27 Haziran 2016 Pazartesi

SİYASET HİÇ BU KADAR KİRLENMEMİŞTİ.


Durum hakikaten insanı ürkütecek kadar kötü. Bu ülkede sorulamamış bir yolsuzluğun hesabını Amerikalı bir savcı sorar mı merak ve beklentisi  içindeyiz.
AKP ve FETO suç ortaklığının aralarında çıkan çatışma neticesinde, ne 17-25 Aralık’ta ortaya saçılan pisliklerin, hırsızlıkların ve ne de  bu ülkenin aydınlarına, askerlerine karşı beraberce kurdukları yargı kumpaslarının hesabı sorulabildi.
Sorulamadığı bir yana 17-25 Aralığa kadar bütün hukuksuzlukları beraberce yapanlardan, siyasi gücü elinde bulunduran bir anda, “elimin kiri” dedi ve “paralel yapılanma” diye nitelediği eski ortağını “suçlu” ilan ediverdi, kendisi sanki sütten çıkmış ak kaşık.
O suçlu ilan edince, muhalefet hemen “kumpasçıya” yanaştı.
17-25 Aralık Tayyip Erdoğan ve şürekasının  işlerine gelmediği için hatırlanmıyordu ki, bu kez de ortaya Amerikalı Savcı çıktı.
Siyasi iktidar “açılım” diye nitelediği kepazelik nedeniyle bugün Güneydoğu Anadolu’da dökülen kanda hiç sorumluluğu yokmuş gibi, terör örgütünü tek suçlu ilan ediverdi.
Bu ülkede yaşamayan bir insan, Tayyip Erdoğan AKP’sinin bu katillerle aynı masaya oturduğunu düşünemez bile?
Bu ülke insanının büyük çoğunluğu,  demokrasiyi sadece belli aralıklarla sandığa oy pusulası atmak zannettiğinden, maalesef demokratik yollardan kimseden hesap sorulmuyor, çalanın yanında kar kaldığı için bunu içine sindiremeyenler    ümidini Amerikalı savcının iddianamesine bağlıyor..
Bir ülke için, bir yabancı ülke savcısı tarafından söylenen “ Rezza Zarrap, Türkiye’deki siyasetçileri satın almıştır, tahliye edersek kaçar ve Türkiye’ye gider, gene satın alabilir” demesinden daha ağır bir laf olabilir mi?
Elbette olamaz.
Son günlerde TBMM Bütçe komisyonundan geçen Varlık Barışı nedir?
Bu tasarıya göre yurt dışında parası bulunan Türk vatandaşları paralarını Türkiye’ye getirilerse kendilerinden hesap sorulmayacağı gibi kör kuruş vergide ödemeyecekler. Ne inceleme ne soruşturma.
Bu yasadan istifade eden AKP üst düzey yöneticisi veya yakınları olacak mı?
Neyin korkusu bu. El Nusra ve İŞİD’i finanse edenleri ABD’nin takip etmesi mi?
Peki iktidarı bu hale gelmişte muhalefeti çok mu farklı?
17-25 Aralık hırsızlıklarının hesabı, birileri de yanar “KORKUSU” ile sorulmuyor doğru, peki muhalefet genel başkanına verildiğini herkesin bildiği, belediye yolsuzluğu ile ilgili  rapor niye hasır altı ediliyor, orada da başka “KORKANLAR MI VAR?”.
Ne farkı var 17-25 Aralıkla bunun. Bizim yasalarımızda yolsuzluklar, hırsızlıklar, rakamlarla tarif edilmediğine göre aralarında bir fark olmaması lazım..
Haklı olarak AKP’nin Belediyelerinde olan hırsızlıkların, yolsuzlukların üstüne giden muhalefet milletvekili, kendi partisindeki yolsuzlukların, hırsızlıkların üstüne gitmiyor, daha doğru bir ifadeyle GİDEMİYOR.
İktidar PKK terör örgütüyle ve onun siyasal uzantısı ile masaya oturdu diye kınayalım, peki muhalefetin “Bizde kandille görüşürüz” demesi ne olacak  
Cumhuriyeti tasfiye edin diyen Bekaroğlu’nun raporu ne olacak.
PKK’nın siyasal uzantısı HDP’ye “terörle arana mesafe koy, terörü lanetle” demek, kulağa hoş geliyor.
Tayyip Erdoğan ve ekibi 17-25 aralığı unutturuyorsa Kemal Kılıçdaroğlu da, Tayyip Erdoğan’ın Baykal’ın kasetini izlerken ki kaseti kendisine kimlerin getirip, seyrettirdiğini, “HATIRLAMIYOR”,
17-25 Aralık kurcalanırsa Tayyip Bey istenmeyen bazı başka isimlerin ortaya çıkmasından nasıl korkuyorsa, Kemal Bey de  çok yakınındaki tosunların ismini vermek zorunda kalmaktan “korkuyor” olmasın..
Kılıçdaroğlu O tosuncukların isimlerini verirse, bu sefer de  acaba onlar da  kendi bildiklerini anlatmaya başlayacaklarından mı endişe ediliyor.
Korku Türk siyasetini esir almış, Türk siyaseti hiç bu kadar kirlenmedi.









