26 Şubat 2014 Çarşamba

BIRAK KASETİ, İTİRAF VAR İTİRAF


Ortalık toz duman,Başbakan ile oğlu arasında geçen telefon görüşmesinin ses kaseti ortalığı birbirine kattı.
Bu kaset sahtemidir, montaj mıdır teknik adam değilim, bilemem. Başbakan sahte diyor, montaj diyor, tabii bunu bu kadar sakin söylemiyor ağzından alevler fışkırıyor.
Ana muhalefet partisi Genel Başkanı biz incelettik doğru diyor.
Başbakan, “çetelerin” devleti ele geçirdiğini, bir “istiklal savaşı” verdiklerini söylüyor.
Kime karşı, düne kadar beraberce iş tuttuğu, ülkeyi beraberce, ılımlı İslam Cumhuriyeti yapmaya çalıştıklarına karşı.
Bu organize işlerin hakimlerini, savcılarını, polislerini, bürokratlarını  beraberce, elbirliği ile  o görevlere getirmediler mi?
Onların bütün hukuk dışı insanlık dışı eylemlerine, ellerini ovuşturarak, “Ben bu davanın savcısıyım” diye destek vermiyorlar mıydı?
Bu davalarda inandırıcılık yok, burada hukuk yok, insanlar haksız ve hukuksuz bir şekilde zindanlara atılıyor diyenleri, “darbeci, askeri vesayetten yana” diye suçlamıyorlar mıydı?  
Şimdi niye ağlıyorlar, eski kadim dostlarını “darbe yapıp, devleti ele geçirmekle suçluyorlar”
Kriptolu telefonları bile dinleniyormuş.
TUBİTAK’dan  gerçek bilim adamlarını, araştırmacıları sürüp şimdikileri oraya bunlar getirmediler  mi?
Aralarında  iktidara tek başına egemen olma kavgası çıkıncaya kadar, birlik ve beraberlik içinde değiller miydi?
Her iki tarafta birbirlerinin nerelerden nemalandığını en başından beri çok iyi biliyorlardı, ama müşterek menfaatleri ve ılımlı İslam devletini kurma hedefleri öyle gerektirdiği için sesleri çıkmıyordu.
Sakın bu yolsuzluk dosyalarının üstüne giden savcıların, hakimlerin, polislerin yaptıkları işin yapılması gerektiği  için yaptıklarını zannetmeyin.
Tayyip Erdoğan’ın “F” tipi ortağından artık sıkılıp, iktidara tek başına sahip olmak için, iktidar ortağının  finans kaynağına engel olması ile başladı bu kavga.
Bu ülkede yolsuzluk son üç senedir mi oluyor.
Altı delik ayakkabı ile siyasete başlayıp, bugün sahip olunan servete erişmiş dünyada kaç hükümet ve devlet başkanı vardır.
Son üç senede olur mu o servet.
Hukukun üstünlüğüne inanlar, hukuka aykırı bir şekilde elde edilmiş delillere, telefon dinlemelerine dayanamazlar. Dayanmamalıdırlar.
Aslında buna luzum da yok.
 Dünyanın hangi demokratik ülkesinde, dört bakanı ve çocukları suçüstü yakalandıktan sonra, kanunların suç saydığı rüşveti “devlet kasasından çıkmadı” diye aklayan bir siyasetçi, devlet yöneticisi vardır.
Başka ne delil arıyorsun BURADA YOLSUZLUĞUN İTİRAFI VAR, İKRARI VAR. A be…….
Onun için hukuk dışı elde edilmiş ses ve görüntü kayıtlarına,  sarılmamak lazım, hukuk dışı elde edilmiş bulgulara dayananlarda onlar gibi olurlar.
Onun için itibarın olmaz. Onun için toplum sana sarılmaz.
İsterse bu kayıtlar birebir doğru olsun.
Hukuksuzluğu, kanunsuzluğu savunmak bir ülkenin demokrasisinin altına dinamit koymak demektir.
 “Helikoptere bin kaç” diye akıl vermek yerine bağıracaksın “DEVRİ SABIK YARATACAĞIM” diye.
Hatta, hudutlarda görev yapan gümrükçülere ve kolluk kuvvetlerine “Bunlar kaçarlar, kaçacaklar, buna izin verirseniz sizden hesap sorarım”  diyeceksin.
Bu ülke bir hukuk devleti ise, herkes yaptığının bedelini ödeyecektir de.
Bunu sadece siyasiler için  değil, insanları haksız, hukuksuz acımasızca, sırf bir İslam Devleti kurmak için ordusunu iğdiş eden, aydınlarını hukuka aykırı bir şekilde, görev ve yetkilerini suiistimal ederek zindanlara gönderen savcı, hâkim ve polisler içinde söyleyeceksin.
Bunu Oslo da terör örgütüyle yabancı bir ülkenin gözetimi altında görüşen bürokratlara da söyleyeceksin.
Bu iktidar meşruiyetini, hukuk dışı elde edildiği anlaşılan telefon görüşmesinin yayınlanmasından sonra değil  daha Oslo görüşmelerinde yitirdi.
Bunu halka anlatmak lazım,  tabii bunu söyleyebilmek için terörle müzakere edilmez, mücadele edilir felsefesine inanmak gerekiyor.







