28 Nisan 2013 Pazar

KIRMIZI ÇİZGİ



Dünya da hukukçu olmayan tek Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Mahkemenin 51. Kuruluş yıl dönümünde, hukuk eğitimi almamış olmamasından kaynaklan  hukuk bilgisi eksikliği nedeniyle, anayasa’ya aykırı olarak yürütülen, anayasa çalışmalarında tek kırmızı çizginin “insanlık onuru” olması gerektiğini söylemiştir.
Bizim Anayasamızın kırmızı çizgileri, Başlangıçta belirtilen temel ilkeler ve Anayasanın ilk üç maddesinde tek tek sayılan değerlerdir.
Haşim Kılıç bunları korumak için içtiği andı önemsemeyebilir, bunun hukuki ve ahlaki sonuçları kendisini ilgilendirir.
Haşim Kılıç’ın içine sindiremediği Atatürk, bu ülkenin modernleşme projesinin mimarı ve hayata geçirenidir.
Onu Anayasadan çıkartmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.
Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıl dönümünde yaptığı açıklamadan sonra, aşağıdaki soruları cevaplamak  zorundadır.
Bu anayasanın en önemli kırmızı çizgilerinden birisi  “Ülkesiyle milletiyle bölünmezliği” ilkesidir.
Bu ilkeye karşımıdır, değil midir?
“İnsanlık onuru” tek başına yeterli bir demokrasi güvencesi olabilir mi?
Laiklik anayasada, korunmadan  demokrasiyi sürdürebilmek, özgürlükleri genişletebilmek mümkün müdür?  
 Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü kırmızı çizgi kabul edilmeden, “insanlık onurunu” korumak mümkün müdür?
Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki Başkanlık Sisteminde getirmek istediği “Kuvvetler Birliği” gerçekleşirse, asıl o zaman  “İnsanlık Onuru”nun  ayaklar altına alınmasının önü açılmayacak mıdır?
Ülkesiyle milletiyle bölünmezliği ilkesini çiğneyen, bu konuda ulemanın görüşünü aldın mı? diye sorabilen, yani çağdaş hukuku red eden, Laikliği ortadan kaldırarak ülkeyi orta çağın karanlıklarına sürüklemeyi içine sindiren,laiklik ortadan kalktığı zaman demokrasiden büsbütün uzaklaşılacağını ya düşünemeyen ya da böyle olmasını  amaçlayan bir mantığı ve bunun destekçilerini  kabul edebilmek mümkün değildir.
1947 yılında yayınlanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki “insanlık onurunu” çağdaş bir devletin anayasasının tek  “kırmızı çizgisi” olarak kafi bulan bir kafa yapısının bu ülkede Anayasa Mahkemesi Başkanı olabilmesini içimize sindirmek mümkün değildir.
Ülkemiz insanı için vazgeçilmez olan, çağdaş, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi, tek başına insan hakları kavramı içinde zaten var olan “insanlık onuru” ibaresiyle korunamaz.
Birileri kafalarında neyi kurgularsa kurgulasın, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin ve demokrasinin temel direği olan laiklik salt “insan onuru” kavramıyla korunamaz.
Tayyip Erdoğan, Haşim Kılıç ve ülkenin bölünmesinden yana olan enteller, liboşlar ne düşünürlerse düşünsünler, emellerine ulaşamayacaklardır.
Elbette bu anayasanın evrensel hukuk değerleri ile bağdaşmayan maddeleri değiştirilmelidir.
Peki, ileride yapılacak anayasa değişikliği, Haşim Kılıç’ı tatmin etmez ise, yani tek kırmızı çizgisi “insanlık Onuru”ndan fazlası olursa, örneğin bugünkü kırmızı çizgiler aynen kalırsa veya referandumda halk anayasaya aykırı olarak yapılan  anayasayı red ederse ne yapacak?
1980 li yıllarda, tamamı hukukçulardan oluşan, ülkesinin ana muhalefet partisini, sadece anayasadan kaynaklanan haklarını kullandığı için, yabancı ülke büyük elçilerine  şikayet etmeyen, Pakistan’lı Anayasa Mahkemesi Yargıçlarının yaptığı gibi, Anayasa değişikliklerini veya değişiklik yapılamamasını içine sindiremeyip, onurlu bir davranışta bulunup oturduğu makamı boşaltabilecek mi?
Hiç zannetmiyorum.
Eğer böyle bir “Hakimlik” niteliğine sahip olsaydı. Bugüne kadar defalarca istifa etmesi gerekirdi.
Anayasanın başlangıç bölümünde belirtilen temel ilkeleri ve anayasanın ilk üç maddesindeki temel değerleri ve ilkeleri, demokrasiye aşık Türk Milletinin vatan ve millet sevgisine emanet edildiği için bunları değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.




24 Nisan 2013 Çarşamba

HASDAL’DAN MEKTUP VAR.



