30 Eylül 2012 Pazar

SERT ÇOCUK



CHP Ankara Büyük Anadolu otelinde Parti Meclisi ve Disiplin Kurulu üyeleri ve Milletvekillerinin katılımıyla bir “Ortak Çalışma Toplantısı” yaptı.
Basına kapalı toplantıdan dışarıya sızan, şuana kadarda yalanlanmayan haberlere göre, bir çok milletvekili Oslo görüşmeleri ve “Türk Milleti” kavramı konusunda Kılıçdaroğlu’nun ve diğer yetkililerin söylemleri hakkındaki   eleştirilerini dile getirmişler.
Tunceli devşirme Milletvekili Hüseyin Aygün’ün parti içindeki“ulusalcılara yönelik “Bunlar kafatasçılar, partinin bunlardan kurtulması lazım” sözüne açıklık getirmesinin istenmesi  üzerine, bu “sert çocuk(!) terbiye sınırlarını zorlayan bir üslupla “Siz geri zekalısınız  kafa yok ki bunları anlayamazsın”  şeklinde cevap vermesi, Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz’a kafa sallayıp dışarıda görüşürüz demesi, diğer bir sert çocuk Sezgin Tanrıkulu’nun Hüseyin Aygün’ün tutumunu eleştiren Şevki Kulkuloğlu’na “terbiyesiz” deyip arkasından tehdit etmesi, artık durumun çok vahim bir noktaya geldiğini göstermektedir.
İşin en acı tarafı da bu düzeysiz konuşmaların Kılıçdaroğlu’nun önünde yapılmış olmasıdır.
Bu partinin “ulusalcı kanadını” Hüseyin Aygün’ün “geri zekalı” olmakla suçlamasına, “bu ne terbiyesizlik” diyerek tepki veren Kayseri Milletvekili Kulkuloğlu’na “Terbiyesizlik yapma” diye tepki verebilmesi partinin hangi noktaya geldiğini ortaya koymaktadır.
Eğer bir terbiyesiz aranacaksa o da Hüseyin Aygündür.
Bu derebeylik “dayısı (!)” herkesi kafatasçılıkla suçlayacak, ona terbiyesizlik yapma diyen kişi de saldırıya uğrayacak.
Bu Hüseyin Aygün ve Sezgin Tanrıkulu anlaşılıyor ki, köpeksiz köy bulmuşlar değneksiz dolaşıyorlar.
Kulkuloğlu kendisin tehdit eden Sezgin Tanrıkulu’na “beni çiçek çocuklarına mı  öldürtürsün” diye çok doğru  soru /yanıt vermiş.
Elbette öğle yapar, tek başına bir şey yapamaya yüreği yetmeyen “sert çocuk(!)” ancak yanına kadınları alıp tehdit eder.  Böylesine, “sert çocuk (!)”, “Köpeksiz köy bulmuş değneksiz dolaşıyor” derler.
Ya öbürü, Devletin ve partinin kurucuları Atatürk ve arkadaşlarını katliam yapmakla suçlayan, programına ve felsefesine inanmadığı bir parti milletvekilliğini kabul edecek tıynette bir “adam(!)”, bütün ulusalcıları “geri zekalı olmakla suçlayacak ve parti tabanından da  gereken tepkiyi  almayacak, asıl üzücü olan budur.
Bunları Türk Halkının iyi tanıması gerekir. Bunlar ülkenin bölünmesi yolunda CHP içine Truva atı olarak yerleştirilmiş unsurlardır.
 Kılıçdaroğlu’nun önünde bir kadın Milletvekili tehdit edilirken, partinin temel değerlerine saldırılırken buna karşı çıkan  Milletvekiline sataşmalar  olurken olayları büyük bir keyifle izleyebildiğine  ve olaylar yatıştıktan sonra da “iki tarafın da bir birlerine saygılı olmalarını ve kötü  sözler söylememeleri konusunda” uyardığına göre bu saldırganları himaye ettiği anlaşılmaktadır
Kin ve nefret duygularıyla dolu, kadın milletvekilini tehdit edecek karakter de  bir adam, parti tabanını en az %90 nını oluşturan ulusalcılara “geri zekalı”  diyecek, “Bu ne terbiyesizlik” diyen milletvekili ile aynı kefeye konacak.
Bunlar kadın tehdit edecek kadar merttirler(!), mertçe bir fikir tartışmasına girmezler, hemen mağduru oynamaya başlarlar.
Bakın Kılıçdaroğlu, daha şimdiden mağduru oynamaya başladı, 2009 da seçilen Belediye Başkanlarını kendisi atamadığı için kaçınılmaz görülen bir yerel seçim başarısızlığını eski ulusalcı Baykal yönetimine yıkmaya çalışıyor.
Ama gene yakın tarihimizin siyasi gelişmelerini hiç bilmediği ortayaçıkıyor. Bedrettin Dalan Türkiye’nin en başarılı belediye başkanıydı, ama Turgut Özal’a duyulan antipatiden İstanbul’da seçim kaybetti. İstanbul’da seçimi Turgut Özal kaybetmişti, Bedrettin Dalan değil.
Onun için bu söylemler kimseyi kurtarmaz. Birde orada doğrudan parti ölçüsü veren “İl Genel Meclisi” sonuçları olacak ona ne mazeret bulunacak.
İl Genel Meclisi sonuçlarının  2009 da seçilmiş olan Belediye başkanları ile bir ilişkisi yok.
Kemal Kılıçdaroğlu, bu kifayetsiz muhteris, Atatürk ve ulus devlet düşmanı sert çocuklarıyla siyaset yapmaya devam ettiği sürece belki kendisine yüklenen misyonu yerine getirir, ama tarih hakkında ne yazar bilemem.




