28 Haziran 2015 Pazar

MELEKLERİN CİNSİYETİNİ TARTIŞIR GİBİ


Son zamanlarda dikkat ediyorsanız, liboşlar, 2. Cumhuriyetçiler, CHP’deki dönüşüme, ,başkalaşmaya methiyeler düzüyorlar.
Bunlar, CHP Yönetiminin, Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkmamasından, ülkenin bölünmez bütünlüğüne hassasiyet göstermemesinden  çok mutlu ve memnunlar.
Bunlar devamlı olarak, CHP yönetiminin üretimi, dolayısıyla istihdamı  arttırmaya, yani toplumsal kalkınmaya  yönelik olmayan, seçmenden de karşılık görmeyen, “Emekliye iki maaş ikramiye”, “asgari emekli maaşının 1.500.-TL “, “çiftçiye ucuz mazot” gibi söylemlere devam etmesini telkin ederken, ulusalcı söylemlerden uzak durması gerektiğini de özellikle vurguluyorlar.
CHP yönetimi de bunların bu söylemlerinde iyi niyetli olduklarını düşünerek, bundan mutlu oluyor.
 Gerek bunlar gerek Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminde bulunan Amerika muhipleri için asıl olan Amerika’nın menfaatlerinin savunulması ve korunmasıdır.
Yoksa  CHP Yöneticisi olan Amerikan muhiplerinden biri çıkıp da, parti suçu işlemeyi göze alarak, “Ben ve yakın çevrem HDP’ye oy verdik” diyebilir mi?
Ama söyleyebiliyor ve Grup Toplantısında  bulunan milletvekillerinden sadece biri tepki verirken, diğerlerinden   bu açık parti suçuna  ses çıkmıyorsa, durum çok vahimdir.
Türkiye’nin güneyinde hem Kuzey Irak’da ve hem de Kuzey Suriye’de bağımsız bir Kürt devleti oluşturuluyor.
Özellikle de Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasından sonra bu “Özerk Kürt Bölgesi” oluşturulmasına CHP tarafından hiçbir tepki verilmiyor.
Tam aksine sanki teşvik ediliyor.
Hatırlanacağı üzere Kılıçdaroğlu Ayn El Arab’a (Kobaniye) asker gönderelim bile dedi.
Güney hududumuza bitişik öyle bir “Özerk Kürt Bölgesi” kurulursa bunun burada durmayacağı, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusundan da toprak taleplerinin olacağı tarihi bir gerçektir.
Bu büyük operasyonun nedeni ne Kürt Halkına batının duyduğu hayranlık, ne de tek başına İsrail’in güvence altına alınmasıdır.
1973  petrol bunalımından sonra Ortadoğu petrollerine bağımlı olan batılı ülkeler, ekonomik refahlarının ne denli sallantıda olduğunu görmüşlerdir.
Bu tarihten sonra, Ortadoğu petrolü ve doğal gazının güvenli bir biçimde  Akdeniz’e  akmasını sağlamanın yollarını aramaya başladılar.
İşte ABD bu nedenlerle bu bölgede Musul ve Kerkük petrollerinin Akdeniz’e kendi kurduracağı kukla bir devlet üstünden akıtılmasının en emin yol olacağını kabul ederek “Büyük Kürdistan Projesi’nin” 70 li yıllarda düşünsel olarak hazırlığını yapmaya başlamış, projeyi hayata geçirmek içinde  1991 de ki “Çöl Fırtınası” hareketiyle düğmeye basmıştır.
Önce Kuzey Irak’da ve şimdi de Kuzey Suriye’de kurulacak bir Özerk Kürt Bölgesi Büyük Kürdistan projesinin ilk iki ayağıdır. Bundan sonra ki hedef üçüncü ve en önemli ayak olan Türkiye’den koparılacak parçadır.
Böylelikle Ortadoğu petrolü ve doğal gazının  güvenli bir biçimde doğu Akdeniz’e  akması sağlanmış olacaktır.
ABD’nin önce saldırarak Irak’da kurduğu ve sonradan da taşeronlar vasıtasıyla Suriye’de kurduracağı kukla devletleri resmileştirmesi, ülkemizin toprak bütünlüğü açısından son derece önemli olmasına rağmen,  CHP ülke açısından son derece tehlikeli böyle bir sürecin başladığını, sırf ABD’yi gücendirmemek ve Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerden oy almak kaygısıyla ülke gündemine taşımamaktadır.
Buna rağmen bölgede oylarda artış olmamış, tam aksine gerileme olmuştur.
Türkiye’nin toprak bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren bu konuyu çok az sayıda aydın dile getirirken, asıl bu konuya sahip çıkması gereken siyaset kurumunun bu konuda sessiz kalması akıllara durgunluk veriyor.
Siyasi partilerin tartıştıkları konulara bakarsanız, zannedersiniz ki, Türkiye’nin hiç böyle bir sorunu yok, bir bölünme tehlikesiyle karşı karşıya değiliz.
Siyasi Partilerin tutum ve davranışları, İstanbul’un fethinden evvel “meleklerin cinsiyetini” tartışan Bizanslı rahipleri andırıyor.
 NOT: Murat Özçelik’in söylemini kimse inkar etmesin, o parti meclisinde bunu inkar etmeyecek namuslu insanlar da var.