Hasdal esirlerinden Deniz Kurmay Albay Bora Serdar, Balyoz davası nasıl bir davadır  diye bana bir mektup yazmış.Sütunum yeteli olmadığı için özetleyerek aktarıyorum.
Bu dava,( yani Balyoz davası) Alper GÖRMÜŞ'ün 04 Kasım 2011 tarihinde Taraf gazetesinde yazdığı gibi, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının 2004 yılında düzenlediği bir toplantıda üretilen "Askeri vesayeti ortadan kaldırmanın yegane yolunun başarısız kalmış bir askeri darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılamaları" şeklindeki senaryo ile birebir örtüşen bir davadır. (06 Aralık 2011, Celse No: 66)
Bu dava, "Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi davaların düğmesine 05 Kasım 2007'de Beyaz Saray'da Tayyip Erdoğan-George W.Bush görüşmelerinde basılmıştır." şeklinde yapılan yorumun merkezinde olan bir davadır(. (13 Mart 2013, Aslan BULUT- Yeniçağ)
Bu dava, "( ... ) Silahlı kuvvetlerdeki bazı dokümanlar ele geçirilmiş ve bunlar ( ... ) değiştirilerek bir darbe planına uygun hale sokulmuştu." denilen, "Balyoz Planı" başlıklı bir projeye konu olmuş bir davadır. (23 Ocak 2010, Mahir Kaynak-Star)
Bu dava, dönemin Dışişleri Bakam Hillary  Clinton'un Başbakan Erdoğan'a gönderdiği bir mektupta, "Anlaşmamız TSK'da tasfiyeyle sınırlıydı, siz operasyonu çok aşırı noktaya götürdünüz. ( ... )" denildiği iddia edilen gizli bir anlaşmanın satır aralarına saklanmış bir davadır. (20 Şubat 2013, Aydınlık)
Bu dava, "Yaşanan İmralı ( ... ) süreci, Ergenekon ve Balyoz tezgahlarını açıklayan son belgedir. TSK sırf böyle bir sürece engel olmasın diye operasyonlara tabii tutulmuş ve sindirilip pasifize edilmiştir." yorumunu yaptıran siyasi bir davadır. (13 Mart 2013, Sabahattin ÖNKiBAR-Aydınlık)
Bu dava, istanbul Barosu Başkan ve Yönetim Kurulu Üyelerinin mahkeme salonuna girerek "Yapılan yargılamada adil yargılama hakkı ve silahların eşitliğine aykırı müdafi savunma hakkım kısıtlayan ( ... ) uygulamalardan vazgeçilmesini, ( ... ) usul kurallarına tam olarak uyulmasını" heyetten talep ettiği bir davadır. (06 Nisan 2012, Celse No: 100)
Bu dava, E. Orgeneral Aytaç YALMAN'ın "Konuşanların halini görüyorsun, susmak asalettendir." sözleri ile "En acımasız yalanlar çoğu zaman susarak söylenir" özdeyişini unuttuğuna tanık olduğumuz bir davadır. (08 Mart 2013, Cumhuriyet)
Bu dava, "Oslo Mutabakatı"na "Altına benim yetkili arkadaşlanmın imzasını koymadığı hiçbir evrak belge değildir, ( ... )" açıklaması yapılırken, yüzlerce benzer nitelikli imzasız dijital verinin "suç delili" olarak kabul edilmesi ile "hukukta çifte standardın" yaşandığı bir davadır. (23 Eylül 2012, Star Gazetesi)
 Bu dava, verilen gensoru üzerine MSB'nin "Balyoz iddianamesinin temelini oluşturan belgelerin hazırlandığı 2003 yılında, belgeler ve CD'lerde izine rastlanan "Microsoft Office 2007" bilgisayar programı henüz üretilmediği için TSK 'da kullanılmasının mümkün görülmediği" cevabını görmezlikten gelerek, mahkumiyette bahane olarak kullanılan CD'lerin bir çetenin fabrikasyon ürünü olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyen bir davadır. (04 Ocak 2013, Cumhuriyet)
Bu dava, Boğaziçi Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, iTÜ ve ODTÜ'de görevli 11 öğretim üyesi protesörün açıkladığı "Dijital delillerin başka kesin bulgularla desteklenmediği sürece tıpkı sıradan bir kağıda basılı imzasız bir metin gibi içeriği veya üst verisinde adı geçen kişileri bağlamayacağı" bilimsel görüşe artık itibar etmesi gereken bir davadır. (09 Nisan 2013, Cumhuriyet)
Bu dava, M. Ö. 5'inci yüzyılda, tarihçi HEREDOT'un "iftiraya uğrayan bir insan iki kez hançerlenir; önce iftirayı atan tarafından, sonra da o iftiraya inanan tarafından" sözünü teyit eden bir davadır.
Bu dava, ardı arkası kesilmeyen yargı paketleri ile siyasi açılımlar arasına sıkışıp kalan bir davadır.
Bu dava, adil yargılama ihlalleri ile ruhlarımızda derin izler bırakan, hükmünü tarihin vereceği bir davadır.   



