29 Ağustos 2016 Pazartesi

GÜN İDEALLERİNE SAHİP ÇIKMA GÜNÜDÜR.


Birkaç gün önce sosyal medyada asker cenazesi geçerken Ukrayna halkının o cenazelerinin önünde diz çökerek saygılarını sunmalarını, gıptayla ve birazda utanarak seyrettim.
Bana göre ülkesi için can verenler böyle saygıya layıktırlar. Onların önünde saygıyla eğilmemiz gerekir.
Sadece son bir ayda terör saldırılarındaki şehit sayımız 150’ye ulaşmışken, sadece 3. Köprünün açıldığı gün 11 şehit verilmişken buna duyarsız kalınmasını içime sindiremiyorum.
Türk halkının önemli kesiminin de benim gibi düşündüğüne eminim.
Ana akım medyaya bakın, köprü açılışı manşetlere çekilmişken, 11 şehidin haberi kıyıda köşede ufacık veriliyor.
Bu yazıyı yazdığım ana kadar, son bir yılda 476 şehit 4076 yaralı varken, köprü açılışını tertipleyenler, toplumun hassasiyetlerine biraz daha duyarlı olamazlar mıydı?
Terör örgütlerinin bu ülkede, Türk-Kürt, Sünni-Alevi diye bir iç savaş çıkartma çabasında olduklarını  ve bu nedenle birbirimize kenetlenmemiz  gerektiğini söylerken; bir taraftan da bu ülkede yaşayan Alevi vatandaşların duygularını rencide etmek için, projesini ve imalatını batılıların yaptığı, övünç kaynağımız (!)  3. Köprüye Yavuz Sultan Selim adının vereceksin, bunun toplumu kutuplaştırmaktan  başka  bir anlamı olabilir mi?
Ülkesindeki nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiileri, Suudi Arabistan’ın desteği ile eline fırsat geçtikçe katleden Bahreyn Kralı El Khalife’nin ne işi vardı o açılışta?
İstanbul’daki Askeri hastaneye, İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif’in en ağır şekilde eleştirdiği,  Kızıl Sultan diye nitelenen, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunu en büyük toprak kaybına uğratan Abdülhamit’in adını vermek hangi duygunun dışa vurumudur?
Bu ülkenin Atatürk gibi değeri varken, Onu yok kabul etmeye çalışmak kimseye bir şey kazandırmayacağı gibi sadece toplumu ayrıştırmaya yarar.
Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’ne, bu devletin kurucusu Atatürk karşıtı, kamunun hesaplarına ilişkin raporları yıllardır TBMM’ye göndermeyen  eski Sayıştay Başkanını atıyorsa, bu nasıl bir uzlaşmacılıktır?
Bütün uygar ülkelerde yargıçların, polislerin yani yasaları doğrudan uygulayan insanların siyasal ve dini simge taşıması yasaktır.
Bunun sebebi muhataplarının eşit muamele göreceğine inandırılmasıdır.
Şimdi sıra türbanlı hakimlere geldi herhalde.
İktidarın yaptığı  tam bir salam politikası uygulamasıdır. Salam politikası: Bir konunun sabırla metodik bir şekilde ağır ağır işlenerek, parça parça gerçekleştirilerek, sonuca varılmasıdır.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yaptığı tam da budur. Cumhuriyetin değerlerini yavaş yavaş, dilim dilim bitirme çabasıdır.
Bunu anlamamak, görmemek için bakar kör olmak lazımdır.
Tayyip Erdoğan bu politikaları uygularken muhalefet ne yapıyor, ağzına, AKP li bir gencin hazırladığı söylenen kliple, bir parmak bal verilerek uzlaşıcılık oynamak için kandırılıyor.
Bal verilerek mi, yoksa bir yabancı istihbarat örgütünün elinde olduğu basına yansımış kasetleri piyasaya süreriz tehdidiyle mi  uzlaşıcılık oynamaya zorlanıyor, orası şu an için  tarafımızdan bilinmiyor.
Şu anda muhalefetin tavrı, Tayyip Erdoğan’ın tek adamlığını kabullenip, etkisiz muhalefetçilik oynamaktan öte değildir.
Muhalefet partilerinin ve özellikle de Ana muhalefet partisinin yapması gereken, çok güçlü olarak laikliği sonuna kadar savunacağını, bundan taviz vermeyeceğini halka anlatmaktır.
Ana muhalefet partisinin bugün için yapması gereken, demokrasicilik, uzlaşmacılık oynamak değil,emperyalizmin  Türkiye’yi paylaşmasına ve ülkemizin emperyalizmle bütünleşmesine karşı, CHP’nin ve bu devletin kuruluş felsefesi olan Altı Oktan   şaşmadan, güçlükler karşısında yılmadan, bu ideallerini ısrarla takip etmektir.
Bu nedenle gün uzlaşıcılık oynama günü değil ideallerine sıkı sıkıya sahip çıkma günüdür
Altı Oktan, Atatürk’ten vazgeçin o zaman iktidar olursunuz diyenler, içerdeki ve dışarıdaki emperyalizmin uşakları ve sözcüleridir.

