31 Mart 2017 Cuma

HAMASET YERİNE DOĞRULARI SÖYLEMEK


16 Nisan’da oylayacağımız Anayasa değişiklik taslağı ile getirilmek istenen sisteme iktidar ve onun akıl verenleri, Dünya Anayasa öğretisinde olmayan “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” diyorlar.
Tabii onların ne dediğinden ziyade ortaya çıkan gerçeğin ne olduğuna bakmak lazım.
İlk zamanlar “tek adam” söyleminden rahatsız oluyorlardı ve “Ne tek adamı” diyorlardı. Sonradan bunu kabul ettiler, kargaşa olmasın, çok başlılık olmasın diye tek adamlığı kabul buyurdular.
Gerekçeleri de yalan üstüne kurulmuş “Sezer Ecevit Anayasa fırlatma” olayıdır.
O tarihteki Milli Güvenlik Kurulu’nun asker üyeleri konuşmadıkları için bu yalan daha o tarihten beri, değişik kişiler tarafından değişik gerekçelerle  maalesef kullanılıyor.
Hangi gerekçeyle olursa olsun yasama, yürütme ve yargı tek kişinin, yürütmenin elinde toplandığında, Anayasa literatüründe bu tür birleşmelerin iki ismi vardır. Mutlak monarşi ve diktatörlük.
Mutlak monarşilerde kral, padişah, çar, üç kuvvet dediğimiz, yürütme yasama ve yargıyı ellerinde tutarlar.
Bu sistemde kanun koymakla (kararname çıkarmakta) bunları koymakla kalmaz bir de uygular.Bu arada uyuşmazlıkları da çözer.
Elbette bütün bunları tek başına yapmazlar, atadığı onun nam ve hesabına hareket eden memurları vasıtasıyla yaparlar. Bu atananlar onun memurudurlar, sadece ona hesap veririler. İstediği zaman haklı veya haksız onları işten atar, verdiği yetkileri geri alabilir, değiştirebilir.
Günümüzde Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu gibi saf bir mutlak monarşi  kalmamıştır ama özenenleri bulunabilir.
Yürütme yasam ve yargı kuvvetinin tek kişinin elinde toplandığı bir diğer sistem, diktatörlüktür.
Diktatörlük de aynen mutlak monarşi gibi, yürütme, yasama ve yargının tek elde toplandığı bir rejimdir.
Tabii bu özellikleri nedeniyle demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Ama bütün diktatörler, göstermelik seçimler yaparlar. Örneğin Saddam’ın Irak’ın da, bir zamanlar ki “kardeşim Esad’ın” Suriye’sinde olduğu gibi
Bu sistemde iktidarı elinde bulunduran kişi veya grup kendisinin ne kadar demokrat olduğunu göstermek için, hani Binali Bey’in tabiri ile  YERSENİZ belli dönemlerde seçimler, halk oylamaları da yaparlar.
Safsanız ya da okuma özürlü iseniz bunları gerçekten seçim ya da halk oylaması zannedersiniz.
Ülkedeki basın o veya bu şekilde bastırıldığı için hep tek yanlı yayın yaparlar. Her açtığınız TV de iktidar sahibi veya onun bir işgüderi  istedikleri gibi konuşurlar.Onların yalan söyleme özgürlüğü vardır.
Bunlara karşı konuşacaksanız işiniz çok zordur. Önce yerel yöneticiler ya salon, ya da güvenlik gerekçesiyle toplantıya  izin vermezler.İzin verildiğinde de toplantılar basılıp dağıtılmaya çalışılır.
Ama sorarsanız herkes fikrini serbestçe söyleyebiliyordur.
Diktatörlükler de, hukuk güvenliği ortadan kalktığı için aydınlar üzerinde yaratılan korku iklimi ülkenin düşün hayatını felç eder.
Hukuk güvenliğinin kalmadığı ülkelerde bazı aydınlar çok insani bir duygu olduğu için korkarlar ve korktukları içinde susarlar.
Kendisini yaşadığı topluma aydın diye yutturan, bizdeki yetmez ama evetci gibiler ise  çeşitli çıkarlar karşılığında susarlar.Çıkar karşılığında susanlar son kullanma tarihleri dolduğunda kendilerini ya çalıştıkları işlerden kovulmuş ya da cezaevi zindanlarında bulurlar.
Allahtan, dünya da aynen bizde  Kemal Gözler gibi, Korkut Kanadoğlu gibi bazı ilim adamları,  kitaplar yazıp fikirlerini söylemekten çekinmedikleri için insanlar aydınlanabilir.  

Bu tür eserleri  okumayı akıl eden siyasetçiler de hamaset yapmak yerine doğru şeyler söyleyerek halkı aydınlatırlar.