21 Nisan 2013 Pazar

OBJEKTİF BİR DEĞERLENDİRME



Bugün size, yıllarca şerefiyle bu ülkeye hizmet  etmiş bir vatanseverin, objektif  olarak değerlendirilmelerini içeren mektubunu sizlerle paylaşıyorum.
“Türk Milleti’ne uzun süredir koro halinde yapılan saldırılar, şimdi ‘akil’ oldukları söylenen insanların da o koroya katılmasıyla, iyice gemi azıya aldı.
Gün geçmiyor ki,  ‘etnik farklılıktan dolayı Kürtlere 90 yıldır yapılan işkenceler, katliamlar, eziyetler, ayırımcılıklar’,  kin ve nefret dolu ifadelerle medyaya yansıtılmasın.
Bu yapılırken, yaşandığı iddia olunan olayların ait oldukları dönemin özel şartlarından, dış tahriklerden veya münferit hadiselerin kendilerine özgü koşullarından hiç söz edilmiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bundan daha büyük bir nankörlük sergilenemez.
Kürt kökenli insanlarımız, ‘Türk’ kökenlilere kıyasen hangi ayrımcılığa uğratılmışlardır?
Üniversitelere girmeleri mi yasaklanmış? İstanbul’a Ankara’ya, İzmir’e, Yozgat’a, Mersin'e yerleşmek istemişler de, buna engel mi olunmuş? Vali, büyükelçi, general olmalarının önüne mani mi çıkarılmış? Avukat, doktor mu olamamışlar? Biriktirdikleri sermaye ellerinden mi alınmış? İstedikleri alanlara ve yerlere yatırım yapmaları mı engellenmiş?
Cumhuriyet, sırf başka etnik kökenden geldikleri için Kürtlere eziyet etti de,  ‘Türk’ olmayan başka kökenlilere neden eziyet etmedi?
‘Türk Milleti’ ifadesinin herhangi bir etnik vurgu içermediğini anlamamakta ısrar ediyorlar.
Yasalarımızda ‘Türk’ sözünün etnik bir tanımı mı var?
Bu ülkede yaşayan insanlar, mesela, belli vücut veya kan ölçümlerine göre ‘Türk’ sayılıyor da, bu özelliklere uymayanlar dışlanıyor mu?
Gerçek şu ki, ‘Türk Milleti’ etnik kökeninden bağımsız, kendilerini ‘Türk’ hisseden ve bu ülkenin nimetlerine de külfetlerine de ortak olan  bireylerden oluşuyor.
Kuşkusuz, Kürt kökenli vatandaşların büyük bölümünün de, tıpkı Balkan veya Kafkas kökenliler ve diğerleri gibi, ‘Türk Milleti’nin bireyi olmakla herhangi bir sorunları yoktur.
Sorun, silahlı terör kullanılarak, ‘Türk Milleti’nden gayrı bir milletin ülkeye dayatılmak istenmesindedir.
Geçen hafta Selahattin Demirtaş, CNN Türk'de katıldığı bir programda, "çözüm süreci" bağlamında Kandil'deki terör elebaşlarının tutumlarını açıklarken, mealen, ancak gayet anlaşılır şekilde, şunları söyledi:
Ülke dışına çıkış, kendi başına, silah bırakılmasına yol açacak bir sonuç değildir. O yolda bir aşamadır. Ülke dışına çıkanlar gittikleri yerde bekleyeceklerdir. Silah bırakma, ancak, haklar ve özgürlükler sağlandıkça, siyaset yapma kanalları açıldıkça (yani, Öcalan serbest bırakılınca) değerlendirilebilecek bir konudur.
Açıktır ki, terör örgütünün dayattığı ‘çözüme’ ulaşılmadan silah bırakılması değerlendirilmeyecektir. Daha sonra da, zaten, silahlı unsurlar "öz savunma gücü" haline dönüştürülecektir.
Silahla dayatılmak istenen çözüme göre, Kürt kökenli vatandaşlar, ülkenin belli bir bölgesinde, güya üniter yapıyı bozmadan, kendisine ait yargı, eğitim, maliye sistemleri ve güvenlik güçleri de bulunacak bir yönetim oluşturacak, bu arada, ülkenin geri kalan kısmının yönetimine ve her şeyine ortak olmaya da devam edeceklerdir.
Bu, adı konmamış, ileri derecede özerk bir yapı olacaktır. Bu yapı, sınırlarımız dışındaki benzer oluşumlarla (önce Irak, Suriye, sonra İran) bir bütünlük sağlayabilecek, böylece, "Büyük Türk-Kürt Devleti" kurulacaktır.
Ertuğrul Özkök 30 Mart günü Hürriyet'deki sütununda, Avusturya-Macaristan, Çekoslovakya ve Belçika örneklerini verdikten sonra, şunu yazmıştır:
"Büyük Türk-Kürt Devleti" büyümenin değil tam aksine bölünme ve küçülmenin ilk stratejik startıdır. Belki de en doğrusu budur"
Benzer görüşler başkaları tarafından da seslendirilmektedir.  
Bu görüşleri savunanlara göre, "çözüm" dayatması başarıya ulaşırsa, Türk Milleti, kendisini başka bir milletin mensubu olarak hissedenlerle aynı devletin çatısı altında bir arada yaşamak istemeyebilecektir. Kendinden olmadığını söyleyenlerle el sıkışarak, onlara dostça ‘yolunuz açık olsun’ diyebilecektir.
Kürt kökenli vatandaşlara en büyük kötülük, açıktır ki, ‘çözüm’ dayatması ile yapılmaktadır.”
Bu görüşlere üç beş liboştan başkasının itirazı olabilir mi?

