30 Aralık 2016 Cuma

1870’DEKİ ZİYA PAŞANIN GERİSİNDESİNİZ.


Bugün 2016’nın son günü, iyi şeyler yazmak isterdim. Ama öyle bir yıl geçirdik ki hatırlayacağımız sadece kan ve gözyaşı. Temennimiz 2017’nin ülkemize ve insanlarımıza mutluluk getirmesi ama sanki 2017, 2016’yı da aratacakmış gibi görünüyor.
14 yıldır bu ülkeyi dikensiz gül bahçesi gibi, hiçbir demokratik  engellemeyle bile karşılaşmadan yönetenler, bununla da tatmin olmamış olacaklar ki şimdi de bir tek adam rejimi kurma çabasındalar.
Niçin tek adam rejimi istendiğini isterseniz 1870 yılında Jön Türklerden Ziya Paşa’nın Cenevre’de çıkarttığı Hürriyet Gazetesine yazdığı “İdare-i Cumhuriyye ve Hükümet-i Şahsiye” başlıklı makalesinden alarak inceleyelim. Bizde bu yazıyı Alpay Kabacalı’nın, Türk Basınında Demokrasi adlı eserinin  42.sayfasından alıntıladık.
Paşa bu makalesinde Cumhuriyet İdaresini “ Cumhuriyet İdaresinde padişah, imparator, sadrazam yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı memleketin ahalisidir…. (Yani egemenliğin tek sahibi halktır, ulustur diyor) Cumhuriyet idaresinde gazeteciler hükümeti koltuklamaya mecbur olmayıp kanun hükmü çerçevesinde her türlü tarizi yazmaya yetkilidirler…(Yani gazeteciler hükümet yalakalığı yapmak zorunda değillerdir, her türlü eleştiriyi yapabilirler, kimse de onlara çıkıp “medyadaki bazı arkadaşlar ayaklarını denk alsınlar diyemezler” diyor) Meclis üyelerinin hiçbirinde memuriyet üzerinden zengin olmak, para kazanmak kusuru olamaz. Cumhuriyet İdaresinde Bakanların entrikaları asla yürüyemez..” (yani 17-25 Aralıklar olduğu gibi vekili falan haksız kazanç, daha açıkçası rüşvet alamaz, nüfus ticareti yapamaz diyor)
Peki Paşa tek adam rejimini nasıl anlatıyor; nasıl anlatacak tam 140 sene evvel bugünleri anlatmış.
“Şahıslara bağlı hükümetlerdeyse bunların vükelası (bakanları) müsteşarları unvanıyla bazıları işbaşına geçerler. Sözde memleket bunların ceddinden miras kalmış çiftlik, halk da çiftlikteki damızlık gibi milyon halkı çalıştırırlar, soyarlar, ellerindeki alıp kendi safahatlarına harcarlar.(Evlerdeki kasalar, ayakkabı kutusundaki paralar, hediyelik eşyalar gibi) Himaye ettiklerinden biri suçlu olsa kanun pençesinden kurtarır,(17-25 aralıkçıları yargıdan kurtarmak gibi) mahkemede haksız bir işi olsa haklı çıkartır, düşmanlık ettiği bir adamı asla suçu yokken hapsedip, sürer (Ergenekon, Balyoz ve benzer davalarda süründürülen insanlar gibi).Geçim yolunu ortadan kaldırır, sefalet çektirir. Şahıslara bağlı hükümetlerde gazeteciler işbaşındaki  büyüklerin dalkavukluğu ile geçinirler. Hükümet bir fena işte bulunsa da gene övgülerini göklere çıkartırlar.yapılan fenalığı iyilik gibi göstermeye çalışırlar. Zira asıl maksatları vatana ve millete hizmet olmayıp para kazanmaktır” (Aynen bugünün yandaş medyası gibi)  demiş.
Bugün aynı ile vaki olanları  Ziya Paşa  1870’de  eleştiri konusu yapmış, Osmanlıcılık yapıyorsunuz ama o günden bir adım ileri gidememişsiniz. O gün neler eleştiri konusu yapılmışsa bugünde aynı şeyler oluyor farkında bile değilsiniz, önüne konan beyaz kağıdı bile imzalamaktan çekinmeyen adamları seçip parlamentoya göndermişsiniz, siz her şeye müstahaksınız.
Ümitli değilim ama inşallah 2017 de  kan göz yaşı olmaz, iktidarı elinde bulunduranlara sağ duyu hakim olur. Milletvekilleri milletin vekilleri olduklarını hatırlayıp, biat etmekten vazgeçip, aldıkları emre göre değil vicdanlarının sesini duyarak karar verirler.