27 Mart 2017 Pazartesi

HALKA SADECE GERÇEKLERİ ANLATIN


Geçtiğimiz günlerde usta gazeteci Melih Aşık çok doğru bir şekilde sosyal medya da  “Sade vatandaş uyarısı; Halka evet - hayır dedirtmeye çalışmak yerine ona yeni anayasanın ne getirip ne götürdüğünü anlatınız.” diye yazdı.
Anayasa tartışmasının başladığı ilk günden beri yazılmış söylenmiş en doğru sözdü bu.
AKP ülkeyi tek adam yönetimine götürecek bir Anayasa değişiklik tasarısı getirdi.
Aslında bu AKP’nin görevlendirdiği insanların sadece kaleme aldığı, bu işin fikir babalarının okyanus ötesinde olduğunu  artık bu ülkede duymayan bilmeyen kalmadı.
Süper güçlerin artık askeri darbe yoluyla demokratik rejimleri devirip otoriter rejim kurmanın modasının geçtiğini keşfetmelerinden sonra, bunu şimdilerde demokratik yollarla iktidara gelmiş parlamentolara yaptırıyorlar.
Önce ülkenin kuruluş felsefesine saldırmayı, aynen bizde yaptıkları gibi,çağdaşlaşma, modernleşme diye halka yutturuyorlar.Ulus devletlerin  devri geçti diye dışarıdan yayınlara başlıyorlar
 Bunu yapmak ve kolaylaştırmak içinde evvela ülkenin siyasi yapısıyla, partileriyle oynamaya başlıyorlar. Bizde böyle olmadı mı? Devletin kuruluş felsefesi ile sorunu olmayan Doğru Yol ve Anavatan Partileri gibi merkez sağ ağırlıklı partileri tasfiye edildiler. Yerine AKP gibi her istediklerini yapacak tek adam partileri kurdurdular.
Bunun için de ülke içinde elde edilmesi kolay, kendini aydın zanneden, bizdeki  yetmez ama evetçiler gibi, ucuz adamlar buluyorlar.Bunlar önce devletin kuruluş felsefesine, kurucu  babalarına saldırmayı ilericilik, çağdaşlık olarak topluma empoze ediyorlar.
Bundan sonraki adım, yargının siyasallaştırılarak, kullanılmaya müsait siyasal iktidarı engelleme ihtimali olan bağımsız yargıyı tasfiye etmek.
Bizde yaşanan 2010 Anayasa değişikliği yargının siyasallaşmasına neden olmadı mı? Asıl amacı bu değil miydi?
Bu amacı kamufle etmek için paketin içine herkesin de destekleyeceği bazı maddeler yerleştirilmişti.
O tarihte kendini aydın zanneden “Yetmez ama evetçiler” bu tehlikeyi göremediler. Göremedikleri içinde bu değişikliği alkışladılar.
Büyük çoğunluğu son kullanım tarihleri dolduğu için şimdi ya işlerinden oldular ya da cezaevlerindeler.
Ülkenin, aydınları, düşünürleri, hatta genel kurmay başkanı ve komutanları terör örgütü üyesi yaftalamasıyla aranıp da bulunan savcı ve hakimler vasıtasıyla zindanlara atılarak tasfiye edildiler.
Bu yargı modeli kendilerine dokununca onları da tasfiye ettiler, 150 yıllık parlamenter rejimden vaz geçip yürütme, yasama ve yargı kuvvetinin tek elde toplandığı yeni bir tek adam rejimine geçilmenin yolları aranıyor.
Bu öneri son yıllarda  okyanus ötesinden Türkiye’ye öneriliyordu.
İşte halkımızın karşısına çıkıp “Hayır” oyu kullanın derken asıl bu oyunu anlatmak lazım.
Bu anayasa değişikliği gerçekleştiği takdirde her şeyin Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasında olacağı halka anlatılmalıdır.
Bu anayasa değişikliği gerçekleştiği takdirde, hiçbir vatandaşın kişi güvenliğinin kalmayacağını, kişi  güvenliği yanında sığınabileceği bir yargı güvencesinin de kalmayacağını anlatmak lazım.
Yoksa insanlara hamasi nutuklar atıp, “Hayır” oyu kullanın demek bir propaganda şekli olamaz, olmamalı.
Bu anayasa değişikliği gerçekleştiği anda halkımızı bekleyen tehlike kendilerine anlatılmalı.
Siyasetin elini yargıdan çekmesi gerektiği, yargının siyasetin oyun sahası olmadığı anlatılmalıdır.
OHAL döneminde bir Anayasa değişikliği yapılmaması gerektiği bunun sakıncaları  yaşanan örnekleriyle halka anlatılmalı.
Bu yapılırken, Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldıdrım muhatap alınıp onlara cevap yetiştirmek yerine, bu anayasa değişikliğinin getireceği sakıncalar halka anlatılmalı.
   