26 Eylül 2012 Çarşamba

YANLIŞ EYLEM VE SÖYLEMLER



Son günlerde basın yayın organlarına baktığınız zaman hep bir ağızdan, Oslo görüşmelerinin başlaması yönünde görüşler ileri sürüldüğü görülecektir.
Buna gerekçe olarak gösterilen de “Barış olsun” , “Analar ağlamasın” gibi ilk etapta kulağa hoş gelen söylemlerdir.
Her siyasetçi, her milletvekili hukuk fakültesi mezunu olsun olmasın hukuk terminolojisini doğru kullanmak zorundadır.
Bizdeki PKK  terör örgütünün silahlı kalkışmaları uluslararası hukuk statüsü içinde değerlendirilmediğinden, eylemleri, yani  yaptıkları katliamlar, adam kaçırma, terörün finansmanı için uyuşturucu kaçakçılığı vs eylemleri ulusal ceza hukukunun konusunu teşkil ederler.
O nedenledir ki, uluslararası hukukun bir kurumu olan “Barış” onlarla söz konusu olmaz. YA SİLAH BIRAKIRLAR YA DA DEVLET GÜCÜ KULLANILARAK SİLAHTAN ARINDIRILIRLAR.
Bu nedenledir ki BDP’lilerin  bu işe Birleşmiş Milletlerin müdahalesini istemesinin temelinde yatan neden de olayı uluslararasılaştırmaktır.
Aslında Oslo görüşmelerinde devlet bu oyuna gelmiştir. Görüşmelerde BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesinden biri “Hakem Devlet”, diğeri ise “Gözlemci Devlet” olarak orada bulunmaktadırlar. TÜRKİYE’NİN  BUNU KABUL ETMESİ DAHİ BÜYÜK BİR  YANLIŞTIR.
Beğenelim veya beğenmeyelim, ABD ve İsrail terör örgütleriyle masaya oturmazlar.
Örneğin ABD El-Kaide ile pazarlık masasına bugüne kadar oturdu mu?  El-Kaide terörünü sonlandırmak için Bin Ladinle görüşebiliriz dedi mi?
Elbette hayır.
PKK  terör örgütüyle masaya oturulursa bu onların tanınması anlamına geldiği gibi, bir de Abdullah Öcalan’la da görüşebiliriz demek, EŞKİYAYA TESLİM OLMAKTIR.
Silah bırakılması için masaya oturabiliriz demek, Türk Milleti’nin aklıyla alay etmektir.
Eşkıyaya silahlarını bırak dediğin zaman cevabı “NE KARŞILIĞINDA ?” OLACAKTIR.
Yani bu Oslo görüşmelerinden “Terör örgütü kayıtsız şartsız silahlarını bıraksın, ondan sonra Türkiye demokrasisindeki eksiklikleri neyse ele alıp düzeltsin” kararı mı çıkacak? Yoksa “Türkiye şu şu tavizleri verirse, terör örgütünün silahları bırakmasının uygun koşullarımı oluşur ” mu  denecektir? Hiç kimse kendisini kandırmasın, ikinci seçenek gerçekleşecektir.  
Dünyada yaşanan olaylar, terörün doğrudan dış ve dolaylı desteklerinin önü kesilmeden bitirilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Irak ve Kuzey Irak Kürt Yönetimleri bilerek ve isteyerek  terör örgütü militanlarının Türkiye’ye sızmalarını engellemiyorlar. Bir de şimdi buna yanlış dış politika tercihlerimizle Suriye katıldı, olay daha da vahim hale geldi.
 Bu nedenle, PKK terör örgütünün militanları komşu ülkelerdeki kamplarından sınırı geçip Türkiye’ye girerek saldırılarına devam ettiği ve silah bırakmadığı sürece Türkiye’nin terör örgütüyle hem de İngiltere’nin hakemliğinde  masaya oturmaması gerekir.
Siyasi Partilerin olaylara yaklaşımlarına bakarsanız, bu olayın tek muhatabının terör örgütü olduğu, Türkiye’nin huzurunun onların insafına kaldığı gibi bir algılama yaratılmaya çalışıldığını görürsünüz.
Bu olayda şehit, gaziler ve  yakınları göz ardı edilerek bu ülkenin diğer unsurlarının bu konudaki görüşünün bir değeri yokmuş gibi davranılmaktadır.
Eğer bir mutabakat aranacaksa bu toplumsal bir mutabakat olursa kalıcı ve yaraları sarıcı olur.
Terörü kullanarak askeri polisi katledip halka zarar verenlerle varılacak bir mutabakatın, bu eylemlerin mağdurlarının da içine sindirebileceği ve onların tatmin olabileceği unsurları taşıması gerektiği tartışmasızdır.
O nedenle bu konuya çözüm yolunda katkıda bulunacağını iddia eden partiler, bu konularda görevlendireceği insanları çok dikkatle seçmek mecburiyetindedirler.
Bu seçilen insanların da kullandıkları terminolojiyi seçerken, çok dikkatli olmaları gerekir. Ülkeyi sıkıntıya sokacak “Barış” , “Barış görüşmeleri” gibi söylemlerden kaçınmaları gerekir.
Bu nedenle yazımın başında, her milletvekili hukuk fakültesi mezunu olsun veya olmasın hukuki konuşmak zorundadır dedim.
Kullanılan sözlerin uluslararası hukukta ne anlama geldiği bilinmeden ya da ne anlama geldiği bilinmesine rağmen kötü niyetle kullanılması ÇOK TEHLİKELİ SONUÇLAR YARATIR.