26 Aralık 2016 Pazartesi

ÇANLAR DAVUTOĞLU VE ARKADAŞLARI İÇİN ÇALIYOR


Tayyip Erdoğan’ın en belirgin özelliği, her başarısızlığını “kandırıldık” diyerek birilerinin üstüne yıkmasıdır.
Tayyip Erdoğan’ın bu konulardaki günah keçisi 17-25 Aralıktan sonra FETÖ terör örgütüdür. Bugünlerde yaşanan bütün olumsuzlukları, bir zamanlar sanki  onlarla aynı menzile doğru yürümüyorlarmış  gibi onların üstlerine yıkıyor.
17-25 Aralık yaşanıncaya kadar  “Ne istediniz de vermedik” ,”Bitsin bu hasret “,”Bir savcı arıyoruz” diyen Tayyip Erdoğan değil miydi?
FETO’cu eski ortaklarından yakalayabildiklerini ya da yakalanıp  cezaevlerine tıkılmasında mahsur görmediklerini bugün yargı önüne çıkartıyorlar.
Aranan savcı Öz bulunup, Ergenekon davası açıldıktan ve bu ülkenin aydınları, askerleri, gazetecileri zindanlara tıkılırken “Ben bu davanın savcısıyım” dememiş miydi?
Bu lafı ettiği zaman bunun yanlış olduğunu haykıranları dinlemeyip hatta vesayetçi olmakla suçlamıyor muydu? Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nın terörist ilan edilmesine bile göz yummamış mıydı?
Aradan zaman geçti, devir değişti Harp Akademilerinde subaylara seslenen Tayyip Erdoğan, Ergenekon ve Balyoz davalarında tutuklanan, hayatları karartılan askerler için bu kez Fethullah Gülen Cemaatini suçladı.
Yanı kandırıldığını söyledi.
Açılım  adı altında ülkeyi nerede ise bölünme noktasına getiren  politikaları yürüten bir zamanların gözde AKP’li siyasetçilerden şimdi ön plan da kalan kimse var mı?
Nerede onlar? Elbette günah keçisi olarak tasfiye oldular.
Bilgisi dahilindeki yanlış açılım politikasının faturası onlara çıkartıldı. Yani gene kandırılmıştı.
Türk Rus ilişkilerini alt üst eden, Türk ekonomisine büyük darbe indiren Rus uçağının düşürüldüğü günleri düşünün, önce o tarihte ki Başbakan çıktı “Rus uçağıyla ilgili talimatı Genelkurmay Başkanlığı’na ben verdim” dedi.
Davutoğlu’nun Rus uçağının düşürülmesi talimatını “ben verdim” demesinden iki gün sonra, Ona  rol kaptırmamak için Tayyip Erdoğan’da çıkıp, “Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye aynı karşılığı vermek durumundadır” demişti.
Yani o tarihte Türk Rus ilişkilerinde meydana gelen olumsuzlukların ekonomimizi bu kadar etkileyeceği öngörülemediği için burunlarından kıl aldırmıyor tam aksine bir de  babalanıyorlardı.
Ama ne zaman yaş sebze ihracatı, turizm sektörü dibe vurdu, bir günah keçisi lazımdı, bu konularda kendini en zeki zanneden Tayyip Erdoğan bu olayı da kendince  FETÖ’nün üstüne yıkı verdi.
Menfur Cinayetten sonra Türkiye’ye ve özellikle de Suriye Politikası’nda her istediğini dikte ettiren Putin, “Rus uçağının düşürülmesi konusunda ikna OLABİLİRİM” diyerek olayı FETÖ’ye yıkmak konusunda Tayyip Erdoğan’a destek verir gibi yaptı. Zira Ruslar için tek hedef vardı, her istediğini elde etmek; onu da Moskova Mutabakatında elde ettiler.
Suçlu kim olursa olsun, sorumlu devleti yönetenlerdir. Suçu ve suçluyu önlemek devleti yönetenlerin görevidir.
Tayyip Erdoğan iktidarı değil mi, bu Fethullah Gülen Cemaati mensubu  yeteneksiz hainleri hak etmedikleri makamlara getiren.
Şimdi çanlar Ahmet Davutoğlu ve arkadaşları için çalıyor, bütün olumsuzluklar onların üstüne yıkılacak ve altında kalacaklar.
Şu Anayasa değişikliği gerçekleşirse, siz seyreyleyin ondan sonra kopacak gümbürtüyü.
Ergenekon ve Balyoz davalarının faturası doğrudan nasıl FETÖ’nün üstüne yıkıldıysa, açılım, Suriye Politikasındaki yanlışlar  ve Rus krizinin faturası da siyasetçi FETO’cuların üstüne yıkılarak “kandırıldım” denerek atlatılacak.
Çanlar Ahmet Davutoğlu ve isimleri herhalde Tayyip Bey’in elinde olan AKP Milletvekilleri için çalıyor.  Az kaldı Anayasa değişikliği gerçekleşirse bu yazdıklarımı hep beraber yaşayarak göreceğiz