24 Haziran 2015 Çarşamba

AKŞAM YEMEĞİNDEN SONRA GÜNAYDIN


İŞİD’in, Amerikan Hava Kuvvetlerini desteği ile PKK/PYD tarafından  sınırımızdaki Tel Abyad’dan çıkartılmasından sonra durumun vahametini yeni yeni algılamaya başlayan iktidar ve havuz medyasında bir telaş başladı.
PKK/PYD’nin Kuzey  Suriye Hududumuza yerleşmesi üzerine önce Cumhurbaşkanı “….bölgeden 15 bin Arap ve Türkmen Türkiye tarafına geçti, boşalan yerlere PYD ve PKK yerleştiriliyor. Bu pek hayra alamet değil. Zira bu, sınırlarımızı tehdit edebilecek bir yapı oluşmasına yol açılması demektir. Bu konudaki hassasiyetlerimizi herkes görmeli.” dedi.
Havuz medyası da, CİA planının tıkır tıkır işlediğini, Suriye’nin Kuzeyinde Kürdistan’ın kurulmakta olduğunu ve bu oluşum ile hedeflen Kürt Devletinin  Akdeniz’e açılmasının sağlanacağı yolundaki haberleri, manşetlerine taşıdılar.
Gerek Cumhurbaşkanı’nın gerekse yandaş medyanın saptamaları ve değerlendirmeleri geçte olsa doğrudur. Suriye’nin Kuzeyinde de, 24 yıl önce Irak’ın Kuzeyinde yapıldığı gibi, ABD destekli bir “Kürdistan bölgesi” oluşturulmaktadır.
Olayların bu noktaya gelmesi, yani Irak’tan sonra Suriye’de de bir bağımsız “Kürdistan bölgesi”  kurulması, iktidarın dinci/mezhepçi ideolojinin esiri olarak yürütülen dış politikanın sonucu olduğu birileri tarafından daha yeni anlaşılıyor.
Amerika bölgede bir “Kürt bölgesi” oluşturmak için Irak’ta Saddam’ı, Suriye’de de İŞİD’i bahane etmiştir.
Aslında her ikisi de, ABD’nin planı ve Türkiye’de de iktidarı elinde bulunduranların aymazlığı nedeniyle bölge için tehdit haline getirilmişlerdir.
ABD 1991 de  Kuveyt’i kurtaran “Çöl fırtınası” harekâtında Saddam’ı özellikle devirmeyerek bölgede tehdit olarak kalmasını sağlamıştı. Sonrasında bu “Saddam tehdidini” kullanarak ve maalesef  Türkiye’nin de desteğiyle Saddam’dan korunan Kuzey Irak’taki otonom Kürt yönetiminin kök salması sağlandı.
ABD, Suriye’deki operasyonuna da Türkiye’yi daha doğrusu AKP’yi “Esad’ı devirmek” aldatmacasıyla dahil etmişti. Esad’ı sözüm ona devirmek üzere ABD’nin/Batı’nın desteği ile  Müslüman kardeşler ağırlıklı Özgür Suriye Ordusu oluşturulmuş, hiçbir zaman etkin olmayan bu Orduya, azılı cihatcıların Türkiye üzerinden geçerek katılmalarına göz yumulmuş ve  İŞİD böylece tehlike haline getirilmiştir.
Erdoğan/Davutoğlu ikilisi, Esad’ı devirip yerine Müslüman Kardeşleri iktidara getirmek, böylece bölgenin ağabeyi olmak ham hayali ile bu tuzağa hemen düşmüşlerdir. Mezhepçiliğin kör ettiği gözleri, Rusya ve İran’ın Esad’ın devrilmesine izin vermeyeceklerini görememişlerdir.
ABD, AKP hükümetinin bütün ısrarına rağmen, Esad’ın devrilmesi hedefinden artık söz etmez olmuştur. İŞİD’i defetmek bahanesi ile hava desteği sağladığı PKK/PYD güçlerine alan kazandırmakla, böylece Kuzey Suriye’de de, aynen Kuzey Irakta olduğu gibi “Özerk Kürt Bölgesi” oluşturmakla meşguldür.
Cumhurbaşkanı’nın şimdi şikayetçi olduğu gelişmeler bizzat ABD’nin planının ve Türkiye’nin de aymazlığının eseridir.
Hükümet yanlısı basının doğru saptadığı  gibi, CİA planı tıkır tıkır çalışmaktadır.
Ancak, işler olup bittikten sonra saptama yapıp şikayetçi olmanın hiçbir değeri yoktur. Marifet, Kuzey Irak’tan da ders çıkararak gelişmeleri önceden görmek ve ABD’nin kurduğu tuzağa düşmemekti. Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atacak girişimlere karşı durmaktı. ABD’nin bölgedeki çıkarlarının maşası olmamaktı.
Türk kamuoyu, Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin bu ülkenin başına açtığı  çok yönlü ve kalıcı iç ve dış belaların yeterince ayırdın da değildir. Bunda, vahim hatalarla dolu Suriye politikasını, ABD yönetimiyle ters düşmemek nedeniyle, ülke gündeminin öncelikli konulardan birisi yapmayan, CHP’nin kabahati de çok büyüktür.
Gelişmeleri görünce, o büyük Adamın iç ve dış barışın ayrılmazlığını vurgulamak için dört kelimeye sığdırarak söylediği “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizelerin değeri şimdi çok daha iyi anlaşılmaktadır.
AKP iktidarı kendi yürüttüğü dinci mezhepçi ideolojinin esiri olarak bu ülkenin başına örülen çorapları yeni fark ettiği için “akşam yemeğinden sonra günaydın” sözü cuk oturuyor.  