23 Şubat 2014 Pazar

SUS ! SIRASI MI ŞİMDİ…!


Otuz beş gün sonra yerel genel seçimler yapılacak.
Demokrasisi oturmamış ülkelerde, her seçim hep olağanüstü önemlidir. 30 Mart’ta yapılacak seçimde gene böyle olağanüstü bir önem taşımaktadır.
İktidar ortakları arasında çıkan çatışma, dedikodu halinde halk arasında dolaşan yolsuzluk iddialarını gün yüzüne çıkarttı, bütün pislikler ortaya döküldü.
İktidar dökülüyordu, AKP iktidarını yerle bir etmek için ufak bir dokunuş kafi idi, yapılacak tek şey vardı. Şaibesiz adaylarla seçime gitmek.
Ama maalesef olmadı, oldurulmadı.
Önce, aday olabilmek için, parti içi eğitim şart dediler. Her ne kadar parti paralı eğitime karşıysa da, eğitime katılanlardan  para da aldılar.
Ama sonra eğitime katılmamış bir çok insanı aday yaptılar.
Belediye Başkan adaylarının  Genel Merkezi “tehdit ederek” liste dayattıkları basında çarşaf çarşaf yazıldı.
Ya buna  “bizi tehdit etmek kimsenin haddi değildir”  demeyi akıl edemediler ya da hakikaten boyun eğdiler.
Bunu hangi gerekçeyle olursa olsun eleştirenlere “Sus! Sırası mı Şimdi..!” dediler.
Eş, dost, akraba, hemşeri ilişkisine izin verilmeyecek dediler, aksi yapıldığı için eleştirenlere  “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  dediler.
Adayları Gençleştiriyoruz dediler.
75 yaşında bir eski  Bakanı  Belediye Meclisinde birinci sıraya koydular.
Baba, oğul, eski eş, çoluk çocuk, yeğenler cümbür cemaat listelerde olunca, “bu ne iş” diyenlere,  “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  dediler.
Devrim kanunlarını yasalaştırmış bir İnsanın kurduğu partide, cemaat yandaşının aday gösterilmesine tepki verilince, “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  halka açılıyoruz dediler.
Başta İzmir olmak üzere pek çok yerde görevde olan veya görevde olmasa bile aday adayı olan Atatürkçüler tasfiye edildiler.
Nasıl olur diyenlere  “Sus! Sırası mı Şimdi..! seçime gidiyoruz” dediler.
Hakkında kesinleşmiş Mahkeme hükmü olan şahsı aday yaptılar, adam vaz geçti bu sefer kardeşini aday yaptılar.
Bayrağın anlamını bile bilemeyecek, Atatürk’ü parti rozeti zanneden, bu kavramları türbanla eş tutan,  bir kendini bilmezi, bir işaretle bayraklarla gelincik bahçesine çevrilen  İzmir’in Konak ilçesine belediye başkan adayı yaptılar.
Buna haklı olarak itiraz edenlere  “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  dediler.
Buna tepki verip, istifa edip gidenlere dönek dediler.
Ama dönüp aynaya bakmadılar.
Kendi içlerinde ne dönekler olduğunu, milletvekili yapılmayınca parti değiştirip, gelip, partinin en tepesine kadar çıkanları  görmek istemediler.
Görmek istemediler, çünkü onlar partiyi temel değerlerinden koparmak, Atatürk’ten öç almak  arzusu ile gelmişlerdi, getirilmişlerdi.
O kadar ileri gittiler ki; Atatürk’e katil bile dediler,
Bunu görüp itiraz edenlere, “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  dediler.
Ben odunu koysam seçtiririm, mantığının çok yanlış olduğunu, halkın buna tepki vereceğini  söyleyenlere “Sus! Sırası mı Şimdi..!”  dediler.
Bir anlamda halk ne anlar, uyandırma …. dediler. Halka iniyoruz derken halka hakaret ettiler.
Bu “Sus! Sırası mı, Şimdi…!” diyenlerin büyük bir çoğunluğu da iyi niyetli partililer.
Susulursa tepki verilmezse, sessizliğe bürünülürse iktidar olacağını zannedenler.
Ama bir şeyin farkında değiller.
İktidara giden yol tutarlı ve dürüst olmaktan geçer.
Söylediği her şeyin aksini yapan bir yönetim anlayışı, bırak geniş halk kitlelerinde, kendi parti tabanın da bile güven yaratmaz.
Güven bunalımı başladığı zamanda bunun nerede duracağı bilinmez.
Ayrıca seçim de bitmez. Yerel seçimler bitecek Cumhurbaşkanlığı seçimi gelecek, o bitecek ondan en geç on, on bir ay sonra milletvekili Genel seçimi gelecek.

“Sus! Sırası mı..! Şimdi” cilerin mantığı ile  parti yönetimi o zaman hiç eleştirilemeyecek. 

