31 Ağustos 2014 Pazar

DAVUTOĞLU’NU İYİ TANIYIN



            ABD eski büyükelçisi Eric Edelman, Aralık 2004'de Vaşington'a gönderdiği kriptoda, zamanın Milli savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün, dönemin Başbakanlık danışmanı Ahmet Davutoğlu'nu "fevkalade tehlikeli" olarak tanımladığını bildirmişti. Bu kripto Wikileaks tarafından açıklanmıştı.

            AKP genel başkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada Davutoğlu Eric Edelman’ı doğrularcasına şöyle demiş:“Büyük bir yeni kültürel uyanışın arifesindeyiz. Bu yeni kültürel uyanış, insanlığın temel değerler itibariyle varoluşsal ve epistomolojik problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde bütün insanlığa evrensel bir medeniyet çağrısı yapacak bir uyanıştır”.

            Herkes “epistomoloji” kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenmek için lügâtlara başvururken, kimse bu sözlerle Başbakan Davutoğlu’nun ne demek istediğini irdelememiş olacak ki, basında da bu konuda her hangi bir yoruma rastlanmadı.

            Bu aslında manşetlere taşınması gereken bir haberdi. Zira Türkiye’nin karşı karşıya olduğu büyük tehlikeyi gözler önüne seriyordu.

            Epistomoloji, bilginin kaynağını ve doğruluğunu araştıran bir bilim dalı. Davutoğlu, yukarıdaki sözleriyle, BANA GÖRE insanlığın varoluşsal ve bilginin kaynağı ve doğruluğu ile ilgili sorun olduğunu ileri sürüyor.

            Günümüzde böyle bir sorun var mı ?

            Anlaşılıyor ki, Davutoğlu’nun 20 yıl kadar önce yazdığı metinlere aktardığı görüşlerinde bir değişiklik olmamış.

            Bu konuşmasıyla Başbakan “Varoluşsal sorun” ile, hayatın bütün yönlerinin “bir”liğini ifade eden İslamın “tevhid” kavramından uzaklaşılarak, din ve devlet işlerinin ayrılmış olmasını kastediyor.

            Bana göre; “Bilginin kaynağı ve doğruluğu konusundaki sorun” ile de şunu kastediyor: İslamın “tevhid” kavramında varlık ve gerçeğin “bir” olmasına karşın, Batının aydınlanma düşüncesi, ilahi tebliğ ile, yalnızca akıl ile aydınlanan anlayışı birbirinden ayırmıştır. Aydınlanma, modern çağda ilahi tebliğleri kenara itmiş, sosyal ve siyasal dünyayı düzenlemesi için insan aklına güvenmiştir. Böylece, şiddetli bir batı medeniyeti krizi yaratmıştır.

            Konuşmasında Davutoğlu özetle diyor ki, “hayatın bütün yönleri ilahi tebliğlere göre düzenlenmelidir”

            Saygı değer eşleri, tıp doktoru Bayan Davutoğlu’nun da tıp alanında fetvalara yer olduğunu düşündüğü de göz önüne alınırsa, Başbakan Davutoğlu’nun bu açıklaması da pek şaşırtıcı değil, hatta fıtratına uygun bile denebilir.

            Mısır’da Mursi’nin halka apar topar kabul ettirdiği anayasada yasamanın temel kaynağı olarak şeriat gösterilmişti. Anayasaya göre, Sünni İslam doktrininin ve müslüman bilginlerin çoğunluğunun kabul ettiği bütün kurallar, hukuk normları vs de bu kaynaklar içinde idi.

            Davutoğlu’nun yukarıda belirttiğimiz fikirleri ile Mursi’nin anayasası arasında ne fark var!

            Türkiye, hayatın ilahi tebliğlere göre düzenlenmesini açıkça savunan bir Başbakan ile karşı karşıyadır.

            Davutoğlu'nun bu yönünü muhalefetin gözler önüne sermesi gerekmiyor mu?

            Başbakan’ın bu ürkütücü açıklamasını topluma anlatıp, büyük tehlikeyi işaret etmek muhalefetin vazifesi değil mi?

            Bu konuşmayı eğer çözümleye bilecek kadrolara sahip değillerse, bu ciddi bir ayıp, ama eğer bunu anlamalarına rağmen, sırf şeriatçıları kırmamak onlardan oy almak için bu büyük tehlikeyi görmezen geliyorlarsa, bu da içtikleri andı çiğnemektir, bu da yüz kızartıcı bir durumdur.

            Şeriatçıları ürkütmemek gerekçesiyle ses çıkartmıyorlarsa, Recep Tayyip Erdoğan’ı Anayasayı çiğnediği için suçlamaya hakları yoktur.

            Bilimi açıkça reddeden bu çağdışı anlayışa karşı bu ülkenin üniversiteleri ve bilim adamları ne düşünüyorlar?

            Bunu bilmek toplumun hakkıdır.

            Ama maalesef üniversitelerimiz, ilmin duvarlarının zorlandığı ilim yuvaları olmaktan çıkmış, bir göreve gelmek için bilimsellikten çok, kimin adamı olmanın rol oynadığı, bilimin esamesinin okunmadığı kurumlar haline gelmiştir

            Karşı karşıya kalınan tehlikeyi anlayabilmek için “hayatın bütün yönleri ilahi tebliğlere göre düzenlenmelidir” diyen Davutoğlu’nu toplumun iyi tanıması gerekmektedir.