17 Nisan 2013 Çarşamba

CHP DUR DEMELİ



Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde, siyasilerin görüş açıklamaları artık normal bir hal aldı.
Tayyip Erdoğan’da geçtiğimiz günlerde Kutlu Doğum Haftası Kutlamalarında yaptığı konuşmada “Bizim her meselede yegâne referansımız Kuran-ı Mecid’dir, bizim her mesele de başvuru kaynağımız Hazret-i Nebi ve onun hayatı, onun hadisleridir. Bize kardeşliği, bize dayanışmayı, paylaşmayı emreden, bize hakkı, adaleti, bize hayırla muameleyi öğreten, bizi münkerdennehy eden, bize marufu emreden Kur’an ve hadisin rehberliğinde can alıcı, can yakıcı meselelerimizi hep birlikte suhulete eriştirelim” demiştir.
Bu konuşma incelendiğinde, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi yönetirken karşılaştığı bütün sorunları çözmek için kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’i referans aldığını görmekteyiz.
Tayyip Bey Milletvekili yemini ederken, laik Cumhuriyete bağlı kalacağına ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağına dair ant içmişti.
Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması olduğuna göre, devleti yönetenler, ülke sorunlarını dini referanslara göre çözemezler, çözmemelidirler.
Anayasamızın “Din ve vicdan hürriyeti” ni düzenleyen 24. Maddesinin son fıkrası ise: “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”  demektedir.
Tayyip Erdoğan  yukarıda belirttiğimiz konuşmasında bu maddeyi ihlal etmiştir.
Tayyip Erdoğan  “Bizim her meselede yegâne referansımız Kuran-ı Mecid’dir, bizim her mesele de başvuru kaynağımız Hazret-i Nebi ve onun hayatı, onun hadisleridir”  diyerek, din ve devlet işlerini ayırmadığını tam aksine devlet işlerini  dini esaslara göre çözdüğünü büyük bir rahatlıkla söylemiştir.
Bunu yaparken de kamusal alanın değil özel alanın konusu olan dini ve dince kutsal sayılan değerleri siyasi amacı için kullanmıştır.
Tayyip Erdoğan bu dünya görüşüne sahip bu kökten gelen bir siyasetçi olarak bunu yapacaktır. Bunu hiç yadırgamadım.
Laiklik, inanç ve vicdan özgürlüğünün omurgası, toplumdaki farklı inançların barış içinde birlikte yaşamalarının ön koşulu ve güvencesidir.
Her hangi bir İnsan, ilişkilerinde ve insan ile toplum ve devlet arasındaki ilişkilerde akıl ve bilime dayalı yöntemin gerekliliğini tarihi süreç içinde anlaşılmış ve teokratik yönetim biçiminden uzaklaşılmış olduğunu kabullenememiş olabilir, ama Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı kendi özel yaşamı için söyleyebileceği “ ben sorunların çözümünde Kur’an-ı Kerim’i referans alırım” söylemini, devlet yaşamı için dillendiremez.
Bunu söylediği zaman,inanların kutsalı olan  dini, hukuki ve  siyasi güç haline getirmiş olur.
Bu ülkede sorunların çözümünde Kur-an’ı Kerimi referans almayı düşünecekler çıkabileceği gibi, bunu tam aksini düşüneceklerde vardır.
Bu tür söylemler, toplumdaki farklı inançların bir arada,  barış içinde yaşamalarını engelleyecek söylemlerdir.
Zira laik düzende, çoğunluktaki inanç sahiplerinin azınlıktakilere baskı uygulamasına da izin verilmez.
Atatürk’ün gerçekleştirmek istediği laiklik, din adamlarının ve onların yorumlarına dayanmayan, aklın ve bilimin egemen olduğu, diğer bir deyişle aklın özgürleştirildiği rasyonel bir devlet anlayışıdır.
Cumhuriyetin, bilimselliğin, demokrasinin, iç barışın, insan haklarının ve ulusal bütünlüğün temel taşı olan laiklik birileri tarafından örselenmeye başlandığı zaman, bu tür  yanlışlıkları, olumsuzlukları sorgulayacak,oy hesabı yapmadan buna dur diyecek tek bir irade vardır, o da  devletten evvel var olan, devleti kuran  CHP dir.
Ama devletin temel değerlerinden biri olan laiklik örselendiği, kutsal din değerleri siyasete alet edildiği zaman dahi CHP yi yönetenler buna tek kelimeyle karşı durmamışlardır.


  
  










  

14 Nisan 2013 Pazar

BARIŞI İSTEMİYOR MUSUN?