24 Haziran 2016 Cuma

AYDIN, YARGI VE BASIN


Bir ülkeye diktatörlüğü, diktatörlük heveslileri değil, onlara boyun eğenler getirir.
Ülkenin  aydınları çeşitli gerekçelerle demokrasiye ihanet etmezlerse, totaliter idare asla kurulamaz.   
Ülkesine ihanet etmeyen aydınların güvencesi de yargı ve özgür basındır.
Demokrasiyle yönetilen ülkelerde, diktatörlükler bir günde kurulamıyor. Önce ufak ufak, çekingen adımlar atılıyor, bu  adımlar karşısında gereken direnç gösterilmezse bu kez adımlar hızlanmaya başlıyor.
Bu bir kehanet değil, 1932-35 Alman siyasetine bir göz atmak, olayların orada nasıl geliştiğini anlamak bize her şeyi açıkça gösteriyor.
Demokrasinin nimetlerinden faydalanarak iktidara gelenlerin kafasında totaliter bir rejim kurmak var ise, önce çeşitli yöntemlerle basını sustururlar.
Basını susturmak işinde kendilerine yargı yardımcı olur. Ülkenin aydınlık insanlarını özgürlüklerinden yoksun bırakarak sustururlar.
Yargı mensupları/hakimler, hukukun evrensel ilkelerine, anayasaya, yasaya ve hukuka göre en önemlisi de vicdani kanaatlerine göre karar vermekten vaz geçerek, siyasi iktidarın gücü karşısında teslim olurlarsa, diktatörlüğe giden yolun da  taşlarını döşemeye başlamış olurlar.
Böyle bir yargı düzeni kurulduktan sonra, ülkenin aydınlanmış insanların en önemli sığınağı artık tahrip edilmiş, yok edilmiş demektir.O zaman şimdiden aydın olmanın gereğini yapmalıdırlar.
Tayyip Erdoğan ve emrindeki hükümet, kendi elleri ile ortadan kaldırdıkları, yargı bağımsızlığının kendilerine yetmediğini gördükten sonra Yargıtay ve Danıştay’ı da istediği çizgiye çekmek için yeni bir adım daha atıyor.
Ama ne aydını, ne  siyasetçisi ve ne de gazetecisi yakın tarihi hiç bilmedikleri için, “ilk defa oluyor” diye saçmalıyorlar.
Türkiye’de Yargıtay ve Danıştay’da hoşlanılmayan Başkanlar, üyeler ilk defa Demokrat Parti iktidarı döneminde, 1954 yılında Emekli Sandığı Kanunun meşhur 39. Maddesinde yapılan değişiklikle tasfiye edildiler.
Bunu tarihten husumet çıkartmak için değil, ders alınsın diye yazıyorum.
1982 Anayasasının 139. Maddesi hâkim ve savcıların azledilemeyeceklerine ve anayasada gösterilen yaştan önce emekli edilemeyeceklerine amirdir.
Tayyip Erdoğan ve şürekası yeni getirdikleri yasa ile anayasanın bu hükmünü ayaklar altına alarak, diledikleri Yargıtay ve Danıştay üyesini tasfiye edecekler.
Maalesef Yüksek Yargı mensupları bu “mesleki katliamı” tepki vermeden, sessizce bekleyerek atlatmaya çalışıyorlar.
Onların bu hali sonunda aynen Gestaponun komünistleri, sosyalistleri ve sosyal demokratları tevkif ederken durumu sessizlikle izleyen, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen  papazın sonuna benzeyecektir.
Tayyip Erdoğan hayata geçirmeye çalıştığı bu tasfiye olayını, “cemaatin yargıdan tasfiyesi” gibi  sunmakta ve maalesef de destek bulmaktadır.
Bu tasfiyeler sonucunda Tayyip Erdoğan kendisine bağlı Yargıtay ve Danıştay’ı oluşturacaktır.
İşin acı tarafı,  ne aydınların, ne  muhalefet partilerinin ve ne de  basının işin bu noktaya varacağını göremiyor olmalarıdır
Yargıda bir cemaat yapılanması söz konusu ise, ki bu doğrudur, bunun suç ortağı Tayyip Erdoğan ve şürekâsıdır.
Bugün şikayetçi olunan düzeni beraberce kurdular.
Yargı ülke insanı için en son ve en güvenli bir sığınaksa, onun kimsenin yargısı olmaması, sadece  adına hüküm verdiği Türk Milletinin yargısı olması gerekir.
Aydın, aydın olmanın sorumluluğunu hissederse, basın halkını doğru bilgilendirirse ve yargıç vicdanın sesini dinlerse hiç kimse bu ülkenin başına bela olamaz.
Bunlar, bu sorumluluklarını basit çıkarları uğruna yerine getirmezlerse, durum, çoban köpeklerinin kafeslere kapatıldığı, sürünün de kurtların insafına terk edildiği bir çiftliğe benzer. 