27 Ağustos 2014 Çarşamba

GÜCÜNÜZ DE GÜÇLERİ DE YETMEZ


Siyaset Bilimine Giriş kitaplarında siyasi partiler “Bir program etrafında toplanmış, siyasal iktidarı elde etmek, ya da paylaşmak amacını güden, sürekli örgüte sahip kuruluşlardır” diye tarif edilir.
 Yani asıl hedef, bir program çerçevesinde iktidar olmaktır.
CHP’de siyasi parti olduğuna göre, asıl hedefinin seçimlerden birinci parti olarak çıkıp, iktidarı almak olması gerekir.
“Y-CHP”nin Genel Başkanı, geçtiğimiz Salı günü bir gazetede yayınlanan demecinde “2015 seçimlerinde oylarımızda ‘anlamlı’ bir düşüş olmadığı takdirde istifa etmem. Sıfır noktalarda azalmalar istifamı gerektirmez.” Buyurmuş.
Bunu okuyunca, insanın aklına “Yeni Türkiye”yi şekillendirmeye çalışanların, asıl oğlan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanına yardımcı aktör olarak demek ki “Y-CHP” nin Genel Başkanı’nı seçmişler diye geliyor.
İktidarı, Başbakanlığı  hedeflemeyen bir Genel Başkan olsa olsa yardımcı aktör olur, o zaman seçmenlerini nasıl harekete geçirecektir, daha aktif davranmaya nasıl teşvik edecektir, seçmenlerini sandığa “tıpış tıpış” değil hırsla, arzuyla koşmaya nasıl ikna edecektir.
Başbakanlığı kendine hedef koymayan, söylemleri ile bunu aklından bile geçirmediğini gösteren bir parti Genel Başkanı, nasıl olacakta kitlelerde umut yaratacaktır.
Bir genel başkan düşünebiliyor musunuz ki; bir siyasi partinin bir program etrafında toplanmış insanlardan oluştuğunun bile farkında olmasın.
Farkında olmadığı o kadar açık ki, zira yine bir başka gazeteye verdiği demeçte “Diyarbakırlılara, Hakkarililere, Vanlılara sesleniyorum. Kim CHP’den milletvekili görmek istiyorsunuz, bana getirin. Söz, ben onları aday göstereceğim” demiş.
Aslında bu cümle için çok başka bir kelime söylenebilir, yakışıksız olacağı için “demiş” diyorum.
Kemal bey, dinci/mezhepçi, siyasal İslamcı, ulus devlet karşıtı bir bölücü, aydınlanma düşüncesi muhalifi, Cumhuriyet deneyiminin başarısız olduğunu düşünen, İslam Devleti taraftarı birilerini de getirseler, aday mı yapacaksınız?
Bir partinin programı, ilkeleri sizin için hiçbir mana ifade etmiyor mu? Onun bir kıymeti har biyesi yok mu?
Tek başına, kimseye danışmadan, yetkili kurullarında görüşmeden karar vereceksiniz öyle mi?
Bu söylemen ne yaman bir çelişidir.
Hani siz parti içi demokrasiden yanaydınız, hani eski alışkanlıkları yıkacaktınız.
Bırakın sizden hemen önce görev yapmış olanları, hani o diktatör, faşist olmakla suçladığınız 1930 ların CHP’sinde partinin başına sizin gibi paraşütle de gelmemiş insanlar bile bunu söylemediler, söyleyemediler.
Ama siz bun yapsanız bile yetkili kurullarınızdan kimse çıkıp da “ne yapıyorsunuz” demez, Cumhurbaşkanı adayını belirlerken kulağınıza fısıldanan ismi, kimseye danışmadan açıkladığınız zaman bunu içlerine sindirenler bunu da hazım ederler.
Daha çok yakınlarda yine CHP’nin tarihinde hiç kavgalı olmadığı “dindarlara” bir çağrıda bulunarak, “Dindar yurttaşlarım, biz barışmak zorundayız, bizi anlayın kucaklayın” dediniz.
Aslında bu çağrıyı, o saf temiz dindarlara değil, Atatürk düşmanlarına, siyasal İslamcılara yaptınız.
CHP dünyası ile hiç alakası olmayan, Siyasal İslamcılara, bölücüleri partiye davet ediyorsunuz, ama bu da bir fayda sağlamıyor, hala kendinize hala yüzde 26-27 yi hedef alıyorsunuz.
O oranları tutturursam kendimi başarılı sayarım diyorsunuz.
CHP ne zaman saf temiz dindarlarla kavgalı oldu, CHP sadece dince kutsal değerleri siyasi pazarlama aracı olarak kullanan din tüccarları ile kavgalı oldu.
Söylemlerinizden, siyasal parti olmanın olmazsa olmaz koşulu, programa bağlılık sizi hiç ama hiç ilgilendirmiyor.
10 Aralık Hareketinden, bu partiye devşirdiklerinizle beraber CHP’yi bitirmeye, vakıflaştırmaya mı çabalıyorsunuz.
Ne sizin gücünüz ve ne de sizi Genel Başkan yapma projesin dizayn edip hayata geçirenlerin gücü, aydınlanmanın ışığı Atatürk’ü ve onun değerlerini, CHP’den silmeye yetmez.