BUGÜN 30 AĞUSTOS, EMPERYALİZMİN ANADOLU TOPRAKLARINDA TEPELENDİĞİ GÜNDÜR.TÜRK HALKININ  30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN.
   



26 Ağustos 2016 Cuma

SİYASET ÖNGÖRÜ İŞİDİR


Rus savaş uçağı Kasım 2015 de düşürülmese, 2015 kasımında İŞİD’e karşı koalisyon kuvvetlerinle beraberce yapılacak Cerablus operasyonu gecikmeyle beş gün evvel yapıldı.
Bölge  Suriye’nin terör örgütlerinin cirit attığı Suriye Devleti’nin düzeni sağlayamadığı bir bölge haline gelmiştir.
Suriye’nin bu noktaya gelmesinin, yani toprak bütünlüğünün bozulmasına sebep olanlardan biri de, ABD ve AB’nin peşine takılıp, Suriye’nin içişlerine karışan Türkiye’dir.
Yani yaşadığımız sorunları başımıza bela eden Suriye’nin toprak bütünlüğünün önemini yeni anlayan AKP iktidarıdır.
Suriye’nin  içine düştüğü istikrarsızlık, burayı terör örgütlerinin cirit attığı bir bölge haline getirmiş; bundan da en büyük zararı da Türkiye görmüştür ve görmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin çok sınırlı bir kuvvetle Cerablus’a yönelik hareketi yapılmasaydı, PYD/YPG Cerablus’u ele geçirip Fırat’ın batısındaki mevcudiyetini genişletecek, Türkiye’nin Halep’le ilişkisi Kürtlerin insafına kalmış olacaktı.
Bölgede çıkarları olan büyük devletler olayın içine kara kuvvetleri ile girmeden, havadan destek vererek bölgedeki yandaşlarını kara kuvveti gibi kullanarak çözmeye çalışıyor ama  yeterli de olamıyorlar.
Aslında Rusya da, ABD de de kendi politikalarını İŞİD’le mücadele kisvesi altında yürütüyorlar.
ABD hava desteği verdiği PYD ile, Rusya ise Esad güçleri ile İŞİD’e karşı mücadele ettiklerini söylüyorlar.
ABD, PYD ile Musul Kerkük Petrolü’nün Akdeniz’e ulaştıracağı bir Kürt koridorunu tesis ettirmeye çalışırken, Rusya’da aynı şekilde İŞİD ile mücadele ediyoruz görüntüsü altında  müttefiki Esad’ı görevde tutmaya çalışıyor.
Burada bir tek Türkiye, kendi toprak bütünlüğüne kast eden   terör örgütleriyle mücadele ediyor ve de etmek zorunda.
Olaylar göstermiştir ki, Koalisyon Güçlerinin  ve Rusya’nın  sadece hava desteği sorunu çözmeye yetmemekte ve nispi de olsa bir düzen sağlanamamaktadır.
Durum böyle olunca, Türkiye’yi yönetenler Suriye’nin toprak bütünlüğünün kıymetini yeni anlamış olacaklar ki, Tayyip Erdoğan “Gerekirse meseleye bilfiil el koymaktan” söz etti; yani 2011 öncesine dönmeyi kast etti.
Bir diğer deyişle üst üste yaptıkları hatalardan dönmek için gene Arap topraklarında Mehmetçik kanı dökülebileceğini söyledi.
Bu müdahale, AKP iktidarının yanlış politikalarının sonucu da olmuş olsa, gelinen noktada Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından şarttı.
Cerablus’un temizlenmesiyle işin bittiğini zannedersek büyük yanlış yaparız. Bu daha başlangıç.
PYD’nin derdi İŞİD ile mücadele değildir, Türkiye’nin kırmızı çizgimiz dediği, Kuzey Suriye’deki Kürt Kantonlarını Ayn El Arap (Kobani) ve Afrin kantonlarını   birleştirme çabasıdır.
Türkiye’de dış destekli terör sadece İŞİD’ midir? PKK’yı, FETÖ’ yü  yok sayabilir miyiz?
Elbette hayır.
İŞİD terörü nasıl Suriye’den Türkiye’ye ihraç ediliyorsa PKK terörü de Kandilden yani Kuzey Irak’tan ihraç ediliyor.
Bugün tüm terör örgütlerinin yani PKK, İŞİD, FETÖ’nün ortak amacı Türkiye’de bir iç savaş çıkartmaktır. Bu terör örgütlerinin arkasındaki gücün, yani ABD’nin stratejik derin aklının  tek hedefi, bu coğrafyanın haritasını  yeniden çizmektir. Bunun içinde bu terör örgütleri kullanmaktadır.
O zaman yapılması gereken Türkiye’nin Kuzey Irakta da Suriye’dekine benzer bir operasyon yapıp, Kürtlerin elinde bulunan hakim tepeleri ele geçirip, bu tepelerin güneyinde aynen 1990 lı yıllarda olduğu gibi, yaklaşma yollarını kesip PKK terörünün lojistik desteğini engelleyerek ülke içindeki PKK terörünü bitirmesi gerekir.
Bu gerçekleştirilmediği sürece terörle etkin bir mücadele yapılamaz. Nitekim bakın PKK terörü doğu Karadeniz’e kadar yayılmıştır. Kılıçdaroğlu’na yapılan hain terör saldırısını amacı da ülkede bir iç savaş çıkartmaktır.
PKK/PYD/YPG’nin Türkiye’deki siyasi uzantılarıyla, CİA’nın Türkiye’deki kadroları, Kılıçdaroğlu’na yapılan bu hain terör saldırısına “Terör” dememeye özen gösteriyorlar.
Demokrasi, özgürlük denerek Irak ve Suriye parçalanırken sıranın bize geleceğini düşünmemiz gerekirdi.Siyaset öngörü işidir.