23 Eylül 2012 Pazar

KAMU VİCDANI’NI KANATMAYAN YARGIÇ



2010 yılı Aralık ayında başlayan Balyoz davası  tahmin ettiğim gibi sonuçlandı.
Bu kararın, birkaç rövanşist dışında, kamu vicdanını tatmin ettiğini düşünmüyorum. 
Başından beri savunma haklarının kısıtlandığı, bu nedenle  adil yargılanma hakkının çiğnendiği bir süreç sonunda bir hüküm verildi.
Yargılama, sav ve savunmanın yargılama usul hukuku düzeni içinde çatıştırılarak hukuki sonuçların çıkarıldığı bir çalışmadır.
Bu nedenle sav ve savunmanın  yargıç gözünde ve indinde eşit olması gerekirken, savunmayı olabildiğince kısıtlayan, dışlayan bir yargılama yapılmışsa orada ne adalet tecelli eder, ne de verilen karar  tarafları etmediği gibi kamu vicdanını da tatmin eder. 
Kamu vicdanını tatmin etmeyen bir hüküm, inanıyorum ki, ne kadar şartlanmış olursa olsun, ne kadara yandaş olursa olsun, o hükmü veren hakimi de rahatsız edecektir.
Zira; “temiz bir vicdan kadar yumuşak bir yastık yoktur” diye  bir Fransız atasözü vardır.
Eğer bir yargıç veya yargıçlar heyeti vicdan rahatlığı içinde bir karar veriyorsa,  sanıklarla arasına barikat kurdurmaz, daha hükmü açıklamadan  “bu nihai karar değil temyizi de var” demez ve eğer diyorsa o karara kendisi de inanmıyor demektir.
Böyle bir ortamda kararın verildiği günkü TV programlarını izlemeye çalıştım.  Rövanş alma duygusu içinde olanlar bile yargılama aşamasında “bazı delillerin toplanmadığını, bazı usul uygulaması olumsuzluklarının yapıldığını” dile getirdiler. Hatta daha ileri gidip verilen cezaların çok ağır olduğunu bile söyleyenler oldu.
Uygar bir ülkede, bir delil grubu içinde bir tanesi bile “düzmece”, “kurmaca” ise o delillerin hepsi artık sahih olmaktan çıkar.
Verilen karar, kararı savunmaya çalışanlar tarafından bile eksikliklerle, hukuksuzluklarla dolu olduğu yönünde eleştiriliyorsa,  o karar kimseyi tatmin etmemiş demektir.
Bu ve Silivri Mahkemelerinden çıkacak diğer böyle kamu vicdanını rahatsız edecek kararlar,  ileri de hem de çok uzun olmayan bir süreçte,  bir genel af beklentisi yaratacaktır.
Zira bu özel yetkili Mahkemelerden verilen kararlara karşı kamuoyunda bir inançsızlık söz konusu olacak, kamu vicdanı kanamaya başlayacaktır.
Eğer bir Mahkemenin tutum ve davranışları, tüm yargılama sürecinde ve gerekse kararı verdiği andan itibaren, bu ülkenin ciddi hukukçuları tarafından tartışılır hale geliyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir.
Bütün bunların temelinde yatan hem cumhuriyetten ve cumhuriyeti kuran kurumlardan rövanş almak ve hem de   Abdullah Öcalan’ı da kapsar şekilde bir genel affın yolunu açmaktır.
Yargının şuanda verdiği görüntü, Yürütmenin emri altına girdiğini gösteriyor. Aksi olsa, Başbakan’ın “Mahkemeye gerekeni söyledik” sözleri üstüne, hani o yansız ve tarafsız bir seçimle geldiği iddia edilen Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Vekili, Başbakan’ın bu söylemi için “dil sürçmesidir” der miydi?.
Suçüstü yakalanmış Başbakanı kurtarmak, onu temize çıkartmak bu zat-ı muhteremin işimidir?
Ama Kamuoyundan da bu konuda hiçbir tepki gelmedi.Çağdaş bir ülkede bu özensizlik, yargının etkilendiği düşüncesi toplumsal tepkiyi doğururdu.
Silivri Mahkemelerinde tutuklu, yanlış anımsamıyorsam genç bir muvazzaf general bana “Bizi değil hukuku savunun” demişti.
Ne kadar da doğru söylemişti.
Evet, artık bugünden sonra yapmamız gereken, hiç ayırım yapmadan, bizden, karşı taraftan demeden, kime karşı yargıda bir haksızlık, hukuksuzluk yapılıyorsa onunla mücadele etmek zorundayız.
 Yansız ve tarafsız bir yargı hepimizin güvencesidir. Böyle bir yargı düşünce ve ifade özgürlüğünün de, basın özgürlüğünün de, bireysel hak ve özgürlüklerinin de, DEMOKRASİNİN DE  teminatıdır.
O nedenle tanrı hepimizi aklı ve vicdanı özgür, sağlam karakter sahibi, iyi eğitilmiş, verdiği kararlar KAMU VİCDANI’NI KANATMAYAN YARGIÇLARLA karşılaştırsın.
     