Son günlerin en moda söylemi, “Barış Süreci” denen, başı sonu belli olmayan, batılıların dikte ettiği gelişmeye eğer karşı çıkarsanız, “Sen Barış İstemiyor musun?”  cümlesidir.
Hemen arkasından da “analar ağlamasın”, “şehit cenazeleri” gelmesin sözcükleri ile karşılaşıyorsunuz.
Doğru,  analar ağlamasın, şehit cenazeleri gelmesin, olay bu kadar basit olsa barışı yakalamak da çok kolay olurdu.
Elbette analar ağlamasın, ama analar ağlamasın derken doksan yıllık  Türkiye Cumhuriyeti’nin de anası ağlamasın.
Kan, barut ve  göz yaşı bitsin diye imzalanan, daha dürüst bir söylemle   mağluplara “Diz çöktürülerek imzalatılan” Birinci Dünya Savaşını bitiren anlaşmalar, çok daha kanlı, insanlık açısından çok daha büyük bir savaşa İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olmuştur.
Birinci Dünya Savaşını bitiren anlaşmalardan biri olan “Sevri Yırtan” eşitler arasında bir uzlaşma olan Lozan anlaşması ve devleti yönetenlerin tutarlı politikaları sayesindedir ki Türkiye İkinci Dünya savaşı felaketini yaşamamıştır.
Bugün gelinen nokta, yani sözde “Barış Süreç”indeki gelinen nokta, PKK terör örgütünün siyasallaşması ve bütün taleplerinin Türkiye’ye dikte ettirilmesidir,
PKK ve  destekçilerinin ilk hedefi, terör örgütünü ve onun elebaşısısını Kürt Halkının meşru temsilcisi  olarak Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışmaktı, bunda da başarılı oldular.
PKK,  Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı verdiği silahlı mücadeleyi kazanamayacağını baştan beri biliyordu,Ama onlar için “Kazanmak” devletin PKK’yı tanıması idi, bunda da başarılı oldular.
İşte terör örgütlerinin meşrulaştırılmaması için “Terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir” denmesinin sebebi budur.
AKP İktidarı gibi, bütün siyasi kararlarını batılıların yönlendirdiği  şekilde alan iktidarlar,  terör örgütüyle görüşme sürecini başlatıp onu meşrulaştırırlar.
“Analar Ağlamasın”, “Şehit Cenazeleri” gelmesin sözleri ile başlatılan sözde “Barış Süreci” sonuç olarak emperyalistler  ne istiyorsa odur.
Bakın dış güçler,  30 Kasım 2012 tarihli “Kürt Raporunda” Türkiye’de nelerin olması gerektiğini dikte ediyorlar.
a)Anadilde savunma konusunda yasa hemen çıkarılmalı.
Çıktı mı yasa?
Çıktı.
b)Anadilde eğitime geçiş için bir takvim belirlenmeli.
Belirlendi mi?
Belirlendi. Kürtçe seçmeli ders haline getirildi.
c)Yerel yönetimlerin Kürtçe yer isimlerini verme yönündeki kararlarına izin verilmeli.
Verildi mi?
Verildi.
Sokak ve köy isimleri Kürtçe de yazıldı,  Hatta siyasi partilerin bir kısmının genel başkanları sempatik görünmek için Diyarbakır dan “Amed” diye söz etmeye başladılar.
d)Kamu hizmetlerinde Kürtçenin kullanılmasının önü açılmalı.
Bu büyük oranda başladı. Hatta bir İlçede Kürtçe bilmeyen evlenmek isteyen çifte, “Türkçe bilen memurumuz yok, tercüman getirirseniz, nikah işlemini gerçekleştiririz” bile dendi.
e) Hükümetten, Diyarbakır’da ve diğer bölgelerde yerel hükümetler ve ademi merkeziyetçilik konularını tartışılmasını istedi.
Tüm şehir yasası bunun tipik bir örneğidir.
Kala kala geriye bir tek Abdullah Öcalan’a af konusu kaldı.
Başbakan böyle bir şey yok dedi, demek ki  Öcalan’a da af yakında!
Şimdi gelinen ve  “Barış Süreci” olarak önümüze konulanlar, PKK terör örgünün hedefine varması mı, değil mi?
PKK ve çete başı meşrulaştırılmış ve istediklerini elde etmişlerdir.
Demek ki, Türkiye’de yaşananlar, batılıların istekleriyle harfiyen uyuşmaktadır.
Burada, aynen Balkan Savaşlarında olduğu gibi, emperyalistlerin yönlendirmesiyle, etnik kimlik savaşı verilerek, etnik ayrımcılık yapılmaktadır.
İleri de Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesine neden olacak etnik kimlik, siyasi yapının temeli haline dönüştürülmek istenmektedir.
Bölünmeye götüren sözde “Barış” Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan İkinci Dünya Savaşına neden olan diz çöktürme anlaşmaları gibi daha kanlı iç hesaplaşmalara neden olacaktır.
Bir terör örgütünün, etnik ayrımcılığa dayanan, ülkeyi bölünmeye götüren dayatmaları “Barış” ise, böyle bir barışı istemiyorum.