   


21 Haziran 2015 Pazar

HUKUK DEVLETİ


Ankara’da TBMM’de grubu bulunan siyasi partileri ziyaret eden TUSİAD Yönetim Kurulu üyeleri, muhataplarına kendi öncelik listelerini sunmuşlar.
TÜSAİD’ın öncelikler listesinde “Hukukun Üstünlüğü, Bağımsız ve Tarafsız Yargı” talebinin ilk sırada yer aldığı açıklandı.
İlk nazarda sevindirirci gibi görünen bu durum aslında acınacak halimizi ortaya koyuyor.
Beş yılda, tek adam despotizminde yargının ne hale geldiğinin açıkça ilanıdır bu talep.
12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinden sonra yargı, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar yansızlığını ve tarafsızlığını yitirdi.
Bu anayasa değişikliğine gidilirken, özellikle de yargı konusunda yapılmak istenen değişikliklerin büyük sorunlar yaratacağı, yargıyı iktidarın oyuncağı haline getireceğini söyleyenler, tutucu olmakla suçlanıyordu.
“Yetmez ama evet” diyenler, aydın, çağdaş olarak niteleniyorlardı. Bu değişiklikleri ileri demokrasinin gereği olarak niteleyenler,   kendilerine dokunuluncaya kadar, insanların düzmece delillerle özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarını, cezaevlerine konulmalarını “onlarda darbeci imiş” diyerek ellerini ovuşturarak seyrediyorlardı.
Ne zaman ki, bu hukuksuzluklar kendilerine dokunmaya başladı şimdi şimdi ağlamaya, yakınmaya başladılar.
Tek parti, tek adam yönetiminden çekinen işçisi, işvereni  büyük çoğunluk,kendilerine dokunmayan, başkalarına yapılan haksızlıklara hiç seslerini çıkartmadılar.
Çünkü o zaman özgürlükler pahallıydı. Bir aydının, burjuva namusuna sahip bir insanın yapması gerektiği şekilde haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısında dik durulduğu zaman, vergi denetim silahı veya sahte darbe planlarına ortak edilmek korkusuyla sindirildiler, sindiler.
 Korkudan her gün ölüp ölüp dirildiler. Korkakların her gün, cesurların bir kere öleceğini düşünemediler.
Ama sandıktan tek adama ve tek parti despotizmine “hayır” çıkınca şimdi herkes, hukukun üstünlüğünden yana  demokrat kesildi.
O kadar demokrat kesildiler ki; ellerindeki öncelikler listesinin en başına da “Hukukun Üstünlüğünün, bağımsız ve tarafsız yargının” hayata geçirilmesini koydular.
Bu taleplerini bırakın muhalefet partilerine sunmayı, hukukun üstünlüğünü ayaklar altına alan, bağımsız ve tarafsız yargıyı yok eden, gırtlağına kadar yolsuzluklara batmış AKP’ye bile sundular.
Ama geç kaldılar, aydın duyarlılığını, burjuva dürüstlüğünü zamanın da gösteremediler.
Toplumlar da büyük değişimler, aydınların çabasıyla olur.
TUSİAD’ın üyelerinin yöneticilerinin aydın olmadıklarını söylemek mümkün müdür?
Bu kadar iyi eğitim almış, ekonomik gücü olan insanların haksızlıklar karşısında, ekonomik olarak  zayıf insanlardan daha fazla seslerini çıkartmaları gerekmiyor muydu?
Ama maalesef seslerini şimdi, özgürlükler ucuzlayınca çıkartmaya başladılar.
Burjuvası, aydını böyle de, siyasetçisi farklı mı?
Sadece hukukun üstünlüğünün, bağımsız ve tarafsız yargının hayata geçirilmesi Türkiye’nin sorunlarını çözmez.
Geçmişte yapılmış, haksızlıkların, hukuksuzlukların, yolsuzlukların hesabı, o dönemin siyasetçisinden bürokratından  sorulmadan, yani daha kısa bir anlatımla “Devri sabık” yaratmadan hiçbir sorun çözülmez.
Devri sabık yaratmadığınız sürece “çalanın yanında kar kalıyor”, “çalıyor ama çalışıyor” inancını toplumdan silemezsiniz.
Silemediğiniz sürece de, halk sizinde geldiğiniz de çalacağınızı düşünür ve bunda da haksız sayılmaz. Yani çalmayı olağanlaştırısınız.
İhaleye fesat karıştırmaktan tutunda, evrakta sahteciliğe kadar bir çok suçta iktidarı ve muhalefeti el ele yandaşları kurtaracağız diye ceza indirimine giderseniz, elbette devri sabık yaratamazsınız.
 Bunu yapmadığınız sürece de, dünya yolsuzluk sıralamasında acınacak haldeyiz diye yakınma hakkına sahip olamazsınız.
Anayasaya uymak zorunda olan bir Cumhurbaşkanı, açıkça ve bağıra bağıra  Anayasa’yı  çiğnemesine rağmen, toplumu harekete geçirebilecek bir siyasi örgütlenme, bir sivil toplum hareketi yoksa, Anayasanızda ne yazarsa yazsın, bu ikinci sınıf demokrasiye layıksınız demektir.