20 Haziran 2016 Pazartesi

BAŞKANLIK REJİMİ


Değerli diplomat ve siyaset adamı Onur Öymen, Atatürk’ün Başkanlık sistemi hakkındaki görüşlerin paylaştığı bir not göndermiş, bazı çok ufak tefek ilavelerle  onu siz değerli okuyucularımla paylaşıyorum:
“Yeni bir anayasa yapılması ve bu anayasada parlamenter demokrasi yerine başkanlık sisteminin benimsenmesi düşüncesi son günlerde yeniden ön plana çıkartıldı.
Üstelik yapılması düşünülen yeni anayasada Atatürk’ün adından sadece cumhuriyetimizin kurucusu olarak söz edilmesinin ve diğer atıfların çıkartılması düşüncesinin benimsendiği de iktidarın üst düzeydeki sözcüleri tarafından söylenmeye başlandı. Ana muhalefet içinde, genel başkanın bilgisi dahilinde rapor hazırlayan Bekaroğlu’da aynen rejim değişikliği isteyen AKP’liler gibi,  laikliğin de yeniden tarif edilmesi gereğinden, Türklük yerine Türkiyelilikten söz edebiliyor.
Parti içinden hiç kimse bu süfliliğe en ufak bir tepki vermiyor. Bu tepkisiz insanlar sanki partinin bölünmesinden yana bir tutum sergiliyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki, esas amaç,  bir rejim değişikliğine gidilmesidir. Öncelikle şunu belirmek gerekiyor: Anayasamızın 6. maddesi hiç kimsenin anayasadan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamayacağını açıkça belirtiyor. Peki, anayasamız yepyeni bir anayasa yapılması yetkisi veriyor mu? Hayır vermiyor. 175. maddede verilen yetki anayasadaki maddelerde yapılacak değişikliklerle ilgilidir.
Anayasa uzmanları bir Kurucu Meclis oluşturmadan bugünkü parlamentoyla yeni bir anayasa yapılamayacağını belirtiyorlar. Bu durumda köklü bir rejim değişikliği anlamına gelen başkanlık tartışmalarının da anlamı kalmıyor.
Bu düşüncelerle 22. Ve 23. dönemlerde CHP, iktidarın yeni bir anayasa hazırlanması önerilerine karşı çıkmıştı. Geçen dönemde ise her nedense CHP de dahil, muhalefet partileri yeni anayasa hazırlığı sürecine katıldılar.
Anayasa aykırı bir şekilde yepyeni bir anayasa hazırlamak için kurulan komisyona  katıldılar.
Bu tartışmalar sürerken  CHP Genel Başkanı da  bir televizyon programında Amerikan tipi başkanlık rejimini görüşmeye hazır olduğu yolundaki sözleri şaşırtıcı oldu. Oysa Cumhuriyetimizin ve CHP’nin kurucusu Atatürk bunun tam tersini savunuyordu.
Şu sözler Atatürk’e aittir:
“Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir…Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekaleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.”
Atatürk rejim karşıtı hareketlerin ortaya çıkması durumunda hükümetin başına geçebileceğini söylemiş, ancak o takdirde Cumhurbaşkanlığını mutlaka bırakacağını belirtmiştir.
Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şunları söyler: “… Yapacağımız şey basittir; Devlet Reisliğinden ayrılmak ve Parti’nin başına geçmek. Karşı taraftaki arkadaşlarla birlikte, ilkin beliren anarşi ve gerilik istidatlarını ortadan kaldırmak, ondan sonra da sükûnetle, samimiyetle yolumuza devam etmek…Belki bu suretle gayeye daha çabuk, daha kolay vasıl oluruz.”
“Ya onlar iktidara gelirse?”
“Olabilir. Biz hiçbir zaman, daima iktidarda kalacağız diye bir iddiada bulunmadık ki.
“ Ya inkılâp esaslarından saparlarsa?...”
“Haaa! Bak, işte bu olamaz. Sen, ben ve inkılâpların hayatî kıymetini ve hedefini kavramış olanlar, bu gibileri her zaman bertaraf etmeye ve inkılâp esaslarını muhafazaya muktedir olacaktır.”
Devletin kurucu iradesini temsil eden Atatürk’ün bu düşünceleri ortadayken şimdi yeni bir rejim arayışına girilmesi, hatta O’nun partisi içinde bile Türklüğün, laikliğin, Başkanlık rejiminin tartışılabileceği yolunda sözlerin söylenmesi düşündürücü ve kaygı vericidir. CHP içinde  Atatürk’ün koltuğunda oturanlar rejimin ve Cumhuriyetin kurucu iradesinin korunması konusunda herkesten daha duyarlı olmalıdırlar.