   

24 Ağustos 2014 Pazar

TUTARLI OLMAK


CHP sol damarı güçlü bir kitle partisidir. Bu nedenle tutarlı olmak zorundadır.
Aslında bütün partiler, ama özellikle kendisini sol diye tanımlayan partiler, tutarlılıklarını koruyabildikleri oranda etkilerini arttırırlar.
Bu nedenle sol damarı güçlü bir kitle partisi olarak sağa açılıyoruz diye benzemeyenleri bir araya getirerek güçlenileceğini zannetmek büyük yanlıştır.
Tutarlılığını yitiren bir parti kitleleri inandırıp umut olabilir mi?
Topluma güven verebilir mi?
Topluma güven veremediği zaman iktidar alternatifi olabilir mi?
Bu soruların tümünün cevabı “Hayırdır”.
Benzemeyenlerin bolluğu her kafadan ses çıkmasına neden olur.
Örneğin TBMM’nin bir komisyonunda, komisyon üyeleri partinin görüşlerini savunurken, benzemeyenlerden biri gelir, parti görüşünün tam aksini savunur.
Bu toplumda güvensizlik yaratır, yaratmıştır da.
Bir siyasal partide program kadar önemli olan şey, üye yapısı ve o yapısının toplumda partiye destek veren tabanla ne kadar uyuştuğudur.
Geçtiğimiz günlerde bir Genel Başkan yardımcısı katıldığı TV programında, bilgisayar üstünden partiye üye olunabildiğini, üye sayısının bir milyona yaklaştığını iftiharla söyledi.
Ama bunun hiç önemli olmaması gerekir, asıl aranması gereken üyenin bilinci ve parti etkinliklerine katılımıdır.
Siyaset bilimci rahmetli Ahmet Taner Kışlalı 16 Ağustos 1992 tarihinde Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde, sanki bugünleri görmüş gibi neler yazmış.
Beraberce okuyalım:
“Sağlıklı bir yapının ilk ve temel öğesi sağlıklı bir üye sistemidir. Özellikle sol bir partide, ASIL ÖNEMLİ OLAN ÜYE SAYISI DEĞİL, üyelerin bilinç ve etkenlik (aktiflik) düzeyidir.
Üyeniz-hiç değilse-programınızın ana çizgilerini biliyor mu?
Küçük ve simgesel de olsa üyelik ödentisini düzenli bir biçimde ödüyor mu?
Toplantılarınıza eğitim çalışmalarınıza katılıyor mu?
Eğer bu soruların hepsine ‘evet’ yanıtını verebiliyor iseniz; 100 binlik bir üye sayısı ile 900 bin üyeli bir partiden daha sağlıklı ve daha etkili bir yapıya sahip olabilirsiniz”
Demiş.
Benzemezleri bir araya getirerek ve hiçbir parti içi eğitimden geçirilmemiş, parti ilkelerini ne kadar bildiği şüpheli olan üyenin  sayısı artsa ne olur, artmasa ne olur.
Atatürk devrimlerinin anlamını bilmeyen ya da varmak istediği sonuç itibariyle bunu inkâr eden benzemezleri CHP’ye devşirmek partinin inanırlılığını kaybettirir, kaybettirmiştir de.
Parti bir sürü benzemezin bir araya geldiği, hatta partiyi yönettiği bir noktaya gelmiştir ki, inanılır gibi değildir.
Partinin en yetkili ağzı “Bugünkü CHP 1930 ların CHP si değildir”  diyerek, sanki o tarihteki CHP totalitermiş gibi bir imada bulunabilmiştir.
Halbuki, bir yabancı gözlemci, Clement H. DODD “Türk devrimi üzerine düşünceler” adlı bildirisinde “Atatürk Devrimi, insan haklarına ve halk egemenliğine dayalı bir devrimdir.Bu devrimde totaliter bir siyasal görüş de hiçbir zaman görülmemiştir” demiştir.
Nitekim, bunun çok doğru bir tespit olduğu Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarında belirttiği “ Atatürk, Birinci Dünya Harbi’nden sonra  Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde, birtakım şeflerin ortaya attıkları ideolojilerle onların tabii neticesi olarak meydana gelen idare sistemlerine şiddetle aleyhineydi” sözleriyle, Atatürk’ün hiçbir zaman  totaliter bir nitelik  taşımadığını ortaya koymuştur.
Elbette CHP, sürekli devrimcilik oku  gereği değişecektir, ama bu değişim partiyi şimdi yönetenlerin arzuladığı gibi, ekseninden kaydırarak, bitirmek, yok etmek, vakıf haline getirmek  şeklinde olamayacaktır.
Altı Ok’u yeniden yorumluyoruz diye onu kirletmeyin, buna girişmeyin.
Yapılması gereken, Kemalist özün günümüz Türkiye’sine göre yorumu olmalıdır.
CHP farklılıkları hoş görmeyi içselleştirmiştir, ama o farklılıkları kalıcı kılacak, kurumsallaştırma adımlarına destek vermeyecektir, vermemelidir.
Gene tam bağımsızlıktan ve çağdaş uygarlığı yakalamak ülküsünden vaz geçmeden ama en önemlisi de kimsenin ve özellikle de emperyalistlerin kuyruğu olmadan, bu değişim gerçekleştirmektir.