17 Haziran 2015 Çarşamba

BİR DEVİR KAPANDI


9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Çarşamba günü sabaha karşı 02.30 sularında vefat etti.
Allah rahmet eylesin.
Türk siyasi yaşamının kırk yılında hep vardı. Siyasi yaşamını ilk günleri çok eleştirilecek söz ve eylemlerle doludur.
Ölmeden evvel sorma şansımız olsa, Deniz Gezmişlerin idamına evet demekten büyük pişmanlık duyduğunu söyleyeceğinden eminim.
Takip ettiği ekonomi politikaları, sosyal politikaları eleştirebilirdi, özellikle de çok eleştirilen  24 Ocak kararlarının altında imzası vardı, ama bütün buna rağmen  daima millici oldu.
Nitekim, ölümünün yaklaştığı anlarda bile ülke meseleleri ile ilgili olduğunu ve “Türkiye Yugoslavya’ya dönmemelidir, Türkiye kendi birliğini zedeleyecek hiçbir şeye razı olmamalıdır” diyerek göstermiştir.
Hani şimdi “açılımdan yana” olarak bölünmenin önünü açmaya çalışan, bunu demokratlık zanneden bir kısım zavallı siyasetçiler için bu sözlerini buraya aldım.
12 Eylül darbesini yaşadıktan sonra hakikaten demokrat olmuştu.
12 Eylül döneminde yanlış hatırlamıyorsam “Aydınlar Dilekçesiyle” ilgili olarak kendisini ziyaret eden Aziz Nesin görüşmeden sonra “Bir darbe daha olursa bu Süleyman bey komünist olur” esprisini yapmıştı. 
Başbakanlığı ne kadar eleştiriyi hak ediyorsa Cumhurbaşkanlığı o kadar övgüye layıktı.
Ettiği yemine sadık kalarak gerçek bir  tarafsızlık sergilemişti. Ben özelim, alışık olmadığınız bir Cumhurbaşkanıyım gibi komik laflar etmemişti.
Benim kuşağım Demirel’i en acımasız şekilde eleştirmiştir.
Basın onunla ilgili en sert eleştirileri yapmış ama O bütün bunlara büyük hoşgörü göstermiştir.
Kendisiyle ilgili esprilere bile gülmüştür. Hatta kendisini hicveden karikatürlerin orijinalini, çizerinden isteyerek  biriktirecek kadar olgundu.
Onun kimseye “ananı da al git” dediği görülmemişti.
Elbette korumaları onun da vardı, ama bunu hiç abartmadı. Şimdiki gibi yüzlerce korumayla dolaşmadı.
Onu Başbakanlığı döneminde, hem de anarşinin en yoğun olduğu dönemlerde,  havaların iyi olduğu zamanlarda meşhur şapkası elinde,  Kavaklıdere’den Başbakanlığa yürürken görmek mümkündü.
Başbakandı yeğeni hapse mahkûm edildi. Ne hakkında dava açan savcı sürüldü, ne karar veren hakim.
“Dün dündür bugün bugündür”, “Yürümekten yollar aşınmaz”, “verdilerde almadık mı”, “Gap’ı gabtırmam”,”tapulu arazime gecekondu kondurtmam” “Demokrasilerde çare tükenmez” daha bir çok sözü Türk siyasi hayatına armağan etmiştir.
Kendisiyle iki defa yüz yüze görüşmek şansım, fırsatım oldu. İlerlemiş yaşına ve bozuk sağlığına rağmen pırıl pırıl bir beyni vardı. Olayları yakından takip etmesine şaşırmıştım.
Yazımın başlığı Bir Devir Kapandı” evet Süleyman Demirel’in ölümüyle gerçekten bir devir kapandı, kimi zaman yan yana , kimin zaman karşı karşıya geldiği Ecevit, Türkeş ve Erbakan hayata daha evvel veda etmişlerdi. O dönemin son temsilcisi Demirel idi. Onun vefatı ile artık hakikaten bir dönem kapandı.
Şimdikileri gördükten sonra aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.