  




10 Nisan 2013 Çarşamba

ŞİMDİ HAYIR DEMEK GEREKİR.


ŞİMDİ HAYIR DEMEK GEREKİR.
Totaliter rejime giden her ülkede sıra hiç değişmez. Sıra hep aynıdır. İlk iş aynen bizim ülkemizde olduğu gibi çeşitli yöntemlerle önce basın susturulur. Basın susturulunca, yani halkın doğru haber alma hakkı önlenince, toplumu istenildiği şekilde biçimlendirmek kolaylaşır.
Basın bir kere baskı ve çeşitli yöntemlerle susturulduğu zaman totaliter anlayışa sahip iktidar sahipleri kolaylıkla istediklerini yapmaya başlarlar.
Basının susturulması veya şekillendirilmesi tamamlanınca önce, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını söylerler ve kalemşorları aracılığı ile de bunu yaymağa, halkın zihnine kazımaya çalışırlar.
Bunda da başarılı olurlar.
Türkiye’de aynı şey olmadı mı?
Yargının önce bağımsız ve tarafsız olmadığı söylendi ve yazdırıldı; arkasından da yargıyı biçimlendirme çalışmaları başladı.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek kurulunun siyasi iktidarın güdümünde olmayan yapısından şikayet edilmeye başlandı.
Bir anda karşımıza siyasi iktidarın güdümünde hareket eden bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu çıkarıldı. Yani yargı siyasallaştırıldı.
Zira bu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun AKP İktidarının istediği şekilde oluşturulması üzerine Yargıtay ve Danıştay’a seçilen yeni üyeler “blok” oy kullanarak Bülent Arınç’ı mutlu edecek seçimleri yaptılar.
Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığının en son örneği de, Silivri davasını takip eden CHP Milletvekilleri hakkında, Tayyip Erdoğan’ın “Yargı gereğini yapar” demesinden on dakika sonra Silivri Başsavcılığı’nın soruşturma açmasıdır.
Aslında şu günlerde AKP İktidarına hayır demek mümkündür. Daha tek adam rejimi “Başkanlık Sistemi”ne geçilmediği için hakimler ve savcılar hukuka ve vicdanlarına göre karar verebilirler.
Ancak, hükümetin istediği doğrultuda davalar açılıp, kararlar verilip ve birde Yargıtay tarafından bu kararlar onaylanırsa, artık toplum üstündeki baskı da  iyice artacaktır.
Şu anda kim istediği ve niçin yargılandıkları bilinen siyasetçilere, aydınlara, vatansever askerlere sözle, yazıyla, resimle sahip çıkılırsa basının ve muhaliflerin daha da fazla baskı altına alınması engellenmiş olur.
Başbakan’ın açıklamasından artık sıranın iktidar karşıtı siyasilere gelmeye başladığı anlaşılmaktadır.
Şimdi vicdanlı, namuslu kararlarını hukuka ve vicdanına göre verebilecek savcı ve hakimlere ihtiyaç vardır.
Hitler, diktatörlüğünü ilan etmeye çalıştığı günlerde, bütün muhaliflerini sustururken, basın bu haksız tutuklamalara kim olduğuna, hangi siyasi görüşten olduğuna bakmadan tepki verip, bunu kamuoyuna duyurabilseydi; ilk tutuklanan Nazi karşıtı siyasi lider,  hukuka saygılı, vicdan sahibi bir yargıç tarafından hemen serbest bıraksaydı, dünya o acıları yaşar mıydı?
Bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın tek adamlık ihtirasına şimdiden dur demek gerekir.
12 Eylül 2010 Anayasa referandumu sürecinde, her devirde hakim rüzgarlara  göre yer tutan, tavır alan süfli enteller, “yetmez ama evet çiler”, sayıları azda olsa iyi niyetli demokratlar yüzünden Tayyip Erdoğan  bugün, haksız ve hukuksuzluğa tepki gösteren CHP Milletvekilleri hakkında “Yargı gereğini yapacaktır” diyebilmekte, bu açıklamayı, emir kabul eden Savcı da hemen soruşturma başlatabilmektedir.
Bütün bu gelişmeler totaliterleşme arzusunun dışa vurumudur.
Bu totaliterleşme arzularını daha beşikte iken boğmak gerekir. Bu ülkenin aydınları, gazetecileri hangi nedenle olursa olsun demokrasiye ve bu ülkenin kuruluş değerlerine ihanet etmezlerse, Tayyip Erdoğan’ın hayal ettiği “tek adam olma hevesi” kursağında kalır.
Artık hata yapma şansımız kalmadı.
Talleyrand ne diyor “Bir cinayet affedilir, bir hata asla”
Haydi ülkenize olan borcunuz nedeniyle, bu totaliterleşme sürecine, şimdi hayır deme erdemini gösterin.      