23 Aralık 2016 Cuma

MİLLETVEKİLLERİNE AÇIK MEKTUP


10 Aralık 2016 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan AKP ve MHP ortak çalışması “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayacak şekilde rejim değişikliği niteliğinde hükümler içermektedir.
 Özetle; “Başbakanlığın kaldırıldığı, Cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisinin kesilmediği, Cumhurbaşkanı ile TBMM seçimlerinin aynı anda yapılması zorunluluğunun getirildiği, OHAL ilan etme yetkisinin (yürütme yetkisinden dolayı) Cumhurbaşkanına verildiği, parlamenter sistemin kaldırılması nedeniyle Kanun Hükmünde Kararname kaldırılarak Cumhurbaşkanına CB Kararnamesi çıkarma yetkisinin verildiği, milletvekili sayısının ve seçilme yaşının değiştirildiği, yedek milletvekilliğinin getirildiği, on iki üyeye indirilen Hakimler ve Savcılar Kurulunun (Yüksek sözcüğü çıkarılmış) altı üyesinin Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği, üst düzey kamu görevlilerinin Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği ve geçici maddeyle çok sayıda olumsuz uygulamaya yol açtığı dikkate alındığında” Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez nitelikteki temel ilkelerinin tamamen göz ardı edildiği görülmektedir.
Demokratik, laik, hukuk devletlerinin en önemli özelliği, egemenliğin ulusta olması, egemenliğin yasama-yürütme-yargı erkleri arasında dengeli dağıtılması ve denetleme mekanizmalarının tam anlamıyla işlemesidir. Oysa bu değişiklik teklifiyle kuvvetler ayrılığı da, denetleme mekanizmaları da ortadan kaldırılmaktadır.
 Türkiye Cumhuriyeti, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi sonrasında, Kuvayı Milliye döneminde yurdun pekçok yerinde vatanseverler halkımızca toplanan 30 dolayındaki Ulusal ve Yerel Kongrelerde ortaya çıkan “milli irade” beyanından sonra ölümsüz önderimiz Mustafa Kemal tarafından bütün kongrelerin birleştirilerek, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş bir HALK CUMHURİYETİDİR.
Bölünemez, paylaşılamaz ve devredilemez egemenliğine “kayıtsız ve şartsız” sahip çıkan milletimiz adına Türkiye Büyük Millet Meclisi, zaferle taçlandırılan İstiklâl Harbi sonunda, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimizi ilan etmiş ve tüm kuvvetlerin tek elde toplandığı monarşiyi tarihe gömerek, 1876 Kanunu Esasi ile başlamış olduğu anayasal yönetim sistemini, iktidarı yasama-yürütme-yargı arasında paylaştırarak kesin kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan “parlamenter yönetim” şeklini benimseyerek ülkemizi çağdaş demokrasiler düzeyine taşımıştır.

Millete ait olan “egemenliği” vekâleten kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisini devre dışı bırakacak, yasama-yürütme-yargı yetkisini tek kişiye, Cumhurbaşkanına, devredecek bir Anayasa ülkemiz açısından büyük sorunlara yol açacaktır. Özellikle bölücü ve gerici terör saldırılarının arttığı, can aldığı, her geçen gün şehitler verildiği bu ortamda:
1-    Rejim değişikliğine yol açacak bu Anayasa Değişiklik Teklifinin ülkemizin, milletimizin, Cumhuriyetimizin geleceği adına GERİ ÇEKİLMESİNİ,
2-    CHP ve MHP milletvekillerinin Anayasa Komisyonundaki ve TBMM Genel Kurulundaki oylamalara KATILMAMALARINI,
3-    CHP milletvekillerinin Anayasa Komisyonu ve Meclis Genel Kurulunda oylamalar yapılırken oylamaya katılmayarak, gündemdeki madde hakkında Mecliste ve medyada imkân bulacakları her yerde basın toplantısı yaparak HALKI AYDINLATMALARINI,
4-    CHP’nin oylamalara katılıp RED oyu vermesini değil, oylamalara katılmama konusunda Grup Kararı almasını; AKP, MHP ve HDP birlikteliğiyle kabul edilecek bu anayasa değişikliğine ORTAK OLMAMASINI talep ediyoruz.