 















24 Mart 2017 Cuma

KENDİLERİNE HAKSIZLIK ATATÜRKK’E SAYGISIZLIK

          
Birilerinin söylediği gibi ne Atatürk tek adam olmak istedi ve ne de o günkü Türkiye Büyük Millet Meclisi buna imkân tanıdı. Şöyle ki:
1924 Anayasası’nın TASARISINI hazırlamak üzere görevlendirilen şimdiki adıyla “anayasa komisyonu” o günkü adıyla Kanuni Esasi Encümeni, layihasında  Cumhurbaşkanına fesih  ve veto gibi önemli yetkiler veren  hükümler getirmişlerdi. Kurtuluş savaşının büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün prestijinin zirvede olduğu bir dönemde o yetkiler Meclisçe reddedildiği gibi kendiside bu konuya hayatı boyunca hiç sıcak bakmamıştır.
Kendisi Başkanlık sistemini her zaman reddetmiştir. Bu konudaki görüşlerinin yer aldığı kitapları incelersek bu daha net görülecektir.
“Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla, Başvekâleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığımı da herkes bilir.” (Orhan Çekiç, 1938 Son Yıl, sayfa 67-68)
 Atatürk bir konuşmasında “padişahlıktan yeni kurtulduk. Başınıza yeni padişahlar mı arıyorsunuz” diyerek başkanlık sistemini reddetmişti. (Taylan Sorgun, "Atatürk'ün Başkanlık Sistemine Tepkisi", Bağımsız Dergi, Sayı 1, 25-31 Ocak 2013)
 Celal Bayar, Taylan Sorgun’a Atatürk’ün başkanlık sistemi ile ilgili düşünceleri hakkında şunları anlatmıştı: “...Cumhuriyetin ilan edildiği günlerdi. Beş mebus bana geldiler....Gazi Paşa’dan bir talepte bulunacağız ve diyeceğiz ki, Amerika’daki gibi başkanlık olsun, siz de başkan olunuz. Sizin düşüncelerinizi almak isteriz. Kendilerine şu cevabı verdim: “Sakın haa, böyle bir teklifte bulunmayınız. Çok sert cevap alırsınız. Çünkü, o meclis ve parlamento sistemini kabul eder.” (Taylan Sorgun, "Atatürk'ün Başkanlık Sistemine Tepkisi", Bağımsız Dergi, Sayı 1, 25-31 Ocak 2013)
Gazetelerin Ankara temsilcileri, Atatürk’ü ziyaret ettikleri bir gün şu soruyu sormuşlar “Farz edelim ki, size böyle bir teklif yapıldı. Yanıtınız ne olurdu? Atatürk şu yanıtı verdi: “Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkârı umumiye bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hakimiyetini egemen kılmak ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir manada telakki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti, benden daha iyi takdir eder.” (Orhan Çekiç, 1938 Son Yıl, sayfa 66-67)

Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a: “Şaşarım, o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri de budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir” demişti.
Hadi diyelim ki ben bu gaflete düştüm. Vekaletlerin yürütmekte oldukları işlerin büyük kısmı bilgi ve ihtisas isteyen konular olduğuna göre...benim ortaya atacağım yanlış mütalaalar vazife sahibini şaşırtabilir, tereddüde düşürür. Bu suretle mutlaka aksi tesir yaparak memlekete fayda yerine zarar getirir." (Orhan Çekiç, 1938 Son Yıl, sayfa 69-70)
Bunları, Atatürk’te tek adamdı diyerek kendileri ile dolaylı olarak mukayese etmek isteyenler için yazdım. Böyle yaparak bir deha ile kendilerini mukayese etmek gibi bir yanlışa düşerek, kendilerine haksızlık, Atatürk’e de saygısızlık etmesinler.
Bunların hiçbirinin kişiliği, kültürel derinliği onunla mukayese bile edilmez.




