca şişirilerek parti içi seçimlerinin  manipüle edilmesini engellemek için parti içi seçmenin  belli bir aidatı, üyenin gerçekliğine işaret edecek  kadar uzunca bir süredir ödüyor olması gibi şartta getirilmelidir.
Parti içi demokrasiyi gerçekleştirmeden tam bir demokratik seçim yapmak mümkün olmayacaktır. Bu ülkede demokrasiyi temin etmek için evleviyetle parti içi demokrasiyi tesis etmek mecburiyetindeyiz.
Parti içi demokrasi de en genel anlatım ile “üyelerin yönetime hakimiyeti” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla, parti içi demokrasi, her şeyden evvel “Führer ilkesini”yani tek adam ilkesini  REDDETMİŞ VE BU ŞEKİLDE TEŞKİLATLANMAMIŞ PARTİ DEMEKTİR.
Parti içi demokrasiyi kurmuş olabilsek, bir milletvekilinin “ Ben bilmem büyüklerimiz bilir” cümlesini sarf etmesi mümkün müdür,  ya da partinin genel başkanının partili yetkili organlarına danışmadan gösterdiği Cumhurbaşkanı adayını herhangi bir vatandaş gibi televizyonlardan ya da bir gün sonra yazılı basından öğrenmesi üzerine buna tepki vermesi mümkün müdür. Bugünkü parti içi işleyişte mümkün değildir.
Ülkemizde genel başkan hemagonyasının çarpıcı  iki örneği vardır.
İlki Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı. Recep Tayyip Erdoğan tarafından ismi zikredilinceye kadar partinin yetkili organlarından alınmış bir karar yoktu. Milletvekilleri, adayı tahmin etseller de Tayyip Erdoğan kendi kararını, partisini yetkili organlarında tartışmak gereğini hissetmeden  açıkladığı zaman  adayın kim olduğunu resmen öğrenmiş oldular.
İkincisi siyasi tarihimize “Ekmelettin Olayı” diye geçecek olan, Ekmelettin İhsanoğlu’nun, yetkili kurul kararı olmadan  Cumhuriyet Halk Partisinin Cumhurbaşkanı adayı olması,
Bu örnekler parti içi demokrasinin olmadığının en açık göstergeleridir. 
Demokrasinin vaz geçilmez unsuru olduğu anayasamızda  yazan bir ülkede, parti içi demokrasiyi tesis edemezsek, gerçek bir demokrasinin varlığından söz edemeyiz.
Dikkat edilirse ülkemizde parti yetkilileri, kendilerini demokrasi kuralları ile bağlı saymazlar ama  demokrasiyi sadece ülke yöneticilerinin tutum ve davranışlarında ararlar.
Gerçek bir demokrasiye ulaşmak istiyorsak, öncelikle parti içi demokrasiyi tesis etmemiz gerekir.



 

                                