  

22 Ağustos 2016 Pazartesi

AYDINLARIN İHANETİNE UĞRAMIŞ ÜLKEM


Son günlerde İŞİD toplu katliamlar yapmaya başladı. Niye olduğunu hiç düşünüyor muyuz?
Eğer takiye yapmıyorlarsa, birilerinin düşünmeye başladığı ve hatta anladığı da son günlerde yetkili ağızların yaptığı açıklamalardan anlaşılıyor.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, “Türkiye’nin bugün başına gelen ‘birçok şeyin’ Suriye Politikasının sunucu” olduğunu” belirttikten sonra “…biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık” diyerek bir anlamda öz eleştiride bulundu.
Ortaya yeni bir politika koymaya gerek yoktu. Türkiye’nin geleneksel “Yurtta Sulh Cihanda sulh” politikasından ayrılmasaydınız, komşularınızın içişlerine, ABD öyle istiyor diye müdahil olmasaydınız, bugün yaşananları yaşamazdık.
Rusya ve İran ile bölgesel çıkarlarımızı uyumlaştırma, Suriye rejimi ile ilişkilere yeni bir şekil verme, yaptığımız yanlıştan dönme çabasına girince Gaziantep’te de İŞİD saldırısı gerçekleştirildi.
PKK/PYD’nin Kuzey Suriye’deki Kürdistan oluşumuna çomak sokmaya çalışınca da Elazığ oldu.
Rusya ve İran ile yakınlaşma, Suriye politikasını bunlarla uyumlaştırma çabaları olmasaydı da Türkiye terör saldırıları ile karşı karşıya kalırdı. Bu defa başkaları tarafından başka mesaj verme amacıyla olurdu. Örneğin Sünni-Şii çatışması gibi.
ABD’nin bölgesel  projelerinin peşine takılınca olacak olan bu idi. Evvelce bir yazımda da belirttiğim gibi, Dış politika ABD ve AB’ye rehin edildi, harekat alanımız sıfıra indi.
Türkiye, Kuzey Irak örneği gözler önünde dururken, bu kez Suriye toprak bütünlüğünü de yok edecek emperyalist oyunların aleti olundu. Mezhepsel ve Ortadoğu liderliği gibi hayalci ihtiraslar, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının gözlerini kararttığı için bu yanlış ve “kuyruk olma” politikalarının Türkiye’nin başına açabileceği hayati tehlikeleri görülemedi.  
AKP iktidarının dış politika hataları sadece bu mu idi?
Kuzey Irak’ta askerimizin kafasına çuval geçirildi, sessiz kalındı.
Ermenistan ile “düveli muazzamın” önünde, sadece Ermenistan’ın taleplerinin yer aldığı onur kırıcı  protokolü  imzalamak yanlıştı.
Oslo Görüşmeleri, Habur kepazeliği ve İmralı’yla görüşmeler yanlıştı. Bunlar terörü sonlandırıcı çözümler getirmediği gibi büsbütün arttırdı.
Vatan evladının kanı pahasına, terörle müzakere edilmeyeceğini, mücadele edilmesi gerektiğini, inşallah öğrenmişizdir.
Ege’de kıyılarımıza yakın bölgede, hiçbir ikili veya çok taraflı antlaşmayla  Yunanistan’a verilmemiş adacıklara Yunanistan’ın fiili durum yaratarak el koymasına seyirci kalmamız hatadan öte ihanettir.
Müslüman kardeşlere açıkça sahip çıkmamız, Ortadoğu’nun abisi, hamisi konumuna girip, Mısır’ın içişlerine karışmamız yanlıştı.
Bu yanlışların yapılmasında ana aktör elbette Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarıdır.
Siz bu yanlışlara karşı çıkan, bunlar yanlıştır, yapmayın diyen kaç tane aydın gösterebilirsiniz.
Yukarıda bir kısmını saydığımız dış politika yanlışları hakkında, birkaç basın yayın kuruluşu dışında büyük oranda medya kuruluşları da sessiz kaldı.
Devletin kurucusu o büyük dehanın dış politika vasiyetine ihanet edildiğini, bundan vazgeçmenin ihanet olduğunu söyleyenleri de, yarı aydın bazı kişiler, vizyon sahibi olmamakla suçladılar.
Ülkenin bugün  geldiği durumun, akan kanın tek sorumlusu AKP’lileri demokrasi kahramanı olarak gösteren bazı kişileri, gazetecileri görünce gülmek mi lazım, ağlamak mı, karar vermek çok zor.
Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını aklamak için gazeteciler ve televizyoncular, geçmiş kırk yılı suçlar haldeler.
Büyük çoğunluğu ölmüş, kendini savunamayacak insanları, geçmişte terör örgütüne hizmet etmiş, ahlaki zafiyet içinde olan insanların söylemleriyle suçlamak, en azından ahlaki değildir. Bırakın bunlar hakkındaki hükmü tarih versin.
Bu tipleri gördükçe, bir yabancı planlama uzmanının 1960 lı yıllarda söylediği “Bu ülke aydınlarının ihanetine uğramıştır” sözünü hatırlıyorum.
Çok doğru bir tespit yapmış. 