19 Aralık 2016 Pazartesi

ÜLKE KAOSA SÜRÜKLENİYOR


AKP’nin daha doğrusu tek adam Tayyip Erdoğan’ın,  yanlış dış politika tercihleri sonucu Türkiye’nin çevresinde bir tek dostu kalmadığı gibi, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla da ülkenin Irak ve Suriye hudutları yol geçen hanına döndüğünden terör grupları için gün doğdu.
Beşiktaş ve  Kayseri’deki hain saldırılarda onlarca şehit verdik.
Ülkeyi yöneten daha doğrusu yönettiğini zanneden insanlar sadece hamasi nutuklar atıyorlar. Yok efendim “şehitlerin kanı yerde kalmayacak”,”son teröristte yok edilinceye kadar mücadele edeceğiz”, “Bunları yok edeceğiz” ve bunun gibi sorun çözmeyen boş laflar. Bunlara  birde “Şimdi kavga zamanı değil, bir olalım, beraber olalım” lafı eklendi.
Elbette ülke bir büyük tehlikeyle karşı karşıyaysa “Birlik ve beraberlik” şarttır ve hatta hain olmayan herkesin kabul etmesi gereken bir durumdur.
Söz konusu olan vatanın bütünlüğü, ülkenin dirliği ise elbette bir ve beraber olunacaktır.
Tabii bu sadece sıradan vatandaşların değil, asıl ülkeyi yönetenlerin uyması gereken bir davranıştır.
Anayasaya aykırı bir tutum içine girip  tarafsızlığını  ihlal eden,bu nedenle   de halkın bir kısmının Cumhurbaşkanı olunursa “birlik ve beraberlik” laflarına kimse inanmaz.
Bu ülkede  parti üyesi iken Cumhurbaşkanı olan  kişiler yalnızca  Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan değillerdir.
Rahmetli Süleyman Demirel’de partisinin Genel başkanlığından ayrılıp Cumhurbaşkanı olmuştu.
Ama hiç kimse onun tarafsızlığı konusunda bir şey söylemedi, söyleyemedi.
Demek ki, bir partinin üyesi iken Cumhurbaşkanı olmak, insanın ettiği yemine sadık kalarak tarafsız davranmasına engel değilmiş.
Terörün tırmandığı bir dönemde yangından mal kaçırırcasına Anayasa değişikliğini düşünebilmek, iyi niyetle izah edilemez.
Böyle bir ortamda, uzlaşma, sağduyu ve ortak aklın öne çıkarılması gerekirken, güç kaybeden Tayyip Erdoğan kendisini biran önce yasal güvenceye kovuşturmak için anayasa değişikliğini zorluyor. Zira bu anayasa değişikliği gerçekleşirse getirilmek istenen düzenlemeyle artık yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı’nı ne yaparsa yapsın yargı önüne çıkartmak mümkün olmayacaktır.
Tayyip Erdoğan’ın talimatı doğrultusunda, Anayasayı ona uydurmaya karar veren AKP ve MHP yetkilileri dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde düşünülemeyen, denge fren mekanizmaları olmayan, ülkeyi despotizme, tek adam yönetimine sürükleyecek bir anayasa teklifi hazırlayarak meclise sundular.
Bu anayasa TBMM tarafından kabul edilirse, TBMM kendi kararıyla yetkilerini ve etkinliğini yok etme yolunu açan  ilk yasama organı olacaktır.
Denge fren mekanizmaları olmayan, yürütmeyi, yasamayı ve yargıyı bir tek şahsın eline bırakan rejim, ülkeyi, yokuş aşağı frensiz giden bir aracın akıbetine sürükler, sonu hepimiz için felaket olur.
Yapılmak istenen değişiklikle, yargı da tek adamın emir ve komutasına girdiğin de  Hukuk devleti de ortan kalkacaktır.
Demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle çelişecek şekilde yönetme arzusu, dünya değişiyor, her şey değişiyor biz de değişmek zorundayız söylemleriyle izah edilemez.
Bu bir çağdışı rejim değişikliği isteğidir, bu nedenle Türkiye’yi dünya da saygın bir konuma getirmez. Bu değişim isteği, demokratik parlamenter rejimden otoriter devlet düzenine geçilme arzusudur.
Bu geçiş, çağa ve İnsan Hakları gelişmelerine uygun değildir. Bu bencil kaprislerin, sorumsuzluk isteklerinin ön plana çıkmasıdır.
Tarih, bu tür yanlış yapan siyasileri, güçlerini yitirdikleri anda en ağır şekilde eleştirenlerin, muktedir oldukları dönemde en yakınında olanlar olduğunun onlarca örneği ile doludur.  
Bütün eksiklerine rağmen demokratik düzenden otoriter bir düzene geçmeye çalışmak ülkeyi kaosa sürükler.


16 Aralık 2016 Cuma

YENİ OSMANLICILIK HAYALİ.


Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Davutoğlu dış politikada etkin oluncaya kadar,  Araplar arası ihtilaflarda taraf olmamak ve Arapların içişlerine karışmamak prensibi üstüne kurulmuştu.
Böyle olmasına rağmen ve özellikle de Baba Esad döneminde Suriye tarafının dostane olmayan tavırları nedeniyle Türk Suriye ilişkileri gergin olmuştur. Hatta uzunca süre APO Suriye tarafından himaye edilmiştir.
Ta ki Türkiye askeri ve siyasi kararlılığını göstererek, tek mermi atmadan, katil başı APO’yu ve sürüsünü Suriye’den çıkartmış ve bundan sonra da Türkiye Suriye ilişkileri düzelmiş, Suriye’den Türkiye’ye yönelik terörist faaliyetler sonlanmıştır.
Ne zamana kadar? Davutoğlu’nun yanlış yönlendirmesi sonucu, Türkiye’nin geleneksel Arap politikasından vazgeçip, bir Arap ülkesi olan Suriye’nin içişlerine, bölgesel liderlik hevesine kapılarak müdahale etmesine kadar.
Türkiye’nin Suriye’nin içişlerine müdahalesini gerektiren ne doğrudan, ne de dolaylı  bir durum söz konusu değildi.
Ama Türkiye buna rağmen Suriye’de insan hakları ihlal ediliyor diye, doğrudan Suriye’nin içişlerine müdahale etmeye başladı.
İnsan hakları ihlalleri elbette insanlığın bir sorunudur, hiçbir devlet buna kayıtsız kalamaz. Ama buna kayıtsız kalmamak, o ülkenin uluslararası hukuka göre meşru yönetimine karşı, Birleşmiş Miletler Kararı olmadan müdahaleyi haklı kılmaz.
Birleşmiş Milletlerin Esad rejimi ile ilgili olarak, onu gayri meşru ilan eden bir kararı söz konusu olmadığı sürece, Türkiye  o ülkede meşru siyasal yapıyla çatışan bir gruba destek verememeliydi.
AKP, Suriye sorunun da  “bölgesel liderlik hevesine kapılarak”,  ÖSO’ya  “eğit donat” desteği vermesi doğru olmamıştır.
Başımızda bir ayrılıkçı PKK belası varken, böyle bir yola girmemiz, yarın PKK’ya ister lojistik, ister istihbarat paylaşımı şeklinde destek veren ülkelere söyleyecek sözümüz kalmayacaktır.
 Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmasında Türkiye’nin hiçbir ulusal çıkarı yoktur, tam aksine Suriye’nin toprak bütünlüğü, kurulması hayal edilen Kürt devletinin engellenmesi açısından hayatidir.
Suriye’de saha da çatışan taraflar arasında birçok terör örgütü var. Esad rejimi tam olarak duruma egemen olduğu zaman bu terör örgütlerinin bizim başımıza bela olmayacağının garantisi mi var?
Nitekim, daha birkaç gün evvel yaşadığımız Beşiktaş katliamını yapanların Suriye’den ülkemiz giriş yaptıkları söyleniyor.
Bu çatışma nedeniyle milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş, Türkiye dahil birçok ülke için problem olmuştur.
Suriye’de yaşanan bu kaostan tek yararlanan Rusya olmuştur. Esad’ın talebiyle Rusya uluslararası hukuka uygun bir şekilde Suriye’deki konumunu daha da güçlendirdi.
Doğu Akdeniz’de  daha büyük güç oldu.
İran’da, Suriye ile anlaşarak sahada Esad rejiminin yanında yer aldı. “Ben burada varım asli oyuncuyum” dedi.
Bu savaş sonunda elbette Suriye’nin kaybı çok büyük, insanlar öldü, yerlerinden yurtlarından oldular, bir tarih yok oldu. Suriye’den sonra en büyük zararı Türkiye gördü, sınır güvenliği kalmadı, milyonlarca sığınmacıya bakmak zorunda kaldı, hem de bir arada yaşayacağı  komşu ülkeler açısından da  tüm güvenilirliğini yitirdi.
Sebep derinliği kendinden menkul, kifayetsiz muhteris Davutoğlu’nun yönlendirmesiyle Yeni Osmanlıcılık, bölge lideri olmak  hayali.
Biraz tarih bilen herkes, Arapların Osmanlıyı hiç sevmediklerini, bugünkü geriliklerinin müsebbibi olarak Osmanlıyı gördüklerini bilirler.
Dış politika ciddiyet, öngörü ve bilgi ister, monşer diye küçümsediğiniz insanları dinleseydiniz, bu fahiş yanlışları yapmazdınız.
 