14 Haziran 2015 Pazar

KUYUDAN ADAM ÇIKARTMAK


“Kuyudan Adam Çıkartmak” Türk siyasi hayatında zaman zaman  kullanılan bir deyimdir.
Kâh haksızlığa, hukuksuzluğa uğramış insanların itibarını iade anlamına gelir, kâh zamanda, siyaseten yaptığı hatalar sonucu siyasi hayatının sonuna gelmiş, siyaseten tasfiye olmuş, işi bitmiş birine can vermektir.
Ben bu yazımda “Kuyudan adam çıkartmayı”  siyaseten işi bitmiş birine can vermek olarak kullanacağım.
Bir siyasi parti ve onun lideri düşünün ki; ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmiş, TSK dahil Cumhuriyetin bütün kurumlarını darmadağın etmiş, bağımsız yargıyı ortadan kaldırmış, Anayasa’dan Türk tanımını çıkartmaya çalışmış, Orta Doğuyu kan gölüne çevirmiş, ülkeyi o bataklığa sürüklemeye çalışmış, bağlı kalacağına yemin ettiği Anayasa’yı açıkça çiğnemiş, dini siyasete alet etmiş, yolsuzluğa batmış olsun.
Ve yapılan ilk seçimde de, devletin bütün imkânlarını hukuka aykırı biçimde kullanmasına rağmen seçmenden ağır bir darbe yemiş olsun.
Birde, halkın iktidara büyük bir darbe indirdiği seçimde hiçbir varlık gösterememiş bir Ana Muhalefet Partisi kadrolarını düşünün.
Seçimin iktidar partisi için başarısızlıkla sonuçlanacağı, günler öncesinden her aklı başında kamuoyu araştırmacısı, gazeteci, siyasetçi tarafından söylenirken, Ana Muhalefet Partisi genel başkanı çıkar da “Devri Sabık yaratmayacağız” derse, kendisini müstemleke valisi zanneden bir ABD muhibbi de  “ABD AKP ve CHP Koalisyonu istiyor” deme saygısızlığını gösterirse, bunu tezgahlarsa buna “Kuyudan adam çıkartma” denir.
Siyaseten bitme erime noktasına gelmiş AKP ile “devri sabık yaratmayacağım” diyerek koalisyon kurmak, AKP iktidarının hukuksuz davranışlarından, yolsuzluklarından, ülkeyi savaş bataklığına götürecek eylemlerinden hesap sormayacağım demektir.
Seçimin iki kaybedeninden bir diğeri olan Ana Muhalefet Partisi, AKP’ye bu tavizi, “aman benimle koalisyon yap” bende kendi tabanımı iktidar ortağı olmakla avutup, başarısızlığımın üstüne şal örteyim, deyi verir.
Yani dayanışma içinde her ikisi de birbirlerine destek vererek “Kuyudan adam çıkartmış” olacaklardır.


Ana Muhalefet Partisi yöneticileri toplumda yitirdikleri saygınlıklarını, geçmişten hesap sorarak, yani devri sabık yaratacak bir ortaklığın içinde olarak geri kazanabilirler.
CHP’ye gönül ve oy vermiş milyonlarca insan, CHP yönetimi ülkenin yıkılan hukuk düzenini yeniden kurma, geçmiş hırsızlıkların hesabını sorma çabasına girerse, parti yönetiminin bundan evvel yaptıklarını unutur ve kendilerine destek verir.
Muhafazakâr çevrelerden ve özerklikten yana olanlardan oy desteği almak uğruna, CHP’nin laiklik karşıtı söylemlere sessiz kalmasını, Cumhuriyetin temel değerlerine sırtını dönmesini, ne olduğunu kimsenin bilmediği açılım politikasına destek vermesini bile unutabilirler.
Ama öyle görülüyor ki, ana muhalefet partisi yöneticileri, sırf siyaseten kendilerini kurtarabilmek için “devri sabık” yaratmama sözü vererek, hem kendilerini ve hem de Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını kuyudan çıkartacaklar.
Ama bu uzun sürmez, AKP’nin CHP’den istediği kendisine bir altı ay kazandırmasıdır.
Altı ay içinde eksiği olan yirmi milletvekilini devşirdiği zaman artık CHP’ye ihtiyacı da kalmayacaktır.
CHP koalisyondan çekilse de o “Bul 276’yı da düşür” diyecektir.
CHP açısından yapılması gereken, hiç geciktirmeden sınırlı bir program  ve süreyle , MHP ve HDP ile uzlaşıya giderek, Kaçak Saray’dan başlayarak, tüm hukuksuzlukların, hırsızlıkların hesabının sorulacağı bir işbirliği yapmaktır.
Bu CHP de  dahil olmak üzere üç partiye de artı puan yazar ama eğer bu gerçekleşmez de, iç ve dış dayatmalarla AKP ile hangi parti koalisyon kurarsa  ilk seçimde baraj altı kalır.
Tayyip Erdoğan’ın kırk beş gün beklerim sonra gereğini yaparım sözü, yeni seçilen milletvekillerine gözdağıdır.
Bu tezgahlanan oyunla  seçimlerin iki kaybedeni birbirlerine sarılarak bir birlerini kuyudan çıkartmış olacaklar, yani iki mağluptan iki galip çıkartmış olacaklardır.