  



17 Ağustos 2014 Pazar

NASIL YEMİN EDECEK


Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak 28 Ağustos günü yemin ederek göreve başlayacak.
Ama bu yemini nasıl edecek anlamak mümkün değil, zira yemin “Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim” diye bitiyor.
Ama kendisi ısrarla bu milletin adını söylemekten kaçınıyor.
Bugüne kadar  “Türk Milleti”  demekten ısrarla kaçınırken, şimdi nasıl hem de “Büyük Türk Milleti” diyecek. 
Tabii onun ruh dünyasında ümmet demek isteği yatıyor.
Anayasaya bağlı kalacağına yemin edecek. Adam daha seçildiğinin resmen ilan edildiği gün, Başbakanlık görevini bırakması gerekirken, bunu yapmayarak ilk günden  Anayasa’yı ihlal etmeğe başladı.
Hukukun üstünlüğüne bağlı kalacakmış.
Hadi canım sende, hukuk benim anladığım ve işime geldiği gibi yorumlanır düşüncesinde olan  bir insan, nasıl hukuka bağlı kalacak.
Bu ülkede “kumpas” kurularak aydınlar, siyasetçiler, gazeteciler, askerler, haksız ve hukuksuz zindanlarda çürürken, ucu kendisine dokunmaya başlayıncaya kadar sesi mi çıktı?
Atatürk’ün vasiyeti çiğnendi, Atatürk Orman Çiftliği büyük bir aç gözlülükle yağmalandı, hangi hukuk. Bırak hukuku “vasiyet” gibi bir insanın son arzusuna saygı göstermeyen birisi.
Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağı üzerine yemin edecek.
Devrimlere karşı, geçmişle bağımız kopartıldı diyerek “harf inkılâbına” karşı olduğunu dolaylı şekilde ortaya koydu.
Tabii bu arada harf inkılâbından önce bu ülkede okuryazar oranı yüzde birlerle ifade edilirken bugün hangi orana yükseldiğini ıskaladı.
“vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağına” yemin edecek.
Buna kimse inanmaz, Oslo görüşmelerinden başlayarak, ülkenin bölünmesi, “Özerk Kürdistan”ın kurulması için elinde gelen çabayı gösteriyor.
“Laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma” diyerek yemin edecek. Siyasal İslamı kendisi için hedef seçen bir insan nasıl olurda laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağı üzerine yemin edebilir.
Mısırdaki, dostu Mursi ne kadar laik idi ise, kendisi de o kadar laiktir.
Devletin bağımsızlığı diyecekmiş, kimse inanmaz, ülkesinin iç sorununu bir yabancı devletin gözetiminde tartışılmasını içine sindiren bir siyasetçi, inanarak “devletin bağımsızlığını”  koruyacağım diye bilir mi? Derse inandırıcı olur mu?
Cumhurbaşkanlığı görevini tarafsızlık içinde yapacağına dair yemin edecek.
Bugüne kadar ülkenin Başbakanı olarak ne zaman tarafsız oldu ki, bundan sonra Cumhurbaşkanı olduğu için tarafsız davransın.
Hani o İsmet Paşa’nın güzel deyişiyle “Bugüne kadar ne yaptıysa bundan sonrada onu yapar”
Yemin içeriğine baktığınız zaman Tayyip Erdoğan’ın içine sindirebileceği herhangi bir kavram yok. Bu kavramlar kendisine o kadar yabancı ve itici ki, nasıl yemin edecek çok merak ediyorum.
Yemin etmek ahlak sahibi bir insan için çok önemli bir açıklamadır. Zira uygar insan doğrular üzerine yemin eder.
İnanmadığınız şeyler üzerine yemin etmek, ne ahlaken, ne hukuken ve ne de dinen kabul edilebilir bir şey değildir.
İnanmadığınız şeyler üzerine yemin etmek, bir anlamda hile yapmaktır, insanları kandırmaktır.
Ahlak sahibi bir insansanız, hile yapmamanız, karşınızdaki insanları kandırmamanız gerekir.
Sırf bir şeyi elde etmek için inançlarınıza aykırı hususlar üzerine yemin ediyorsanız bu çok daha vahimdir.
Nasıl yemin edecek diye düşünüyorum ama, onun için önemli değil, bugüne kadar o kadar çok gerçek dışı beyanda bulundu ki, ha bir fazla ha bir eksik.