17 Haziran 2016 Cuma

SİZİNLE OLMUYOR KEMAL BEY


Çok büyük umutlarla CHP’ye genel başkan oldunuz. Tarihte görülmemiş bir delege desteği arkanızdaydı. Toplumda bir beklenti bir umut olmuştunuz, ama bu kredinizi çok çabuk tükettiniz.
Her ağzınızı açtığınızda telafisi, düzeltilmesi  mümkün olmayan laflar etmeye başladınız.
Siz genel başkanlığa seçildiğinizde, bizim gibi düşünenlerde “CHP’de artık karizmatik lider devri bitti, başarısız olan gider” düşüncesi egemen olmuştu.
Hani o çok öykündüğünüz batı tipi parti anlayışı egemen oluyor diye sevinilmişti.
Ama siz bütün bu hayalleri yıktınız. Sade seçim kaybetmekle kalmadınız, toplumda hangi konumda olursa olsun, bir güven odağı olan Cumhuriyet Halk Partisi’ni bu niteliğinden de uzaklaştırdınız, ama görevi bırakmayı hiç düşünmediniz. Ya da çevrenizdeki menfaat şebekesi buna izin vermedi.
Uygar ülkelerde başarısız liderler seçim kaybettikleri zaman çekilirler de…
Söylemlerinizle “güvenilir olmaktan” çıktınız. İnsanlar size artık inanmıyor. Başkanlık sistemiyle ilgili olarak TOBB Genel Kurulunda farklı, CNN’de katıldığınız “Tarafsız Bölge” programında farklı ve en son grup toplantısında da farklı  şeyler söylediniz.
CHP’nin bu konudaki düşüncesi net ortadayken anlamsız ve gereksiz bir tartışma yarattınız ve maalesef altında kaldınız.
Bir laf söylerken bunun sonucunun nereye gideceğini düşünmemeniz nedeniyle, bitmekte, tükenmekte olan AKP’ye her seferinde can simidi oluyorsunuz.
12 yıldır iktidarda olan ve ülkeyi sıfır terörle devir aldıktan sonra terörü azdıran AKP,  sizin konuşmalarınız ve bazı arkadaşlarınızın da söz ve davranışları sayesinde faturayı devleti kuran CHP’nin üzerine yıktı ve geçti.
Her Salı günü, grup toplantısında, Kılıçdaroğlu acaba bu grup toplantısında gündem yaratacak bir söz söyler mi diye boşu boşuna bekliyoruz.
Gündem yaratmanızdan vazgeçtik, işiniz gücünüz AKP’nin üslup düzeyine inerek onlara cevap yetiştirmek ama onu da beceremiyorsunuz.
       Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz hafta içinde İngiltere Başbakan’ı Cameron, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda çok ağır sözler söyledi. Bunun yanında İngiltere de önümüzdeki günlerde AB’de kalıp kalmamak konusunda yapılacak halk oylaması tartışmaları taraflar arasında  utanılacak şekilde Türkiye üzerinden yapıldığından, çıkar bununla ilgili iki laf eder Türkiye’yi savunurken, ülkenin de  gündemini tayin edersiniz diye düşünmüştüm ama ne gezer siz de aynen  AKP’nin yaptığı gibi, bu konuya hiç değinmediniz.
Kemal Bey farkında mısınız, siz bu ülkenin ana muhalefet partisinin, yani iktidar alternatifi olan partinin genel başkanısınız.
Siz grup toplantılarında veya katıldığınız diğer toplantı ve programlarda Türkiye’nin tüm iç ve dış sorunları hakkında bir şeyler söylemek zorundasınız.
Cameron’a cevap vermek hiç aklınızdan geçmedi mi? Almanya ziyaretinizde Alman Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partileri yetkilileri ile görüşürken “Sözde Ermeni Soykırım tasarısını” engellemek için bir şeyler söylemeyi hiç düşünmediniz mi?
Yoksa bu konuyu biliyordunuz da, tasarıyı verenler gibi düşündüğünüz için mi ses çıkartmadınız?     
Siz farklı, yakın çevreniz farklı şeyler söylüyor; olmuyor Kemal Bey olmuyor, bu iş sizinle olmuyor.
Nitekim, büyük emeklerle partiye “kazandırdığınız” tescilli Cumhuriyet Halk Partisi düşmanı Mehmet Bekaroğlu’nun “Tarihi Dönüm Noktasında CHP” başlıklı, sizin bilginiz dışında yazıldığına kimseyi inandıramayacağınız, 6 oku, üniter yapıyı, laikliği inkar eden,  HDP ağzıyla yazılmış din soslu bir rapor utanmadan bütün CHP milletvekillerine gönderilebiliniyor.
Bu rapor milletvekillerine dağıtılırken, siz de Türk Halkıyla alay edercesine Atatürkçülükten bahis ediyorsunuz. 
Lütfen Kurultay toplama polemiklerinden vazgeçerek, ne dediği belli olan, tutarlı, entelektüel derinliği olan Cumhuriyet Halk Partisinin değerlerine inanan  bir yeni genel başkanın yolunu açın.
   
