29 Temmuz 2012 Pazar

YANLIŞ YAPIYORSUNUZ SAYIN DAVUTOĞLU


YANLIŞ YAPIYORSUNUZ SAYIN DAVUTOĞLU
Ülkenin gerçek aydınları, Türkiye’yi yaklaşan bir savaş ateşinden uzak tutmaya çalışırken, siz ABD ve AB’nin taşeronluğuna soyunmuş bilerek veya bilmeyerek Ortadoğu ülkelerinin iç savaşlar yoluyla ortadan kaldırılmalarına yardımcı oluyorsunuz.
Önümüzde çok yakın zamanda yaşanmış Irak’ın fiilen bölünmesi olayı varken, aynı yanlışa Suriye’de de düşülüyor.
Bu açıkça Davutoğlu ve ekibinin hem bölgeyle ve hem de özelinde Suriye’yle ilgili doğru bilgi sahibi olmadıklarını ortaya koyuyor.
Türkiye’nin bölgede siyasi ve ekonomik olarak etkin bir rol oynaması elbette doğru bir davranış, ancak etkin rol oynamak demek kendisine verilen talimatları harfiyen yerine getirmek demek değildir.
Onurlu dış politika, zaman zaman büyük baskı altında kalınması durumunda dahi, tezlerini doğru ve kararlı bir şekilde savunabilmektir.
Tezlerinizi doğru ve kararlı bir şekilde savunamadığınız sürece, etkilemeye çalıştığınız bölge ülkeleri arasında saygınlığınız olmaz.
Örnek vermek gerekirse, önce Libya’da NATO’nun ne işi var dedikten sonra, birilerinin ikazı üzerine daha TBMM den karar çıkmasını beklemeden gemileri Libya açıklarına gönderirseniz, bölge ülkelerinin devlet adamları sizi ciddiye almazlar.
Halkın, pop yıldızı edasıyla Tayyip Erdoğan fotoğraflarını sokakta gezdirmesi, sizin elde etmek istediğiniz bölgesel ağırlığı size vermez.
Bakın bölgede Türkiye’nin sayenizde yok olmaya başlayan saygınlığı, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM de partili vatanperver arkadaşlarınızın da katkısıyla CHP’nin öncülüğünde red edilmesiyle kazanılmıştır.
Türkiye böylece, Müslüman kanının akıtılmasına taraf ve yardımcı olmamıştır.
Türkiye kuzey Irak’ta yaptığı yanlışı Suriye’de de yapıyor.
Türkiye, olaylar daha henüz tırmanmaya başlamadan önce, kesin olarak tarafsızlığını açıklamak cesaretini gösterebilmiş olsaydı, olaylar bu noktaya gelmeyebilir ve hatta Türkiye barışçıl bir rol bile üstlenebilirdi.
Düne kadar aile ziyaretleri yapılan Beşir Essed  bir anda, birilerinin isteği üzerine, halkına zulmeden, kıyıcı bir insan olarak anılmaya başlandı.
Sizler, birileri alt yüklenici olarak ihaleyi size vermeden önce, Suriye de olanları bilmiyor muydunuz, ya da bugün söylenenlerin hepsinin gerçek dışı olduğunu bilmenize rağmen niye bugün aksi bir tutum sergiliyorsunuz?
Sakın kalkıp da  “insan hakları ihlallerinden” bahis etmeyin.
Siz 4 Mart 2009 tarihinde Savaş Suçları Mahkemesi’nce Darfurdaki çatışmalarda 300 bin insanın ölümünden ve 2 Milyon 700 bin kişinin yerinden yurdundan olmasına sebep olmakla suçlanan eli kanlı katil El Beşiri burada ağırlamadınız mı?
Sayın Davutoğlu sizin bu bölgeyi hakikaten hiç bilmediğiniz aşağıda açıklayacağım bir iki nedenden de anlaşılıyor.
Öncelikle İsrail’li Osmanlı tarihçisi Ehud Toledano’nun dediği gibi, Arap Dünyası’nın lideri tartışmasız Mısır’dır. Bütün Arap Dünyası sizinle çok yakın ticari ilişkiye girer ama son siyasi tahlilde yüzünü Mısır’a döner.
Siz Suriye Kürtleri üstünde en etkin kişinin Abdullah Öcalan olduğunu dahi tahlil edemediniz. Farkında değimlisiniz Abdullah Öcalan 2000 de Ecevit Hükümeti’nin baskısıyla o ülkeyi terk edinceye kadar, yıllarca Suriyeli Kürtlerle beraber yaşadı, onlardan militanlar devşirdi.
Bu Suriye’yi bölünmeye götürecek dış güçlerin oyunlarına alet olurken, Kuzey Suriye nedeniyle Abdullah Öcalan’ı önemli bir aktör haline geleceğini düşünemediniz mi?
Suriye’deki Kürtler üstündeki ikinci ağırlıklı isim, Barzani değil Talabani’dir.
Bugün ABD ve AB’nin istediği yapı, kendi dogmaları içine hapsedilmiş, İslam’ın bütün kutsal ve ahlaki söylemlerinden vazgeçmiş, İslam’ı salt ibadet düzeyine indirgemiş, dışa bağımlı kukla bir “Ilımlı İslam Demokrasi’nin hayata geçirilmesidir.
Bu nedenle Batı size Arap Dünyasında etkin olmak istiyorsanız “Atatürk’ten vazgeçin” diyor.