13 Ağustos 2014 Çarşamba

DÜRÜSTLÜK İSTİYORUM


Cumhurbaşkanlığı seçimi muhalefet partilerinin yanlış aday seçimi veya yanlış adayın onlara talimatlandırılması  yüzünden daha ilk turda Tayyip Erdoğan’ın kazanımı ile bitti.
Diğer bir deyişle Cumhurbaşkanlığı altın tabak içinde Tayyip Erdoğan’a birilerinin talimatı doğrultusunda sunulmuş oldu.
Dünkü Hürriyet Gazetesi’nde efelerin efesi Yılmaz Özdil’in yazdıklarını okuyunca Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinin tek nedeninin, seçilse bile “geçiş sürecinde” Tayyip Erdoğan ile uyumlu çalışması arzusu olduğu anlaşılmaktadır.
Hakikaten nedir o “Geçiş süreci”.
Bu “Geçiş Süreci” Özerk Kürdistan’ın” kurulması mıdır?
Düne kadar açıklanması gereken tek nokta, ismini bile doğru dürüst  söyleyemediğiniz,  aday tespit çalışmaları aşamasında adı geçmeyen Ekmeledin İhsanoğlu’nu size kimin ya da kimlerin dikte ettirdiği idi. Şimdi buna bir ikincisi ilave oldu.
Nedir o açıkça topluma ilan edemediğiniz “Geçiş süreci”
Bu iki noktaya açıklık getirmediğiniz sürece bu partinin, bölünmeye karşı olan, tek millet, tek devlet, tek bayrak ülküsü ile yüreği çarpan milyonlarca gönüldaşının  vicdanlarında aklanamazsınız.
Seçilecek Cumhurbaşkanında Tayyip Erdoğan ile uyum içinde çalışacak olmasını istemek, “Çankaya Noterliği” görevini yedi yıldır başarıyla yürütmüş, önüne gelen her yasayı, her kararnameyi hukuka uygun olup olmadığına bakmadan ve de geciktirmeden imzalayan yeni bir Abdullah Gül istemekten başka bir şey değildir.
Bir Cumhurbaşkanı’nın öncelikli görevi  hukuku korumaktır.
Hukukun üstünlüğüne inanan bir Cumhurbaşkanı’nın, ben yaptımsa hukuk buna uydurulur düşüncesinde olan  bir Tayyip Erdoğanla çatışmasından daha doğal ne olabilir.
Bu sizi niye rahatsız ediyor, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu size talimat olarak verenler mi bunu böyle istiyorlardı.
Sayın Kılıçdaroğlu, siz kimden yanasınız, ülkenin bölünmez bütünlüğünden mi, Kürdistan’ın özerkliğinden mi yanasınız.
Eğer bölünmeden yana iseniz, lütfen emaneti iade edin.
İstifanızı isteyen altı milletvekiline cevap verirken “ Beni Onlar seçmedi ki, istifamı isteyebilsinler” diye, demokrasiyle uzaktan yakınndan ilgisi olmayan bir cevap vermişsiniz.
Sizin mantığınızla da bakarsak, benim sizin istifanızı istemek hakkım var. Sizin seçildiğiniz Kurultay’da, diğer bütün Kurultay üyeleri ile birlikte maalesef   size oy verdim. Yanılmışız, bizim gibi kendini uyanık zannedenlerden kendinizi çok iyi saklamışsınız.
Anlaşılıyor ki, Özerk Kürdistan’dan yanasınız.
Rakibiniz Tayyip Erdoğan’ın hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, hukuksuz yönetim anlayışını sürdürebilmesinden yanasınız.
Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, bu görüşlerinize katılmamakla beraber, demokrasiye olan inancım nedeniyle saygı duyarım.
Ama o zaman, bu düşüncelerle  Atatürk’ün koltuğunda oturamazsınız. İstifa etmeniz gerekiyor.
İstifanızı Türk Basının önde gelen bütün köşe yazarları ve hem de sizi en ağır dille eleştirerek istiyorlar.
Milyonlarla ifade edilen ve sizin ve yanınızdaki bir kısım kendini bilmez saygısızların “ulusalcılar”, “şezlongcular” “tatilciler” diye küçümsedikleri ve hatta size dayatılan sizinde partiye dayattığınız adaya kerhen oy verenler istiyorlar.
Ama bana göre en anlamlı şekilde gitmenizi isteyen kişi 13,14 ve 17. Dönemlerde Milletvekilliği ve  TBMM Başkan vekilliği yapmış Musrafa Kemal Palaoğlu.
Palaoğlu Demokrat Parti’nin seçimi kazandığı 14 Mayıs 1950 seçimlerinden bir gün sonra, yani 15 Mayıs 1950 de CHP’ye kayıt olmuş bir partilidir.
Size ve ekibinize için diyor ki: “İstifa medeni insanlardan istenir, ben  Kemalist, Mustafa kemal Palaoğlu olarak, Kemalist Cumhuriyet karşıtı işgal kuvvetlerinin partimi terk etmesini istiyorum” diyor.
Gazetecisi, parti gönüldaşının  büyük bir çoğunluğu seçin başarısızlığından dolayı istifanız istiyor.
Bu elbette bir hak, ama ben şahsen sizden, Ekmeledin İhsanoğlu kimin talimatı ve geçiş sürecinden ne anladığınızı kamuoyuna açıklamanızı istiyorum.
DÜRÜSTLÜK İSTİYORUM
Bunları açıklayamadığınız sürece, size Kurultay’da oy vermiş bir kişi olarak, İSTİFA ETMENİZİ İSTİYORUM.  