12 Aralık 2016 Pazartesi

AKLIMIZLA ALAY ETMEYİN


Anayasa değişiklik teklifinin TBMM sunulduğu gün, kendisini başbakan zanneden, yetkisi sadece Tayyip Erdoğan’dan  aldığı emirleri yerine getirmek olan, işgüder Binali Yıldırım “ Yeni Anayasa değişikliği ile artık koalisyonlar dönemi bitti, güçlü iktidarlar dönemi başlıyor” dedi.
Bunu söylerken yüzü bile kızarmadı.
Tayyip Erdoğan, yetmiş yıldır hiçbir lidere nasip olmamış bir meclis desteğine sahip olarak, 14 yıldır ülkeyi tek başına  yönetiyor.
Hele 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Çankaya da emrindeydi.
Bu süreç içinde ülkenin hangi sorununu çözdü? Hiçbir sorununu çözmediği gibi, her gün bu ülkenin başına yeni sorunlar açtı.
İktidara geldiklerinde dolar  1.41 TL idi, bugün 3.48 TL, Türk lirası ABD Doları karşısında  yaklaşık yüzde 260 değer kaybetti.
İktidara geldikleri tarihte bu ülkenin  dış borcu 263 Milyar dolardı, bugün 481 milyar dolar.
Sıfır noktasında devir aldıkları terör, bugün nere de ise her gün günahsız insanların canlarını alıyor. Terörün arkasında AKP iktidarından da evvel dış güçler vardı, ama o dönemin iktidarları, hem de koalisyon hükümetleri bunların ağladığı gibi ağlamayıp gereğini yapıyorlardı.
Bu ülkede terör örgütlerinin silah ve mühimmat depolamasına, kamu görevlilerinin Oslo görüşmelerinde beyan ettikleri gibi, AKP iktidarı döneminde göz yumuldu.
14 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarından önce, bu ülkeyi yöneten  hiçbir koalisyon hükümeti terör örgütüyle masaya oturup müzakere etmediler, mücadele ederek, ülkeyi sıfır terörle kendisine  teslim ettiler.
14 yıllık Tayyip Erdoğan iktidarı  döneminde çevremizde ihtilafa düşülmeyen tek bir devlet kalmadı.
Esad, önceleri “kardeşim Esad” tı, şimdi oldu Esed. “Esed”, bir hafta dayanamaz diyordu, bütün dış baskılara rağmen, “Esed” beş yıldır iktidarda, her geçen günde konumunu güçlendiriyor.  
ABD öyle istiyor diye, Irak ve Suriye’deki meşru devlet yapısıyla mücadele eden illegal örgütlere, örneğin ÖSO gibi, yardım ederek, onların da buna misilleme olarak, Türkiye’deki terör örgütlerine her türlü lojistik ve istihbarat desteği sağlayacağını öngöremeden hareket ederek, ülkenin kan gölüne dönmesine neden oldu.
Sayelerinde hudutlar yol geçen hanı.
Kıbrıs göz göre göre gidiyor,  çıtı çıkmıyor.
Bu yazdıklarımız Tayyip Erdoğan iktidarında  yaşanan olumsuzlukların  sadece birkaçı.
Neymiş efendim, “Başkanlık gelecekmiş, kaos bitecekmiş” Hadi canım sende. Köpeksiz köy buldu değneksiz dolaşıyor. Bu güne kadar ne istedi de yapamadı. Hangi sorunu çözdü.
Bugüne kadar ne yaptıysa, Başkanlık olduğu zamanda aynısı yapacak.
Tayyip Erdoğan iktidarı döneminde devlet ciddiyeti denen şey kalmadı. Cumartesi akşamı İstanbul’da yaşanan insanlık dışı terör vahşeti sonrası, bu ülkenin İçişleri Bakanı çıkıp 20 yaralı var diyebiliyor. Sonradan şehit sayısının 42, yaralı sayısını 155 olduğu ortaya çıkıyor. Ama adam istifa etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor.
Hâlbuki Tayyip Erdoğan, sosyal medyada dolaşan bir sesli görüntüsünde, “Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz” diyor.
Sorumluysanız istifa edenler nerede?
Durum artık OHAL düzenini aşmıştır. Tayyip Erdoğan iktidarının  yanlışlarından dolayı iş “sıkıyönetime” doğru sürükleniyor.
Türkiye bu ortamdan çıkmadan Anayasayı tartışmak kadar yanlış bir şey olamaz. Zaten sorun da Anayasada değil, ülkenin yönetilemiyor olmasındadır.
Getirilmek istenen düzen, hesap vermekten kurtulmak için saray diktatörlüğüdür.
“Demokrasi bir tramvaydır, zamanı gelindiğinde inilir”  cümlesi de Tayyip Erdoğan’ındır.
Demek ki demokrasi tramvayı “diktatörlük” istasyonuna gelmiş.
Bütün bu durum gün gibi aşikarken, televizyonlara çıkıp, başkanlık gelecek kaos bitecek diye konuşup da aklımızla 