19 Ağustos 2016 Cuma

YARDIM YATAKLIK ETTİNİZ


Tayyip Erdoğan, son günlerde yaptığı açıklamalarda, “Fethullah Terör Örgütüyle PKK ayrı ayrı isimlerde de olsalar, aynı hedefe yönelmiş terör örgütleridir.” diyerek, çok geç kalmış da olsa,  doğru bir tespitte bulunmaktadır.
Doğrudur, bu aynı amaca hizmet eden her iki terör örgütünün zincirleri de aynı üst akılın elindedir.
Atatürkçüler tasfiye edilinceye kadar ki CHP yönetimleri, “terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir”  derken, iktidar mensupları ve yardakçıları “Bu sorun güvenlikçi tedbirlerle çözülmez, siyasetle çözülür” diyorlar ve CHP’nin düşüncesi “ırkçı, faşist bir anlayış” diye nitelenip, aşağılanmaya çalışılıyordu.
Ama bu arada AKP iktidarı kendisi ırkçı terör örgütüyle Oslo’da masaya oturmuş müzakerelere başlamıştı.
İş o kadar çığırından çıkmıştık ki, müzakerelere katılan Türk yetkili, terör örgütü yöneticilerine, “Kentleri cephanelik hakline getirdiniz, bunların hepsini biliyoruz” diyerek, terör örgütü mensuplarına göz yumduklarını, bir anlamda Ceza Kanunu açısından yardım yataklık edildiğini ikrar ediyordu.
Son günlerdeki gelişmeler gösteriyor ki, bu silahlanmaya FETÖ’nün ordu içindeki uzantıları hudut bölgelerinde de göz yummuşlar.
Bu ayrılıkçı terör örgütünün katil başının mesajının Diyarbakır da şehrin Meydanında okunmasına bile müsaade etmiştiniz. Şimdi onları FETÖ terör örgütünün işbirlikçisi olarak ilan ediyorsunuz.
Bu terör örgütlerine, Türkiye Cumhuriyeti’ne değil, size, sadece size zarar verinceye kadar, hep göz yumdunuz, sırtlarını sıvazladınız.
Bir çete başının nutkunun şehir meydanlarında okunmasına izin verirken,   Recep Tayyip Erdoğan da bir konuşmasında “Fethullah Gülen Cemaati aynı menzile yürüdüğümüz arkadaşlarımızdı” diyordu.
Hangi “menzil” di bu, tramvaydan ineceğiniz Ilımlı İslam Cumhuriyeti durağı mı?
Devletin resmi raporlarına göre FETÖ’nün nihai amacı “Ilımlı İslam Devleti” idi de, onun için soruyorum bu soruyu.        
Bu terör örgütü 2002 den sonra,  yani beraberce  aynı menzile doğru yürürken, sizin iktidarınızın açık desteği ile yurtiçi ve yurtdışında “en ziyade himayeye mazhar örgüt” haline geldi.
Bu terör örgütü yıllardır, devlet içinde örgütlenirken -örgütlenirken yanlış oldu - bilginiz ve emirleriniz doğrultusunda devlete yerleştirilirken mutlu ve memnundunuz.
Çünkü, BOP Eşbaşkanı olarak, size karşı direnme gücüne ve bilgisine sahip sivil asker aydınlar, hukuk ayaklar altına alınarak tasfiye edilirken, bunlar size hizmet ediyorlardı.
Bilginiz ve emirleriniz doğrultusunda devlete yerleştirilmiş, suç makinesi haline gelmiş örgüt mensupları, suç işlerken bunları mutlulukla seyir ediyordunuz.
Bir anlamda bu çete mensuplarına suçların işlenmesinden önce ve işlenmesi sırasında yardımda bulunmuş oldunuz.
Bu çete ile ilgili devlet arşivlerinde onlarca yazılmış rapor, kitap vardı, bu nedenle bilmiyorduk demeniz inandırıcı da olmuyor.
Büyük bir ihtimalle de 2007 den sonra MİT’e bu örgüt mensuplarıyla ilgili TSK’ya bilgi vermeyin talimatını da siz verdiniz.
Örneğin insanların özel hayatını ihlal eden bu çete mensupları, bu suçları işlerken kimin imkân ve araçlarını kullanıyorlardı?
Devletin araç ve imkânlarını kullanıyorlardı.
Bunlar hukuka, yasaya aykırı işler yaparak, insanların hayatını karartırken bunlara sessiz kalarakk, ceza hukuku açısından suç işlemeyi teşvik  edip, suç işlemek kararlılıklarını kuvvetlendirdiniz. Çete mensupları da sizin bu davranışlarınızı, kendilerince haklı olarak, suçun işlenmesinden sonra da yardımda bulunulacak olarak algılamış olabilirler
Nitekim 17-25 Aralığa kadar da çetenin faaliyetleri aynen anlattığımız gibi cereyan etti. 17-25 Aralık sürecinde ortaklık bitip de, kan gövdeyi götürmeye başlayınca, aynı  “Menzile” yürüdüğünüz arkadaşınızın organizasyonun terör örgütü olduğunu keşfediverdiniz.
Yani siz bu çete mensuplarını önce o görevlere getirerek, sonra kanunsuz işlerinde, devletin imkan ve araçlarını kullanmalarına o tarihlerde işinize geldiği için  sessiz kalarak suça yardım etmiş oldunuz.