12 Ocak 2018 Cuma

DIŞ POLİTİKA CİDDİ İŞDİR



Dış politika, ulusal çıkar temelinde, iç politika mülahazalarından bağımsız olarak, kendi dinamikleri içinde yürütülen bir faaliyet alanıdır. Geleneksel Türk dış politikası hep öyle yürütülmüştür. O nedenle,AKP iktidarına kadar da  partiler üstü nitelikte olmuştur ve gücünü de o niteliğinden almıştır. 
Oysa, AKP/Recep Tayyip Erdoğan tarafından dış politika, Cumhuriyet tarihinde hiç görülmedik biçimde, iç politikadaki hedeflere ulaşmanın bir vasıtası olarak kullanıldı/kullanılıyor. Öyle olunca, dış ilişkilerde fiyasko fiyaskoyu, rezalet rezaleti kovalıyor. 
AB ile ilişkilerde, mesela, öyle oldu. İçeride "AB şampiyonluğu" yapabilmek için, 2004/2005 yıllarında Türkiye'yi üyeliğe götürmesi mümkün olmayan, Kıbrıs ile bağlantı kurulduğu için Baykal’ın imzalamayın bırakın, dönün demesine rağmen çerçeve metinler kabul edildi.
Müslüman Kardeşler taraftarlığı üzerinden, olmayan "İslam Dünyası"nın liderliği ham hayaliyle, Körfez ülkeleri ile ilişkilerin içinden çıkılmaz bir karmaşaya döndürülmesinin, Suriye bataklığına saplanılmasının, Mısır ile ilişkilerin bozulmasının, Irak merkezi hükümeti ile ters düşülmesinin, Rus uçağının düşürülmesinin, ABD'ye ve AB'ye efelenmelerin arkasında hep içerideki taraftarları konsolide etmek  amacı yatıyor.
Her ikisi de rezalet olarak nitelendirilebilecek olan son Tunus ve Fransa ziyaretlerini de o kapsamda değerlendirmek gerekiyor.
Belli ki, sadece otoriter Arap/Afrika ülkeleri ile ilişkiler yürütülebildiği eleştirilerini hafifletmek maksadıyla, nispeten demokratik Tunus da ziyaret programına dahil edilmişti. 
Tunus, laik parti önderliğinde, içinde solcuların da yer aldığı bir hükümet tarafından yönetiliyor. Bizdeki koşullar ile karşılaştırıldığında, bu ziyaretin riskler taşıdığı önceden görülmeliydi. Nitekim, CB'nın Tunus'da hiç hoş karşılanmadığını, Tunus basınının aleyhte neşriyat yaptığını, davetlere üst düzey katılımın olmadığını, iki CB arasında "Rabia" tartışması yaşandığını yabancı basın yazdı. Yine yabancı basına göre, iki gün için planlanmış olan ziyaret o sebeple kısa kesildi. Göz göre göre gelen bu rezalet bizim medyada işlenmedi.
Benzer durum Fransa ziyareti için de geçerli idi.
İç ve dış politikadaki gelişmeler karşısında, CB'nın artık büyük batılı devletler tarafından ülkelerinde kabul edilmeyeceği izlenimi uzun zamandır yaygındı. Fransa ziyaretinin, bu izlenimi kırmak amacıyla alelacele gündeme getirildiği belli idi.
Hatırlanacağı gibi bir süre önce verdiği bir mülakatta, Macron, "dünya lideri olmak sanıldığı kadar havalı bir iş değil. Erdoğan ile her on günde bir konuşmak zorunda olan benim" diye şikayet etmişti. Bu sözlerden, CB Recep Tayyip Erdoğan'a gerekli mesajların iletilmesi için, Macron'un AB tarafından görevlendirilmiş olduğu anlaşılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan'nın ziyaret talebi bu çerçevede Macron tarafından uygun bulundu. (Ziyaret sırasında THY'nin 25 adet Airbus uçağı alımına ilişkin bir ön anlaşma imzalaması da ziyareti Fransa bakımından cazip kıldı kuşkusuz) 
Nitekim, Recep Tayyip Erdoğan, üzerinde bulunduğu söylenen "batı ambargosunu" kırdı gözükmek uğruna, dünyanın gözü önünde Macron'dan sert sözler ve uyarılar dinlemek zorunda kaldı. Recep Tayyip Erdoğan'a kadar Türkiye'yi yönetenler ülkeyi bu durumda hiç bırakmamışlardı.
Macron ortak basın toplantısında "demokrasiler hukukun üstünlüğüne tam olarak uymak zorundadırlar" uyarısında bulundu. AB ile ilişkiler kapsamında "açıktır ki son gelişmeler ve tercihler süreçte hiçbir gelişmeye izin vermiyor.... Yeni başlıklar açabileceğimizi söylersem yalan söylemiş olurum" vurgusu yaptı. İki tarafın da süreç sanki normal şekilde ilerliyormuş gibi davranarak yaptıkları ikiyüzlülüğü bırakması tavsiyesinde bulundu.
Macron, Recep Tayyip Erdoğan  yönetimindeki Türkiye'nin AB'de istenmediğini yüzüne karşı ulu orta daha açık nasıl söyleyecekti? Bizim basın bu durumu görmemeyi tercih etti. Onun yerine Cumhurbaşkanı'nın AB'den şikayetlerini "AB'ye rest" büyük başlıklarıyla verdi. Oysa, muhatap hiçbir duraksamaya yer bırakmayacak şekilde "sizin yönetiminiz altındaki Türkiye'yi istemiyoruz" diyordu. Bu durumda şikayet etmenin bir manası yoktu. Şikayet yerine, gereği ne ise, onu yapmak lazımdı. Hatırlatan çıkmadı.
Bu nedenledir ki dış politika  iç politika mülahazalarından bağımsız olarak kendi dinamikleri içinde yürütülen ciddi bir faaliyet alanıdır