9 Aralık 2016 Cuma

SİZİ HİÇ YADIRGAMADIM KEMAL BEY


Düşünce ve ifade özgürlüğünü avunmak Cumhuriyet Halk Partisi’nin görevidir.
Nitekim kendi programında “İletişim özgürlüğü, ülkemizde insanca yaşamanın, saydam bir yönetime kavuşmanın ve demokratik sistemin temel koşullarındandır.Halkın doğru haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkının bir aracı olan yazılı, görsel ve dijital medyanın temel işlevi ise iletişim özgürlüğünün sağladığı özgürlük ve sorumluluk alanını en iyi şekilde değerlendirip gerçekleri tarafsız biçimde kamuoyuna yansıtmaktır.” denmektedir.
Cumhuriyet Halk Partisi, düşünce ve ifade özgürlüğünü, gazetecinin veya düşün insanının hangi düşünceye sahip olduğuna bakmaksızın savunmak zorundadır.
Kemal bey, basının görevleri arasında,  gazetecilik sorumluluğu dışına çıkıp, düzmece belge düzenleyerek veya düzenlenmiş olanları kumpasçı savcılara servis etmek ve bu belgeler üstünden halkı yanlış bilgilendirmek yoktur.
Ama siz, Adana mitinginde kumpas davalarında önemli rol oynadığı için şimdi tutuklu olan FETÖ sanıklarından, nazlı Ilıcak, Mehmet Baransu, ve Altan kardeşlerin adlarını anons ettirerek CHP’lilere alkışlattırdınız ve onları kahramanlaştırdınız.
Bu davranışınıza karşı haklı tepki sıradan partilerden, şimdiki veya geçmiş dönem milletvekillerinin yanında, bir kaset komplosu sonrasında makamına oturduğunuz Deniz Baykal’dan da geldi.
Bu haklı tepkiler sizi rahatsız etmiş olacak ki, olayı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında göstermek için, Volataire’nin ünlü “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canım veririm” sözünü tekrarlamışsınız.
Kumpas davaları açarak insanların hayatını karartan kaçak FETÖ’cü savcılarla işbirliği içinde olmak,düzmece belgelere kuryelik yapmak, sizn açınızdan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında mıdır?
Yani Ergenekon sürecinin kaçak savcılarıyla beraber kumpas davalarının mimarlığını yapmak gazetecilik midir?
Bu düzmece belgeleri sırf, Türk Silahlı Kuvvetlerine zarar vermek için doğruymuşçasına haberleştirmek,  “tarafsız” gazetecilik yapmak mıdır?
Bu yapılan, halkın doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri bilme hakkının engellenmesi değil midir?
Bir gazetecinin ya da düşün adamının fikirlerini özgürce açıklamasını savunmak başka şeydir, katıksız bir Atatürk ve Cumhuriyet Halk Partisi düşmanı oldukları bilinenleri alkışlatmak, kahramanlaştırmak başka bir şeydir. Bu tutumunuz gerçek Cumhuriyet Halk Partilileri yaralamıştır.
Ama tabii siz, Mehmet Bekaroğlu’nu, Selina Doğan’ı, Murat Özçelik’i ve TR 705’ de alkışlatmış ve kahramanlaştırmıştınız.
Ahmet Altan sizin TESEV’den veya bir başka yerden dostunuz olabilir, o dostluğunuz sizin şahsi ilişkinizdir, onu genel başkan sıfatıyla alkışlatıp, kahramanlaştırmak hakkına sahip değilsiniz.
Siz Diyarbakır’daki açıklamanızda da “tutarlı olmayı” önermişsiniz.
Kumpas davalarının kuryelerini, tetikçilerini sırf gazeteci sıfatını  taşıdıkları için savunmak tutarlı bir davranış mıdır?
“Bu ülkeyi bir kadın memesine satarım” demek, iğrenç bir düşünce de olsa, bir düşünce açıklaması olarak düşünüp açıklanmasının engellenmesine karşı çıkabilirsiniz.
Ama ülkesini, “bir kadın memesine” satabileceğini söyleyen insanı kahramanlaştırmak Cumhuriyet Halk Partisi genel Başkanı’na yakışan bir davranış değildir.
Aslında söylemlerinizi, davranışlarınızı ve özellikle de Cumhuriyete ve onun kurucu babalarına çok sevmenizi ben hiç yadırgamıyorum, zira sizde “Ben Dersimli Kemal” diyerek Cumhuriyete kendinizce medyan okumuştunuz.
Onun için gazetecilik kisvesi altında tetikçilik, kuryelik yapanları  alkışlatmanızı, kahtamanlaştırmanızı hiç yadırgamadım Kemal Be