19 Şubat 2014 Çarşamba

YALAN


Bugünlerde Chicago Üniversitesi’nde Güvenlik Siyaseti Programı Müdür Yardımcısı John J Mearsheimer’in “Liderler Neden Yalan Söyler” kitabında  çok çarpıcı açıklamalar var.
Yazara göre en tehlikeli yalanlar, liderlerin kendi vatandaşlarına söyledikleri yalanlarmış.
Türkiye bunu bugün çok yoğun bir şekilde yaşamaktadır.
Ülkenin Başbakanı, Gezi olayları sırasında, Kabataş İskelesi’nde kucağında altı aylık çocuğu bulunan başörtülü bir kadına, üstü çıplak, eli baltalı 100 kadar kişinin  gündüz vakti saldırdığını ve hatta üzerine idrar yapıldığını,  böyle bir olayın olmadığını bilerek söyleyebilmektedir.
Mobese kayıtlarından böyle bir olayın olmadığı açıkça görülmesine ve hatta Gezi olaylarından sonra, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, gazetecilere yaptığı bir açıklamada, olayla ilgili bir görüntü kaydının olmadığını söylemiş olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan, bu tehlikeli gerçek dışı  hikayeyi ısrarla  anlatmaya devam etmektedir
  “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçunu işleme pahasına da olsa, doğrusunu bilmesine rağmen gerçeği saklamakta, inkâr etmektedir.
John J. Mearsheimer, yalan söylemeyi şöyle tanımlıyor: Bir kişinin diğerlerinin doğru olduğunu düşünmesi umuduyla yanlış olduğunu bildiği veya şüphelendiği bir beyanda bulunmasıdır.
 Prof. Mearsheimer bu tarifi Tayyip Erdoğan’ın Kabataş İskelesi hikayesini önüne koymuş da yazmış zannedersiniz.
Tayyip Erdoğan bu gerçek dışı hikayeyi, “türbanlı bir kadını” kullanarak kime yönelik anlatıyor?
Kendi tabanına, yani AKP li seçmene, bir anlamda kendini mütedeyyin olarak tanımlayanlara anlatıyor.
Amerikalı Prof. Kitabında “Yalan hedef kitleyi aldatmak için tasarlanmış pozitif bir eylemdir.” demektedir.
Yani AKP li seçmen vatandaşlarımız, AKP’ye gönül vermiş insanlar, başbakan sizi aldatıyor, sizi kazıklıyor, bu sizlere yapılmış en büyük haksızlık ve her şeyin ötesinde saygısızlıktır.
Sizleri kandırılabilecek zavallılar olarak görmektedir.
Sizleri bu ülkede, on yıllardır beraber yaşadığınız insanlara karşı tahrik ediyor. Onlara düşmanlık duyguları beslemenizi istiyor.
Devamlı olarak bu gerçek dışı hikayeyi anlatarak, sizi bu yanlış olduğunu bildiği hikayeye inandırmaya çalışıyor.
Bu ülkede hiç kimse (polis hariç) bir kadına anlatıldığı şekilde alenen saldırıp dövmeyi, yerlerde sürümeyi aklından bile geçiremeyeceği gibi, toplumsal tepkiden duyduğu korkudan dolayı böyle bir şeye cesaret bile edemez.
Tayyip Erdoğan, gerçek dışı olduğunu bildiği bu hikayeye, bir de bu  hikayenin kahramanı yaptığı hanımı da kullanarak halkı  inandırmaya çalışıyor.
Bir kadın düşünün ki, yüz kişi tarafından darp ediliyor üzerine, idrar yapılıyor ve hem de AKP li bir yetkilinin gelini, hemen olayın arkasından veya birkaç saat sonra bir karakola başvurup şikâyetçi olmuyor.
 Bir doktor raporu almak beş gün sonra aklına geliyor.
Bu gerçek dışı, çarpıtılmış hikaye  kendi oy tabanını yönlendirmek için maalesef Tayyip Bey  tarafından kullanılıyor.
Peki, işlerine geldiği zaman basın özgürlüğünü savunan gazetecilere ne demeli. Elbette haberin namusu vardır, yorum gazetecinin kişisel görüşüdür.
Ama  gazeteci her olaya şüpheyle bakması gereken  insandır. Kendisine gelen haberde, haber kaynağının, bu haberin kullanılmasında kişisel menfaati olup olmadığını göz önüne almadan, bırakın haberi, buna dayanarak kesin yargıya vararak  yorum yapması gazetecilik etiği ile bağdaşır mı?
Elbette bağdaşmaz, ama asıl toplum açısından tehlikeli olan ve sırf Başbakan’a, AKP İktidarına  şirin gözükmek uğruna, Gezi Parkı eylemcilerine karşı nefreti körüklemeye çalışmış olmalarıdır.
Gündelik hayatımız için zararlı, halk kitlelerini birbirlerine karşı  kin ve düşmanlığa tahrik edecek türden olmasına rağmen, Başbakan bu gerçek dışı hikayede hala ısrar ediyor. Battıkça da batıyor.