   
  
  


10 Ağustos 2014 Pazar

OLASILIK ÜZERİNE BİR CHP DEĞERLENDİRMESİ


Ben bu yazıyı kaleme alırken daha sandıklar bile kapanmamıştı. Onun için sonuç değil ama olasılıklar  üzerine bir değerlendirme yapacağım.
CHP, MHP ve bu iki partiyle beraber hareket ettiğini söyleyen diğer on iki partinin oy toplamını yüzde kırk yedi  olarak kabul etmek gerekir.
Elbette bu toplam 31 Mart yerel seçimleri sonuçları baz alınarak hesap edildi.
Çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu eğer yüzde kırkın altında  bir oy almış ise  bu çok dramatik bir orandır.
Hele oylar yüzde otuz beş ve altında kalmışsa, Kılıçdaroğlu  partinin hiçbir yetkili organında görüştürmeden, kendisine kimlerin telkin ettiği bilinmeyen, CHP tabanının da gönül rahatlığı ile içine sindiremediği ve hatta kabullenemediği bir adayı, emrivaki ile açıkladığı ve böylece Tayyip Erdoğan’ı büyük bir hezimetten  kurtardığı için, CHP açısından başarısızlığın  tek sorumlusu olacaktır.
Hatırlanacağı üzere Kılıçdaroğlu, Ekmeleddin İhsanoğlu emrivakisinden sonra “Risk alıyorum” demişti. Riski aldığına göre ve bir başarısızlık söz konusu ise, bunun  tek sorumlusu kendisidir ve sonucu da tartışmasız  istifadır.
Kılıçdaroğlu’nun Atatürkçüleri partiden tasfiye edip “Y-CHP” dediği günden beri, başarılı olduğu herhangi bir seçim yoktur.
Hatırlanacağı üzere Deniz Baykal’ın görevi bıraktığı, ya da bırakmaya zorlandığı günlerde, CHP’nin oyları, kamuoyu araştırmalarına göre yüzde yirmi sekizlere ulaşmış idi.
Kılıçdaroğlu’nun göreve gelmesinden çok kısa bir süre sonra, partideki tüm Atatürkçüler de henüz tasfiye edilmeden ve bölücülerin, F tipi kişilerin yönetime gelmesinden önce  yapılan Anayasa referandumunda alınan yüzde kırk iki hayır oyunun, yüzde otuz beşi CHP’nin oyu idi.
Bu başarıyı kendisine vehmeden Kılıçdaroğlu, “Y-CHP” diye partiyi ekseninden kaydırarak, bir erozyon yaşanmasına ve Temmuz 2011 Genel Milletvekili seçimlerinde, yani 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumundan  tam on ay sonra partinin oylarının yüzde yirmi altıya düşmesine neden oldu.
2012 Yerel Seçimlerinde, Kılıçdaroğlu’nun “Y-CHP”si, seçmen artışı da göz önüne alındığında, 2011 Milletvekili Genel Seçimlerinde aldığı oyu bile muhafaza edememişti.
Bir de bu seçimlerde Ankara, İstanbul, İzmir gibi illerde, özel hayata müdahale edilecek korkusu ile CHP’ye verilen ödünç oyları da göz önüne alırsak, 31 Mart Yerel  Seçim sonuçlarına göre, gerçek ana muhalefet partisi MHP olmuştu.
Bu başarısızlık sadece oy oranlarında olmadı, CHP’nin olan Antalya, Mersin, Ordu, Artvin gibi iller ile İzmir’in sekiz ilçesinde  de belediye Başkanlıkları kayıp edildi.
Özellikle de Antalya’nın kaybedilmesinin sebebi, Baykal’a hakaret eden insanların bilerek aday gösterilmesidir.
Onun için Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aldığı oy EĞER yukarıda belirttiğimiz gibi olmuşsa, yani yüzde kırk ve altı ise,  Kılıçdaroğlu’nun sığına bileceği  hiçbir bahane kalmamış demektir.
İstifa etmek zorundadır.
Bu yazıyı yazmadan dört gün önce iki ciddi kamuoyu şirketinin saha çalışmasına göre Ekmeleddin İhsanoğlu’nun oyu dramatik bir oran olan  yüzde otuz üç civarındaydı.
CHP teşkilatları 22 Mayıs 2010 dan bu tarafa içleri burkularak da olsa Kılıçdaroğlu’na destek verdiler.
Kesinleşen sonuçlara göre eğer bir başarısızlık söz konusu olmuş ise,  CHP örgütleri ve parti tabanı tarihi bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar. CHP’yi yok etmeye yönelik, bölücülerin, ılımlı İslamcıların bu planlı, programlı kalkışmalarına dur demek zorundadırlar.
Bu Anayasa yürürlükte kaldığı sürece Cumhurbaşkanlığı seçimi ülkenin kaderini bugünkünden daha çok etkilemez ve hele bir de seçime iştirak yüzde seksen ve altında kalmış ise, kim seçilirse seçilsin topal ördek bir Cumhurbaşkanı olur.
Asıl önemli olan 2015 Milletvekilleri Genel Seçimleridir. Türkiye’nin kaderi orada çizilecektir.
Bu nedenle CHP tepeden tırnağa değişmeye yenileşmeye mecburdur. 