20 Mart 2017 Pazartesi

DEMOKRASİ ELDEN GİDERKEN


Halk Tv nin bir reklamı var. O reklamda okumanın fazileti anlatılıyor. Anlatılıyor da Baykal, Feyzioğlu ve birkaç kişi dışında ekranlara, meydanlara çıkanlar 16 Nisan da oylayacağımız Anayasa hakkında halkı tam ve sağlıklı bilgilendirmiyorlar.
Bir çoğu hamaset yapıyorlar. 16 Nisandan sonra kaçınılmaz olarak gözüken bir genel başkanlık değişiminde ön almaya çalışıyorlar.
Aslında halkı doğru aydınlatmak için okuyacakları en fazla iki üç kitapçık var. Okuyun, okuyun da halka anayasa değişikliğini  anlatırken  doğru şeyler söyleyin.
Söylediklerinizin bir ağırlığı, demokrasiye bir faydası olsun.
Kimin tarafından kaleme alındığı bilinmeyen fakat fikir babalarının okyanusun öbür tarafında olduğunu artık sağır sultanın bile duyduğu bu anayasa taslağı, referandumdan geçerse artık temel hak ve özgürlüklerin varlığından, kişi güvenliğinden  söz edebilmek mümkün olmayacaktır.
Getirilmek istenen sistemde kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılacak yürütme, yasama ve yargı tek adamın emrine girecektir.
Başkanlık sistemleri kuvvetler ayrılığının en katı şekilde yaşandığı rejimlerdir.Bu nedenle getirilmek istenen sistemin bir başkanlık sistemi olduğunu söylemek kocaman bir yalandır.
Anayasa öğretisinde de “Cumhurbaşkanlığı tipi” diye bir kavramda yoktur.
Bir ülkede yürütme ve yasamadan sonra yargı da bir adamın  ya da  dar bir grubun eline geçerse artık o ülkede kişi özgürlüğünden, kişi güvenliğinden söz etmek mümkün değildir.
“Yetmez ama evetçiler”in kulakları çınlasın, 2010 Anayasa değişikliği ile yargı Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi iktidara teslim edilmişti, şimdi getirilmek istenen değişiklikten anlaşılıyor ki; bu bile Tayyip Erdoğan’a kafi gelmemiş, yürütme ve yasamadan sonra yargı da onun emrine verilmek isteniyor.
12 Eylül Anayasasına göstermelik olarak  sözde saldıranlar, 12 Eylülün bu ülke demokrasisine  yaptığı en büyük kötülük olan, siyasal uzlaşmaya duyulan ihtiyacı ortadan kaldıran yüzde on barajını hiç ağızlarına almıyorlar. Onu kaldırmak için vasıflı bir çoğunluğa bile ihtiyaç yoktur. TBMM Genel Kurulunda bulunan 180 kişi bile bu ucubeyi kaldırabilir, değiştirebilir. 12 Eylül Anayasası 18 defada 118 maddesi değiştirilerek artık askerlerin yaptığı anayasa ile hiçbir ilgisi kalmayan anayasaya her türlü saldırıda bulunanlar, bu anti demokratik yüzde on barajını kaldırmayı ağızlarına bile almıyorlar.
Niçin ? Çünkü bu baraj tek adam rejiminin kurulmasına yardımcı oluyor.
Yürütme, yasama ve yargıyı tek adamın eline vermek isteyen bu sistem, ülkeye demokrasiyi getirmez, getirse getirse despotizmi getirir.
Zira tarih boyunca  müstebit olmak isteyenler, bütün otoritenin kendi ellerinde toplanmasını isterler.
İşte bundan 268 sene evvel, 1748 de  Montesquieu’nun söylediği, bugün AKP’nin gerçekleştirmek istediği gibi  yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanırsa bu sistemde hiçbir şekilde hürriyet olmaz.
Daha bu anayasa değişikliği gerçekleştirilmeden sadece 2010 Anayasa değişikliği sonrası, ülkenin aydınları, askerleri zindanlara tıkıldı. Yıllarca haksız ve hukuksuz olarak zindanlarda tutuldular.Onlar zindanlara tıkılırken, bugün tüm kuvvetlerin kendisine verilmesini isteyen Tayyip Erdoğan o davaları savunuyor, ben bu davaların savcısıyım  diyordu.
Şimdi getirilmek istenen sistemde denge fren mekanizması tümüyle ortadan kalkmış olacak, yani ülke, frensiz bir aracın yokuş aşağı sürüklenmesi gibi bir felakete sürüklenmeye başlayacaktır.
İşte Türk halkının eriştiği siyasal olgunluk noktası, artık  bir kurtarıcı beklemekten vaz geçip, kendini demokratik yollardan kurtarma noktasıdır. Bu nedenle 16 Nisan günü Türk halkının büyük çoğunluğu anayasa değişikliğine “HAYIR” diyerek kendini kurtaracaktır. Yani demokrasinin elden gitmesine izin vermeyecektir.        

  
.
   