 


16 Şubat 2014 Pazar

DIŞ POLİTİKADA VAHİM TAVİZLER


Ülke yangın yerine dönmüşken, ülkenin bakanının bir sokak serserisine hitaben, onu korumak anlamına gelen “önüne yatarım” pisliği, “Kabataş yalanı”, Bakanların ve Başbakanın çocuklarının önlenemez servet artışları varken, bu dış politika yazısı da nereden çıktı denebilir.
Bu toz duman arasında, yerel seçim hesaplarının  da yapıldığı bugünlerde dış politikada vahim olarak nitelenecek tavizler veriliyor.
Bunun sebebi, önce Suriye’deki iç çatışmada dinci teröristlere yapılan yardımların ortaya çıkması üzerine, Orta Doğu politikaları iflas etmiş olan hükümetin, Gezi olayları nedeniyle ABD ve AB indinde iyice yitirdiği prestijini şirinlik gösterileriyle tekrar kazanabilmek çabasıdır.
Önce, Dış İşler Bakanı Davutoğlu, ABD ve AB’nin gözüne girmek için, hiç gereği yokken, yanına bazı tanınmış Türk vatandaşı Ermenileri de alıp Karadeniz İşbirliği teşkilatı toplantısına katılmak üzere Erivan’a gitti.
İki ülke ilişkilerinin normalleşmesinin ön şartı olarak da Ermenilerin işgal ettikleri Azeri topraklarını boşaltmasını istedi.
Ama Ermeni Anaysası’nın 11. Maddesindeki  “Ermenistan Cumhuriyeti, 1915’de Osmanlı Türkiye’sinde ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen soykırımın uluslararası alanda tanınması ödevine destek verecektir” söyleminin kaldırılmasına hiç değinmedi.
Değinemezdi,  zira Erivan’a giderken uçakta “tehcirin tümüyle yanlış ve insanlık dışı bir uygulama” olduğunu düşündüğünü söyleyerek, sırf şirin görünmek uğruna Türkiye’nin on yıllardır savunduğu görüşleri yerle bir etti.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da Almanya seyahatinde, “çok uysal davrandığını !”  Alman basını  yazıyor.
Almanya’daki Türk toplumunun asimilasyonundan hiç söz etmemesini de bunun bir göstergesi  olarak gösteriyorlar.
Bir diğer şirinlik göstergesi de, Türkiye’nin uzun yıllardır imzalamayı çok haklı gerekçelerle reddettiği,  AB ülkelerine giden mültecileri geri kabul edeceği yönündeki anlaşmayı 16 Aralık 2013 tarihinde imzalamasıdır.
Bu anlaşmayla aynı zamandaTürkiye 1951 tarihli BM Mülteci hakları sözleşmesine koyduğu,  “Mülteci” hukuki  Statüsünü sadece  batıdan gelenlere tanıyacağı şerhini kaldırmayı kabul etti.
Bu durum sayıları milyonları bulan Suriyelilere,  siyasi iltica talebinde bulunarak BM şemsiyesi altında ülkemizde sürekli olarak kalabilmemin önünü açacaktır.
AB ilişkileri gene şirinlik budalalığı üstüne kuruluyor. bölünmenin önünü açan  30 Eylül 2013 tarihli “reform paketi” nin açıklanmasından sonra Fransızlar “Tam üyelikle ilişkili” olduğunu ileri sürerek bloke ettikleri  22 nolu fasıl üzerindeki blokajını 5 Kasım 2013 de de hemen kaldırıyor.
Bu fasıl “Bölgesel Politikalar” başlığını taşıyan ve içeriği itibariyle çözüm sürecinde  AB’nin Güneydoğu Anadolu ile daha fazla ilgilenebilmesinin yolunu açıyor.
Ayrıca Fransa’ya özel bir tavizde  ihmal edilmeyip Sinop Nükleer santrali ihalesi, aralarında  Fransız Areva şirketinin bulunduğu bir konsorsiyuma veriliyor.
Kıbrıs sorunu ise Rumların istediği şekilde bir çözüm sürecine girmiş görülüyor.
Bunun en çarpıcı  göstergesi 11 Şubatta ilan edilen Ortak Deklarasyonda,  Kıbrıs’ı kuran anlaşmalara ve en vahimi  Garanti anlaşmasına atıf yapılmaması ve  Türk tarafının yıllardır  büyük bir duyarlılıkla üstünde durduğu “tarafların egemen eşitliğinden” vazgeçiliyor olmasıdır.
Üzerinde uzlaşılıya varılan ilke ise “Tek devlet, tek vatandaşlık, tek egemenliktir”
Açıklanan bu ortak deklarasyonda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor. Çözümün BM Güvenlik Konseyi Kararları ve Avrupa Birliği İlkeleri doğrultusunda olacağı vurgulanıyor.
Türkiye’nin Kıbrıs’daki askeri varlığından vaz geçmesinin yolu açılıyor.
Kıbrıs’ta neleri olabileceğini görebilmek için Grit’in ve Balkanların nasıl elimizden çıktığını öğrenmek kafidir.     
Dış politikada Türkiye ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette  oradan oraya savruluyor, savrulurken de aşağılayıcı tavırlara muhatap oluyor.
Dış politikada verilen bu vahim tavizler, yoğun iç politika gündemi yaratılarak, muhalefetin de duyarsızlığı nedeniyle, kamuoyunun dikkatinden kaçırılıyor.