26 Temmuz 2012 Perşembe

UZUN YÜRÜŞÜN SONU



Haftanın belli günlerinde yazı yazmanın zorluklarından biri de zaman zaman yazdıklarınızın geç veya erken olabilmesidir.Bu yazımda şanslıyım Lozan’ın yıldönümünün üstünden henüz iki gün geçti
24 Temmuz Salı Günü Lozan Barış Antlaşması’nın 89. Yıl dönümünü kutladık.
Lozan Barış  Antlaşması, Türk Ulusunun, anayurdunu paylaşmak isteyen  emperyalistlere karşı Mustafa Kemal Önderliğinde verdiği bağımsızlık savaşının, uzun bir yürüyüşün sonunda İsmet Paşa başkanlığındaki Türk Heyetinin diplomasi alanında ulaştığı başarının  tarih ve dünya önünde tescil edilmesidir.
Lozan Antlaşmasının hukuksal değeri büyüktür. Bu antlaşmayla Misak-ı milli sınırları içinde kurulan yeni  Türk Devleti,  Devletler Hukuku çerçevesinde uygar uluslar arasındaki saygın  yerini almıştır.
İtilaf Devletleri, Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmış kabul ettikleri için, sadece Osmanlıya dikte ettirilen Sevr Antlaşmasının gözden geçirilebileceği ve bazı düzeltmeler yapılabileceğini söylüyorlardı.
Meydan muharebelerinin muzaffer komutanı, Lozan’ın büyük diplomatı İsmet Paşa, büyük önderi Atatürk’ten de aldığı destekle, kan, göz yaşı ve alın teri  dökerek bağımsızlığını emperyalistlerden söke söke  almış    bir genç devletin temsilcisi olduğunu bu nedenle, müzakerelerin başlangıç noktasının Sevr  Antlaşması olmayıp Mudanya mütarekesi olması gerektiğini söylüyordu.
Lozan’ın büyük diplomatı Lozan’da emperyalistlerin temsilcilerine karşı “Çok acı çektik, Çok kan akıttık. Bütün uygar uluslar gibi özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz” diye haykırıyordu. Bunları söylerken de, onların tabiriyle küçük Asya ovalarında, yaylalarında aç ve işsiz dolaşan milyonlarca vatan evladının var olduğunu da biliyordu. Ama bütün bunlara rağmen onurlu bir milletin temsilcisi olarak da bir adım geri atmıyordu.
Bu gün bize çağdaşlığı öğretmeye kalkarken,  gerçek  anlamda Avrupalı olabilmemiz için Atatürkçülükten vaz geçmemiz gerektiğini söyleyen Almanlar o tarihte önlerine konulan, müzakere şansları dahi olmayan antlaşmaları imzalarlarken, barışı eşitler arası müzakerelerle elde eden tek devlet Türkiye Cumhuriyeti idi.
Sevr’i dayatanlar sonunda müzakere masasında teslim olup, Sevr’de çözüldüğü söylenen konuları  tekrar görüşmeye başlıyorlardı
Elbette bu yol bu kadar zahmetsiz, dikensiz gül bahçesinde olduğu gibi sıkıntısız bir yol değildi.
İtilaf Devletleri oldu bittilerle her şeyi istedikleri gibi çözme yoluna gidince müzakereler 4 Şubat 1923 tarihinde kesildi; Türk Heyeti Lozan’ı terk ederek Ankara’ya döndü.
Atatürk “Kapsamlı ve güvenlik içinde, ulusun ve ülkenin bağımsızlığının ve haklarının her türlü yönetimsel, siyasal, ekonomik, parasal ve benzeri konularda bağımsızlığını sağlamak geri alınan bölgelerin tamamen boşaltılmasını gerçekleştirmek” şeklindeki talepleriyle kesilen müzakerelerin tekrar başlatılmasını istemiştir.
İtilaf Devletleri bu bildiri üzerine, Osmanlı İmparatorluğuna karşı yürüttükleri yarı sömürge yöntemlerini TBMM hükümetine karşı yürütemeyeceklerini kabul ederek,  Türk tezini kabul ettiklerini 28 Mart’ta  bildirmeleri üzerine müzakereler tekrar 23 Nisan 1923 te başladı.
Lozan Barış Antlaşması Türk Devletinin tüm Dünya ülkelerince de tanınmasını sağlıyordu. Ama aslında bu antlaşma BÜYÜK TÜRK  ULUSUNUN ÇANAKKALE’DE BAŞLAYAN, KAN, GÖZ YAŞI VE TER AKITARAK TAMAMLADIĞI UZUN YÜRÜŞÜN DİPLOMATİK OLARAK TAÇLANDIRILMASIYDI.  
Bu onurlu, sıkıntılı uzun yürüyüş sonunda, bu zaferleri bizlere armağan eden Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü ve tüm onlarla omuz omuza bağımsızlık mücadelesi veren yol arkadaşlarını saygı ile anmak ulus olarak borcumuzdur.
 







22 Temmuz 2012 Pazar

İSRAİL UÇAKLARI O GÜN UÇTULAR MI?