17 Mart 2017 Cuma

DAĞ FARE DOĞURDU



Onca  “Eyy Hollanda” bağrışlarından sonra geçtiğimiz günlerde Hükümet, Hollanda'ya uygulanacak dehşetengiz yaptırımları açıkladı.
Açıklanan "yaptırımlar" boşluğa yumruk sallamak gibi bir şey. Nitekim, durumu Hollanda başbakanı çok güzel özetlemiş. "Yaptırımlar çok da fena değil" demiş. Yani “Dağ Fare doğurduğu” daha diplomatik bir dille söylemiş.
"Yaptırım"lar arasında diplomatik ilişkileri ilgilendiren ikisi var ki, biri komik; diğeri hem komik, hem vahim...
Komik olun şu:
Diplomatik uçuşlara izin verilmeyecekmiş. Bu önlem sadece diplomatları ilgilendiriyormuş. Ne amaçlandığı belli değil. Diplomatlar bir yerden bir yere altlarında özel uçaklarla gitmezler ki. Tarifeli uçuşları kullanırlar. Bu uçuşlar mı engellenecek?
Amaçlanan, üst düzey siyasi kişiliklerin (Hollanda başbakanı, bakanları gibi), özel uçakla doğumuzdaki ülkelere giderken ülkemizin hava sahasını kullanmalarına izin verilmemesi ise, bu, uygulanabilir bir önlemdir. Ancak, hiçbir etkisi olmaz. Biraz fazla uçarak başka ülkelerin üzerinden giderler, olur biter.
Ayrıca demokrasiyi özümsemiş ülkelerin, Başbakanları, bakanları görgüsüzlük yapıp öyle özel uçaklarla dolaşmazlar, dolaşamazlar. Dolaşmaya kalkarlarsa o ülkelerin halkları kıyamet koparır.
Velhasıl, Hollanda’ya  nasıl bir "yaptırım" uygulandığı bile doğru dürüst açıklanamamış.
Komik ve vahim olan ise şu:
Türkiye dışında olan Hollanda'nın Ankara büyükelçisinin dönmesine izin verilmeyecekmiş.
Böyle bir uygulama diplomasi tarihinde ilk defa duyuluyor olmalı. 
Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesine göre, bir devlet nezdinde usulünce atanmış ve göreve başlamış olan bir diplomatın görev yaptığı yere dönmesinin engellenmesi Sözleşme'nin açık ihlali anlamına gelir.
Hükümet o büyükelçi ile artık muhatap olmak istemiyorsa, onu "istenmeyen kişi (persona non grata)" ilan eder. Böyle bir önlem Viyana Sözleşmesine uygun olur.
Hükümet'in, açıkladığı "yaptırım" ile ne yaptığı belli değil. Ya büyükelçiyi "istenmeyen kişi" ilan ettiler, açıklamaya çekiniyorlar; ya da, "istenmeyen kişi" ilan etmekten çekindikleri için, "görevine dönmesin" diyorlar ve böylece uluslararası hukuka aykırı davranıyorlar.
Neresinden bakarsan bak, hem komik, hem vahim bir durum.
Hükümet böyle de, ana muhalefet daha mı iyi? Al birini vur ötekine...
CHP Genel Başkanı Hollanda olayından sonra : "Diplomaside bir kural vardır. Diplomatların dokunulmazlıkları vardır. Bakanların da dokunulmazlıkları vardır" dedi.
Genel Başkan’a birileri yanlış bilgi, veriyor. Uluslararası hukuka göre, dokunulmazlık ancak kabul eden devletin uygun görmesi ile o devlet nezdinde görev yapan diplomatlar bakımından geçerlidir. Resmi ziyaret yapan bir heyetin mensubu değilse, diplomatik pasaport hamili olmak kimseye dokunulmazlık kazandırmaz. Bakanlar da bu kapsamdadır.
Bakanlara yapılanlar nitelense nitelense kabalık olarak nitelenebilir.
Hollanda olayında resmi bir ziyaret söz konusu olmadığından, ne bakan, ne de yanındaki diplomatik pasaport hamili şahıslar dokunulmazlık kapsamına girer. 
Diplomatik pasaport hamillerine yabancı ülkelerin "nazik" davranması beklenir, o kadar. Ne var ki, Hollanda'lılar da ayrıca nezaketleriyle bilinen bir millet te değildirler.
İktidarı ile muhalefeti ile dökülüyoruz. Devlet adamı eksiğimizden  Bin yıllık devlet geleneğimiz harcanıyor.
Yani sözün özü, asarız keseriz dedikten sonra yaptıklarımız  DAĞ FARE DOĞURDU, diye nitelenebilir. Keşke baştan hiç konuşmasaydılar. İnanılırlılığımızı yitiriyoruz.