     




6 Ağustos 2014 Çarşamba

HEP ŞİKAYET HEP ŞİKAYET


Yıllardır Türkiye’de şikayetten başka bir şey duymadık.
İktidarı elinde bulunduran Tayyip Erdoğan hep mağdur, hep birilerinden veya bir şeylerden şikayetçi.
Onu anlayabiliyorum Hitler gibi, bütün diktatörler gibi.
Muhalefet de ondan geri kalmıyor salvo atışıyla Tayyip Erdoğan’dan şikayetçi.  
Tayyip Erdoğan din istismarcısıymış, Tayyip Erdoğan toplumu bölüyormuş, Tayyip Erdoğan gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış, hukuku çiğniyormuş ve bunlar gibi daha onlarca şey sıralanabilir.
Bunların hepsi de aslında toplumun bütün kesitleri tarafından çok iyi biliniyor.
Bütün bunlara rağmen Tayyip Erdoğan oy  kaybetse de  gene birinci parti.
O zaman yapılması gereken aynaya bakmak.
Biz neyi eksik veya yanlış yapıyoruz da bu adam iktidarda kalmaya devam ediyor diye kendimize soracağız.
Toplumlar, özellikle de ekonomik refahını sağlayamamış gelişmemiş toplumlarda insanlar, önlerine heyecan yaratacak projeler, hedefler konmadığı sürece istikrara oy verirler.
Nitekim, toplumun eğitim ve kültür düzeyi yüksek kesimlerinde AKP daha doğrusu Tayyip Erdoğan yok.
Alt kültür ve gelir grupları ise Tayyip Erdoğan’a, kendilerine göre var olan istikrara  destek vermektedirler.
O zaman sen iktidar olduğun zaman, Tayyip Erdoğan’dan şikayetçi olduğun konuların önüne nasıl geçeceğini halka anlatacaksın.
Eğer bu toplumda bir “ahlak reformuna” ihtiyaç var diyorsan, bunu nasıl becereceğini anlatacaksın. Zira bu kanunla olacak bir şey değil.
Bu eğitim seferberliği ile birlikte ulus şuurunu geliştirmekle olur.
Sen bu toplumun bölünmesinin önüne nasıl geçeceğini anlatacaksın.
Bu ülkede göreve gelmek için liyakate değil, yandaşlığa bakılıyor diye dert yanarken, sen elinde bulunan imkanları, hemşerilerinin çocuklarına peşkeş çekmeyeceksin.
Eleştirildiğin zaman  da dönüp “Ama bunlar Amerika tahsilli” demeyeceksin.
Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk yaptığını söylerken, sen önce bu yolsuzlukların önüne nasıl geçeceğini ve arkasından da  bu yolsuzlukların hesabını nasıl soracağını anlatacaksın.
Tayyip Erdoğan çok yalan söylüyormuş.Hem de nasıl aynen Goebbells’in dediği gibi çok büyük yalanlar söylüyor.
Hiç utanmadan, sıkılmadan “Ordu Meclisi kuşatarak İsmet Paşa’yı Cumhurbaşkanı seçtirdi” diyor, bunu mütebessim seyrediyorsunuz, bu davranışınızla bu yalana ortak oluyorsunuz.. 
Herkes devamlı bir konuda yalan söylüyor.
Benim gündemimde bu şahıs yok dedikten iki gün sonra, bu şahsı bir yere aday göstermedik mi?
Siyasette başarının yolu  doğruluk, dürüstlük ve tutarlılıktan geçer.
Kulağımıza söylenmiş aday varken ve bunu aday göstereceğini bile bile, toplantılar yapıp, görüşler alıyor gözükmek hangi kelimelerle izah edilebilir.
Aman sakın, Atatürk’te Büyük Taarruzdan evvel futbol maçı seyretmişti demeyin.
Çağın en büyük reformunu yapmış bir partiyi ve onun o tarihlerdeki kadrolarını,  faşist olmakla suçlamak, orta okul düzeyinde tarih bildiğini zannettiğim bir şahıs için, nasıl nitelenebilinir.
Bu Cumhuriyeti kuran kadroları Amerika’nın kadrolu personelinin telkinleriyle, haksız, yersiz ve gereksiz olarak suçlamak, ne yapmaktır.
Bir şey çok dikkat çekici bu kadrolu personel bu konulara kendisi korkudan hiç girmiyor.
Bu şark kurnazının oyununa gelmemek lazım.
Tayyip Erdoğan dini istismar ediyor diyoruz, ama maşallah İran İslam Cumhuriyetinde olmadığı kadar, dini referans gösteriyoruz.
Siyasetçi de insan olduğu için zaman zaman yanlış yapar, ama yanlışını gördüğü zaman,  ben, yanlış yapmışım demesini bilmesi  gereken bir kişidir.
Bunu yaptığın zaman toplumdaki saygınlığın artar.
Her başarısızlıktan sonra çevrendeki bazı yakın çalışma arkadaşlarını günah keçisi yapıp halkın önüne atmak, sorumluluğu yüklenememek, bir acizlik işaretidir.
O kişilerin eylemleri başarı getirseydi, “Bu başarı da benim payım da bu arkadaşların ki kadardır, bu nedenle başarının sahibi onlardır” diyecek miydin?
Hiç zannetmiyorum, başarı tek başına senin olacaktı.
Başarının yolu şikayetten değil, tutarlı ve inandırıcı olmaktan geçer.