Tayyip Bey gene gündem değiştirme, gündeme dilediği gibi biçimlendirme becerisini gösterdi.
Bir HAS Parti, Numan Kurtulmuş operasyonuyla, hem CHP Kurultayının önüne geçti ve hem de uçak olayını tamamıyla gündemden düşürdü.
Yaklaşık son bir hafta on gündür Türk halkı merkez medyanın da yardımıyla Numan Kurtulmuş olayını, Tayyip Beyden sonraki AKP’yi tartışıyordu ki, Suriye de çok üst düzey üç yönetici bir terörist eylem sonucu öldürüldüler. Olaylar da tırmanmağa başladı.
 Bu nedenle de uçak olayını artık bizim de Ankara’da konuşulanlar ışığında irdelememiz gerektiği kanısındayım.
ABD yetkilileri olayın nasıl olduğunu bildiklerini, bütün ellerindeki bilgileri Türk yetkililerine verdiklerini ama içeriğini açıklamayacaklarını beyan etmişlerdi.
Bu konulara yatkın havacılık tekniğinden anlayanlar ve Doğu Akdeniz’deki askeri hareketliliği bilenler, bu uçak olayının acaba “One Minute”ın bir rövanşımı ve aynı zamanda da İsrail’in ve Essed rejimini yıkmaya çalışan diğer güçlerin Türkiye’yi Suriye ile bir sıcak çatışmanın içine sokmak çabası mı? Olduğunu tartışıyorlar.
Bu ana kadar uçağın füze atışıyla mı? Yoksa uçaksavar atışıyla mı düşürüldüğünün tespit edilemediği söyleniyor.
O zaman da insanın aklına Bülent Arınç’ın “Bir başka aygıt olabilir” açıklaması geliyor.
Bu uçağın Hatay’a kurulan Radar sisteminin imkan ve kabiliyetini test etmek için uçurulduğu konusunda herkes hem fikir. Zaten açıklamalarda bu yönde.
Ankara kulislerinde dolaşan söylentilere göre, doğru yorum yapıla bilinmesi için bazı soruların cevaplarının bilinmesi gerekiyor.
1-Öncelikle Türkiye “angajman bölgesi olduğu için”  bu bölgede yaptığı uçuşları hangi ülkelere bildiriyor. Bu uçuş hakkında bölge ülkelerine İsrail dahil herhangi bir bilgi verildi mi? 
2- O gün bölgede uçan başka uçaklar var mıydı? Örneğin  günde otuz kırk sorti yapan İsrail uçakları o gün  bölgede uçtular mı?
3- Radyo Frekansı gönderilerek bu uçağın yakıt sistemi çalışmaz hale getirilerek düşürülmüş olunabilir mi?
4-Radyo Frekansı göndererek uçağın yakıt sistemini çalışmaz hale getirerek düşmesine neden olabilecek teknolojiye sahip dört ülke var. Bunlar ABD, İngiltere, Rusya ve İsrail.
ABD bütün bilgileri bize verdiğine göre bunu yapmış olması mümkün görülmüyor. ABD’nin yapmadığı, bütün bilgileri Türkiye’ye verdiği bir ortam da İngiltere de bu işi yapmış olamaz.
                       RUSYA MI? İSRAİL Mİ?  
O zaman iki ülke kalıyor geriye bunlardan biri İsrail diğeri ise Rusya.
Şimdi burada irdelenmesi gereken konu, Türkiye’nin Suriye ile bir sıcak çatışmaya girmesinden menfaati olan ülke hangisi? Bize göre tartışmasız olarak İsrail’dir.
Çünkü bir Türkiye Suriye çatışmasında Rusya açıkça Suriye’den yana tavır koyacağını açıkladı. Ama böyle bir silahlı çatışmada Suriye’ye gerekli olan  desteği verememesi halinde büyük itibar kaybına uğrar. Bu nedenle bir Türkiye Suriye çatışması işine gelmez. Bölgeye gönderdiği gemilerde  sırf bir çatışmayı önlemeye yöneliktir
O zaman böyle bir silahlı çatışmadan doğrudan menfaattar olacak ülke İsrail’dir.
Türkiye’nin Suriye’ye girmesi bu ülkede bölünmeye neden olur. Büyük Kürdistan hedefinin Kuzey Irak’tan sonraki ikinci ayağı kurulmuş olur. Böylece Kuzey Irak Petrol’ü Suriye’nin kuzeyinde bulunan şimdi atıl ve harap petrol boru hattı tamir edilerek Hayfa ve Trablus  limanlarına ulaştırılarak Dünya pazarlarına açılır ve böylece Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağımlığı asgariye inmiş olur.
Birde “One minute” un rövanşı alınmış olur.
Akla tabii olarak,  Suriye’nin  uçağı biz vurduk açıklamasını niçin yaptığı gelebilir.
Bu daha çok kendi iç politikasına yönelik olarak, kendi yandaşlarına “bakın biz güçlüyüz” mesajı verirken de, muhaliflerine de “sizi de rahatlıkla ezerim, güvendiğiniz Türkiye bir şey yapamaz” mesajının verilmesidir.
Türk halkı, bu uçağı kimin düşürdüğü sorusunun cevabını beklemektedir. Bu da hakkıdır.
 