5 Aralık 2016 Pazartesi

KAPIKULU OLMAK


AKP’nin hazırladığı, daha doğrusu birkaç kişinin Tayyip Erdoğan’ın isteği doğrultusunda; rejim değiştirmeye yönelik, ülkeyi bir diktatörlüğe sürükleyecek Anayasa değişiklik önergesi henüz TBMM Başkanlığına sunulmadı, İktidar Milletvekilleri henüz görmedikleri metne, yani boşa imza atmaya başladılar.
Anayasa’da  değişiklik teklif edebilmek hakkı, TBMM’de bulunan parti gruplarına değil, doğrudan doğruya milletvekillerine aittir. Bunun sebebi, değişiklik önergelerinin siyasi parti genel başkanlarının duygu ve ihtirasları yönünde olmasını engellemek içindir.
Nitekim, Anayasa değişiklik önerileri, TBMM’de gizli oylamayla yapılır. Bu özelliği nedeniyle de parti grupları bağlayıcı karar alamazlar.
“Gizli oy” herhangi bir baskı altında kalmadan kullanılabilmesini ifade eder. 
Ama bugünlerde yaşadığımız, Anayasa değişiklik önergesi, Tayyip Erdoğan’ın duygu ve ihtirası nedeniyle yapılmak istendiği gibi, milletvekillerinin ne denli baskı altında olduğunun da açık göstergesidir.
 Görmedikleri, içeriğini bilmedikleri daha TBMM’ye bile sunulmamış  bir Anayasa değişiklik önergesine peşin peşin imza vermek, Tayyip Erdoğan’ın  “Ben bir çobanım” sözünü anımsattı.
Bu bir biattir, bir itaattir. İtaat zayıf ve korkak insanların en büyük sığınağıdır.Bu olmamanız gerekir.
Saygı değer milletvekilleri, görmediğiniz bir Anayasa değişiklik metnine imza atmazsanız, Tayyip Erdoğan’ın size yapabileceği tek şey, bir dahaki seçimlerde sizleri  aday göstermemektedir.
Unutmayın ki bir gün herkes “eski dönem milletvekili” olacaktır. Bu İsmet Paşa gibi devlet kurucusu için olduğu gibi, eski Başbakanlar, parti genel başkanları içinde olmuştur.
Eski dönem milletvekili” olduğunuz zaman korkmanız gereken tek şey çocuklarınızın yüzüne bakamamak ve sokağa çıktığınız zaman  saygı görmemek olmalıdır.Gerisinin hiçbir önemi yoktur.
 Görmediği bir metne imza atan milletvekili olarak, çocuklarınıza, eşinize dostunuza, “Ben kendi başıma düşünemezdim, bu nedenle bizim adımıza Tayyip Bey karar verirdi mi diyeceksiniz?
Hangi partiden olursanız olun, hiçbir milletvekilinin bu hale düşmemesi gerektiğine inanıyorum.
Bu davranışınız,eğer gerçekleşirse, bir Anayasa referandumu propaganda sürecinde, Anayasa değişikliğine karşı mücadele edecek partilere, aydınlara, “Kurulmak istenen tam bir tek adam rejimidir, Anayasa değişiklik teklifini bile okumadan imzalattılar” diye propaganda yapma imkanı sağlayacaktır.
Bu tek adam rejimi kurulursa bugün korku ile  okumadan imza verenlerin de yarın neyle karşılaşacakları belli olmaz.
Bunun en güzel örneği Maksim Gorki’dir önce Lenin, sonra Stalin’e destek vermiş ama ikisi de sonradan kendisini reddetmiş, sonunda da Stalin döneminde evinde göz hapsinde ölmüştür.
Tek adam rejimlerinde, bu yolu açanlar, buna destek verenlerden, tek adamın görüşlerine mutlak surette ve devamlı olarak itaat etmeleri, biat etmeleri istenir. Sonradan fikrinizi değiştirmek hakkınız bile olmaz.
Gazi Meclisin saygı değer üyeleri, hiç kimsenin kapıkulu değillerdir.  
Kurulmak istenen düzen hiçbir zaman demokratik bir rejim olmayacaktır.
Tayyip Bey’in önerisinin temel amacı, iktidarı tek başına kontrol eden denge ve fren araçlarından arınmış, yargı siyasal iktidara teslim edilmiş, bu nedenle de hiçbir Anayasal özgürlüğün güvencesinin olmadığı bir sistemi kurmaktır.
Gördüğünüz gibi, getirilmek isten sistemin hedefi olarak, istikrar gösterilmektedir. Sanki bu on dört yıl içinde istikrarsızlık yaşanmış gibi, bu istikrar kandırmacaları devlet ile toplum arasındaki uyumlu dengeyi bozar. İstikrar ancak eksiksiz bir demokrasi içinde sosyal ve ekonomik gelişmeyle sağlanır.
  