8 Ocak 2018 Pazartesi

ÇOK TEHLİKELİ BİR GİDİŞ


Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Dr. Fatma Betül Sayan Kaya, artık her türlü bilgi paylaşımının sınır tanımaksızın dolaşıma açık vaziyette olduğunu belirterek, "Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi, zehir evlerimizin içine girmiş durumda. Bu nedenle, aileler ve öğretmenler olarak üzerimize büyük sorumluluklar düşüyor. Bugün teknoloji, internet bağımlılığı tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi çocuklarımızı tehdit ediyor" dedi.
Türkiye’de parti içi demokrasi olmadığı için tüm milletvekilleri parti genel başkanlarına hoş görünmek mecburiyetindeler. Bu nedenle de zaman zaman genel başkanlarının söyledikleri ne kadar yanlış ve tehlikeli olursa da olsun, o cümlenin aynısını kurarlar ve “genel başkanımızın söylediği gibi” demeyi de ihmal etmezler. İşte bu nedenledir ki, Türkiye de demokrasiyi kurtarmak istiyorsak öncelikle,  Kurtarıcı beklemekten vaz geçip, kendimizin kurtarıcısı olmak zorundayız.
 Türkiye’de muhalefet partilerinin üyeleri, iktidarı eleştirirken oligarşik bir yapının oluştuğunu, ülkenin totaliter bir rejime kaydığını söylerler/söyleriz.
Ama hiç birimiz de çıkıp ülkede demokrasiyi kurtarmanın ilk adımının mensubu ya da  sempatizanı olduğumuz partilerde parti içi demokrasiyi tesis etmekten geçtiğini söylemeyiz.
Türkiye’nin tarihine bakın demokrasinin kesintiye uğradığı bütün dönemlerde partilerde ve özellikle de iktidarda bulunan partilerde lider sultasının olduğunu görürsünüz.
İşte Bakan Kaya’nın daha doğrusu genel başkanının  gençlerin teknolojiyi kullanmasından duyduğu endişeni nedeni, teknolojiyi kullanmaya başlayan genç neslin iktidar tarafından kullanılamayacak, kandırılamayacak olmasıdır.
Seçim sonuçlarına baktığımız zaman bu korkunun sebebini anlarız. Zira AKP’nin aldığı oylar  eğitim düzeyinin artmasıyla  ters orantılıdır. Korkunun sebebi budur. Teknolojiyi kullanan gençler artık hurafelerle, boş laflarla kandırılamayacaklardır.
AKP genel başkanı ve onun atadığı milletvekillerinin teknolojide korkularının sebebi budur.
Teknolojiyi iyi kullanan gençler ülkemizde ve dünya da olan olayları kendi gözleriyle göreceklerdir. O zaman iktidar gerçekleri ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın artık etkili olmayacaktır.
Yalnız AKP Genel başkanının söylediği, bakanın ona atfen söylediği ve teknolojiyi zehir olarak nitelediği “Bugün teknoloji, internet bağımlılığı tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi çocuklarımızı tehdit ediyor” sözü ciddi bir tehlikeyi işaret ediyor.
Dünya da totaliter ya da totaliterleşme eğiliminde olan rejimler zaman zaman internet kullanımını yasakladılar. Bunun en yakın örneği İran’dır. İran’da mollalar bunu yapmışlardı.
Dünya da 12 ülkede interneti yasaklamıştı. Bunlar Suudi Arabistan, Myanmar, Çin, Kuzey Kore, Küba,Mısır, İran, Özbekistan, Suriye, Tunus, Türkmenistan ve Vietnamdır.
Dikkat edilirse bunların hepsinde totaliter rejimler hüküm sürmektedir.
AKP genel başkanının söylediği bu sözler, Türkiye de ekonominin çöktüğü, gerçek enflasyonun çift hanelere tırmandığı, dünya da yalnızlaştığımız, bakanların aldığı rüşvet söylemleri yabancı mahkemede söylendiği, yabancı basında Türkiye lehine tek bir haberin çıkmadığı bir ortamda söylenmiş olması ve bunlara yazılı ve görsel Türk basınında tek kelimeyle yer verilmemesi gezi olayları sırasında olduğu gibi gene interneti engelleyecekler  mi, endişesine sevk ediyor insanı.
Yazılı ve görsel basını susturulduğu için gerçekleri yazamadığı bir dönemde bir de  internet “eve giren uyuşturucu” nitelemesiyle susturulmak istenirse, o zaman bu ülkede mizah tavan yapar.
Bütün otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde mizah,  çoğu zaman muhalefet ya da protestonun bir parçası gibi kullanılmış  ama daha çok sorunun ta kendisi olmuştur. Kulaktan kulağa dolaşan bu insan zekasının ürünü görsel ve yazılı basın gibi susturulamazda. Yayılır gider.