18 Temmuz 2012 Çarşamba

KURULTAY VE KONUŞMA


34. Kurultay basın ne kadar pompalarsa pompalasın  CHP tarihinde benim gördüğüm en coşkusuz ve en sönük kurultaydı.
CHP’nin hiçbir Kurultay’ın da salonun dışının boş olduğu bir dönem olmamıştır. Her zaman salon ve çevresinde binlerce kişi olurdu. Bu Kurultay’da sadece salondaki insan kadar bir topluluk vardı.
Elbette bunda Kurultay’ın yangından mal kaçırırcasına hafta içinde yapılmasının da etkisi oldu.
Bu seferki salon  heyecanı,  partinin söylemleri toplumda bir heyecan ve umut yaratmadığı için  sadece yaklaşan yerel yönetimler seçimlerinde yer alabilmek endişesiyle sınırlıydı. 
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kurultay konuşması, bir köşe yazarının anlatımıyla, grup toplantılarında yaptığı konuşmanın toplamı gibiydi.
Ancak Kemal bey, CHP tarihi içinde basının destek vermesi anlamında benim gördüğüm en şanslı Genel Başkan.
Eğer bir başka genel başkan, örneğin Sayın Baykal, Kılıçdaroğlu’nun, konuşmasında yaptığı hataları yapmış olsaydı, bugün Türk basının da kıyamet kopuyor olurdu.
Elbette Sayın Baykal’ın entelektüel derinliği, hem anti emperyalizmden bahis edip ve hem de küreselleşmenin  faziletlerinden söz etmesine engel olurdu. Ama en basitinden Kılıçdaroğlunu’nun daha konuşmasının başında yaptığı “hafta arasında” diyeceğine, “hafta sonunda” gibi bir insani söylem hatasını Sayın Baykal yapsaydı; bunu bile günlerce  espri konusu yaparlardı.
 Kılıçdaroğlu, zamanın ruhunu iyi okumaya çalıştığı algısını yaratmaya çalışırken, bunu sadece bir söylem olarak algıladığını, içeriğini pek anlamadığını da söylemleriyle ortaya koydu.
Zira zamanın ruhunu yakaladıklarını söyleyenler  küreselleşmeyi ve dolayısıyla özerkleşmeyi savunanlardır.
 Çok basit anlatımlarla Küreselleşmenin siyasal ayağı, ABD’nin dünya siyasal liderliğini ve onun jandarmalığını kabul etmektir. Yani ulusal egemenliklerin zayıflatılmasıdır.
Ekonomik ayağı ise uluslar arası sermayenin egemenliğidir.
Üçüncü bir ayağı ise kültürel ayağıdır. Bu ulus devletler içindeki kültürel farklılıkların, dünya jandarmasının işini kolaylaştırmak için  siyasal özerkliğe dönüştürülmesidir.Aynen bugün Güneydoğu Anadolu’da olduğu gibi.
Kılıçdaroğlu bir taraftan CHP’nin köklerinden kopmayacağını söylerken, bir taraftan da küreselleşmeye methiye düzmesi anlaşılabilir değildir.
Aslında, küreselleşmeye methiyeler düzmesi, kendisi açısından çok anlaşılabilir bir durum.
Zira; bir Kürt özerkliğinin ilk adımı olan, Oslo görüşmelerinin yapılmasını  değil, gizli yapılmasını eleştiren Kılıçdaroğlu zaten üniter yapıya nasıl baktığını, küçük kültürel özerklik anlayışını benimsediğini Sezgin Tanrıkulu, Hüseyin Aygün gibi bu partinin kimliği ile bağdaşmadığı mümkün olmayan insanları Milletvekili yaparak çok net bir şekilde zaten evvelce ortaya koymuştu.
Bu aslında bir çelişki değil Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyetin temel değerleri, anti emperyalizm, Atatürk ve Atatürkçülük konusundaki söylemi inanarak değil, kendi de dizayn etmiş olsa delegenin hassasiyetini göz önüne alarak, onlara  hoş görünmek için söylenmiş sözlerdir.
Yoksa o söylediklerinin içeriğine inandığını zannetmiyorum.
Kılıçdaroğlu konuşmasında CHP’yi “Kökleriyle, kendini yenileyen, gücünü tarihin derinliklerinden alan, geçmişiyle her zaman onur duyan bir parti olduğunu” söyleyerek tanımlamıştır.
Geçmişiyle onur duyan bir partinin, yani CHP’nin  Genel Başkanı , Atatürk’e katliamcı denmesine nasıl hoşgörüyle bakar. “Atatürk Devrimleri’nin bekçisi değiliz” , “tekke ve zaviyeler açılmalıdır”, “Atatürk’ü partiden ve zihinlerden kazıyacağız” diyenleri,  numaralı CİA yan kuruluşunun adamlarını, Kuşoğlu gibi “yetmez ama evetçiler”i
    milletvekili yapar mı?
 Bunların CHP saflarında yer bulup TBMM üyesi olmalarına neden olduktan sonra , Sabahattin Aliyi CHP öldürttü, Nazım Hikmeti CHP hapsetti diye bilir mi? Bütün bunlardan sonra, “partinin geçmişiyle onur duyduğunu”  söylemesi  inandırıcı olabilir mi?
Asıl iş, CHP’ye gönül veren  çağdaş yaşamı benimsemiş, bağımsızlığa aşık, halkçı ve devrimci olan  milyonlara düşmektedir.
Bunlar  tepkileriyle bu geri gidişe dur diyeceklerdir.

  