     













13 Haziran 2016 Pazartesi

NE İŞİN VARDI ORADA


Tayyip Erdoğan, Muhammed Ali’nin cenaze merasimine katılmak üzere, cümbür cemaat, devlet kasasından ABD’ye gitti.
Giderken de cenazede konuşma yapacağı söyleniyordu, oraya gittiği zaman konuşma listesinden çıkartıldığı söylendi; yanında  götürdüğü Kabe Örtüsünden bir parçayı tabutunun üstüne örtelim dedi, ona da olmaz dediler.
Bunların olmamasının nedeni, cenazeyi bir şirket organize etmiş de, onlar olaya ticari gözle bakıyorlarmış da, falan filan.
Eğer hakikaten Tayyip bey öyle kendisinin ve yandaşlarının düşündükleri  gibi “Dünya Lideri” olarak kabul edilseydi, o ticari şirket, Tayyip Bey’i her karenin içine alırdı.
Almadığına göre demek ki alıcısı yok. Yani “Dünya lider”liği   kendinden ve yakın çevresinden  menkul.
Niye gidiyor oraya? Özel davet mi aldı? Anladığımız kadarı ile böyle bir özel davette yok, ben geliyorum, bir de bana konuşma ayarlayın demiş ve gitmiş, daha doğrusu cümbür cemaat, damat torun falan gitmişler.
Diyanet İşleri Başkanı Tayyip Bey’in  şahsi imamı mı? Çanta gibi yanında Amerikalara götürülüyor. O’nun da merasimde Kuran okuması isteniyor ona da “yok, olmaz” diyorlar.
Tayyip Bey’den başka katılan devlet ve hükümet başkanı var mı? Ben duymadım. Tabut’a bile yaklaştırmamışlar, tabutla arasında polisler var.
Yani oraya kim gitse kendisiyle aynı muameleyi görürmüş. Ne hale düştüğü zaten suratından anlaşılıyordu.
Tayyip Bey’in  çevresinde kendisine doğruları korkmadan söyleyebilecek kimse yok mu? 
Anlaşılıyor ki yok.
O da Muhammed Ali’yi bizim gibi televizyonlardan, gazetelerden tanıyor. “Canım müteveffa ile bir merhabamız vardı” denecek kadar bile ilişkisi yok.
Dünyaca ünlü kendi sporcusunun cenazesine  Obama bile katılmıyor. Gerekçe de kızının diploma töreni. Diploma töreni bir gün, cenaze merasimi üç gün.
Katılan bizim tek bildiğimiz siyasetçi eski Başkan Clinton, ama görsel medyaya yansıdığı kadarı ile Muhammed Ali’yle  arkadaşlıkları var.
Bazı şeyleri görüp anlamak için âlim olmaya lüzum yok, vasat zeka da olmak yeter.
Etrafına bakacaksın, Dünyadan ve hatta  İslam aleminden bile katılan olmadığına göre oraya gitmeyeceksin.
Gidersen bu muameleyle karşılaşırsın. Bu olay   bana Obama’nın beysbol sopalı fotoğrafını anımsattı.
ABD yönetimi, o organizasyonu yapan şirketin yetkililerinin kulağını bile bükmüş olabilir.
Zira önce konuşacaklar listesine konmuş, sonradan yoksun denmiş. Eğer böyle de olmuşsa tam da benim düşündüğüm gibi olmuştur.
Şimdi ben kime acıyorum biliyor musunuz? Bizim ABD’deki diplomatlara, büyük bir ihtimalle fatura onlara kesilecektir. Neden gereğini yapmadınız diye.Sanki adamların bir kusuru varmış gibi, kendisine yapılan muamelenin tek sorumlusu onlarmış gibi.
Uyguladığı yanlış  açılım politikası yüzünden her gün şehit cenazeleri gelirken, katılınılacak cenaze Muhammed Ali’nin ki miydi?
Altı aylık anne adayı karnındaki yavrusuyla ebediyete göçtü. Onun cenaze merasimi Muhammed Ali’ninkinden daha mı az önemliydi?
Hani hep analıktan, doğurganlıktan söz ediyor da …….
Bu ülkede son bir yılda yüzlerce şehit cenazesi kaldırıldı, bu cenazelerden birinin tabutunu üstüne bile Kabe Örtüsü koymak düşünüldü mü?
İşin sadece gösterişindeler. Elbette her ölüm acıdır, Muhammed Ali’nin ki de, ama benim içim bizim şehitlerimiz ve vatandaşlarımız  için yanıyor. Çünkü ben onları kelle diye niteleyemiyorum.
Cümbür cemaat seyahatin masrafı  üç aşağı beş yukarı iki milyon liracık.
Yazık değil mi milletin parasına? Yetim hakkı değil mi o para?
Tayyip Bey’in kişiliği hiç önemli değil, ama kendisi şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, ona yapılan muamele T.C Devletine yapılmıştır. Yani hepimize yapılmıştır.
Ha unutmadan, Louisville’de örtemediğiniz “Kabe Örtüsü” nü artık önümüzdeki günlerde açılım politikaları sayesinde gelen şehitlerden birinin tabutunun üstüne koyarsınız.
Ne işin vardı  Louisville’de Tayyip Bey.