12 Şubat 2014 Çarşamba

PARTİ KÜLTÜRÜ


Salı günü yapılan CHP Grup toplantısında, Kemal Kılıçdaroğlu, sözünü kesen, kendisine laf atan bir partiliye “ parti kültürünü benimsemeyen, Genel Başkan’ın sözünü kesen hemen burayı terk etsin” diye tepki göstermiş.
Parti kültürü, tüm siyasi partiler için önemlidir ama özellikle CHP gibi devletten evvel var olan, devleti kuran, kökleri Müdafa i Hukuk Cemiyetlerine dayanan CHP de özel önemi vardır.
Parti kültürü öyle üç beş günde elde edilecek bir birikim değildir. O hamurda yoğrulmak gerekir.
Parti hafızası yok edilmeye, silinmeye çalışıldığı için, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu çok yerinde olan uyarısından hareketle, parti kültürünü benimseyenlerin, o hamurda yoğrularak gelenlerin  içtenlikle uydukları bazı hususları hatırlatmakta fayda gördüm.
CHP kültüründe, sol damarı güçlü bir kitle partisi olduğu için zaman zaman kendi sağından da solundan da insanlar partiye kazandırılması vardır.
Ama bu yapılırken, bu kazanılan şahısların, Cumhuriyetin temel değerleri ile sorunları olmamasına dikkat edilir.
Örneğin Atatürk’e İsmet Paşa’ya yani CHP’nin köklerine küfretmiş insanlar partiye alınmazlar.
Türk bayrağı ve Atatürk’ü teferruat gören, bunlara itirazı olanlara da bu partide yer verilmez.
CHP’nin parti kültüründe CHP’nin tarihine yalan yanlış mahalle dedikodularıyla saldırmak yoktur, buna izin verilmez.
CHP’ni parti kültüründe dini inançlara saygı vardır. Dini inançların siyaset malzemesi yapılması yoktur.
CHP’nin parti kültüründe cemaat ağalarına, tarikatlara methiyeler düzenlere yer yoktur.
CHP’nin parti kültüründe Atatürk’e İsmet Paşa’ya katil diyenlerin partiye alınması diye bir şey söz konusu olamaz.
CHP’nin kültüründe ülkenin bölünmesinden yana olanlara partide yer yoktur.
CHP’nin parti kültüründe ulusalcılık, Atatürk Milliyetçiliği yadsınamaz, bunu yadsıyanlara partide yer verilmez.
CHP’nin Parti Kültüründe Parti Meclisi üyeleri hiç çekinmeden fikirlerini söylerler, orada sokak kabadayılığı yapmak yoktur.
   CHP’nin parti kültüründe, parti yetkili organları bir konuda karar verdikten sonra, örneğin, ön seçim, eğilim yoklaması dendikten ve insanlar sekiz dokuz ay önce sokaklara çıkartılıp aday adaylıklarını ilan ettirdikten sonra o bölgelere yöre halkının hiç tanımadığı insanları atamak yoktur.
CHP’nin güçlü olduğu bölgelerde, o yöre insanına saygısızlık edercesine, “Odunu koysam seçtiririm” anlayışı içinde  yöre halkının hiç tanımadığı   yandaşları atamak yoktur.
CHP’nin parti kültüründe, bulunduğu yerlerde partinin oylarını yüzde yirmilerden alıp, yüzde atmışlar, atmış beşlere taşıyan belediye başkanları yerine, sırf yandaş diye, bölücü diye  başkalarının atanması yoktur.
Aslında işini özetini efelerin efesi Yılmaz Özdil yazmış, ülkücü oluyor, Kürtçü oluyor, badem oluyor, paralel oluyor, liboş oluyor fırıldak oluyor
CHP’nin parti kültüründe, Belediye Başkanları’nın Genel Merkez rest çekmesi ve buna boyun eğilmesi yoktur.
CHP’nin parti kültüründe “Eski kötü alışkanlıklardan” söz edip, o eski ve kötü alışkanlık dediğin şeylerin çok daha kötüsünü yapmak yoktur.
CHP’nin parti kültüründe, partinin yetkili organlarında, küfürleşme, yumruklaşma, birbirine su bardağı fırlatmak yoktur.
CHP’nin parti kültüründe, bölgecilik, ırkçılık ve mezhepçilik yapmak yoktur, buna hiçbir zaman izin verilmemiştir.
CHP’nin parti kültüründe eski Genel Başkanlara saygısızlık etmek yoktur.
Bir Genel Başkan’ın eski Genel Başkanlara saygısızlık etmesi, duyulmuş görülmüş şey değildir.
CHP parti kültüründe  bazı kişiler, halefi olunan  genel başkana düşman diye partiye getirilmez.
Hele eski Genel Başkan orada otururken onun gözünün içine baka baka “o kötü eski alışkanlıkları sileceğim” demek saygısızlığı hiç yoktur.
Parti kültürü üç beş günde kazanılamayacağı için, günümüzdeki sıkıntılar yaşanıyor.