19 Eylül 2012 Çarşamba

TUTARLI OLUN VE KALKIN O MASADAN



CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Haluk Koç,  Oslo’da yapılan Hükümet-PKK görüşmelerinde varılan mutabakat metnini açıkladı.
Metni incelediğiniz zaman yeni bir şey olmadığını, bir anlamda bugüne kadar basında dillendirilen konuların derli toplu kaleme alınmış bir şekli olduğunu görürsünüz.
Bence bu belgede en önemli konu metnin 2.maddesindeki “Taraflar, bu güne kadar Oslo ve İmralı süreçlerinde vurgulanan Kürt sorununun kalıcı çözümüne yönelik temasların sürdürülmesi ve yürütülecek  çalışmaların ANAYASAL VE YASAL ÇERÇEVEDE sonuçlandırılmasının esas alınmasının gerekliliği konusunda varılan mutabakatları teyit eder.” denmiş olmasıdır.
Bu beyan yeni bir anayasa yapımı konusunda AKP ve PKK nın  anlaştıklarını ortaya koymaktadır.
AKP Mecliste 326 , BDP de 29 milletvekiline sahipler, birde bunların dışında bağımsız görünüp te böyle bir anayasa konusunda onlarla beraber hareket edecekleri kesin olan Leyla Zana, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve kendi partisine giden Şerafettin Elçiyi de düşünürseniz BDP’yi en az 33 kişi, kabul etmek gerekir, böylece   toplam sayıları 359 kişiyi bulan bir anayasa bloğu söz konusudur.
Birde maalesef CHP içinde Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu gibi sonunda bölünmeye gidecek “özerklikten” yana tavır sergileyecek en az sekiz on kişinin varlığı da kabul edilirse, Halk oyuna gitmeden anayasa değişikliği yapacak 367 sayısına ulaşılacak ve geçilecektir.
Durum böyle olduğuna göre CHP ve MHP’nin sonunda ülkeyi bölünmeye götürecek bir anayasa yapmak için, iktidar ve uzlaştığı terör örgütü yandaşlarının sayısı yeni bir anayasa yapmaya yeterken, eğer CHP ve MHP bölünme anayasasından yana değillerse, hiçbir Anayasal ve İç Tüzükte yasal dayanağı bulunmayan Anayasa Uzlaşma  Komisyonun da ne işleri var.
İkincisi, eğer bir konuda siyasi iktidardan şeffaf olması, halka her konuda bilgi vermesi isteniyorsa,  o zaman bunu isteyenlerinde, en az iktidarı elinde bulunduranlar kadar şeffaf olmaları ve Van Çalıştayının sonuç metnini halkımıza açıklamaları gerekmektedir.
Oslo mutabakat metnine baktığınız zaman, CHP yöneticiler tarafından çok kısa bir süre önce dile getirilmiş olan “Akil Adamlar”  “Hakikatler Komisyonu” gibi komisyonlar istendiği görülecektir.
Bu metin CHP’nin,  evvela son dakikada getirildi, bu nedenle sadece itiraz ettik dediği, halbuki uçak kaçırmak endişesiyle salonu erken terk ettiği, sonradan hiçbir geçerliliği olmayan yazılı itiraz gönderdiği, açıkça Türkiye’nin aleyhine olan bir kararın oluşmasına  müdahale edemediği Sosyalist Enternasyonelde , Kürt sorunun çözüm yöntemini gösteren maddesinden bir farkı yoktur.
Orda da uluslararası çözüm öneriliyordu, burada da Hakem Devlet İngiltere ve gözlemci ABD’nin işbirliği ile olaylar kotarılıyor.
   Bütün bunlar ortadayken, o zaman CHP’nin itirazı, Oslo görüşmelerinin sadece halktan saklanmasına mı, yoksa aynı zamanda içeriğine  demi?
Bunun net ortaya konması gerekiyor.
Elbette Başbakan’ın ıslak imza söyleminin hiçbir kıymeti har biyesi yoktur.
Doğrudur, Oslo görüşmeleri başlı başına bir Anayasal suçtur, “görüşmeler benim talimatımla yapıldı” diyen Başbakan’ın  Yüce Divan’da yargılanması gerekir.
Eğer Oslo görüşmeleri ve bunun sonucunda varılan mutabakat, siyasi iktidar mensupları açısından Yüce Divanlık Suç oluşturuyorsa, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konmuş,  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapısını koruyan çekinceleri kaldıracağız demek, “Akil Adamlar”, “Hakikatler”  komisyonları önermek, CHP’yi, AKP’nin PKK ile Oslo da uzlaştığı noktaya götürür. Onların da ağır siyasi sorumluluğu ortaya çıkar.
Sayın Haluk Koç’un kamuoyuyla paylaştığı belge bir malumun ilanı da olsa ses bantlarından çok daha önemlidir. Bu belge  ıslak imzalı metnin hakem Devlet İngiltere’nin elinde olduğunu ortaya koyuyor.
CHP’nin bugüne kadar söyledikleri ve Oslo Mutabakat Belgesinin ortak noktalarının ortaya çıkması, CHP’nin hareket alanını daralttığı için en çok terör örgütünün işine yaramıştır.
Şimdi CHP bu noktada, Oslo görüşmelerinin gizli yapılmasına mı karşıdır? Yoksa içeriğine mi?
EĞER İÇERİĞİNE DE KARŞILARSA, TUTARLI OLUP  ANAYASA UZLAŞMA KOMİSYONUNDAN ÇEKİLEREK BÖLÜNME ANAYASASINA MEŞRUİYET KAZANDIRMAMALARI GE