15 Temmuz 2012 Pazar

KURULTAYA GİDERKEN



CHP 34. Olağan Kurultay’ı bugüne kadar hiç alışık olunmadığı şekilde ve her hangi bir yasal zorunluluk da yok iken hafta arasında toplanıyor.
Aslında bu Kurultay son iki yıl içinde yapılacak olan dördüncü kurultay.Bütün bu Kurultaylara Kemal Kılıçdaroğlu rakipsiz olarak katıldı.
Rakipsiz olarak katılmasının yanında özellikle merkez medya açısından baktığınız zaman Kılıçdaroğlu’na verilen bu basın desteği, 1989 dan sonra Deniz Baykal’a ne de ondan önce ve sonra çeşitli dönemlerde CHP de Genel Başkanlık yapmış kişilere gösterilmemiştir.
Bu Kurultay’da Kemal Kılıçdaroğlu’na istediği her imkânın verilmesi gerekiyor ki artık  başarısızlık halinde mazeret yaratamasın.
Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal operasyonundan sonra Genel Başkan seçildiği Kurultay’da da rakipsizdi ve Parti Meclisi’ne istediği herkesi seçtirmişti.Sadece ismini verdikleri kişilerden talebini kabul etmeyenler listeye girmemişti.
Ondan sonra yapılan Olağanüstü Kurultay’da da aslında listeyi kendisi yapmış olmasına rağmen, başarısızlıklar karşısında faturayı o tarihte çok yakının da bulunan Gürsel Tekin’e kesmiş, yandaşı gazeteciler vasıtasıyla da bu listeyi  Gürsel Tekin’in hazırladığı söylemi kamuoyuna yansıtılmıştır.
Şimdiden de 34. Olağan Kurultay’dan sonra yaşanacak olası bir başarısızlığı başkalarının üstüne yıkabilmek içinde, kasıtlı olarak bu Kurultay’da da hazırlanacak listede Erdoğan Toprak denen kişinin ağırlığı olacağı söylemi yayılmaktadır.
Her devirde erg sahiplerine şakşakçılık yapan zavallı bir köşe yazarının söylediği gibi, en azından bir grup açısından, bu rakipsiz bırakmak bir “acizlik”  değil en rahat şekilde çalışmasının  önünü açmak ve eğer başarılı  olursa da destek olmak içindir.
Kimse bu sessizliği bir acizlik olarak nitelememelidir.
En içten temennimiz Kemal Kılıçdaroğlu’nun  partiyi başarıya taşımasıdır. Bundan da büyük mutluluk duyacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır. Ancak düne kadar yapılan hatalar yapılmaya da devam  edilirse  ne kadar sert eleştirilere   muhatap olacağını da yaşayarak görürüz.
Kemal Kılıçdaroğlu Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’e verdiği demeçte “….Parti içinde görüşler eleştiriler elbette olabilir. Ancak bunu hakarete vardırmak ya da parti içinde  aykırı söylem geliştirmek gibi davranışlara asla izin vermeyeceğim. Kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım”   gibi, kimi hedef aldığı da anlaşılamayan açıklamalarda bulunmuştur.
“Parti içinde  aykırı söylem geliştirmek gibi davranışlara asla izin vermeyeceğim.” derken ki “aykırı söylemden” kastı, “Atatürk’e katil” deme terbiyesizliğini gösteren, zorla partiye davet ettiği Hüseyin Aygün gibilerin söylemleri  mi? Yoksa, bu açıklamaya tepki verenlerin söylemleri  mi?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendi söylemine göre, partinin temel değerleri korunacağına  göre “Atatürk ilkelerinin bekçisi değiliz” diyen kişi aykırı söylem de bulunmuş mu sayılacak?
“Kemalizmi hem partiden hem de zihinlerden kazıyacağız” diyenler mi? Yoksa bu söyleme karşı çıkanlar mı, aykırı söylemde bulunmuş olacaklar.
Örneğin bu ülkede yaşayan mütedeyyin diye nitelendirebileceğimiz Müslümanları görüşleriyle çok rahatsız eden ve ülkenin üniter yapısıyla, Cumhuriyet karşıtı görüşleriyle bilinen İhsan Eliaçık ile Kemal Kılıçdaroğlu ilişkisine  karşı çıkanlar mı aykırı söylem geliştirenler olarak nitelenecekler?
Cumhuriyetin temel değerlerini savunanlarla bu görüşün sahipleri nasıl uyumlu bir şekilde bir arada tutulacaklar ve bunlar nasıl parti içindeki kanatlar olarak nitelenecekler.
Bunların anlaşılması hakikaten çok zorda, asıl sorun “kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım”  gibi faşizan bir söylemin  nasıl izah edilebileceği.
Bu söylem Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Kim o Bakan söyleyin bana tutup kulağından atayım” sözü kadar çirkin ve anti demokratik değil mi?
Kemal Kılıçdaroğlu’na bir şeyi hatırlatmakta fayda var. Bu tehdit, bugüne kadar partinin  temel değerlerine yapılan saldırılara karşı çıkanlara yönelik ise, bir şeyi bilmesinde fayda var;    Cumhuriyet Halk Partisinde biat kültürü olmadığı gibi, hiçbir zaman da kapı kulları  olmadı.






 

11 Temmuz 2012 Çarşamba

KARAMSARLIK



Devrim yapmış bir parti karşısında, bu mücadeleyi kaybedenlerin yapacağı en önemli iş, bir psikolojik mücadele ortamı yaratmaktır.
Son yıllarda bu ülkenin çimentosu, ülkenin bölünmez bütünlüğünün en büyük güvencesi olan CHP’ye karşı psikolojik bir savaş başlatılmıştır.
Nedir bu psikolojik savaş, önce parti tabanında ve sonrasında da ülke genelinde “Atatürkçülükle bu işler olmuyor” düşüncesini yaymak ve karamsar bir hava yaratmaktır.
İşte bu karamsar tablo içinde CHP’ye sonradan devşirilen, ülkenin üniter yapısı ile kavgası olanlar, İsmet Paşa döneminde CHP nin siyasi partiler yelpazesindeki yerini tarif etmek için söylediği “Ortanın solu” söylemini istismar ederek, CHP nin yeniden bir programa ihtiyacı olduğunu, bunun da, Sosyal demokrat, Sosyalist, sosyal liberal ve Atatürkçü görüşlerin bir araya getirilmesi ile oluşacağını ileri sürmektedirler.
Düşüncemize göre bunların çoğunluğu ülkeyi etnik ve mezhepsel söylemlerle ayrıştırmaya çalışan bölünmeden medet uman kişilerdir.
Türk Devrimi bir uluslaşma hareketi olmasına rağmen, bunu tamamlayamamış olmasından istifade ederek,  bu sürecin tamamlanmasını engellemek için, etnik ve mezhepsel ayrışmaları KIŞKIRTMAKTADIRLAR.
Bunlar hem içte ve hem de dışta vardır.
 Bunlar devamlı olarak, yaşanan sorunların temelinde “Atatürkçülüğün olduğu” düşüncesini yaymaya çalışırlar, bir ölçüye kadarda başarılı oldular.
Atatürkçülüğü, statükocu olarak nitelerler. Türkiye’nin yaşadığı sorunlardan onu sorumlu tutarlar.
Bunu yaparken de, bugün artık hayatımıza girmiş, tüm toplumun benimsediği için tartışmadığımız, anayasa yargısı, hukukun üstünlüğü, kişi hak ve hürriyetleri, idarenin eylem ve davranışlarını yargı denetimine tabii olması, gibi fikirler daha Avrupa’da sosyal demokrat partilerin bunları ağızlarına almadıkları  dönemde, o statükocu olarak nitelenen CHP’li Atatürkçüler tarafından 1950 li yılların ikinci yarısında parti görüşü olarak   dile getiriliyorlardı.
Türkiye’de işçi hakları İsmet İnönü’nün Başbakanlığı döneminde hayata geçirilmişti.
O dönemde şimdi CHP’yi statükocu olmakla suçlayanların ağ babaları bunlara şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Bu karamsarlık yaratmaya çalışanlar CHP’nin 1950 den beri tek başına iktidar olamamasının nedeni olarak da, “laikliği ön plana çıkartmasını” göstermektedirler.
Ama bunlar halkın gözünden CHP’nin 1957 seçimlerinde %47 oy aldığını, ancak seçim sistemini Mecliste çok az sandalye ile temsil edilmesini sağladığını gözlerden saklarlar.
Aynı şekilde 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP nin aldığı oyların AKP’nin 2002 ve 2007 de aldığı oylara eşit olduğunu, ancak seçim sistemi nedeniyle iktidara tek başına gelmediğini söylemezler.
CHP o zaman da laikliği ön planda tutardı, ama din bezirganı olmayan, ahlaklı, dinini kendisiyle tanrı arasına kimsenin giremeyeceği kutsal bir alan kabul eden mütedeyyin Müslüman’ın oyunu alıyordu.
Bu karamsar havayı yaratmak isteyenler, tarihten husumet çıkartarak, tarihi gerçekleri saklayarak ve inkar ederek, etnik ayrımcılığı teşvik edip ülkenin bölünmesini önündeki en büyük engel gördükleri CHP yi kendi istedikleri şekle sokmaya çalışmaktadırlar.
Bir CİA ajanın belirttiğine göre “TÜRKİYE’NİN SORUNU ATATÜRKÇÜLÜKTEN KAYNAKLANIYORDU, BU YIKILDIĞI TAKDİRDE REJİMİN VE TEK DEVLETİN SONU GELECEKTİ.
CHP de Atatürkçülük tasfiye edildiği takdirde, ne üniter yapı, ne Türk Milleti, ne laiklik ortada kalacaktır.
İşte bu program değişikliğinin temelinde yatan budur.
Aşılanan bu karamsarlık ortamının partide kalıcı bir hasar yaratacağına inanmıyorum. ATATÜRKÇÜLER BU KUŞATILMIŞLIKTAN PARTİYİ KURTULACAĞIZ.
Karamsarlık yaratanların ilk hedefi önce Atatürkçü ve CHP li olma heyecanını kaybettirmektir. Bu oyuna gelmeyeceğiz.
Ama bunu yaparken hepimize düşen çok önemli bir görev var, CHP de ve dolayısıyla ülkede bu karamsar havayı yayanların, köklerini, geçmişlerini araştırıp bunları teşhir etmek zorundayız.
ATATÜRK İLKELERİ ETRARIFINDA BİRLEŞEREK İKTİDARA GELİP, DEVRİMCİLİĞİMİZİ VE HALKÇILIĞIMIZI ÖN PLANA ÇIKARTARAK, MUASIR MEDENİYETİN DE ÖNÜNE GEÇECEĞİZ.
NASIL ÇAĞDAŞ OLUNACAĞINI GÖSTERECEĞİZ.