Bugün dönüp biz kandırıldık diyerek yani “hulus ve saffetimizden istifade  ettiler de” diyemezsiniz, zira siz devlet yönetmeye talip olan ve devlet yönetensiniz.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEK ZORUNLUDUR.


15 Temmuz CIA soslu FETO’cu darbe girişiminden sonra dinci terör örgütünün AKP iktidarı döneminde devletin kılcal damarlarına kadar sızdıkları artık saklanamayacak hale gelince, şimdi de AKP’liler kendilerini aklatma çabasına girdiler.
Anlaşılıyor ki; MİT’in TV kanallarında dolaştırıp konuşturduğu Nurettin Veren ve benzerleri terör örgütüne geçmiş bütün siyasilerin katkı verdiğini anlatıyorlar da, AKP İktidarı dönemindeki ortaklıktan hiç söz etmiyorlar.
Bu algı yaratma yöntemiyle de halk kitlelerine, “ne yapalım sadece biz değil bizden evvelkilerde kandırılmış” kanısı uyandırmaya çalışıyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Binali Yıldırım “17-25 Aralık milattır” buyurmuş.
Herkesi aptal zanneden bir şark kurnazının  söylemi. Sanki 17-25 Aralıktan önce bu memlekette hiçbir şey olmamıştı, her şey bir hukuk devletine uygun şekilde yaşanıyordu da 17-25 Aralık’tan sonra her şey bozuldu.
17-25 Aralık, doğrudur, bir milattır ama, iktidar bölüşümün de ihtilaf çıkması üzerine, ortaklığın bozulmasının miladıdır.
Türkiye’yi FETO_AKP elbirliği ile dizayn etmenin miladı Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve benzeri davalarla başlamış, Baykal’ın kaset olayı ile de zirve yapmıştır.
15 Temmuza karışan askerlerin, kimlerin iktidarı zamanında general amiral olduklarına bakın.
Hangi tarihten itibaren MİT FETÖ üyeleri ile ilgili Türk Silahlı Kuvvetlerine bilgi akışını kesmiştir? Ona bakın.
Hangi iktidar zamanında bu ülkede devletin yaptığı müsabaka imtihanlarında soruların çalınmasının vaka- ı adiye olduğunu bir düşünün.
Bugün FETÖ’ ye destek verdiği için işlerinden uzaklaştırılan binlerce kamu görevlisinin hangi iktidarlar zamanında kamuya girdiklerini bir kontrol edin.
Her dönemde devlet kadrolarına liyakatsiz insanlar girmiş olabilir, ama; bu iş AKP iktidarı döneminde olduğu kadar kitlesel hiç olmamıştır.
17-25 Aralık’a kadar ortaktınız, el ele, diz dize idiniz. Sizin hiç mi o tarihten evvel bu terör örgütünün kumpaslarında günahınız yoktu.
Açılan ve sonrasında kumpas olduğu ortaya çıkan Ergenekon davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Kaçak Savcı Öz’ün “Büstü dikilecek”, “tarihi bir görev yapıyor”, “Türkiye Bağırsaklarını temizliyor” diye bas bas bağıranlar, hatta zırhlı makam aracı tahsis edenler kimlerdi?
Sizdiniz, sizlerdiniz, FETÖ terör örgütüne kol kanat gerdiniz.
O kadar suç ortağı idiniz ki, anayasanın teminatı altındaki özel hayatın gizliliği ihlal edilerek elde edilmiş Baykal Kaseti’ni gözlüklerini düzelte düzelte seyreden kimdi?
Bu kaseti getirenleri niye kulağından tutup yargıya teslim etmediniz, teslim etmediğiniz gibi“Bu özel hayatın ihlalidir” diyenlere “Ne özeli, genel genel” diye  bağırmıyor muydunuz?
Bugün Televizyonlara çıkarttığınız, televizyon kanallarının da  mal bulmuş mağribi gibi üstüne atladığı  Nurettin Veren,  bir TV kanalında “Baykal’ın kaset olayı FETÖ tertibidir, Kılıçdaroğlu’nun gelişi onun dizaynıdır” demiş, o kaset olayında ortak değil miydiniz?
Bu beyan olsa olsa malumun, bir kısmının  ilamıdır.
17-25 Aralık olmayıp FETO ile ortaklıkları devam etse, bugünkü kifayetsiz muhalefet devam etsin diye, bu hukuka aykırı olarak elde edilmiş kasetin üstünde tepinmeyecek miydiniz?
6 yıldır bu soruşturma sürüncemede bıraktırılırken buna niye hiç müdahale edilmediniz?
Bu işin sürüncemede bırakılmasından mutlu olan bir diğer kişi de, Kemal Kılıçdaroğlu’dur.
O da, Deniz Baykal kasetini seyreden Tayyip Erdoğan görüntülerini kimin kendisine getirdiğini açıklamak zorundadır. Böyle bir olayı “hatırlamıyorum” demek hakkı yoktur. O kaseti kendisine getirenleri savcıya bildirmek zorundadır. Aksi davranış onu da aynen Tayyip Bey’in konumuna düşürür.
Türk siyasetinin bağırsaklarının temizlenmesi için, bu olayla ilgili üç insan konuşmak zorundadır. 1-Tayyip Erdoğan, heyecanla izlediği Baykal kasetini  kendisine kimler getirdiğini, 2- Kemal Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan’ın Baykal’ın kasetini seyrederken çekilmiş görüntüsünü kendisine kimlerin getirdiğini,3-Kaseti ilk olarak Medyaya servis eden Yener Dönmez, bu kaseti kendisine getiren  CHP’li olduğu iddia edilen iki kişinin adını açıklamak zorundadırlar. 
Tüm siyasi partiler, iktidarıyla muhalefetiyle herkes FETO’yla ilişkileri ölçüsünde  geçmişiyle yüzleşmeli, yüzleşmeli ki, bir daha böyle pislikler  yaşanmasın.
Sadece bürokraside liyakatsiz insanlar değil, siyasette de liyakatsiz insanlar, işime yarar düşüncesiyle göreve getirilemesin.
Sade vatandaş suçu ve suçluyu saklarsa suç, bunu siyasiler yaparsa suç değil, öyle mi?