16 Eylül 2012 Pazar

ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİ



AKP iktidarı, eğitim müfredatından “Atatürk İlke ve İnkılapları’nın çıkartılmasına karar vermiş.
Elbette buna bu ülkenin temel değerleri olan, Laik demokratik Cumhuriyetle sorunu olmayan kuruluşların, kişilerin tepki vermesi gerekir, ama maalesef güçlü bir tepki şu ana kadar gelmedi.
Bu kurum ve kişilerin böyle güçlü bir tepki vermemelerinin sebebi, bu konun asıl sahibi olan, Atatürk ilke ve devrimlerine bütün varlığı ile sahip çıkması gereken CHP’nin , bu konuda en ufak bir çıkış yapmamış olmasıdır.
Cumhuriyetten evvel var olan, Cumhuriyeti kuran partinin,  devletin temel değerlerinin tahrip edilmesine seyirci kalmaması gerekirdi.
Ama maalesef Atatürk’e küfür edilmesini, “katil” denmesini düşünce özgürlüğü olarak niteleyen bir grup şuanda partiyi yönetmektedir.
Onun için onların sessiz kalmasını yadırgamamak gerekir. Hatta  içten içe bundan keyif aldıklarını bile düşünebiliriz.
Onun için bu konuda artık her birimizin tek tek kendimizi halkımızı uyarmakta görevli saymalıyız ve gericilerle,bölücülerle, Cumhuriyet düşmanlarıyla mücadele etmeliyiz.
20.nci yüzyılda iki büyük devrim yaşamıştır. İlki  1917 Bolşevik  Devrimi, ikincisi ise Türk  Devrimidir. 20. yüzyılın son günlerinde Bolşevik Devrimi’nin kurduğu rejim yıkılmış ama tartışmaları azalarak da olsa devam etmektedir. Yüzyılın ikinci büyük devrimi olan Türk Devrimi, dünya üzerindeki mazlum milletleri etkilemiş ve sonuçları bugüne kadar gelmiştir. Bugünde etkilerini devam ettirmektedir.
AKP tarafından eğitim müfredatından çıkarılan “Yeni” CHP’nin, yani şimdiki CHP Yönetiminin sessiz kalarak bu çıkarma eylemine destek verdiği Atatürk İlkeleri, bu ülkede çağdaşlaşma yönünü belirleyen ve Atatürk Devrimlerine temel teşkil eden fikir ve düşüncelerdir.
Atatürk ilke ve Devrimleri, çağdışı bıraktırılmış bir toplumu, çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırıp ötesine de geçirmek çabasıdır.
Bu hedeflere ulaşabilmek için bilimi kendisine temel alan bir yoldur.
Bu devrim süreci Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan 1933’e kadar devam eden, çok  uluslu teokratik  Osmanlı Devletinden, Laik Demokratik bir ulus Devlet olan Türkiye Cumhuriyetine dönüşmesini sağlayan devrimlerin tümüdür.
Bunu eğitim müfredatından çıkartmanın tek gayesi, Atatürk’ten öç almaktır.  
Atatürk Devrimlerinin temeli Laiklik üstüne bina edilmiştir. Bu nedenle hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından “Laiklik Karşıtı eylemlerin odağı olmaktan” mahkum edilmiş bir parti bunu elbette yapmak isteyecek ve yapacaktır.
Ama bu sadece AKP’nin bir projesi olmanın ötesinde, 1989 dan bu tarafa önce ABD’nin bu bölgede Ilımlı Islama geçme projesinin ve sonradan AB’nin Türkiye’de ulusalcılığı kazıma projelerinin geldiği son noktadır.
Bu yapılanlara ilk ve en sert tepkiyi vermesi gereken kurum Cumhuriyet Halk Partisi olması gerekirken, buna, birkaç bireysel, cılız çıkışın dışında hiç ses çıkartılmamaktadır.
 “Atatürk’ü ve Kemalizm’i bu partiden kazıyacağız” diyebilen, Atatürk’e ve onun silah arkadaşlarına katil deme cesaretini gösterebilen insanların bu partiye yerleştirilmesi, Ilımlı İslami ve devletin üniter yapısını tahrip etme  projesinin bir parçasıdır.
Atatürk İlke ve Devrimleri sayesinde insan gibi yaşayan, aslında kadın olarak elde edilmiş kazanımlarından dolayı, Atatürk İlke ve Devrimlerine en çok sahip çıkması gereken bir kadın Milletvekili  “Atatürk Devrimlerinin bekçisi olmayacağız” diyebiliyorsa, Atatürk devrimlerinin ve çağdaşlaşmanın olmazsa olmazı olan “Laiklik söyleminin” kullanılması  müteddeyinleri rahatsız ediyor” diye söylenmekten Parti yönetiminin isteği ile vaz geçiliyorsa, elbette Cumhuriyet Halk Partisi Atatürk İlke ve Devrimlerinin müfredattan çıkarılmasına tepki vermeyecektir/veremiyecektir.
Eylemsizlikte bir eylemdir. İşte CHP bu ihanete sessiz kalarak AKP’nin devletin temel değerlerinin yeni kuşaklara aktarılmasını önleme operasyonuna destek vermektedir.






. 