10 Haziran 2015 Çarşamba

HERŞEYE RAĞMEN DURUM VAHİM


7 Haziran Milletvekili Genel Seçimleri sonuçlandı. Elbette Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük heveslerini önleyecek bir sonuç alınması önemli ve sevindirici.
Ama sandığa giden seçmen iradesini doğru okumak zorundayız.
Kırk yıl bu ülkeye hizmet vermiş bir dostumdan seçim sonrası bir mektup aldım, aynan aktaryorum:
“-Ülkeyi bölünmenin eşiğine getiren;
-başta TSK olmak üzere Cumhuriyetin bütün Kurumlarını darmadağın eden;
-bağımsız yargıyı ortadan kaldıran;
-Anayasa’dan “Türk” tanımını çıkartmaya çalışan;
-güvenlik kuruluşlarını birbirine silah çeker duruma düşüren;
-Orta-Doğu’yu kan gölüne çeviren ve ülkemizi o kan gölünün içine atan;
-tanımadığını ilan ettiği Anayasa’yı açıkça çiğneyen;
-dış politikada sıfır sorun diye başlayıp, dost ülke bırakmayan;
-ülkenin ekonomisini halka yardım dağıtan bir sisteme indirgeyen;
-şehirleri betonlaştırıp yaşanmaz kılan, yeşil düşmanı;
-dinimizi bir siyasal faaliyet alanı haline getiren;
bir siyasi parti hala yüzde kırk oy alabiliyorsa, bunun sorumlusu, en başta,
-iktidar alternatifi oluşturamayan;
-öyle olunca, RTE’nin önün kesilmesi için HDP’nin Meclise girmesinden medet uman;
-Cumhuriyetin kurucu ilkelerini bir kenara bırakıp “muhafazakar kesimden oy alacağız” boş hayaliyle  her telden çalan, böyle davranarak toplum indinde inandırıcılılığını yitiren;
-kadrolarını bölücülerden, etnik milliyetçilerden, dincilerden, ABD muhiplerinden oluşturan;
-böyle yaparak kendisine geleneksel olarak bağlı laik, Atatürk milliyetçisi, bağımsızlık sevdalısı kitleleri küstüren;
-RTE/AKP’nin yürüttüğü her yer yönüyle gayrimeşru seçim kampanyası karşısında cesur adımlar atmayan ve böylece o kampanya ve seçim sonuçlarını meşruiyet sağlayan;
-kendi seçim kampanyasını, ülkenin hiçbir iç ve dış sorununa esaslı çözüm önerisi getirmeden, ağırlıklı olarak, çeşitli vatandaş kesimlerine “para dağıtılması” üzerinden yürüten;
-tek başına iktidar olma iddiasını bir kenara bırakarak, yüzde yirmi beş’in üstünün başarısızlık olmayacağını savunan;
-seçmene “yeni anayasa” vaadi yaparak, AKP’nin dümen suyuna giren;
-dış politikada ülkemizi bölünmenin eşiğine getiren geniş kamuoyunun gündemine taşımaktan kaçınan;
-kitlelere ve özellikle de gençlere heyecan veremeyen;
Ana muhalefet partidir.”
Diye yazmış.
Bu mektupta ileri sürülenlere itiraz etmek mümkün mü?
Olayları serin kanlılıkla değerlendirmek lazım.
AKP’nin kaybettiği dokuz puanının altısının  HDP’ye, üçünün de MHP’ye gittiği gün gibi aşikar.
Onun için HDP’ye bizden giden emanet oylar safsatasını bırakalım. Hangi gerekçeyle olursa olsun giden oy ayrıca da geri gelmez, HDP’de de emanet oy falan yok, varsa bile bindelerle ifade edilecek kadardır.
Şapkamızı önümüze koyalım ve serinkanlılıkla düşünelim.
AKP ile yapılacak bir koalisyon, CHP’yi baraj altına iter, hele bir de evvelce söylendiği gibi, bay mixer Kemal Derviş’e kabinede görev verilirse bu bir felaket olur.
Bu adam değil midir, Ecevit hükümetini bozdurup AKP’ye iktidar yolunu açan?
Seçim sonuçları tam ABD’nin projesine uygun, gelişmiştir, Tayyip Erdoğan tasviye sürecine girmiş hatta tasviye olmuştur. Yani AKP ABD için ehlileştirilmiştir.
Onun için bir AKP ve içinde Kemal Derviş, Murat Özçelik, Sezgin Tanrıkulu gibi ABD muhipleri olan bir CHP ile kurulacak koalisyon hükümeti bağımsız Kürdistan’nın önü açar.
Başkasının başarısından kendinize paye çıkartmayın, ülkeyi bölen iktidarın ortağı olmayın, bütün çaba devleti kuran partiye ülkeyi böldürmek çabasıdır, ne kadar sevinirseniz sevinin her şeye rağmen durum vahim.
Dost acı söyler, bizler gerçek CHP’liyiz, bizler devşirme değiliz, Amerikan muhibbi hiç değiliz. CHP’nin seçim başarısızlığı, şimdi olduğu gibi her zaman bizim içimiz acıtır.