8 Temmuz 2012 Pazar

SEBEP SİZSİNİZ



Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi, uluslararası ilişkiler dersinde yaptığı müfredat değişikliği ile İsmet İnönü'nün İkinci Dünya Savaşında izlediği tarafsızlık politikasını öğrencilere öğretilecek konular arasından çıkartmış.
Bu bana çok doğal geldi. Uluslararası ilişkilerde birilerinin taşeronu olmayı içine sindirebilen bir hükümetin, intihalden sabıkalı Bakanı’nın dan farklı bir davranış beklemek zaten safdillik olurdu.
Bu davranışı bir siyasi muhalifin öç almak için yaptığı bir düzenleme olarak nitelersek büyük bir yanılgıya düşeriz.
Bu davranışın sebebi, Atatürkçülüğü, ulusalcılığı Türkiye Cumhuriyetinden kazıyarak, ABD’nin istediği biçimde şekillendirilmiş, kendisine verilen her talimatı sorgulamadan yerine getiren bir ılımlı İslam cumhuriyeti yaratılmak istenmesidir.
Bu sadece iktidarı elinde bulunduran partinin şekillendirilmesiyle elde edilebilecek bir sonuç değildir.
Zira; CHP’yi, gerçek Atatürkçüler yönettiği sürece AKP iktidarının, ABD’nin istediği bazı şeyleri yapması mümkün olamamıştır.
Bunun en güzel örneği 1 Mart tezkeresidir.
O zaman yapılması gereken, Atatürk’ün partisini köklerinden kopararak yeni bir şekle, ABD’nin istediği, sorun çıkartmayacak yapıya kavuşturmaktır.
Bu değişim,  bir proje çerçevesinde  başarıyla(!) yapılmış,Atatürkçüler, Ulusalcılar tasfiye edilmiş, Partide, Atatürk’e Atatürk’ün değerlerine küfretmek, saldırmak, aşağılamak vak ayı adi yeden sayılmaya başlanmıştır.
Atatürkçülerin Partiden tasfiyesinden hemen sonra, bir parti yetkilisi “Atatürk Devrimleri’nin bekçisi değiliz” deme küstahlığını gösterebilmiş, Parti yönetiminden de kendisine en ufak bir tepki gelmemiştir.
Bir başkası, Cumhuriyet Düşmanlarının söylemi olan ve feodalizmi çağrıştıran “Dersim Milletvekili” diye kart bastırmış ve fakat en ufak bir tepki almamıştır.
Aynı kişi Atatürk’ü katil ilan etmiş, bu davranışı Atatürk’ün partisinde “düşünce özgürlüğü” olarak nitelenmiş, buna tepki veren bir avuç milletvekili de  disiplin kuruluna verilmekle tehdit edilmişlerdir.
Bir diğeri nasıl ve niçin öldürüldüğü herkesin bildiği Sabahattin Ali cinayetini CHP’nin üstüne yıkmaya çalışmıştır.
“Nazım Hikmeti CHP hapsetti” diye bilmiştir.
 Her biri Yüce Divanlık ayrı birer suç oluşturan Oslo görüşmelerinin içeriğine itiraz edilmemiş, sadece gizli yapılması eleştiri konusu yapılmıştır.
Binlerce insanın katiline affın yolunu açacak uygulamaya yeşil ışık yakılmıştır.
En son olarak da Gençlikten sorumlu Genel Başkan yardımcısı “Kemaliz mi hem zihinlerden ve hem de partiden kazıyacağız” diyebilmiştir.  
Bütün bunlar ulus devleti yıkarak, ümmete dayanan bir “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” kurmak isteyenlere yardımcı olmak ve Sevr’i hayata geçirerek, federatif  bir yapı oluşturarak,  Cumhuriyetten ve onun kurucularından öç almak için yapılmaktadır.
Böyle maceracılar, İsmet Paşa’nın deyişiyle “zaman zaman başarılı da olabilirler, ama bu, onların maceracı olma vasıflarını ortadan kaldırmaz.”
Belli bir süre, şimdi olduğu gibi çıkar hesabı yapanların desteği ile parti yönetiminde de kalarak Türkiye Cumhuriyeti’nin, federatif yapıya sahip, Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürülmesine yardımcı olmaya çalışabilirler.
Ama bir şeyi unutmamak gerek CHP’nin değerlerine yürekten inan milyonlar buna izin vermezler.
Bu milyonlardan söz ederken;  bunu sadece bugüne kadar CHP’ye oy verenleri kast ederek söylemiyorum. Başka partilere oy vermiş olsalar da Atatürk’ün ve Cumhuriyetin değerlerine inan milyonları kast ediyorum.
Bu milyonlar bölünme Anayasasının yapılmasına katkı verenleri, Sevr’i hayata geçirmeye yardımcı olmaya çalışanları hiç affetmeyecektir.
AKP İktidarının bu kadar fütursuz davranmasına sebep olanlar bunlardır. CHP’nin bugünkü yönetimi bölücü BDP ile birlikte AKP İktidarının payandası olmaktadır. Bu tutumun hesabını tarih önünde veremeyeceklerdir.