12 Eylül 2012 Çarşamba

AFYON FACİASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


    
Afyon’da bir askeri mühimmat deposunda meydana gelen patlama Türkiye’nin gündemine oturdu.
En çok konuşulan konu patlamanın nedeninin ne olduğu noktasında toplanıyor.
Konuştuğumuz bir kısım “emekli” askerler her ihtimalin göz önünde tutulması gerektiğini, olayın gerisinde sabotaj da olabileceğinin araştırılması gerektiğini dile getiriyorlar.
Bence bu facia ister bir sabotajdan, ister ihmal ve kusurdan kaynaklansın, sonuç bir komuta zafiyetinin varlığını gözler önüne seriyor.
Asıl bunun tartışılması gerekiyor. Bu cephanelikler, herkesin kolayca ulaşabileceği bir yer olmadığına göre velev ki “sabotaj” olsa komuta zafiyetini ortadan mı kaldırıyor?
Bunun tek kelimeyle cevabı “hayır”  olması gerekir.
Asıl tartışmamız gereken konu, bu komuta zafiyetinin nedenleri niçin oluştuğudur.
Ordunun teknik donanımının çok daha eksik olduğu bir zamanda ve çok daha zor şartlarda yapılan Kıbrıs Barış harekâtını çok az zayiatla başarmış, terörü sıfır noktasına indirgeyebilmiş bir ordu nasıl bu hale gelmiştir.
Geriye dönüp olayları incelersek, bugün gelinen noktanın tek sorumlusu AKP iktidarıdır.
Oslo görüşmelerinde katillerin temsilcilerine Başbakan’ın görevlendirdiği, o tarihteki Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı şimdinin MİT müsteşarı, “sizi rahatsız eden subay, emniyetçi, kamu görevlisi varsa isimlerini verin, gereğini yaparız” , diyebiliyorsa o orduda ne moral ne çalışma ve mücadele azmi kalır.
“Habur açılımı” adı altında katil yamakları davul zurnayla karşılanırken, aynı bölgede görev yapan subay, astsubay ve erin yaşayabileceği ruhi çöküntüyü hiç düşündük mü?
Hele bu kepazeliğe açılım diyen, kendini aydın diye niteleyenlere ve bunlarla görüşmeyi içine sindirebilenlere toplumdan hiçbir tepki gelmiyorsa ordunun moral motivasyonun ne hale geleceğini görmek için alim olmaya gerek yoktur.
Terörist cenazesi geçerken, görevi o bayrağı asılı olduğu yerde, canı pahasına da olsa tutmak olan “Memedime” indirtebilen bir zihniyete sessiz kalabiliyorsak söylenecek fazla bir şey kalmamıştır.
Ordu, ABD’nin istediği gibi dizayn edilsin diye, bu ülkenin pırıl pırıl, ülke menfaatlerini ABD’nin çıkarlarının önünde tutan çocukları, düzmece iddianamelerle hapishanelerde tıkılıyorsa evvela bunu irdelemek gerekir.
Eğer bu ülkede, yıllarca evvel üç teröristi çatışmada öldürmüş olan birliğin komutanını, yıllar sonra yazdığı mektubun altına açık kimliğini yazmaktan ve imzasını atmaktan çekinen ahlak yoksunu bir kişinin imzasız mektubuyla yargılamaya başlayıp, tutukluya biliyorsanız, görev yapan insanların ruh halini iyi düşünmeniz gerekir.  
Büyük bir facia üstüne olay yerine 36 saat sonra giden Genelkurmay Başkanı sanki olağan bir denetlemeye gitmiş gibi Vali ziyaretinde bulunmayı düşünebilmiştir.
Ama maalesef ordu o kadar yıldırılmış, psikolojik baskı altına alınmış ki, ister bu patlamada olsun, ister dağdaki çatışmada yaralanıp evine giden gaziyi tarifeli otobüslerin insafına bırakabilmektedir.
Eğer siz terörün kol gezdiği bölgede, askerin  teröriste karşı yapacağı bir hareketi evvela valiye veya kaymakama bildirmek zorunda bırakırsanız olacak budur.
Bütün bunları tartışmıyoruz, kaza mı? Sabotaj mı? Bunu tartışıyoruz.
Tartışmamız gereken konular bunlar. Ama maalesef  biz bunları tartışmıyoruz.
Bunun nedenlerinden biri de  ülkemizde olup bitenlerin en iyi bir biçimde izlenmesi, değerlendirilmesi gereken bir dönemde, Türkiye’de kamuoyunu oluşturacak, yazılı ve görsel basın, ya başlarındaki yöneticilerin yetersizliği ya da 10 yıllık AKP iktidarından duyulan korku dolayısıyla bu işlevini yeterince yerine getirememektedir.
Hiç şüphe yok ki basının bu  durumu, kamuoyunun doğru bilgilenmesini önlediği gibi, ister iktidar, ister muhalefet partisi yöneticileri olsunlar, bu kadroların yaptıkları uygulamaları değerlendirmelerine, sağlıklı tepki ölçmelerine engel olmaktadır.



9 Eylül 2012 Pazar

BÜYÜK HATA



Sosyalist Enternasyonel’in Cape Town toplantısında, Türkiye’nin iç sorunu olan terör/Kürt sorununun  uluslararası bir soruna dönüştürülmesine yönelik bir karara maalesef CHP  imza atmıştır.   
“Barışa istikrara ve işbirliğine ortak bir yol: çok taraflılığın korunmasına ilişkin ihtiyaç” başlıklı karar metninde: “Kürt sorunu, İsrail ve Filistin gibi çok taraflı çözüm bulunulması gereken bir sorundur. Irak, İran, Türkiye ve Suriye’yi temsil eden partiler ve Kürt halkı, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslarüstü kuruluşların yardımıyla çok taraflı bir çerçeve içinde çalışılmalıdırlar. Sosyalist Enternasyonel Kongresi, Kürt Sorunu üzerine Özel Çalışma Grubunun, uluslararası hukuka uygun olarak Kürt halkının haklarını ve güvenliğini korumak ilerletmek ve yaşam koşullarını amacıyla tekrar kurma kararı almıştır” denmiştir.
Bu metinin altına imza koymak, Türkiye’nin bir iç sorunu olan terör/Kürt sorununa, bugüne kadar hiç olmadığı gibi, uluslar arası platformda çözüm arama AYMAZLIĞINA DÜŞMEKTİR. CHP bugüne kadar, şimdiki yönetim dahil, bu sorunun “bireysel haklar” temelinde çözüleceğini söylemiyor muydu?
Bu altına imza atılan metin, Türkiye’deki Kürtleri diğer ülkelerdekilerle aynı kefeye koyup çözüm yolu aramaya yöneliktir.
Büyük bir aymazlıkla imzalanan bu metne baktığımız zaman, Türkiye’nin terör sorunu ile Filistin sorunun aynı kefeye konduğunu görüyoruz. Türkiye, İsrail’in Filistin’de ki işgalci konumuna indirgenerek, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde işgalci konumuna düşürülmektedir.
Bu metne onay vermekle, Kürtlerin yaşadıkları ülkelerde Kürtlerin statüleri arasındaki farklılığa işaret etmeden, yani Türkiye’deki Kürtlerin Anayasa ve kanunlar önündeki “eşit vatandaş” konumu hiç göz önüne alınmadan, sanki Kürtlere, Türkiye’de de tıpkı İsrail’in Filistinlilere yaptığı gibi, ayrımcılık ve işkence yapıldığını kabul etmiş oluyoruz. Ülkesinde Kürtlere daha yeni kimlik veren Suriye ile aynı kaba konuyoruz.
Daha vahimi, yukarıda belirttiğimiz Sosyalist Enternasyonel’in “Kürt açıklamasının”, hemen üstünde üç paragraf halinde, İsrail’in Filistinlilere neler yaptığı ve İsrail’den Filistin işgaline son verilmesi, iki devletli bir yapının kabulü, self determinasyon ve Filistinli mahkûmların salıverilmesi gibi talepler yer almaktadır.
Bu kararı imzalayan CHP yönetimi, bugün İsrail’le aynı kefeye konurken, yarın aynı taleplerin Türkiye’den de istenebileceğini öngörememişler midir?
Ayrıca madde metninden anlaşılan, beraber çalışılması istenen partilerin Sosyalist Enternasyonel’e üye olma şartı da söz konusu değil.
Bu metne göre CHP PKK yandaşı partilerle beraber Kürt sorununu tartışır hale gelecektir. Bunun  Türkiye’de terör örgütünü muhatap kabul etmekten başka hiçbir alamı da olmayacaktır.
Metne baktığımız zaman, birbirleriyle siyasal yapısı, o bölgelerde yaşayan Kürtlerin statüleri birbirinden çok farklı olan ülkelerdeki Kürt sorunu, BM’nin,  AB ve uluslarüstü STK ların yardımıyla aynı kefeye konularak çözülmesine çalışılmalıdır, deniyor.
İleride BM Genel Kurulu veya Güvenlik Kurulu, Türkiye’deki Kürt sorunuyla ilgili olarak bir karar alırsa buna karşı ne diyebilirsiniz.
Ya da yeniden kurulacağı söylenen Çalışma Grubu böyle bir öneri yaparsa ki; Büyük Kürdistan hayaliyle yanıp tutuşan iç ve dış mihraklar bunu yaptıracaklardır.
O zaman ne yapacaksınız?
Hiç mi içinizde, uluslararası hukuka atıf yapılırken, uluslararası hukukta “kendi kaderini tayin hakkı” nın varlığından haberi olan kimse yoktu? Ya da bunu hiç mi incelemediniz?
Bu karara BDP imzalayabilir hatta alkış bile tutabilir, ama CHP’nin böyle bir şeye alet olmasını anlamak mümkün değildir.
YAPILAN BÜYÜK BİR HATA, BÜYÜK BİR AYMAZLIKTIR.     