 

    

9 Şubat 2014 Pazar

BU İKTİDAR HER MUHALEFETE NASİP OLMAZ


11 Yıllık AKP iktidarında yapılan yolsuzluklar, eğer AKP cemaat kapışması olmasa devam edip gidecekti.
Allahtan, ortaklar arasında çıkan kavgadan dolayı 17 Aralık siyasal depremi yaşandı da, bütün yolsuzluklar gün yüzüne çıktı.
Şimdilik beş bakan ve başbakan hakkında her biri yüce divanlık suç isnatları, fotoğraflar, konuşma tapeleri ile ortalara döküldü.
Böyle bir ortam, demokrasilerde muhalefet partileri açısından bulunmaz bir fırsattır.
Ama bu fırsat sadece Salı günleri yapılan grup konuşmalarında veya parti sözcülerinin, orta okul müsameresi düzeyindeki açıklamalarıyla değerlendirilemez.
Değerlendirilemediği içinde bu olumsuzluklar toplumsal tepkiye dönüştürülemiyor.
Dönüştürülemeyince de AKP iktidarı, 17 Aralık operasyonlarının ardından savcıları, polis şeflerini değiştirerek kendini korumaya alıyor.
Bu değişikliğin nedeni,“Deniz Feneri e. V” davasında yapıldığı şekilde,  yolsuzlukların üstünü örtüp, uyutup gündemden düşürmektir.
Savcılar değiştirildi, yeni savcı “Ben iddianameyi yeniden yazarım” dedi.
Bütün bunlar, soruşturmanın engellenmesi istendiği için yapılıyor, yani olayların üstü örtülüp uyutulmaya çalışılıyor.
O zaman muhalefetin yapması gereken şey, etkin bir meclis denetim yolu olan “Meclis soruşturması” açılmasını istemektir.
Adı yolsuzluğa karışmış beş bakan, basın özgürlüğünü ayaklar altına alan, oğlunun kurucusu olduğu vakfa kaynağı belli olmayan milyonlarca dolar yatan bir başbakan.
AKP’ye oy verenlerin yüzde kırk ikisinin  bile yolsuzluğun varlığını kabul ettiği bir ortamda, Meclis soruşturması istemek, en az bir ay süreyle Meclisin  yolsuzlukları konuşmasını sağlar.
Önce bir bakan için Meclis soruşturması açılmasını istersin, gündeme alınıp alınmayacağının görüşüldüğü gün, bir ikincisi için aynı önergeyi verirsin ve böyle devam eder gidersin.
Böylelikle ister istemez, TRT 3 den meclis deki görüşmelerin  tamamı yayınlanacağı  ve var olan birkaç özgür TV kanalıda burada yapılan konuşmaları vereceği için Türkiye’nin gündemine egemen olursun.
Böylelikle muhalefet partilerinin bu konuyla ilgili görüşleri, gazetelerin iç sayfalarında dördüncü, beşinci haber olarak görülmekten kurtulur ve ön plana çıkar.
Ama ne hikmettir bu yol denenmiyor.
Aslına bakarsanız, böyle lime lime olmuş bir iktidar hiçbir muhalefete nasip olmaz.
Düşünüyorum da, böyle bir iktidar, bundan on, on beş sene evvel Süleyman Demirel’in, rahmetli Bülent Ecevit’in eline düşecekti de iktidar  koltuğunda oturabilecekti, öylemi?
 Hiç zannetmiyorum ki; mümkün olabil sindi.        
 Muhalefet partileri iktidarları tehdit etmezler, silkelerler, hatta tabiri yerindeyse, terbiye ederler.
Elinde ses bandı varsa çıkar açıklarsın.
İktidara dönüp “Sen açıkla, açıklamazsan, ben açıklarım” gibi çocuksu tehditlerde bulunmazsın.
Böyle bir belge varsa bunu açıklamak, kamuoyunun bilgisine sunmak, hatta yüce divanın yolunu açmak muhalefetin görevidir.
İktidar partisi içten içe kaynarken, yetmişe yakın milletvekilinin kopma ihtimalinin varlığından söz edilirken,  bu mekanizmanın işletilmiyor olması çok manidar görülüyor.
Deneyimli bir siyasetçinin, bu yolu ana  muhalefet partisinin yetkililerine önermesine rağmen bu yola gidilmediği için manidar diyorum.
Bırakın deneyimli siyaset adamının önermesini,  AKP’li  Bülent Arınç bile hafif alay kokan bir üslupla, fezlekelerin Meclise gelip gelmediği tartışılırken “Meclis soruşturması isteyin, siyasi sonuçları da olur, siz nasıl muhalefetsiniz” diye yol bile gösterdi.
Aslında fazla da söylenecek bir söz yok, böyle dökülen bir iktidar her muhalefete nasip olmaz,  ama tabii ciddi muhalefet yapma kapasiteniz ve niyetiniz var ise.