5 Temmuz 2012 Perşembe

ŞİMDİ DAHA ÇOK


3 Temmuz 2011 günü başlayan süreç, Özel yetkili Mahkeme’nin 2 Temmuz 2012 de verdiği Kararla da  bir aşamaya geldi. Mahkeme kararı Yargıtay incelemesinden geçmediği için süreç henüz tamamlanmadı ama, hiç olmazsa tutuklu sanık kalmadı.

Yargılama tarihimizde ender görünen olaylar yaşandı. Mahkeme Başkanı, basına yansıdığı kadarıyla sanıklara “Hakkınızı helal edin” gibi alışık olunmadık sözler söyledi.

Bunlar çok önemli değil, beni gerek Aziz Yıldırımın ve gerekse Fenerbahçe camiasının bu süreçteki tutumu, ülkem adına umutlandırdı.

Olayların yaşanmaya başladığı ilk günden mahkeme kararını açıklandığı güne kadar, gerek Aziz Yıldırım’ın  ve gerekse Fenerbahçe camiasının onurlu duruşu her türlü takdirin ötesindedir.

Camia, olayın ilk gününden beri bunun Fenerbahçe “Cumhuriyeti”ni ele geçirme operasyonu olduğunun bilincinde olarak davrandı.

Eğer Fenerbahçe camiası,  bu kulübü tarikatçılara teslim etselerdi, bu olaylar yaşanacak mıydı?

Hayır; yaşanmayacaktı.

Bütün bu süreçte Fenerbahçe  Camiası, kulübüne ve yöneticilerine herkese örnek olacak şekilde sahip çıktı.

Süreçte Türk basının tutumu da içler acısıydı. Kulaklarına her fısıldananını, bu haberi kendilerine verenin,  bu haberin yayınlanmasında  doğrudan veya dolaylı bir menfaati var mı? Diye düşünmeden YÜZ KÜSUR YILLIK BİR CAMİAYAYI  linç etmek için yayın yaptılar.

Son yılların moda değimiyle de tam bir “Yargısız infaz” yaptılar.

Bir an için “ama mahkûmiyet kararı çıktı” diyenler olabilir. Henüz daha gerekçeli karar yazılmadığı  için, karar hukukçular tarafından irdelenmeye başlanmadı. O aşamaya gelindiği zaman kararın çok su kaldıracağı görülecektir.  

  Gönül isterdi ki,Cumhuriyetin bir kalesini ele geçirme çabasına karşı bu dik duruşa, Galatasaray gibi Çanakkale zaferine Lise 11 ve 12. Sınıfı öğrencilerini gönüllü olarak gönderip sadece dördünün sağ döndüğü Galatasaray Camiası da destek verseydi.

Zira birinin büyüklüğünün sebebi diğerinin varlığı ile ortaya çıkan bu kulüpler, birinin sıkıntılı gününden diğerinin istifade etmeyi, kendi şanla ve şerefle dolu tarihlerine yakıştıramamaları gerekirdi.

Ama maalesef Galatasaray Kulübü’nün bir kısım yöneticileri bu duruşu gösteremediler. Ama bütün buna rağmen öyle mektepli Galatasaraylılar gördüm ki; bunlar kendi yöneticilerinin tutumlarından rahatsız olduklarını ifade etmişlerdir.

Çok iyi bir Galatasaraylı olduğu tartışmasız Prof. Dr. Köksal Bayraktar hocanın, Sayın Aziz Yıldırım’ın savunmasını üstlenmesi salt bir profesyonel meslek icrası olarak düşünülemez.

Onun bu davranışı,  yüz yılı aşmış  ezeli bir dost ve rakip olmanın yarattığı sıcaklığın ve dayanışmanın  güzel bir örneğidir.

Fenerbahçe camiası bu sıkıntılı günlerinde Cumhuriyete ve Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmıştır.

Ama bundan sonra görev daha da ağırdır. Aziz Başkan ve diğer yöneticilerin tahliyesi ile bu görev bitmemiştir. Tam aksine şimdi hepsine düşen görev çok daha büyük bir coşku ve aşkla Cumhuriyete ve Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmak zorundadırlar.

Fenerbahçe Camiası her bulduğu fırsat ve ortamda Cumhuriyete, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıktığını göstermek zorundadır. Bunu yaparak bu ülkenin sahipsiz olmadığını, diledikleri her şeyi yapabileceklerini zannedenlere göstermek durumundadırlar.