8 Nisan 2013 Pazartesi

HURŞİT TOLON


              
Kendisini Ege Ordu komutanı olduğu dönemde yüz yüze gelmeden ilk defa telefonda tanımış idim.
Müşterek dostumuz Emin Çölaşan’dan bir avukat sorması ve Emin ağabeyinin de benim adımı vermesi üzerine beni aradı, öyle tanıştık.
İlk defa yüz yüze gelmemiz ve dostluğumuzu ilerletip koyu sohbetler yapmamız, Birinci Ordu Komutanlığından emekli olmasından sonradır.
Burada onun askeri yeteneklerini tartışmam haddim olmadığından, onun demokrat kişiliğini anlatmak istiyorum.
Tam bir demokrasi aşığı aydın ve daha da önemlisi Türkiye’de demokrasinin kadınların siyasete ve ülke sorunlarına sahip çıkması halinde yerleşeceğini ve güçleneceğini savunurdu.
Ben onun ağzından bir kere askeri müdahaleleri öven bir cümle duymadım. Hep demokratik yollardan ve kadın hareketinin öncülüğünde gerçek demokrasinin yerleşeceğini söylerdi.
İlk göz altına alındığı gün sabah saatlerinde avukat olarak beni aramış ve haklarını sormuştu.
O günden bugüne bir süre hariç Silivri’de diğer aydınlarla beraber zindanda yaşıyor.
Aldığı askeri eğitimin ona bir kimlik olarak yapıştırdığı “sen her zor şartta başarırsın” kişiliği bu zor günleri de, onurlu bir asker olarak  atlatmasına yardımcı olacaktır.
Neydi suçu?
Sucu önce vatansever, sonra çok iyi eğitilmiş bir asker ve gerçek bir Atatürk  askeri olmasıydı
Güneydoğu Anadolu dağlarında PKK’ya karşı vuruşmuştu.
Demokrasiye aşıktı.
Daha da önemlisi, Türk Askerinin başına çuval geçirildiği gün, bu çirkin ve kabul edilemez olay karşısında, bir diplomat kurmay subaya, onurlu bir komutana  yakışan tavrı sergilemesiydi.
Türk Askerinin kafasına Kuzey Irak’ta çuval geçirildiği gün, bir Askeri toplantıya katılmak üzere Amerika Birleşik Devletlerindedir.
Çuval geçirilme olayından Büyükelçimizin evinde yemekte haberdar olur. Hemen Ankara’ya dönmek ister, ama bizim Büyük Elçimiz “Aman Paşam Türk Amerikan ilişkileri bozulur der. Tolon Paşa, o toplantıya kafasına çuval geçirilmiş bir ordunun subayı olarak katılamayacağını beyan eder ve toplantıya katılmadan Türkiye’ye döner.
Bu olay, elbette üzeri çizilen diğer namuslu subaylar gibi onun da üzerinin çizilmesine neden olur.
Bu az suç mudur?
Amerika Birleşik Devletlerine biat etmemiştir.
Ülkesini yönetenlerin yaptığı gibi, onurlu bir vatandaş ve bir komutan olarak, bu olayı görmezlikten gelememiştir.
Böyle onurlu bir insanın , Zirve yayın evi davası diye bilinen,  Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden davanın sanığı ve gizli tanığı İlker Çınar’ın verdiği ifadeler nedeniyle, Adli Tıp Kurumu’nun zehirlenme yok” dediği eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la ilgili soruşturmada bile “şüpheli” sıfatı ile ifadesine baş vuruldu.
Türk Ordusu’nun onurlu generalleri kimlere boğdurulmak isteniyor, biliyor musunuz?
Gizli Tanık İlker Çınar, hakkında hazırlanan Vaka Kanaat Raporuna göre “ dolandırıcı,sahtekar,menfaatçi, TSK’ya yakışmayan bir kişiliğe sahip……” bir insan.
Amerika Birleşik Devletleri, Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarsızlaştırılmasından, Büyük Kürdistan hedefi doğrultusunda fayda görebilir.
Zindanlara tıkarak öldürülmeye çalışan aslanların elini kolunu bağlayıp, “sahtekâr ve menfaatçi” olduğu raporlara geçmiş sergerdelere boğdurulmasına, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinin tepki vermesi gerekir.
Yazıktır bu orduya ve bu ordunun mensuplarına.
Silahlı Kuvvetlerin itibarsızlaştırılmasından, Amerika Birleşik Devletleri, PKK ve yandaşları, entel liboşlar, Tayyip Erdoğan ve siyasi yandaşları memnun olabilirler, zira onlar Cumhuriyet rejiminden rövanş alıyorlar.
Onlar Atatürk’ün kurduğu tüm kurumları çökertmek, yok etmek istiyorlar bunu anlayabiliyorum.
Ama bu itibarsızlaştırma politikalarına,Genel Kurmayında sessiz kalmasını içime sindiremesem bile  anlayabiliyorum, ama  Türk Silahlı Kuvvetlerini bağrından çıkartmış Türk halkının tepkisiz kalmasını anlayamıyorum.
   