5 Şubat 2014 Çarşamba

DEVLETİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ


Tayyip Erdoğan, son günlerde esip gürlüyor. Öyle laflar ediyor ki, sanki sütten çıkmış ak kaşık.
Kendi Bakanları, onların çocukları pisliğin içine batmamışlardı da, yargıya ve polisin içine “sızmış !” eski ortağı paralel devlet, bütün bunları durup dururken, ortaya çıkarmış zannedersiniz.
Kendi deyimleriyle, bu devletin ordusuna kumpas kuranlar, suçsuz insanları  zindanlara tıkanlar, aynı polis, aynı savcı, aynı hakimler değil miydi?
O zaman bu savcılara polislere  methiyeler düzülüyordu.
Şimdi ne değişti. Eğer bu savcılar, hakimler, polisler “kumpas kuranlar” ise, demek ki bunlar kendileri tarafından  çok iyi biliniyorlarmış  ki, bir anda savcılar, polisler arasında yüzlerle, binlerle ifade edilen değişiklikler yapılıverdi.
O zaman demek ki  ilk günden beri bu paralel devlet yapısı  iktidar taraflından biliniyormuş, beraber yürüdükleri  için bu yollarda sesleri çıkmıyormuş.
O gün işlerine geldiği için adım adım  BOP’un talimatıyla “ılımlı İslamı” bu ülkeye yerleştirmek adına, ordusunu itibarsızlaştırırken, aydınları, subayları “kumpaslarla” düşman ceza hukuku bakış açısıyla zindanlara  tıktırırken, büyük bir mutluluk içinde bunları seyredip, “Bağımsız yargı var biz müdahale edemeyiz” derken, yol arkadaşı kendilerine dokunmaya başlayınca, gözleri dönmüş bir şekilde, savcıyı, vali muavinine bilgi veren makam haline getirmeyi bile yasalaştırmaya çalışıyorlar.
Silivri mahkemelerinde kullanılan delillerin sahte, kurmaca olduğu defalarca bilimsel raporlarla doğrulandı.
Ama bir evde bulunan altı adet para kasası, para sayma makinesi ve ayakkabı kutusunda bulunan dört buçuk milyon doların “yeşillerin” sahte olduğunu söyleyebilen  daha çıkmadı.
Bir sahtekarın, rüşvetçinin uçağıyla Umre gezileri olmadı diyebilen çıkmadı.
O zaman bu polislerden, savcılardan, özel yetkili mahkemelerden şimdiki şikayetin sebebi “iktidar mensupları ve çocuklarına” dokunmuş olması mı? Daha yukarılara tırmanabilir korkusu mu?
Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasını, bu ülkenin aydın hukukçuları yıllardır söylüyorlardı, bu talepler hiç dikkate alınmamış, ama şimdi, iktidar mensuplarına dokunma ihtimali ortaya çıkınca mı, kaldırılması gerektiğinin farkına varıldı.
Genelkurmay Başkanları’nın Yüce Divanda yargılanacağı Anayasa gereği olmasına rağmen, kendilerini yasaların üstünde gören bu mahkemeleri, o gün kaldırmayı düşünmediler de, “rüşvet, nüfus  suiistimali, bakanlık, başbakanlık görevlerinden değildir” denilmesinden korkulduğu için mi, şimdi bu mahkemeler kaldırılmaya çalışılıyor.
Doğrudur bu mahkemelerin kaldırılmasında geç bile kalındı. Ama  şimdi kaldırılması düşünülmeye başlanınca moda tabiriyle “ZAMANLAMASI MANİDAR” olmuyor mu?
On bir yıldır bu ülkeyi,  paralel devlet denen organizasyonla elle kol kola yönetenlerin, hukuk cinayetlerinin işlenmesine göz yumanların, suça ortaklık edenlerin, şimdi hiçbir şeyden şikayet etme hakları olamaz.
Sayelerinde devletin çivisi çıkmıştır.
O kadar çıkmıştır ki; bir bürokrat, mahkeme kararını bile zihnen tahrif ederek, TBMM’de anayasa ve içtüzükten kaynaklanan bir hakkın  kullanılması olarak verilen  bir soru önergesinin  sosyal medyada yayınlanmasını, Anayasa’nın 83 ve  97. Maddelerini görmezden gelip yasaklamak cüretini bile gösterebilmektedir.
Siz savcıyı, bürokrata bilgi vermekle yükümlü kılarsanız,  mahkemelerin kolluğa verdiği talimatı, kolluğun irdelemesinin önünü açarsanız, savcının talimatını yerine getiren jandarma subayını görevinden alırsanız, kendini bilmez bir bürokrat da meclis çalışmasının yayınlanmasına yasak koymaya cüret eder.
İşte o zaman da  devletin çivisi çıkmış demektir.
Olayların akışı, yaşananların bir iktidar sorunu olmaktan çıkıp, bir rejim sorunu haline geldiğini ortaya koymaktadır.

Yaşanan rejim sorununu daha da derinleştirmeden, süratle hukukun üstünlüğünü egemen kılacak, yansız, tarafsız bir yargının süratle tesisi şart hale gelmiştir.