13 Mart 2017 Pazartesi

VAH TÜRKİYEM VAH


Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece  Türk  ve Avrupa TV'lerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir bakanını Rotterdam sokaklarında polisle tartışırken gördüğümde içimin sızladığını söylemek zorundayım.
Öyle anlaşılıyor ki, Hollanda makamları tarafından Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun uçağına iniş izni verilmeyince, o sırada Almanya'da bulunan Aile Bakanı’na  siyasal ve kişisel hesaplar  uğruna  kara yolundan Hollanda'ya gitmesi talimatı verilmiş.
Bakan saatlerce sokakta Hollanda polis tarafından alıkonmuş, sonra da geldiği gibi Hollanda Polis aracı ile Almanya'ya sınır dışı edilmiş.Yani kabul edilemez, çok ağır bir muameleye maruz bırakılmıştır.
Bunun tek müsebbibi AKP iktidarıdır.
Şimdi halka açıklamanız gereken bir konu var, o da Hollanda lı Bakanların moda tabiriyle mevkidaşlarınız, “bu hafta bizde seçimler var o bitsin ondan sonra gelin” dediler mi, demediler mi?
Hakikaten seçimden sonra gelin dediler de siz bunu dinlemediniz ise, durum çok daha vahim. Neyin hesabı içindesiniz.
Uluslararası hukuka göre kimlerin ülkesine girebileceğine, kimlerin giremeyeceğine karar vermek her devletin kendi egemenlik hakkıdır. Hollanda, Dışişleri Bakanımıza giriş izni vermemişse, bu çok hasmane ve kabul edilemez, çirkin   bir davranıştır, ama maalesef haklarıdır.Diplomatik pasaport sahibi olmak dilediğiniz zaman dilediğiniz yere girebilmek hakkı vermez.
Ciddi bir devlet böylesine ağır hasmane tutuma kendisi neden olmamış ise  siyasi, diplomatik ve ekonomik araçlarla en sert karşılığı verir.
Hollandalı yatırımcıların  ülkemizde bir çok yatırımları var, onlara ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin yurt dışından aldığı kredilerin ne kadarı Hollanda kuruluşları üzerinden temin edilmiştir. Bunların Türk halkına anlatılması gerekmiyor mu?
Yaptırımların 16 Nisan dan sonra olacağını söylüyorsunuz. Türkiye’nin itibarı referandumdan daha mı az önemlidir? Neden çekiniyorsunuz. Yoksa gene İsrail’e, Rusya’ya yaptığınız gibi iç politika hesaplarıyla  burada esip gürlerken, masa altından bir şekilde uzlaşmaya mı çalışacaksınız?
Nitekim böyle bir çaba içinde olduğunuz, izinde olan Hollanda büyükelçisinden “bir müddet Türkiye’ye gelmemesini” istemişsiniz. Bu istenmeyen adamPersona non grata” ilan etmek demektir. Bunu bile açıkça söyleyemiyorsunuz.
Ciddi bir devlet Hollanda seçimlerinin hemen öncesinde,  hadise çıkacağını bile bile,  siyasal çıkar uğruna  başka bir bakanını Holanda sokaklarına göndererek böyle bir muameleye muhatap olmasına  imkan vermezdi.  
Bakanın sınır dışı edilmesi gibi, onun şahsında devletimizin çok aşağılayıcı bir muameleye muhatap kılınmasına çanak tutmazdı.  
Hükümet, daha doğru bir ifadeyle Tayyip Erdoğan  kendi referandum  hesapları uğruna, devletimizi maalesef bir aşiret devleti seviyesine indirerek, dünyaya rezil etmiştir.
Cumartesi  gecesi  Alman ZDF TV'nun İstanbul muhabiri gerçeği açıkladı. "Ortaya çıkan bu tablo, referandum öncesinde Erdoğan'ın tam da istediği tablodur" dedi.
Yani o sırada Almanya’da bulunan Bakan sanki bu olay yaşansın diye Hollanda’ya gönderilerek istiskale uğratıldı. Tabii onun şahsında Türkiye aşağılanmış oldu, küçük düşürüldü. Kimin umurunda? Mühim olan referandum da bir iki puan daha fazla çıkartmak.
Gerçekleri halka anlatması gereken medya teslim alınmış, muhalefetin "ana"sı da, yavrusu da iktidarın dümen suyuna girmiş durumda. Halka Tayyip Erdoğan’ın bu oyununu  anlatmaktan aciz.