14 Ağustos 2016 Pazar

HALKIN GAZINI ALMAK


Sezar'ın hakkını Sezar’a vermek lazım. AKP dağa doğrusu Tayyip Erdoğan toplumun gazını almakta çok mahir.
Önce küçük bir militan grubuna “idam isteriz” diye bağırtıp, arkasından da “halk ne isterse o olur, Meclis karar verirse ben geldiği an onaylarım” diyerek, güya halkın sesine kulak veren siyasetçi gösterisi yapıyor.
Tayyip Erdoğan,ölüm cezasının uluslararası camianın bir üyesi olarak kaldığımız sürece kaldırılamayacağını, kaldırılsa bile bunu geriye yürümeyeceğini, yani 15 Temmuz faillerine uygulanmayacağını bilmiyor mu? Elbette biliyor ama; halkın gazını almaya çalışıyor.
Anayasamızın 90. Maddesinin son fıkrasına göre, iç hukukumuzun bir parçası haline gelen “ölüm cezasını engelleyen” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ve 13 numaralı protokolleri Tayyip Erdoğan Başbakan iken onaylanarak yürürlüğe girmişti.
 6 nolu protokol barış zamanında  idam cezasının uygulanmayacağına ilişkindir. 17 Eylül 2003 de Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe sokulmuştur.
Savaş ve savaş tehlikesi dahil hiçbir koşulda idam cezası verilemeyeceğine dair 13 nolu protokol ise 9 Ocak 2004 tarihinde  gene Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında onaylanmıştır.
Yani Tayyip Bey’in söylemi tamamiyle halkın gazını almaya yöneliktir.
Gülen’in iadesi konusunda da kamuoyunda Türkiye ile ABD arasında bir tartışmadır gidiyor.Bizim hükümetin açıklamalarına bakılırsa, resmi iade talebi ABD’ye iletilmiş.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü'sü geçtiğimiz günlerde bu konudaki bir soruya cevap verirken, “Türkiye'den bir çok belge teslimatı yapıldığını, ABD Adalet Bakanlığının kendilerine ulaştırılan belgelerin resmi bir iade talebi olup olmadığını incelemekte olduklarını söyledi.
Aslında Sözcü'nün bu açıklaması, diplomatik bir nezaket içinde, iade talebinin teknik boyutuna değinen önemli bir açıklamaydı ama; 15 Temmuz şenlikleri nedeniyle pek dikkat çekmedi.
Fethullah Gülen’in iadesi talebi de aynı şekilde halkın gazını almaya yöneliktir.
Tayyip Bey bu iadeyide gerçekte istemiyor.