Bunu yaparken de, eğer aralarına sızmış veya sızdırılmış Cumhuriyetin temel değerleriyle sorunları olanlar var ise, ki maalesef olduğuna inanıyorum, onları da biran evvel aralarından uzaklaştırmak zorundadırlar.

Nasıl bu Büyük Türk Milleti, Cumhuriyeti kan, göz yaşı ve alın teriyle kurmuşsa, aynı şekilde bu camianın üstüne bu kadar yoğun ve vicdanları sızlatacak şekilde baskı kurulurken, sportif olarak katılınılan branşlarda yarışan sporcuların gösterdikleri başarılarda, ancak büyük camiaların sporcularına yakışır.




1 Temmuz 2012 Pazar

TÜRKİYE İÇİN TEHLİKE


           
Uçağımız vuruldu, vur, öldür, parçala, biz adama neler yaparız kıvamında demeçler söylemler hava da uçuşuyor.
Tevatür muhtelif, Sayın Başbakan, Başkan Obama’ya, Suriye’de uçuşa yasak bölge ilanı, Suriye Askeri hedeflerini vurmak ve muhalifler için güvenli bölge oluşturmak konularında ısrarcı olmuş.
Başkan Obama’da “Direkt müdahale için henüz vakit gelmedi” şeklinde cevap vermiş
“İnsanlar tarihten ders çıkartsaydı tarih tekerrür etmezdi” sözünün ne kadar doğru olduğu gün gibi aşikâr.
Aynı uygulama bugün filen bölünmüş Irak’ta da yaşanmıştı.  Baba Bush zamanında, Irak önce Kuveyt’i işgale özendirilmiş, arkasından da 1.ve 2. Körfez  savaşlarından  sonra Kuzey Irak’ta 36. Ve 32. Paraleller arasında  uçuşa yasak bölge ilan edilerek Kuzey Irak ile Güney Irak arasında bir güvenlik koridoru oluşturulmuştur. Bu bölge  her ne kadar kağıt üzerinde Irak’ın toprak bütünlüğü içinde görülüyorsa da,  fiilen Bağdat yönetimi altında değildi. Diğer bir deyişle Kürdistan bölge yönetimi fiilen, Bağdat’ın dahi söz geçiremediği, yeni bir devlet haline gelmişti.
Bu fiili Devletin oluşması aynen Başbakan’ın, Başkan Obama’ya Suriye için önerdiği askeri hedefleri vurmak, uçuşa yasak bölge ilan ederek, o bölgede bulunan Kürtlere bir güvenli bölge yaratılmasıyla kurulmuştur.
Bu nedenle Esed Rejiminin yıkılması halinde Suriye’nin de Kuzey’in de Kuzey Irak benzeri bir yapılanmanın oluşma ihtimali yüksektir.
Suriye’de de Irak benzeri fiili özerk bir Kürt Devleti’nin kurulmasında Türkiye’nin ne ekonomik ve nede siyasal bir yararı olmadığı gibi, Ortadoğu daha da istikrarsız bir bölge haline gelecektir..
Suriye’nin bölünmesi, Akdeniz’e kıyısı olmayan, Kuzey Irak’a hapsolmuş bu nedenle denize çıkmak için Türkiye’ye muhtaç olan sözde devleti çok rahatlatacaktır. Zira Türkiye geçiş izni vermediği sürece dünya’ya kapalı olan yapı Suriye’nin Kuzeyinde de oluşacak yeni bir Kürt devleti sayesinde Denize ulaşacak Türkmen bölgesi olan Musul ve Kerkük   petrol ve doğal gazını Türkiye’ye bağımlı olmayarak satışını gerçekleştirebilecektir.
Ekonomik olarak artık Türkiye’nin bu sözde “Devlet” için önemi asgariye inecektir. Zira bilindiği üzere denize açılabilme milletler ve devletler için ekonomik ve siyasal rahatlık getirir.
Hatırlanacağı gibi Kıbrıs Barış Harekatı’nın temel hedeflerinden biri de Kıbrıslı soydaşlarımızın denize ulaşmalarını sağlamaktı.
Suriye’nin bölünmesinde Türkiye’nin siyasal bir yararı da olmayacaktır.
Zira Kuzey Suriye’de  kurulacak bir “Kürt Devleti” ister itemez Kuzey Irak’taki devletle soydaş olmak  nedeniyle birleşmeye çalışacakdır.
Kürtler,  Ortadoğu diye tanımlanan bölgede ağırlıklı olarak, İran, Türkiye, Irak ve Suriye’de yaşamaktadırlar. Bu nedenle Suriye’de de böyle bir oluşumun gerçekleşmesi, Türkiye ve İran’da var olan ayrılıkçı mücadeleyi daha da hızlandıracaktır.
Suriye’nin bölünmesi ve sonucunda Büyük Kürdistan’ın kurulması  İsrail ve ABD işine yarar. Zira İsrail’le arasında Lübnan’ın bulunması nedeniyle İsrail’e karşı en ciddi mücadeleyi yapabilen Arap devleti Suriye’dir.
Bu nedenle Suriye’nin parçalanması İsrail’i Ortadoğu’daki tek güç haline getirir.
Böylece de ABD bölge petrol ve doğalgazının sevkiyat ve satışını doğal müttefiki İsrail aracılığıyla kontrol eder.
Bu nedenle Türkiye’nin, takip etmesi gereken dış politika ulu önder Atatürk’ün “YURTTA SULH CİHANDA SULH” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmasıdır.
Bu Türkiye’nin güvenliği açısından çok önemlidir. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’ni bütünlüğünü tehdit eden unsurlarla ilişkisini süratle kesmesi ve fakat Esed rejiminin insan hakları ihlallerine karşıda tepkisini dile getirmeğe devam etmesi gerekir.
Türkiye’nin yanlış dış politikası ile tarih tekerrür etmektedir.  Irak gibi Suriye’de parçalanmak istenmekte ve Türkiye’de kendi toprak  bütünlüğü için TEHLİKE OLAN bu eyleme yardımcı olmaktadır.