5 Eylül 2012 Çarşamba

SURİYELİ GEÇİCİ SIĞINMACILAR


         
Ülke gündemini en çok meşgul eden konulardan biri de, Suriye’de çıkan ayaklanma sonrası, Suriye kuvvetlerinden kaçarak sınırlarımıza gelen yabancıların hukuki durumu ile siyasi iktidarca yapılan uygulamalar, AKP İktidarı’nın  hukuki konumu açısından  tartışılmıyor.
Sığınma ya da eski adıyla iltica, bir kişinin uyruğunda bulunduğu ülkenin ya da ikamet ettiği devletin ülkesini çeşitli baskılar ya da ayrımcı yasal kovuşturmalar nedeniyle terk ederek, yabancı bir devletin ülkesine, diplomasi temsilciliği ya da konsolosluk binalarına, savaş gemilerine ya da devlet uçaklarına girmesini ve bu devletin korunmasını aramasını belirtmektedir.
Ancak, sığınma olayı  yukarıda tarifini yaptığımız şeklin dışında,  bir takım baskılardan ya da savaştan ve iç çatışmalardan kaçarak, aynen “Körfez savaşı” sırasında Saddam Kuvvetlerinden kaçarak Türkiye’ye gelen ıraklı Kürtler gibi, topluca sığınma biçiminde gerçekleşir.
Bunun yanında ayrıca, baskı ve zulümden kaçanların bireysel sığınma talep hakları vardır.
Türk hukukuna göre, mülteci sıfatı sadece “Avrupa’dan” gelenler için kullanılabilinir. Zira, 94/6169  sayılı yönetmeliğin, Mülteciyi tarif eden 3. Maddesinde sadece “Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle…..” diyerek, mülteci sıfatının bunlara verilebileceğini coğrafi olarak tayin etmiştir.
Zira, mültecilik çok ayrı bir statüdür. Mülteciyi kabul eden ülkeye ciddi yükümlülükler getiren bir hukuki konumdur.
Suriye’den hududumuz gelenler, mülteci değildirler, BUNLAR GEÇİCİ SIĞINMA TALEP EDEN KİMSELERDİR.
Dikkatte edilirse devlette bunlara hiçbir zaman mülteci sıfatını kullanmamaktadır.
Bugün Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri, Suriyeli geçici sığınmacıların yerleştirildikleri bölgelerde huzursuzluk yarattıkları, hatta zaman zaman suça karıştıkları yönünde gelen şikayetlerdir.
İlk yapılması gereken ancak ciddi bir şekilde yapılmadığı ortaya çıkan husus bunların ASKERİ MAKAMLAR TARAFINDAN silahtan arındırılmaları gerekirdi.
Ancak eli silahlı bazılarının resimlerinin basına yansıması, akla iki soruyu getiriyor. Bunlardan ilki, geçici sığınmacılar huduttan içeriye alınırken, mevzuatımıza uygun şekilde  ya silahtan arındırılmadılar, ya da kamplara yerleştirildikten sonra silah elde etmelerine göz yumuldu.
Girişte silahtan arındırılmadılarsa bunun sorumluları hakkında yasal işlem yapmak gerektiği gibi, bu yapılmadığı takdirde buna göz yuman hükümet yetkilileri Anayasa’nın 92. Maddesini ihlal etmiş sayılırlar. Zira, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM’nindir.
Böyle bir yetki de TBMM den alınmamıştır.
Eğer silahtan arındırılmış olmalarına rağmen, bunlar sonradan , olayımızda Suriye’ye karşı düşmanca  faaliyette bulunmak üzere silahlandırılmışlar ve Suriyedeki iç çatışmalarda kullanılıyorlarsa veya kullanılmalarına göz yumuluyorsa, bu  faaliyet  TCK.’nın 304. Maddesinde tarifini bulan,  yabancı bir ülkeyi, ülkemize karşı savaş açmaya tahrik etme fiilini oluşturur. Buna sebep olan siyasiler Yüce Divanda yargılanırlar.
Bu geçici sığınmacılardan Muharip yabancı ordu mensupları ve diğer sivil geçici sığınmacılardan ayrılarak önce kimlik tespitleri yapılıp ondan sonra ayrı kamplara yerleştirilirler.
Bunun nedeni muharip yabancı ordu mensuplarının  sivillerden ayrı statüye tabi olmalarıdır; zira bunların bulunduğu kamplardaki asayiş ve kontrolün temini ve buna dair işlerin görülmesi ve yönetimi  Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’na göre Milli Savunma Bakanlığı tarafından düzenlenmesi gerekmektedir.
Anlaşılıyor ki, AKP İktidarının halkın gözünden sakladığı Apaydın kampında bu yasal zorunluluklara uyulmamaktadır.
Kendini Pargalı İbrahim zanneden Davutoğlu ve diğer ilgilere anayasal suç işlemekte olduklarını hatırlatmakta fayda var.