Olan Türkiye'ye oluyor. Vah Türkiye’m Vah

10 Mart 2017 Cuma

FAŞİZM


Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Perşembe günü yaptığı açıklamada, bugünkü Alman yönetimini faşizmle suçlamadıklarını, AKP’li Bakanlara getirilen Toplantı yasağını böyle nitelediklerini söyledi.
Uygulamayı yapan Alman yöneticiler olduğuna göre, bu uygulamayı faşizm olarak niteliyorsan, suçladığın bugünkü Alman yönetimidir.
İstediğin kadar tevil et, bu lafı ettiniz ve bunun altında kaldınız. Bari dik duraydınız sonuna kadar düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamanın demokrat olduğunu söyleyen bir yönetime yakışmadığını, düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamanın, ortadan kaldırmanın  faşist,  komünist totaliter rejimlere has bir davranış olduğunu söylemeye devam edeydiniz.
Tabii bunu söyleyebilmek için kendi ülkenizde söz ve düşünce özgürlüğü önündeki bütün engelleri kaldırdığınızı da gönül rahatlığı ile söyleyebilecek durumda olsaydınız.
Eğer batı demokrasileri bizim için ölçü ise çaresi yoktur.Beğensek de beğenmesek de her türlü düşünceye söz ve örgütlenme özgürlüğü tanımak zorundayız. “Evet” cisine de vermek zorundayız, “HAYIR” cısına da..  
Keşke bu ülkede Anayasa değişikliğine “HAYIR” diyen siyasetçilerin, toplantılarının basılmasına, can ve mal güvenliklerinin tehlikeye girmesine  engel olmayı düşünebilseydiniz. Bu faşizan davranışlara en baştan müsaade etmeseydiniz.
“HAYIR” propagandası yapacak siyasilere tahsis edilen salonların elektriğini kesmemeyi düşünebilecek kadar demokrat olsaydınız.
İnsanların niçin “HAYIR” denmesi gerektiğini bilmek hakkı vardır. Zira bilme öğrenme hakkı bir temel demokratik haktır, temel bir insan hakkıdır. Bu nedenle gerek gazetecilerin ve gerekse siyasilerin görevlerini yerine getirmesine yönelik bir ihlal, bir engelleme herhangi bir sıradan suç değildir.Bu gerçekten kendisini anayasasında  “demokrat” diye tarif eden bir ülkenin anayasasına yönelik bir saldırıdır.
Ülkenizde cezaevlerinde düzinelerle gazeteci varken, siyasilerin konuşmaları kaba kuvvetle engellenirken  kalkıp  da Almanları faşizmle suçlamasaydınız.
Bir kişiye kem söz söylerken, sana söylenecek bir söz olmaması için çaba sarf etseydiniz.
Ya da getirmek istediğiniz sistemin tam bir demokrasi olduğunu yasama ve yargının bağımsız olacağını söyleyebilseydiniz.
Getirmek istediğiniz sistem de, kanunlar toplumun istek ve ihtiyaçlarına göre değil, sizin ve hizipleşmiş grubunuzun ölçüsüz  istek ve arzularına göre şekillenecektir.
Bu getirmek istediğiniz sistem halk oyundan geçerse, siyasal hayatımız, tamir edilemeyecek,  düzeltilemeyecek kadar bozulacaktır.
Kurmak istediğiniz idare, birilerinin istediği, denge ve fren mekanizması olmayan fevkalade totaliter bir idare olacaktır.
CİA eski Türkiye Şefi Paul Bernard Henze 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu raporunda . Ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Bunun için mutlaka ve öncelikle yargı ordu, meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir.” demiştir.
Bu şekilde, yürütme yasama ve yargı     kuvvetlerin tek elde toplanacağını çevreniz sanki  bu çok doğru bir şeymiş gibi anlatmaktadır.
Ya neyin ne olduğunun farkında değiller ya da hakikaten çok kötü niyetlidirler.Ama farkında olmadıklarına inanmaya çalışıyorum.
Bugün gelinen noktada Türk siyasi hayatının  en büyük eksikliği ulusal birlik  ve siyasi uzlaşmanın  eksikliği daha da derinleşecektir. Yani  getirilmek istenen  sistemle, ulusal birlik ortadan kalkacağı gibi, batı demokrasilerinde var olan siyasal uzlaşmaya da artık ülkemizde ihtiyaç kalmayacaktır.
Tek ölçüt iktidarlar Amerikan çıkarlarına uygun davranıyor mu davranmıyor mu olacaktır.
Eğer uygun davranıyorlarsa beis yoktur. Bu ülkede iktidarı ele geçirenler her istediklerini yapacaklardır. 







6 Mart 2017 Pazartesi

KENDİNE DEMOKRAT

            

Tayyip Erdoğan, Almanya’da iki bakanın konuşturulmamasına tepki vererek  Alman hükümetinin uygulamalarını Nazi uygulamalarına benzetmiş ve aynı tavrı sergileyen diğer Avrupa ülkelerine de seslenerek: netice sizin aleyhinize olur, bunları dünyaya rezil edeceğiz” demiş.

Bunu söylerken inandırırcı olabilmek için, sen önce kendi ülkende, düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı göstereceksin.