7 Haziran 2015 Pazar

ALBERTO FUJİMORİ


Ben bugünkü yazımı yazarken daha oy verme işlemi devam ediyordu, onun için de kesinleşmiş seçim sonuçları üzerinde bir değerlendirme yapmak mümkün olmadığı için kestirimler üzerinden bir yorum yapmaya çalıştım.
Her seçimden evvel söylenen bir söz vardır: “Ülke çok hayati bir seçime gidiyor” diye, ama bu sefer gerçekten öyle bir seçime gidildi.
Bir tarafta, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden sonra yapıldığı gibi Anayasanın bir kısım hükümlerini tanımadığını söyleyebilen, bu söylem ve eylemleriyle, otoriterliği ile tanınan 1990-2000 yılları arasında Peru’yu yönetmiş Peru Devlet Başkanı  Alberto Fujimori olmaya heveslenen bir Cumhurbaşkanı, diğer tarafta kimisi bölünmeden yana, kimisi tüm değerlerini inkar etmiş, her değişik yerde birbirinden farklı şeyler söyleyen, inandırıcılığını yitirmiş  bir parti ve diğerleri yarışıyorlar.
Görünen o ki, beğenelim beğenmeyelim HDP’nin barajı geçecek olmasıdır.
Yapılan kamuoyu araştırmaları da  bu seçimin iki kazananı olacağını  ortaya koyuyordu, biri MHP diğeri HDP.
Muhalefet partileri içinde de tek kazanamayan olarak CHP görülüyor.
Her iki partide oylarında yüzde elliye varan artışlar sağlarken, AKP yüzde ona yakın oy kaybetmiş  olacak.
Bu tablo, AKP ile beraber ister oylarını sabit tutmuş  ister bir iki puan arttırmış olsunlar diğer tüm partiler için de büyük bir başarısızlıktır.
Bu yazının  yayınlandığı gün tablonun  böyle oluşmuş olacağını tahmin ediyorum.
HDP’nin Diyarbakır mitinginde yapılan, burcu burcu provokasyon kokan bombalama sadece HDP’nin oylarını arttırmaya, insanları keskinleştirmeye  yaradı, başka hiçbir şeye değil.
Tahmin ediyorum, bu yazının çıktığı saatlerde milletvekili dağılımı +- 270 AKP, +- 120 CHP, +- 100 MHP ve +- 60 HDP gerçekleşmiş olacak.
AKP HDP, ver başkanlığı al özerkliği üstüne anlaşsalar bile başkanlık artık hayal. İkisi bir araya gelse bile referandum barajını ya geçemezler ya da  kıl payı geçebilirler.
Her ne kadar Selahattin Demirtaş, bombalama olayından sonra Tayyip Erdoğan’ı  ve yandaşlarını en ağır dille eleştirmiş olsa bile, yarın karşılıklı yararları bir araya gelmeyi gerektirdiği anda, yani, ver başkanlığı al özerkliği konusunda anlaşılırsa, bütün söylenenler unutulur ve işbirliği yaparlar.
Gerekçede hazırdır, “Ne yapalım ülkeyi hükümetsiz mi bırakalım?” denir ve söylenenler unutulur.


Tabii bu gerekçe sade bu işbirliği için değil bütün koalisyon seçenekleri içinde geçerlidir.
Ama artık bir rejim değişikliğine, yani Tayyip Erdoğan’ın bir Alberto Fujimori olmasına  halkın izin vermeyeceği açıktır.
Yani Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık hayalleri de böylece bitmiş oldu.
Parlamento tablosu yukarıda belirttiğim şekilde oluşmuşsa ki böyle oluşacağından eminim, bazı siyasi partilerde, barajı aşanında aşmayanın da büyük çalkantılar olacağı aşikardır.
Demirtaş kendi içinde tutarlı, sempatik ve  yumuşak bir kişilik sergilemesinin yanında, Tayyip Erdoğan’a duyulan nefretten ötürü de  partisine en az bir iki puan emanet oy devşirdi.
Bahçeli’de milliyetçi söylemleri ile Atatürk milliyetçiliğini inkâr edenlerden kaçanların oylarını toplayarak partisinin oylarında yüzde elliye varan bir artış sağladı.   
Ama ABD ve AB’nin istediği koalisyon, Tayyip Erdoğan’ın etkisizleştirildiği, Dolmabahçe’de varılan on bir maddelik açılım projesine itirazı olamayacağını söyleyen Kılıçdaroğlu ile HDP’nin dışarıdan destek vereceği AKP, Kılıçdaroğlu koalisyonudur.
Böyle bir koalisyon uzun ömürlü olur mu olmaz mı, bu ayrı bir bahsi diğer, ama bundan sonra gündemde erken genel seçim daima olacaktır.
Tabii anormal şartlar olmazsa, o da en erken iki yıl sonradır.
AKP’nin böyle eridiği bir dönemde gerekli sıçramayı yapamayan parti yönetimlerine yakışan istifa etmektir.
Bu olur mu, hangi partide olur onu zaman gösterir.