Devletler arası iade talepleri yapılırken uyulması gereken zaruri şekil koşulları vardır. Bu koşullar ikili ve çok taraflı anlaşmalarda tek tek sayılmıştır.
Sanığın, hükümlünün iadesi talepleri, bir defada ve bu şekil şartlarına titizlikle uyularak yapılması gerekmektedir. Yoksa akla geldiği zaman belge gönderilerek olmaz.
Geçtiğimiz günlerde bir ABD’li yetkilinin yaptığı açıklamasından, Türk Hükümeti’nin “yaptık” dediği açıklamanın, iade talebinin usullere uygun olmadığını ortaya koymaktadır.
Deneyimli diplomatlarımızın söylediklerine göre,  Adalet Bakanlığımız maalesef bu konularda yeterli titizliği göstermemekteymiş.
Aslına  bakarsanız Tayyip Erdoğan ne ölüm cezasını geri getirmeyi düşünüyor, ne de Fethullah Gülen’in iadesini istiyor.
Özellikle Fethullah Gülen’in iadesini hiç istemiyor, Tayyip Bey’in bugünlerde, benim düşünceme göre, en büyük temennisi Fethullah Gülen’in eceli ile vefat etmesi.
İade edildi, burada, iade edilmedi eski ortaklıkları konusunda orada konuşmaya başlarsa ne olur?
17-25 Aralığa kadar AKP İktidarının kendisine verdiği, şu ana kamuoyuna yansımamış desteklerini ve beraberce yedikleri haltları açıklamaya başlarsa ne olur?
Bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın emrindeki bürokrasi bu iadeyi engellemek için her türlü yanlışı bilerek ve isteyerek yapacaklar ve iadeyi engelleyeceklerdir.
En basiti “ölüm cezası” çığılıklarıda bunun için attırılıyor. Hem halkın gazı alınıyor ve hem de iade dolaylı yollardan engelleniyor.
Ondan sonra çık meydanlara başla “ sen kimsin be Amerika, haddini bil” diye nutuk at.






5 Ağustos 2016 Cuma

MAJESTELERİNİN MUHALEFETİ


15 Temmuz CIA orijinli başarısız darbe kalkışmasının Türk silahlı Kuvvetleri içindeki Atatürkçü vatansever subayların çabasıyla bastırılmasını fırsat bilen Tayyip Erdoğan “Devleti sıfırdan yeniden yapılandıracağım” diyor, yani Cumhuriyetin bütün kazanımlarını sileceğim, devrimleri yok sayacağım diye, kendisini bir kurucu iktidar yerine koyuyor, CHP’den esaslı bir itiraz gelmiyor.
CHP çıkıp senin ve bu parlamentonun “Devleti sıfırdan yapılandırma hakkın/hakkımız yok” demiyor.

İtirazı, aynen “açılım sürecinde de” olduğu gibi yönteme. O açılım sürecinde de içeriğini bilmediği süreci destekliyor, ama yönteme karşı çıkıyordu.
Kılıçdaroğlu’nun 1 Ağustos günlü Hürriyet Gazetesinde çıkan demecinde “Devlet yeniden yapılandırılmalıymış; ama bu işler Kanun Hükmünde Kararnamelerle olmazmış. Yeniden yapılandırmanın yeri milletin oylarıyla seçilmiş Parlamento olmalıymış, asker sivil otoriteye bağlanmalıymış. Devletin yeniden yapılandırılmasına itirazları yokmuş” diye ifade etmiştir.

Yani Tayyip Bey’in anayasaya aykırı olarak Devleti yeniden sıfırdan inşasına bir itirazı yokmuş.
TBMM dahil, hiçbir kişi veya kurum “yeniden sıfırdan devlet kurmak” gibi bir hakka sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı İmparatorluğu gibi işgal edilip paylaşılmışta, yerine yeni bir devlet mi kuruyorsunuz?

Kılıçdaroğlu’na ana muhalefet partisinin “Genel Başkan'ı” olarak düşen görev, bu hukuksuzluğa karşı bangır bangır bağırarak halkı bilinçlendirmektir.
1923 de Cumhuriyet Halk Partisinin, kurduğu devlet sıfırlanıyor, CHP Genel Başkan'ı buna itiraz etmiyor, aksine buna katılıyor.

Hep bir kuşkum vardı, dış güçler emperyalistler, Türkiye’yi Cumhuriyeti Kuran parti eliyle mi yok etmek istiyorlar diye düşünürdüm, sanki bu gerçekleştiriliyor.

Kılıçdaroğlu, Salı günü grup toplantısında uzun bir konuşma yaparak, ülkenin içinde bulunduğu endişe verici tabloyu anlattı. Ancak bunu yaparken de, ne Cumhurbaşkanı’nın ne de AKP’nin adını ağzına almadı. Tabii bu fırsatı kaçırmayan Tayyip Erdoğan, FETÖ örgütlenmesi sorumluluğunu, Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’ de ortak etti. Birde veda hutbesi kıvamında “Rabbim ve halkım beni affetsin” diye bağladı.

Kılıçdaroğlu’nun ve Tayyip Bey’in şürekâsının konuşmalarını dinleyen bir yabancı “Türkiye’yi bu vahim duruma kimler getirmiş” diye sağa sola sorarak bilgi almaya çalışırdı.

Majestelerinin muhalefeti böyle bir şey olsa gerek.
Geçtiğimiz Salı günü de CHP Grup toplantısında, laik cumhuriyeti Kuran partinin Genel Başkan'ı Kılıçdaroğlu bir laik eğitim savunması yaptı ki, gülmek mi lazım, yoksa ağlamak mı, karar veremedim.
Kılıçdaroğlu laik eğitimin ne kadar önemli olduğunu anlatırken “bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü demektir” diyen Hadise, “Aklınızı kullanmıyor musun” diyen Bakara suresine atıf yaptı.