Rakiplerinin konuşmalarına, “Hayır” kampanyası yapanlara saygı göstereceksin.Onların düşüncelerini ifade etmelerine ses çıkartmayacaksın.

Cumartesi günü Sinan Oğan konuşma yaparken saldırıya uğruyor, Pazar günü Meral Akşener’in konuşma yapacağı salonun elektrikleri kesiliyor.

Bunlar karşıt fikre hazımsızlığın, tahammülsüzlüğün işaretleri.

Siz kendi ülkenizde bu olanlara bir tepki verdiniz mi? Yoksa verdiniz de biz mi duymadık.

En azından ben bu yazıyı kaleme aldığım ana kadar böyle bir tepkinizi duymadım.

Ayrıca yapamayacağınız şeyleri  yapacak gibi söylemeyeniz.

Bakın  Baykal, sözle değil eylemle tavır koyuyor. Kendisine Almanya’da her türlü iznin alınmış toplantıya, iki AKP’li bakanın konuşmasına izin verilmediği için katılmayacağını ilan ediyor.

Demokratlık böyle bir şeydir, yani  rakiplerinin de özgürlüklerini de savunabilmektir. 

Tabii bunu yapabilmek için önce gerçek bir demokrat olmak gerekir.

Yüzlerce ilim adamı, asker sivil bürokrat FETO tezgahıyla zindanlara atılırken, bırakın tepki vermeyi, kumpasın içindeki savcılara makam arabası tahsis ediyordunuz.

“Ben bu davanın savcısıyım” diyordunuz. Adaletin tecellisi için bile en ufak bir caba sarf etmediniz.

Şimdi kalkıp Almanya’ya kafa tutuyorsunuz, hiç inandırıcı olmuyorsunuz.

Dünya çok küçüldü, artık herkes, bir başkasının ne yaptığını çok iyi biliyor.

Alman yöneticiler bu yapılanları bilmiyor mu zannediyorsunuz. Eğer öyle düşünüyorsanız büyük yanılgı içindesiniz demektir.

Nitekim, Alman Adalet Bakanı da bunları bildiği için “Erdoğan Almanya’ya gelecekse ve burada düşünce ve ifade özgürlüğünden istifade edecekse, önce bunu kendi ülkesinde gerçekleştirmek zorundadır” diyebilmek cesaretini göstermiştir.

 

Siz bile Alman faşizmini ana hatlarıyla da olsa bilebiliyorsanız, onlar da Türkiye de olanları  en az sizin  Alman faşizmini bildiğiniz kadarıyla biliyorlardır.

Onun için iki bakanın  söz ve ifade özgürlüğünü orada kullanmalarına engel olurken vereceğiniz tepkininin bir kıymeti har biyesi olmayacağını da hesaba katmışlardır.

Almanların tutumunu kabullenmek, içimize sindirebilmek mümkün değildir. Ancak, sizde, toplantı engellemenin, gösteri yürüyüşü yapmanın engellenmesinin faşizm olduğunu itiraf etmek zorunda kaldınız.

Bir tutum ve davranış bir ülkede faşizansa, her yerde öyle kabul edilmek durumundadır.

Türk halkı 15 yıllık iktidarınız süresince bunları çok yaşadı, En ufak toplumsal tepkiye, en sert şekilde müdahale ettirdiniz.

Düşünce ve ifade özgürlüğüne getirilen her türlü kısıtlama lanetlenmelidir.

Bakın bizler AKP li iki bakana uygulanan engeli de kınıyoruz, hadi sizde bir defa olsun karşıt fikirdeki insanlara yapılan saldırıları kınayın, Cumhurbaşkanı olarak, yapılan fiili engellemeleri kınadığınızı, gereğinin yapılması için gereken talimatları verdiğinizi söyleyin.

Söyleyebileceğinize inanmıyorum. Çünkü siz kendinize demokratsınız. Başkalarının özgürlüğü sizi zerre kadar ilgilendirmiyor.

İşte Atatürkçülerle sizin aranızdaki en büyük fark budur.Biz Atatürkçüler için karşımızdakilerin de düşünce ve ifade özgürlüğü de en az kendilerimizin ki kadar önemlidir.

Fikirlerinize, düşüncelerinize katılmasak bile onları rahatlıkla söyleyebilmeniz için elimizden geldiğince çaba sarf ederiz.

Ancak bir şey gözümüzden kaçmıyor, Almanların bu densizliğini içeride lehinize kullanmaya, avantaja çevirmeye  çalışıyorsunuz.

Ama Almanların bu densizliği bile, referandumu evet’e çeviremez. Halk bir kere“HAYIR” demeye karar verdi.