3 Haziran 2015 Çarşamba

TAYYİP BEY’İN HIRÇINLAŞMASINA GEREK YOK


Seçim sürecine girilip de, AKP’nin oylarında ki düşme ortaya çıkmaya başlayınca, Tayyip Erdoğan’ın bütün dengeleri altüst oldu.
Cumhurbaşkanı’nın ağzına yakışmayacak argo sözcükleri artık kanıksadık. Bu üslubu  eleştirmek bile yersiz.
Habercilik yapan gazeteciyi tehdit ediyor, ondan sonra da çıkıp demokrasiden söz ediyor.
Gazeteci ne yapmış, MİT TIR’larındaki silahların fotoğraflarını yayınlamış.
MİT TIR’larının aranmasından sonra bu resimler Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanmıştı.
Cumhuriyet’te bir yıl sonra yayınlamış.
Bu resmin yayınlanmasına kızmasının nedeni Lahey’de bulunan Savaş Suçluları Mahkemesi’nde yargılanma korkusu.
Korkmasın, Savaş Suçluları Mahkemesi’nde yargılanması uzak ihtimal.
Neden mi?
Şundan:
Türkiye’de Suriye’de Savaş Suçluları Mahkemesi’nin yetkisini tanımıyorlar.
Kim gönderebilir Savaş Suçluları Mahkemesi’ne?
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.
Oybirliği ile karar alması şart.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Tayyip Erdoğan’ın Savaş Suçluları Mahkemesi’ne sevk kararı alması çok zor ihtimal.
Suriye olayında Türkiye’nin suç ortaklarından birisi de Amerika, Amerika istemediği sürece oradan böyle bir karar çıkması imkânsıza yakın.
Geriye ne kalıyor. Mahkeme Başsavcısı’nın resen harekete geçmesi.
Büyük devletler istemediği sürece onunda böyle bir yetki kullandığı pek görülmemiş bir şey.
Onun için   Savaş Suçluları Mahkemesi önüne çıkma ihtimali yok.
Ha ama bu MİT TIR’larında yakalanan silahlar ve mühimmatın gideceği yer Suriye’de ki rejim aleyhtarları ise bu tipik TCK 306 oluşturur.
Cumhurbaşkanı olarak TBMM tarafından “Vatana ihanetten” Yüce Divan’a sevki çok zor. Meclisin üç bölü dörtle sevk etmesi gerekir ki, bu 7 Hazirandan sonra ortaya çıkacak Meclis aritmetiği açısından da imkânsız görülüyor.
Ama aynı şeyi diğer sorumlular hakkında söylemek çok zor. Onlar yargılama aşamasında ne söylerler bilinmez.
Ayrıca 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları yeni bulunacak belgelerle her zaman tekrar açılabilinir.
O zaman kırıtik soru, O tarihin Başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı o konuyla ilgili yargılanabilir mi?
Bana göre yargılanır da infazı bekler.
Ama çoluk çocuk, eski bakanların hepsi yargılanır.
Oradan bunlar için mahkumiyet çıkarsa o makamda  oturulabilinir mi? Onu bilemem, ama bana oturulamaz gibi geliyor.
Tayyip Bey ve şürekâsı iyice azıttı.
Bir miting de dini kisveli bir zavallı kürsüye çıkıp, “Davutoğlu’nu Peygamber Efendimiz” başbakanlığa atamıştır, diyor, ne Tayyip Bey’in ne de Davutoğlu’nun buna itirazı olmuyor.
Zaten Tayyip Bey’in ses çıkartmadığı bir konuda Davutoğlu’nun fikir beyan etme hakkı ve şansı olamaz.
Onun hak ve yetkileri 23 Nisan’lar da makamlara oturtulan sevimli küçükler kadar.
Zaten Davutoğlu’da o güzel, sevimli çocuklar gibi her daim mütebessim.
Tayyip Bey sayısal gücünü kaybettikçe hırçınlaşıyor. Bu hırçınlaşmasının sebebi kendisinden ve yakınlarından hesap sorulabileceği endişesi.
Yoksa iktidar sahipleri, iktidarlarını kayıp ederler tekrar gelirler ve giderler.
Bizim demokrasimizin en eksik tarafı geçmiş iktidarlardan hesap sorma alışkanlığımızın olmamasıdır.
Bizim demokrasimizin gücü, imrenip baklava çalan çocuğa, çocuğuna ilaç almak için vezneden üç kuruş çalan veznedara yeter.
Siyasi gücünü kullanıp malı büyük götürenlere hiç hesap sorulmaz.
Bakın Abdullah Gül Huber köşkünü kaç ay işgal etti,  milyonlara kendisine kâşane yaptırdı, bu değirmenin suyu nereden geliyor diyen oldu mu?
Hakkını yememek lazım değerli gazeteci arkadaşım Mustafa Mutlu bunun istisnası.
Eğer Tayyip Erdoğan ve şürekâsından sayısal imkan bulunur da hesap sorulmazsa Mesut Yılmaz’a bütün geçmiş siyasilerin özür borcu vardır.
Ama bir iki istisna dışında bizim siyasi geleneğimizde geçmiş iktidarlardan hesap sormamak gibi bir alışkanlığımız vardır.
İşte bu alışkanlık nedeniyle bizim demokrasimiz birinci sınıf demokrasi olamaz.
Nasıl olsa hesap sorulmayacak
Onun için oylar eriyor, ileride benden hesap sorulur düşüncesiyle Tayyip Bey’in hırçınlaşmasına hiç gerek yok.