Böylece laik eğitimin gerekliliğini dinsel söylemlere dayanarak açıklayan bir siyasetçi olarak tarihe geçti.

Bu tarz siyaset anlayışı bana bir şey hatırlattı. İngilizler yıllarca, Afyon'la, dinle uyuttuklar Müslümanlardan oluşan sömürge halklarına şarlatan sözde bir din âlimi bulurlar, o da Müslüman ahaliye, “ben gördüm İngiliz veliahdı sünnetliydi” derdi.


Bir tarafta “Bir senatörlük için, dini siyaset alet ederek, bu Cumhuriyete ihanet edemem” diyen İsmet Paşa, bir tarafta da dincilere şirin gözükmeye çalışan Kılıçdaroğlu.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

15 TEMMUZDA KİM KAYBETTİ

15 Temmuz darbe girişiminin iki kaybedeni var.  İlki darbenin arkasındaki ABD, ikincisi Tayyip Erdoğan.
 Türk Ordu'sunun askeri anlamda güçlendikçe iddialı hale gelmesi, Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başlaması, Türkiye’ yi ABD için daha zor ve güvenilmez bir müttefik haline getirmiştir.
O zaman yapılması gereken Türk Ordu'sunun omurgasını meydana getiren tam bağımsızlıktan yana olan, Cumhuriyetin temel değerlerine bağlı Atatürkçü askerlerin tasfiye edilmesiydi.
Bu tasfiye işlemi,FETÖ örgütüne mensup, polis, savcı ve hakimler eli ile  Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk gibi davalarla gerçekleştirilmiştir.
Yani Türk Silahlı Kuvvetleri bir anlamda ABD’nin istediği şekle sokulmuştur.
Ama birşeyi, Ordu içindeki hala varolan Atatürkçü askerlerin varlığını, hesap edememişlerdir. Son darbeyi vurmaya teşebbüs ettikleri anda da, Silahlı Kuvvetler içindeki vatansever askerlerin ve halkın desteği ile bu darbe önlenmiş ve ordu içindeki FETÖ mensubu vatan hainleri tasfiye edilmiştir.
Bu tasfiyeden sonra yıllarca Zindanlarda yatan Vatan sever askerler göreve çağrılmışlardır.
Bu Amerika'nın Türkiye üstüne oynadığı oyunda kaybettiği en önemli ayaktır.
Vatan hainlerinin darbe girişimi sonrası Tayyip Erdoğan gerek Türk Silahlı Kuvvetlerine gerekse diğer tüm kamu kurum ve kuruluşları ile eğitim sektöründeki terör örgütü üye ve yandaşlarını tasfiye etmek zorunda kalmıştır.
Tayyip Erdoğan, kendisine yakın iyi eğitilmiş kadrolarının olmadığını bildiği için uzun süre, bugün lanetlediği hakaretler yağdırdığı Fethullah Gülen ile uzlaşma aramıştır, “ Bitsin bu hasret”, “Ne istedinde vermedik” sözleri bunun göstergeleridir.
Şimdi artık Tayyip Erdoğan normale dönecek biat yerine liyakata önem vermek zorunda kalacaktır, diğer bir söylemle laik kesimlerle uzlaşmak zorunda kalacaktır.
Tayyip Erdoğan darbe gecesi, yıllardır baskı uyguladığı, yok etmeye çalıştığı merkez medya kuruluşlarının ne kadar önemli oluğunu yaşayarak öğrendi. Aslında bu yaşanan Tayyip Erdoğan’a ağır bir psikolojik darbe oldu.
Kendisine her türlü yardakçılığı yapan, bir zamanların “yetmez ama evetçilerinin” ne ogün  ne de ogünden sonra, darbe karşıtı tek satır yazmadıklarını, tek kelam etmediklerini yaşayarak öğrendi. Gerçek demokratların kendisini en çok eleştiren, hiçbir zaman da  ona oy vermemiş ve de vermeyecek olan Atatürkçüler olduğunu yaşayarak öğrendi.
Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinden sonra CHP yöneticilerinin bilgisizliğinden de istifade ederek bir koalisyonu engellemiş ve ülkeyi yeni bir seçime sürüklemişti, ama şimdi laik kesimlerle ittifak yapmak zorunda kaldı.Bu da Tayyip Erdoğan için bir psikolojik mağlubiyettir.
Darbeciler ve ABD sadece,  kahpece öldürülen birkaç sivil ve amaçsızca bombalan TBMM ile sadece Ordu yıpratılmış, kolu kanadı kırılarak belli bir süre felç edildi.
Böylelikle geçici bir süre, Türk Silahlı Kuvvetleri Güney sınırımız ötesinde Amerikan rüyası olan “KÜRT KORİDORUNA” geçici bir sürede olsa müdahale edemiyecektir.
Amerika'nın bu olaydaki tek kazancı budur.

Bu operasyonun Amerika'ya maliyeti “0” dır. Sınırlı da olsa, Türk Ordu'sunu Güneydoğu Anadolu’dan uzak tutarak bir kazanç elde etmiştir. Tayyip Bey’in tek kazancı da bu ülkede Atatürkçülere güvenebileceğini öğrenmiştir.