3 Nisan 2013 Çarşamba

DAMAT FERİT’İN HEYET-İ NASİHASI


             
AKP iktidarı gerek iç ve gerekse dış politika da öngörü sahibi olmamasına rağmen ele geçirdiği basın sayesinde muhteşem bir algılatma gücüyle olayları topluma istediği şekilde benimsetmeye çalışmaktadır.
Nitekim, PKK sorununu çözmek için akil adamlardan yardım isteneceği/başvurulacağı söylenmeye başlandığı zaman, herkeste, toplumun her kesiminin saygı duyduğu, olayları objektif olarak değerlendirebilecek ve bundan sonra siyasal iktidara, nelerin yapılması gerektiği konusunda görüş sunacak bir grup insan olacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Ben, topluma karşı hiçbir sorumluluğu olmayan  kişi veya  kişilere böyle özel bir güç atfedilip, özel görev verilmesine hep karşı olmuşumdur.
AKP hükümetinin son açıklamalarına bakılınca bu “akil adam” diye nitelenen kişileR “Kürt açılımı veya PKK sorunu” diye  nitelenen bölünme projesi  hakkında çalışmalar yapıp, nasıl olması, ne yapılması  gerektiği konusunda görüş oluşturmayacakmış.
Peki ne yapacaklarmış?
Hükümet yetkililerin yaptıkları açıklamalara göre, yedi gruba ayrılmış bu kişiler, yedi ayrı bölgede “AKP hükümetinin sürdürdüğü açılım politikalarını” halka anlatacaklarmış.
Bu neyi göstermektedir biliyor musunuz?
Yönlendirilmiş basına rağmen büyük halk kitlelerinin AKP’nin açılım politikasına destek vermediğini açıkça ortaya çıkmasından dolayı, AKP’li milletvekillerinin ve parti yöneticilerinin alanlara çıkıp, ülkeyi bölünmeye götüren bu oluşumu halka anlatacak yüzleri kalmadığından AKP İktidarı şimdi de  “PROPAGANDİST” kullanma yoluna gitmiştir.
“Akil Adamlar” diye topluma takdim edilenler, Kurtuluş Savaşı öncesinde  Damat Ferid Paşa’nın oluşturduğu “Heyet-i Nasiha” lara tıpa tıp benzemektedirler.
Anadolu’nun paylaşılmasına, işgaline karşı Anadolu’da ki direnişten halkı vaz geçirmek için heyetler gönderilmiş ama başarılı olunamamıştır.
İşgalcilere yaranmak için oluşturulan bu heyetler  umduğunu bulamadığı gibi, İzmir’in Yunanlılar tarafından  işgaline de engel olamamışlardır.
Bugün kurulan ve halka AKP iktidarının yanlış ve ülkeyi bölünmeye götürecek  politikalarını anlatıp iknaya çalışacak heyetlerde aynen damat Ferit’in “Heyet-i Nasiha”ları  gibi başarısız olacaktır.
Birkaç kişi hariç körü körüne AKP ve bölücü PKK yandaşlarından oluşan bu heyetler bölünme anayasası ve açılım politikasını halka anlatamazlar ve halkın desteğini alamazlar.
AKP bu yöntemlerle ABD ve AB’ yi kızdırmadan, bunların istediği  Büyük Kürdistan’ı kurdurmayı, halk desteğini alarak  sağlamak çabasındadır.
Damat Ferit’te Monduros Mütarekesinden sonra işgal kuvvetlerin kızdırmadan bir anlaşma yapmaya çalışıyordu.Ama bu Heyet-i Nasihalar fazla etkin olamadı, Sivas ve Erzurum Kongrelerinden bir müddet sonra da yok olup gittiler.
Akil Adamlar komisyonları da aynı sona uğrayacaklardır.
“Akil Adamlar” listesine baktığınız zaman büyük çoğunluğunun bölücü Kürtler ve yandaşları olduğunu görmekteyiz.
Damat Ferid’de aynı yanlışı yapmıştı. O da heyete azınlıkları almıştı; ama bunlar azınlıkların, Osmanlı egemenliğinden ayrılma arzularına engel olamadılar. Bölücü Kürtlerin ve bölünmeden yana olan liboş entellerin varlığı bu ülkenin bölünmesine engel olmayacağı gibi tam aksine bölünmeyi hızlandıracaktır.
Geçmişi taklit ederek bir yere varılamaz, geçmişten sadece ders alınır. Eğer geçmişteki bu Heyet-i Nasihalar başarılı olmuş olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu dağılmazdı.
Bu akil adamların yapacağı AKP ve bölünme süreci propagandası  bu ülkede tarafları daha da keskinleştirir.
Bu keskinleşme, PKK yandaşları tarafından arzu ediyor olabilir; Zira,AKP’nin yanlış uygulamaları, bebek katili ve onun terör örgütünü fiilen uluslararası hukukun bir süjesi haline getirdiğinden, en ufak bir çatışmada Birleşmiş Milletlerin veya bir başka uluslararası kuruluşun müdahalesini isteyebilirler.
Bu Akil Adamlar Komisyonu’nda görev almış birkaç iyi niyetli, dürüst insana da yol yakınken bu komisyondan çekilmelerini salık veririm.