  

3 Ağustos 2014 Pazar

GAZZE

Bakan Davutoğlu bayramda yaptığı açıklamada, "Filistinli kardeşlerimizin davasını kendi davamız gibi görüyoruz" demiş. 

Yine doğruyu söylememiş. Onların derdi, Filistin'i Hamas üzerinden "müslüman kardeşleştirme" derdidir. Yoksa, Filistin davası değildir.

Demokratik dünyanın "terörist" olarak gördüğü Hamas'ın iki destekçisi kalmıştır: Türkiye ve Katar. Hamas'ın geleneksel destekçileri İran ve Lübnan Hizbullah'ı bile, Suriye'ye ettiği ihanet nedeniyle, Hamas ile ilişkilerini soğutmuşlardır. Ülkesinde müslüman kardeşleri tasfiye etmeye çalışan yeni Mısır yönetimi hareketin Gazze kolu olan Hamas'a zaten mesafelidir. 

Suriye'de oluk oluk müslüman kanı akmasında, AKP hükümetinin dinci-mezhepçi yanlış politikalarının vebali vardır. Şimdi benzer bir vahim hatanın Gazze krizi sırasında da yapıldığı anlaşılıyor. Mısır Dışişleri Bakanı, 17 Temmuz günü ortaya koydukları ve -İsrail dahil- bütün ilgili devletlerin ve BM'nin kabul ettiği ateşkes teklifini, Türkiye ve Katar'ın kışkırtmasıyla, Hamas'ın reddettiğini söyledi. Nitekim, arap medyası, ateşkes teklifinin, Hamas tarafından, Türkiye ve Katar'a rol biçilmediği gerekçesiyle geri çevrildiğini ileri sürdü. Aradan geçen zamanda yüzlerce sivil daha İsrail saldırılarında öldü.

Ateşkes sağlanması için geçtiğimiz günlerde  Paris'de yapılan toplantılara batılı büyük ülkeler yanında, Türkiye ve Katar da katıldı. Batılı ülkeler "terörist" Hamas ile doğrudan görüşmediklerinden, Türkiye ve Katar, Hamas'ın temsilcisi olarak toplantıya davet edildiler. Türkiye gerçekten "filistin davasını" sahipleniyor olsa idi, toplantıya Mahmud Abbas'ın FKÖ'sünün de temsil edilmesini sağlardı. Tersini yaptı, FKÖ'nü dışlattı. 

Şu hususun altı çizilmelidir:

İsrail'in Gazze'de yapmakta olduğu ağır bir uluslararası hukuk ihlalidir. Bir insanlık suçudur, vahşettir.

Ancak, tarafsız gözlemciler, İsrail'in orantısız güç kullandığını vurgulamakla beraber, Hamas'ın okullar, hastaneler gibi sivil binaların altında açtığı tünellerle İsrail'in içine militanlarını sızdırdığını, yine sivil tesisleri silah depoları olarak kullandığını ve oralardan İsrail'e roket atışı yaptığını bildiriyorlar. Hamas'ın bu faaliyetlerini, İsrail, yaptığı katliamda bahane olarak kullanıyor.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, 22 Temmuz günü yaptığı açıklamada, Hamas ve islami cihat tarafından sivil İsrail yerleşim yerlerine füzeler atılmasını şoke edici bulduğunu ve kınadığını bu saldırıların derhal durdurulmasını istediğini, Hamas'ın okul hastane gibi sivil tesislerin askeri amaçlarla kullanmasını kınadığını, hiçbir ülkenin topraklarına füze yağdırılmasını kabul edemeyeceğini ve kendisini savunma hakkı bulunduğunu söyledi.

Diyelim ki, Ban, bu açıklamaları ABD ve İsrail baskısı ile yaptı. Ancak, yakında görev süresi dolacak olan Hint-Tamil asıllı BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Bayan Navi Pallay da, 23 Temmuz günü Cenevre'de benzer değerlendirmelerde bulundu:

"...Hamas'ın ve diğer grupların hedef seçmeksizin Gazze'den yaptıkları 2900'den fazla roket ve havan topu atışları İsrail'li sivillerin hayatları için tehlike yaratmayı sürdürüyor. Eskiden olduğu gibi, şimdi de bu saldırıları kınıyorum. Yoğun yerleşim yerlerine silah yerleştirilmesini ve oralardan saldırı düzenlenmesini de kabul edilemez buluyorum..."

Bölgede sözü dinlenir ve etkili diplomasi, taraflardan birisini körü körüne destekleyerek yapılmaz. Gelişmeleri objektif değerlendirerek, taraflara eşit uzaklıkta kalarak yapılır. Türkiye, maalesef, yalnızca Hamas'ın temsilcisi olarak bölgede vardır. Ne İsrail ile, ne Mısır ile ve hatta ne Suudi Arabistan ile Gazze konusunda bir dialog içine girebilmektedir. AKP, Müslüman Kardeş dayanışması nedeniyle, Hamas'ı, bölgedeki arap ülkelerinin ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) yaptığı gibi, İsrail'in varolma hakkını açık/zımni kabul etmesi ve saldırılarını durdurması yönünde teşvik de etmiyor.