2 Şubat 2014 Pazar

HIRSIZLIK DENİR BUNA


Salih Özbaran beyefendinin  12 Mayıs 2011 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde “İleri Demokrasi, Yeni Düzen!” başlıklı bir yazısı yayınlanmıştı.
Bu yazıda 17. Yüzyılda yaşamış bir Portekizli  Cizvit misyoneri ve yazar olan Antonio Vieira’dan bir alıntıya yer vermişti.
Burada Antonio Vieira ““Hırsız tanımına daha uygun olanlar ve onu hak edenler, kralların ordularının ve lejyonlarının, eyalet yönetiminin ya da kentlerin başına getirilenlerdir; çünkü bu türler insanları kurnazca veya zorla soyarlar, yağma ederler. Sıradan hırsızlar bir kişiyi soyarken bunlar tüm kentleri ve krallıkları soyarlar. Sıradan hırsızlar kendilerini tehlikeye atarak soyarken bunlar hiçbir tehlikeden korkmazlar. Sıradan hırsızlar, eğer soyarlarsa, asılırlar; ancak bunlar hem hırsızlık yaparlar hem de asarlar.” demiş.
Bunu okuyunca 17 yüzyıldan günümüze pek değişen bir şey olmadığını görüyoruz.
Basit hırsızlıkların artık basın açısından  haber niteliği bile kalmadı.
Polis onları yakalar, yargılanırlar hapse girerler.
Bunlar hırsızdırlar, böyle nitelenirler.
Ama asıl tehlikeli olanlar, Antonio Vieira’nın hırsız tanımına daha uygun dedikleri, kentin, lejyonun, krallığın başında bulunanlardır.
Bugün artık bizde krallık olmadığı için bunları şehirlerin, devletin başındakiler diye okumak gerekir.
Bunlar risk taşımazlar, koruma altındadırlar. Tesadüfen yakalandıkları ana kadar hırsız oldukları bilinir ama, nezaketimizden suratlarına tükürmediğimiz gibi, “çok iş bilir, çok yeteneklidir” diye de methiyeler düzeriz.
Bunların başına, tesadüfen ya da paylaşım anlaşmazlığından, her hangi bir iş gelirse, önce bu işte yer alan polisi, savcıyı değiştiririz, mutemet bir savcı buluruz, o kendinden evvelkilerin yaptıklarını yok kabul eder, iddianameyi yeniden yazmaya başlar.
Gerekirse, “bu iş bilir, yetenekli çocukları” güvenceye almak için mahkemeleri kaldırırız, yasaları değiştiririz.
Bu yapılırken de, yargıya sızmış çetelerden, kumpaslardan bahis edilirse de  aslında, hukukun üstünlüğü, temiz ve bağımsız yargı kimsenin  umurunda değildir, mühim olan bizim tosuncukların güvenliğidir.
Savcıyı vali muavine bile bağlarız.
Yürütmenin memuru vali muavinine haber vermeden savcı soruşturma mı yapabilir.
Ya yapılacak soruşturma maazallah, saygıdeğer bakanlara,  çocuklarına ya da amcalarının burslarıyla yurt dışında okuyan, parlak zekalı!, dini bütün çocuklarımız uzanırsa.
Bunlar adi hırsızlarmıdırki, sorgulansınlar, yargılansınlar hapsedilsinler.
Savcıda, hâkim de haddini bilmelidir.
Hırsızlık nedir?
Bir taşınabiliri, kullanmak amacıyla başkasından aşırmaktır.
Bu yetenekli, işbilir çocuklarımız hangi şahsın malını aşırmışlardır.
Sevgili babalarının bilgi ve gözetimi altında “işbilirliklerini ,yeteneklerini” ortaya koymuşlardır.
Babaları bu mevkilerde olmasa, iki kaz gütmeyi becerebilirler mi?
Onu elbette bilemeyiz.
Uzun zamandan beri, geri kalmış ülkelere artık geri kalmış denmiyor, “gelişmekte olan ülkeler” deniyor.
Aslına bakarsanız, düne kadar insan eti yiyenlerde gelişiyor. O nedenle “bu gelişmekte olan ülkeler” lafı geri kalmış demenin nazik  söylenişi.
İşte hırsızlık ta böyle, sıradan bir kişi, birinin malını aşırırsa o “hırsızdır”, ama şehirleri, devletlerin tepesinde bulunupta soyanlar zinhar hırsız değildirler, onlar olsa olsa ancak “Yolsuzluğa adı karışmış” olabilirler.
Artık kendimizi kandırmayı bırakıp gerçekleri haykırmak zamanı geldi de geçiyor.
Öncelikle şunu bilelim cemaat, iktidar koalisyonu herhangi bir nedenle bozulmasaydı, bu soygun düzeni devam edecekti, onun için bu yolsuzluk soruşturmalarını açtıkları için o savcıları, polisleri kimse kutsamasın. Onlar aldıkları emri uyguladılar.
Koalisyon bozuluncaya kadar, düzmece delil ve yalancı tanıklarla,ülkenin aydınlarını, subaylarını zindanlara tıkmakla meşguldüler.
Evlerde bulunan kasalar, para sayma makineleri, telefon tapeleri, ayakkabı kutusundan bulunan paralar utanç vericidir, suçun delileridir.
Bu işleri yapanlara da “yolsuzluğa adı karışmış denmez” düpedüz, kabaca hırsız, yaptıkları eyleme de hırsızlık denir.