10 Haziran 2016 Cuma

REHİN EDİLMİŞ DIŞ POLİTİKA


AKP iktidarı sayesinde neyi tutarsanız elinizde kalıyor.Dış politika da iç politikanın aynası olduğundan dış politikada aynı durumda.
Dinci/mezhepçi, gerçekçi olmaktan uzak yeni Osmanlıcı politikalar, ABD,Avrupa Birliği, Rusya, Mısır,İsrail ve İran ile bozulan ilişkiler, Suriye’de, Libya’da ve Irak’ da Türkiye’nin hareket alanını daraltı, daraltmaktan öte masanın dışında bıraktı.
Bu sorunların hiçbirinde Türkiye artık ciddi bir aktör değil.
Dış güçler, yolsuzluğa batmış ve uluslararası suç işlemiş siyasi sorumlular ve onların bürokratları yüzünden Türk dış politikasını rehin aldılar.
Türkiye, çıkarlarının zorunlu kıldığı bağımsız karar alma yeteneğini tümüyle yitirdi.
Alman Parlamentosu, Bundestang’ın  soykırımı tanıyan kararı üzerinden sekiz, dokuz gün geçti, acz içindeki hükümet henüz parmağını kıpırdatamadı. Büyük devlet üslubuyla değil, ilkel bir aşiret devletinin kullanacağı, kanı bozuk,sütü bozuk,alman gavuru, delikanlı ol ciğerimi ye gibi söylemlerle, sadece içeride belli bir çevrenin gazını almaya yönelik bir yol seçildi.
Bir büyük devlete yakışan, böyle hamasi söylemlerde bulunmak değil, daha bu teklif komisyonda bekletilirken, hukuki gerekçeleri ortaya konarak müdahale edilmesiydi ama iktidar sahipleri ilkel bir aşiret devleti mantığı ile hareket ettiklerinden bunu akıl edemediler.
ABD, Suriye’de terör örgütü PYD ile birlikte hükümetin “kırmızı çizgilerini” siliyor, laf dışında bir tepki verilemiyor.
Suriye’den ülkemize füze yağıyor, Rusya’nın-üstelik uluslar arası hukuka aykırı olan- tehdidi nedeniyle, uçaklarımızı kendimizi savunmak için dahi Suriye’ye sokamıyoruz.
Komşumuz Suriye bizim dışımızdaki devletler tarafından şekillendiriliyor, elimiz kolumuz bağlı bunu seyrediyoruz.
Bir haftada Şam’a gidip, Alaeddin Camii’nde  “namaz kılmak” lafını, yalayıp yuttuk ve de unuttuk.   
 İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı ekonomik, siyasi dayanışma içine giriyorlar, çevrede bir tane dostumuz kalmadığı için hükümet kıpırdayamıyor bile.
Yunanistan Ege’yi tümüyle ele geçirecek adımlar atıyor, her yerde “delikanlı” ağzı kullanan muhteremin başındaki siyasi yapı kımıldayamıyor bile.
Bunlar batılı ülkeler tarafından rehin alınmış dış politikadan örnekler, bir de bunların dışında Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin rehin aldıkları dış politikamızı istedikleri yönde hareketlendirmeleri var.
İslam coğrafyasında başkaca örneği bulunmayan Atatürk’ün laik cumhuriyeti, özellikle Suudi Arabistan için can düşmanıdır. O Cumhuriyeti geçmişte yıkmak için örtülü örtüsüz çabalar etkili olamadı. Bilindiği üzere bir zamanlar yurt dışında görevli bazı din adamlarının maaşları Rabıta Örgütü tarafından ödenmişti.
Şimdi bu laik Cumhuriyeti yıkma hedefine AKP iktidarı üstünden ulaşma şansını kullanıyor, bu fırsatı da  elinden kaçırmak istemiyor.
O nedenle oralara akıtılan paralar Türk ekonomisinin tıkanmasını engelliyor, “sadaka ekonomisini” besliyor. Örnek mi istiyorsunuz, işte TÜRGEV’e gönderilen 100 milyon dolar.
Böylece dış politikada bağımlı hale gelen hükümet, Suriye’de, Irak’da, İran ile ilişkilerde Suudi/Katar  paralelinde hareket ediyor. Suudi Arabistan, radikal din anlayışı nedeniyle soğuk karşılandığı bazı bölge ve ülkelere Türkiye üzerinden nüfuz edebiliyor. Daha açık bir söylemle Atatürk Cumhuriyeti, Balkanlar’da ve bazı Afrika ülkelerinde Suudi Arabistan ve Katar’ın taşeronluğunu yapıyor.