  

5 Ocak 2018 Cuma

CHP KURULTAY’A GİDERKEN


Devleti kuran, çok partili hayata hiçbir iç ve dış baskı olmadan geçen,  Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kurultayı bir demokrasi şöleni olmak gerekir.
O nedenle Kurultay’ın iki güne sığdırılması,dün olduğu gibi bugünde  Kurultayı kısırlaştırır. Oradan ülkeye yön verecek, gündem yaratacak fikir ve düşünceler çıkmaz.
Cumhuriyet Halk Partisi tarihi günler süren kurultaylarla doludur. Nitekim 14 Ocak 1959 tarihli 14. Kurultayı tam dört gün sürmüştür. Bu dört günün sonunda siyasi tarihimizin çok önemli bir belgesi olan İlk Hedefler Beyannamesi kabul edilmiştir.
Ama çok uzun yıllardan beri Cumhuriyet Halk Partisi Kurultayları ikinci günü sadece organ seçimlerinin yapıldığı iki güne sığdırılmaktadır.Kurultay tartışmaları o da olursa sadece ilk günde sınırlı bir zaman içinde yapılır hale geldi.
Cumhuriyet Halk Partisi çok uzun zamandır seçim kazanmamamsının sebebinin  kendi yapısındaki aksaklıklardan, sakatlıklardan ileri geldiğini kabullenmezse hem gerçeklikten uzaklaşmış olur ve hem de ülke sorunlarına çözüm getirecek sonuçlara ulaşamaz.    
Partinin kendi kendisini methetmesi, üzerine toz kondurmaması arka arkaya seçim kaybettiği halde sorunu sadece rakibi AKP’nin hileli ve gayri meşru davranışlarına ve bunlara  göz yuman Yüksek Seçim Kuruluna yüklemekle bir şey elde edemez, elde edilemeyeceği gibi çok şeyde kaybedilir.Bu zihniyetten vaz geçilmediği sürece de seçim kazanılamaz. Basını, yargıyı hemagonyası altına alarak iktidardan gitmemeyi kendisine amaç edinmiş, meşru, gayri meşru bütün yol ve yöntemleri kendisi için hak kabul eden bir siyasi rakiple karşı karşıya olduğu bilinerek, meşruiyet içinde kalarak, yaratıcı ve zorlayıcı siyaset yapma yöntemlerine baş vurularak hareket edilmesi gerekir.
Bu durumda  Halk Partisi’nin iktidara gelmesini isteyenlerin, partinin bütün zayıf ve hatalı taraflarını masanın üstüne koyması gerekir. Böyle bir davranışın, dosta düşmana karşı CHP’yi kötü durumda bırakacağını, onu halkın gözünden düşüreceğini iddia etmek yanlış, hatalı bir düşünce tarzıdır.
Cumhuriyet Halk Partililer şunu bilmek ve kabul etmelidirler ki, ancak büyük  insanlar hiç çekinmeden kendi yanlışlarını söyleyebilen insanlardır” Sağlam temeller üzerine oturmuş Cumhuriyet Halk Partisi gibi köklü, 20 yüzyılın en büyük değişim ve dönüşüm projesi olan cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren, devrimlerde öngörülen çağdaşlaşma projesini yaşama geçiren  siyasi parti halkın önünde  kendi kendini tenkit edebilirlerse, bundan zararlı çıkmaz tam aksine  daha da güçlü çıkar.
Cumhuriyet Halk Partisinin mazisi, başardıkları ortada olan bir siyasi partidir.Kurucusu çağın yetiştirdiği en büyük devlet adamı   Atatürk olan bir parti,  1977 den beri seçim kazanamamanın sebeplerini ortaya koyma ve kendi kusurlarını düzeltme amacıyla kamuoyunun önünde açıkça tartışırsa hiç bir şey kaybetmez  tam tersine çok şey kazanır.
Ancak Cumhuriyet Halk Partili yöneticiler şunu bilmelidirler ki, partinin zaaflarını ne kadar sakladıklarını, üstünü örttüklerini zannederlerse  zannetsinler,  o kusurlar zaten halk tarafından bilinmekte, hatta mübağlalı olarak dillendirilmektedirler.
Ama Cumhuriyet Halk Partisi’ni yöneten kadrolar, bu kusurları bilmezden gelip o kusurlara önem vermeyerek, çözüm üretmeyerek, ilkelerinin ve programının yolundan değil de, bir süreden beri olduğu gibi “idarei maslahat  yolundan yürümeleri”, Cumhuriyet Halk Partisi’ni devrimci niteliği gereği olması gereken yeni hamlelerin sahibi, yeni bir ruh veya heyecanın yaratıcısı yapmaz.
Atatürk’ün partisini, mazisindeki başarıların yarattığı krediyi yiyen,miras yedi bir siyasal kuruluş olarak kalmasına neden olur. Bu da onu, tarihi görevini bitirmiş, fonksiyonu kalmamış bir parti haline getirir.
Cumhuriyet Halk Partisini yönetenler, emperyalizmin sömürü aracı olarak kullandığı teorilerden (!)miadını doldurmuş siyasi söylemlerden vaz geçip  altı oka sıkı sıkıya  sahip çıkarlarsa parti gene o devrimci  kimliğine bürünür.
Halkın güvenini kazanıp umut olurlar. Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçmişindeki bütün başarıları altı ok ilkelerine sarıldığı dönemde elde edilmiştir.
        