    

2 Eylül 2012 Pazar

SURİYE İÇ SAVAŞI VE TÜRKİYE




Başbakan Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Suriye konusunda kendisine yazdığı mektuba cevap verirken, “Mazlum milletlere ilham kaynağı olmuş bir tarihi mirasa sahibiz. Dış politikamız, bu tarihi mirasın  devamı olarak ahlaki ve siyasi ilkelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu da halkların iradesinden yana olmamızı gerektirir” dedikten sonra bu politikaya herkesin destek vermesi gerektiğini belirtmiştir.
Bu beyan Başbakan’ın çok sıkıştığını göstermektedir. Zira, mazlum Miletlere ilham kaynağı olmamız, ulu önder Atatürk’ün yürüttüğü Kurtuluş Savaşı ve Türk Aydınlanmasının sonucudur.
Yani Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yazarak mazlum milletlere örnek olduk.
Yurt’ta sulh Cihan’da sulh ilkesiyle, 1974 de soydaşlarımızın mal ve can güvenliğini sağlamak için yaptığımız Kıbrıs Barış harekatına kadar hiçbir harbe girmedik.
AKP  iktidara gelinceye kadar, iktidar sahipleri bu ülkeyi savaşlardan uzak tutmayı bu ülkenin yararına olduğuna inanıyorlardı.
Türkiye gibi bir ülkenin en büyük menfaatinin savaşa katılmayarak elde edildiği, İkinci Dünya Savaşından sonra herkesin hemfikir olduğu bir konudur.
Asıl sorun bu iradenin gösterilebilinmesidir.
Ancak AKP iktidarı döneminde, dış politika kararları, günü birlik, hiçbir ciddi değerlendirme yapılmadan, stratejik ortak dediğiniz ABD’nin menfaatleri doğrultusunda kararlar almak olarak uygulanıyor.
Suriye bugün yaşanan olaylardan sonra eğer toprak bütünlüğünü koruyamazsa üçe bölünecek ve üç ayrı devlet kurulacaktır.
Irak’ta yaşanan fiili durumdan sonra,Türkiye’nin dış politikasının  Ortadoğu’da bütün devletlerin siyasi varlıklarının devamından yana olmalıdır. Bugün Suriye’de yaşanan kaos Lübnan’a da sıçrama eğilimi göstermektedir.
Düne kadar müşterek bakanlar kurulu, ailecek yaz tatilleri yapılan Başkan Essed ne çabuk, zalim, katil, haksızlık yapan bir insan oluverdi.
Bunu ABD li dostlarınız  kulağınıza söyledikleri zaman mı anlayabildiniz?
 Asıl çok önemli ve komik olan konu, Türkiye’nin  Suriye halkına demokrasi getirmek için Suudi Arabistan’la beraber hareket ediyor olmanızdır. Eğer Türkiye bir gemi ise, dümen Başbakan  ve Dışişleri Bakanı gibi iki bilgisiz ve acemi kaptanın eline kalmıştır ki vay bu ülkenin haline.
Sayın Başbakan, ayrıca  tutarlı da  değilsiniz, söylem ve eylemleriniz bir biriyle taban tabana zıt.
Suriye yönetimini, kendi halkına karşı kıyıcı davranmakla,  katil olmakla suçlarken,  Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soy kırım yapmakla suçlanan Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’i Türkiye’de ağırlamadınız mı?
Bu şahıs kıyıcı acımasız bir katil olarak adı geçen mahkeme tarafından aranmıyor muydu?
Suriye’de bu olaylar başlamadan Türkiye kesin tarafsızlığını ilan etse bugün yaşadığı sıkıntıları yaşamayacaktı. Nitekim İran ve Irak arasında yıllarca süren bir savaş sırasında Türkiye tarafsızlığını daha ilk günden ilan ederek gerek savaşan ülkeler nezdinde ve gerekse dünya da çok saygın bir konum elde etti.
Bugün Suriye’de oynan oyun, 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı olan Condolleza Rice’ın Washington Post Gazetesinde yayınlanan “Fas’tan Basra Körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan bir çok devletin rejiminin, sınır ve haritaların değiştirileceği söyleminin hayata geçirilmesidir. 
Arap baharı denilen gelişmelerle Ortadoğu’nun yeniden planlanarak, devletlerin rejimlerinin değişmesi temin edilmiş, sonucunda da giden diktatörlerin ülkelerinde tam anlamıyla istikrar sağlanamamıştır.
İktidarın yürüttüğü dış politika maalesef , mazlum milletlere ilham kaynağı olmuş bir tarihi miras sahibi devlet uygulaması değil, emperyalistlerin istediğini yerine getiren bir devlet uygulamasıdır.
Ortadoğu ülkelerinin parçalanması, bölünmesi bölge açısından istikrar getirmez. Türkiye Yurtta sulh cihanda sulh ilkesine bağlı kalarak, hem kendi güvenliği ve hem de Suriye ve diğer devletlerin güvenlikleri ve toprak bütünlüklerini esas alan bir politika yürütmelidir.