  

2 Aralık 2016 Cuma

TEK ADAMLIK HAYALİ


Tayyip Bey, 29 Kasım günü yaptığı konuşmadaZalim Esed’in hükümranlığına son vermek için biz Suriye’ye girdik dedi.
Bu söz hem Türk Ceza Kanuna ve hem de uluslararası hukuka göre suçtur.
Bu cümleyi duyan bir hukukçunun aklına, Tayyip Bey TCK’yı önüne açmış ve Türkiye açısından, dış barışın korunması için kanuna konulmuş bir madde olan “Devlete karşı savaşa tahrik” başlıklı  304. Maddeyi ancak böyle ihlal ederim diye, bu cümleyi sarf ettiğini düşünür.
304. madde “Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı savaş açması veya hasmane hareketlerde bulunması için yabancı devlet yetkililerini tahrik eden…….kişi on yıldan yirmi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” demektedir.
Tayyip Bey’in sarf ettiği cümle, tam da  Suriye’ye savaş açmak ve Suriye’nin meşru Devlet Başkanı Esad’ı  tahrik etmek anlamına geliyor.
Tayyip Bey bu söylemi ile adeta, ben hukuk falan dinlemem, ben tek adamım, ne dersem o,  diyor.
Uluslararası hukuk açısından da söylenen sözün iler tutar bir tarafı yok. Birleşmiş Milletlerin “Esad’ı devirmek” yönünde bir kararı mı var? Yok. Peki  böyle bir sözü nasıl söyleyebiliyor.
Elbette söylememesi gerekiyor ama Tayyip Bey bu, söylüyor.
Bilmeyen birisi, Türkiye’nin Suriye’de tek başına karar verip uyguladığını zanneder.
 Halbuki Türkiye Suriye’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 15 Kasım 2015 tarih ve 2249 sayılı kararının 5. Maddesine dayanarak bulunuyor. Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının Suriye’de bulunmasının hukuki dayanağı budur.
Güvenlik Konseyi bu kararında, müdahale yeteneği olan ülkelerin, Birleşmiş Milletler Şart ve uluslararası hukuka uygun olarak, İŞİD ve Nusra Cephesinin ve El Kaide ile birlikte hareket eden, bütün oluşumların ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyininn tanımladığı başka terörist grupların Irak ve Suriye’de yürüttükleri terörist faaliyetleri bastırmak, kontrolleri altındaki bölgeleri ortadan kaldırmaya yönelik bir çağrı olduğu belirtiliyor.
Görüldüğü gibi bu kararda Esad’ı devirmekten hiç söz edilmiyor.
Yani Tayyip Bey’in söylediği “Zalim Esed’in hükümranlığına son vermek için biz Suriye’ye girdik” sözünün, gerçekle bir alakası yoktur.
Bu sözün söylenmesinden bir gün  sonra, Kremlin sarayından, Tayyip Bey ile  Putin arasında  30 Kasım günü bir telefon görüşmesi yapıldığı ve bu görüşmede, Türk Cumhurbaşkanı’nın Suriye ile ilgili sözlerinin ele alındığı açıklandı.
Tayyip Bey’de  bu görüşmeden sonra, bu sefer de “Operasyonun amacı bir ülke ya da kişi değil terördür. Kimse söylediklerimizi çarpıtmasın” dedi.
Arşivler ortadayken, milyonların gözünün içine baka baka bunu da söyleyebildi.
Aslında bu açıklaması gerçeği yansıtmaktadır,ilk cümlesi değil, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı bu yöndedir. Türk Silahlı Kuvvetleri unsurları da bu karara dayanarak ve bu karar sınırları içinde  Fırat Kalkanı Harekâtına katılmaktadırlar.
İki gün arayla söylenen bu taban tabana zıt   sözler, devlet adamlığı ciddiyetiyle ile bağdaşmamaktadır.
Zira; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, konuşurken devlet adamı gibi konuşup, söylediği sözden, diplomatik dildeki sertlik dozajını bilemediğimiz  bir  “ikaz” üstüne dönmek zorunda kalıp, ulusal onurumuzu ayaklar altına aldırmamalıdır.
Tayyip Bey şimdikinden de daha güçlü bir tek adam olmak istiyor, bu ham  hayal peşinde koşarken, kendisi önemli değil ama, asıl ülkeye zarar veriyor.

Onun bu taban tabana zıt söylemleri yüzünden ülke dış dünyadaki saygınlığını yitiriyor.