Dış politikamızı en kısa zamanda rehinden kurtaramadığımız takdirde, Türkiye’yi çok sıkıntılı bir gelecek bekliyor.  

6 Haziran 2016 Pazartesi

ÜLKENİN ONURUNU KORUYAN YOK


Alman Parlamentosu “sözde Ermeni soykırım” iddiasını destekleyen bir kararı onayladı.
Bu karar tarihi gerçekleri ve uluslararası hukuku hiçe sayan, Türk Milletinin duygularını rencide eden bir karardır.
Buna karara karşı tepki verilmesi elbette doğru ve yapılması gereken bir davranıştır.
Ama bu tepkiler hamaset kokan, ucuz demeçlerle yapılmamalıydı.
Kararın Alman Parlamentosundan çıktığı gün, Recep Tayyip Erdoğan Afrika ülkelerinde gezideydi ve “..İlk adımımız bir defa Büyükelçiyi istişarelerde bulunmak üzere Türkiye’ye çağırmak. Büyükelçiyi Türkiye’ye çağırıyoruz…Döndükten sonra oturacağız, bunların değerlendirmesini yapacağız ve nasıl bir adım atarız bunları konuşacağız. Ondan sonra da bizim asıl atmamız gereken adımları atacağız. Büyükelçinin gelişi ve Alman Parlamentosu’ndaki metinlerin değerlendirilmesi, gidene kadar Dışişleri’ndeki arkadaşlarımız onlar da bunları yapacaklar ve ondan sonra nihai kararımızı vereceğiz..”    değerlendirmesini yaptı.
Bu olay çok kısa süre içinde gelişse, burası da muz cumhuriyeti olsa böyle bir tepki olağan karşılanabilinirdi. Ama verilen tepki alınan pozisyon, büyük bir devletin alacağı bir pozisyon ve vereceği bir tepki değildir.
Bu öneri bir yıla yakın bir süredir ilgili komisyonda bekletiliyordu. Yani metin yeni olmadığı için değerlendirmenin çok önceden yapılıp, Alman Hükümeti nezdinde gerekli girişimlerin yapılması gerekirdi.
Bu karar önerisi Sosyal Demokratlar ve Yeşillerin ortak teklifi olmakla beraber Parlamento’da bulunan bütün partiler tarafında desteklendiğine göre bu Alman Devleti’nin politikasını yansıtmaktadır.
Almanların bu kararı geciktirmesinin sebebi “Geri Alım Anlaşması” görüşmeleri nedeniyle taktiksel olarak teklifin uyumaya bırakılması olmuştur.
Büyük devletler bunu zamanında görür “Geri Alım Anlaşması” görüşülmeye başlanmadan önce geriye aldırabilirdi.
Hem de bunu yaparken, 2012 yılında Sosyal Demokrat Parti’yle Yeşillerin Almanya Sömürge İmparatorluğu’nun 1904 yılında  Namibya’nın yerli halkı  Herrerotlara yaptığı katliamın, soykırım olarak nitelendirilmesi için hazırladığı karar tasarısı Alman Hükümeti tarafından engellenirken, Birleşmiş Milletlerin 1948 tarihli Soykırımla Mücadele Sözleşmesine atıfta bulunulmuş ve bu sözleşmenin geriye doğru geçerli sayılamayacağı hatırlatılarak tasarıya karşı çıkılmıştı.
“Ey Almanya sen ne yapmak istiyorsun” demek gibi hamasi nutuklar atmak yerine, kendi Anayasalarında yer alan  Uluslararası Hukukun kendi yasalarından da önce geleceğini düzenleyen 25. Maddesi hatırlatılarak, Namibya konusunda ki kararları ve AİHM’in İsviçre- Doğu Perinçek kararı  önlerine konulabilirdi.
Maalesef bunlar akıl edilememiştir.
Edilmesini de beklemek saflık olurdu. Daha birkaç yıl önce Ermeniler gücenmesin diye, Bursa da oynanan Milli Maçta stadyuma Azerbeycan Bayrakları sokulmasın diye toplatmadık mı?
Bunu yaptıran AKP Hükümeti değil miydi.
Ne yazık ki, Ana Muhalefet partisinden de ülkenin onurunu koruyacak etkili önlemlerin alınması için hükümete de bir çağrı gelmemiştir.
Böyle çağrı gelmediği gibi, Kılıçdaroğlu’nun Almanya gezisinde de Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partisi yetkilileri ile konuşulurken, bu konuya hiç temas etmediği anlaşılmaktadır.
Nasıl temas etsin  ki, Selina Doğan isimli hanım Milletvekili adayı gösterildiği zaman HEM DE PARTİ PROGRAMINA AYKIRI OLARAKErmeni soykırımının 100. yılında CHP’den aday yapılmam anlamlıdır” dememiş miydi?
Buna ses çıkartmayan Kılıçdaroğlu’ndan SIRF YASAK SAĞMAK İSTERCESİNE “talihsiz” nitelemesinden başka bir şey söylemesi, ülkenin onurunu korumaya yönelik bir tepki vermesi de beklenemezdi.
İktidar’da, muhalefette ülkenin onurunu koruyacak bir tepki vermemişler/verememişlerdir.    