1 Ocak 2018 Pazartesi

HER BİR KİTAP YENİ BİR UFUK DEMEKTİR.


Bugünlerde değerli siyaset adamı ve diplomat Onur Öymen’in her okuyanın bir şeyler öğreneceği ve fakat özellikle genç diplomatların hani birisinin söylemiyle genç monşerlerin, deneyimli bir monşerin deneyimlerinden istifade etmesi için okuması gereken, “Atatürk Cumhuriyeti’nin değerlerine sahip çıkan her yaştan gençlere…..” ithaf ettiği  ZOR ROTA isimli kitabını keyifle okuyorum.Siyasete ilgi duyan herkese de okumasını öneriyorum
Kitabı okurken tarihten ders alınsaydı tekerrür eder miydi? Düşüncesinin, söyleminin ne kadar doğru olduğunu zaman zaman ürpererek hatırlıyorum.
Elinde tek adam olmak için bütün imkan ve güç varken buna tevessül etmeyen, çağdaşlarından farkı ortaya çıkan büyük devlet adamı, büyük siyasi ve askeri deha Atatürk’e olan hayranlığım bir kat daha artıyor.
Atatürk’ün ölümü üzerine bir İtalyan profesörünün Atatürk’e dair yazının başlığı da: “Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor…” du.
Hitler ve benzeri meczupları okuyunca günümüzdeki örneklerini gördükçe o büyük insana olan sevgimiz  daha da artıyor.
  Kitapta, kendi memleketini ve insanlığı felakete sürükleyen Hitler’in nasıl tek adam olduğunu görüyorsunuz.
“Hitler Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un ölümünden sonra başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığını birleştirerek her iki görevi de kendisi üstleniyor. Artık Almanya’da gerçek anlamda tek adam idaresi vardır.Weimar Cumhuriyeti tarihte kalmıştır. Devletin adı da  III. Reich , yani III. İmparatorluk olmuştur.Bu imparatorluk aynı zamanda bir korku imparatorluğu haline gelmiştir. Her yerde gizli polis GESTAPO’nun gölgesi hissediliyor.Halkın direnme gücü kalmıyor.Bir çok siyasetçi Çekoslovakya’ya  ve başka ülkelere kaçıyor. Hitler muhalefeti  tamamen tasfiye ediyor, basını susturuyor ve kendi propaganda organı haline getiriyor, yargıyı fiilen teslim alıyor ve devletin bütün gücünü kendi tekelinde topluyor.
Hitler’in dış politikası tamamen üstünlük ve yayılmacılık hedeflerine yöneliktir.Şunu da söylemek lazım ki, bu yayılmacılık fikri Hitler iktidarından önce de var. Weimar Cumhuriyeti’nde başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapan, üstelik sosyalist partinin de başkanı olan Gustav Stresemann, Alman soyundan gelenlerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelerin, Almanya ile birleştirilmesi fikriyle tanınıyordu”
Kitaptan alıntı yaptığım bu kısacık bölüm, muhalif sese tahammülü olmayan, tüm gücü elinde toplayan, yargıyı kendine bağlayan, basını kendi propaganda aleti haline getiren demokratik yollardan iktidara gelen bir siyasetçinin bunu hazmedememesinin kendisini ve ülkesini nasıl bir felakete sürüklediğini bizlere gösteriyor.
Demokratik yollardan iktidara gelen bir siyasetçi yasama organındaki parmak çoğunluğunun her şeyi çözeceğine inanarak  güç hastalığına kapılırsa, duracağı yeri bilemez ise kendisine ve ülkesine büyük zarar verir.
Eğer Hitler’in bu megalaomanisine rağmen, İnsanlar gerçekten “Berlin’de Hakimler var” diyebilseydi, dünya bir Hitler felaketi yaşar mıydı? Milyonlarca insan ölür müydü?
Elbette yaşamazdı, milyonlar ölmezdi.
Hadi yeni yılın ilk gününde iç karartan şeylerden söz etmeyelim. 2018 de bütün iyiliklerin bu ülkenin güzel insanlarına olmasını, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yaşandığı bir Türkiye  dileyerek yazımızı bitirelim.