  




3 Haziran 2016 Cuma

OLAN ÇAĞDAŞ TÜRKİYE’YE OLUYOR

         
Geçtiğimiz Perşembe günü Alman Parlamentosu Bundestag’da  oylanan ve aylar önceden tezgaha konulan  Ermeni tasarısı hakkında “Dünya Lideri” Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin zamanında ve etkili tepki vermediği saptamaları yapılıyor; ancak bunun nedenleri üzerinde durulmuyor.
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadroları, 2001’de dünyayı ve Türk halkını aldatarak “ milli görüş gömleğini çıkarttık” dediler.
Bu söz, “acaba mı” bile denmeden doğru kabul edildi. Eskinin nesini bıraktıklarını kimse kendilerine sormadığı gibi, onlarda bir öz eleştiri bile yapmak ihtiyacını duymadılar.
Oysa, çocukluklarından itibaren batıya ve batının temsil ettiği bütün değerlere karşıtlıkla yetiştirilen Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadrolarının batılı çağdaş değerlerle bağdaştırılmalarının mümkün olmadığı daha baştan belli idi.
Nitekim, zaman ilerledikçe ve iktidardaki yerlerini sağlamlaştırdıkça özlerine döndüler.
Şimdi yaptıkları ise, batıyı Türk düşmanı gibi göstermek, batının değerleri ile halkımızın değerleri arasında derin çelişkiler olduğu gibi bir kanaat yerleştirmek ve Türkiye’yi Orta Doğu’ya -daha geniş olarak da- “İslam Dünyası”na yöneltmek.
Bundestag’da Sözde Ermeni Soykırım tasarısının kabulü gibi olaylar, Tayyip Erdoğan ve şürekasının Türkiye’yi dönüştürme projesinin değirmenine su taşıyor, diğer bir deyişle ekmeğine yağ sürüyor.
Aylar evvelden geldiği görünen bu olaya tepkisiz kalınmasını en önemli sebebi budur.
Maalesef önyargılarının esiri olan dar görüşlü batılı politikacılar bu gidişe çanak tutuyorlar. Bu yanlışı yaparlarken de, Avrupa’nın eşiğinde bir Orta Doğu ülkesi yaratmanın vahim stratejik hata olacağının farkında değiller.
Ülkemizde hükümet dışı çevrelerin bu gidiş karşısındaki sessizliği de çok dikkat çekici. Üniversiteler, sendikalar,sivil toplum, medya ve iş çevrelerinin tepkisizliğinin sebebi belli. Bir kısmı sindirilmiş, bir kısmı da zaten teslim olmuş.
Kala kala ortada bir tek muhalefet kalıyor. Onlar ne yapıyor, onlar da  yasak savıyor.
Kılıçdaroğlu Mayıs ayı başlarında Berlin’e yaptığı ziyarette SPD ve Yeşiller yöneticileri ile temaslar yapmıştı.
Türkiye’ye döndüğünde, Berlin’deki temasları sırasında Bundestag’daki oylanacak/oylanan “Sözde Ermeni Soykırım” tasarısını gündeme getirip getirmediği, getirdi ise, muhataplarından ne yanıt aldığı gibi sorularla karşılaşmış, ancak bu sorulara cevap vermemişti.
Daha sonra 114 Eski CHP Milletvekilinin Alman Parlamenterlere mektup yazmasından sonra, Kılıçdaroğlu’da 27 Mayıs tarihinde Alman Siyasi Parti liderlerine, baştan savma, Türkiye’nin tezlerinin haklılığını vurgulamaktan tümüyle yoksun, Ermenistan’ın reddettiğiOrtak tarih Komisyonu”na sadece temas eden ve tam da Alman Parlamentosu’ndaki olayla uyuşan ders niteliğindeki, Doğuperinçek-İsviçre davasındaki AİHM kararına hiç temas etmeyen, mektup gönderdi.
Mektupta  bu eksikliklerin yanında bir Genel Başkan’nın imzasını taşıyan mektupta olmaması gereken maddi hata da vardı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan iken, Deniz Baykal’ın da onayını alarak, Ermenistan’a gönderdiği mektupla yaptığı “Ortak Tarih Komisyonu” önerisinin tarihi 15 Nisan 2005 olması gerekirken, 10 Nisan 2015 olarak yazılmış.
Yani tepki tam bir dostlar alışverişte görsün mantığı.
İktidarı da, muhalefeti de farklı gerekçelerle de olsa olayı geçiştiriyorlar ama olan çağdaş Türkiye’ye oluyor.