30 Ekim 2013 Çarşamba

LİDER OLABİLMEK


CHP büyük bir kargaşa yaşıyor. Gerek Sayın Kılıçdaroğlu’nun çevresinden gelen duyumlar gerekse taraflı tarafsız basında yazılanlara göre Mustafa Sarıgül’ün İstanbul Büyükşehir Başkan Adaylığı büyük sermayenin ve cemaatin baskısıyla kesin gibiymiş.
Bu doğrumu değil mi bilinmiyor, görüntü sanki bu gerçekmiş gibi duruyor, ama ben buna ihtimal vermek istemiyorum.
CHP’de adaylar bugüne kadar küçük  bir  grup  istedi diye tespit edilmemiştir.
Siyasi partiler daima baskı gruplarının istek ve arzularını, kendi değerlerine sadık kalmak kaydıyla,  gerek aday belirlerken ve gerekse politikalar oluştururken göz önüne alırlar.
Ama bu sayıca çok küçük fakat ekonomik gücü büyük olanların tercihleri olamaz
Eğer hakikaten böyle bir baskı nedeniyle Sarıgül CHP’ye dönüyorsa, bu Sayın Kılıçdaroğlu açısından çok büyük sıkıntı yaratır.
Bu bir teslimiyetin kabul ve ilanı olur.
O andan itibaren  artık gerçek ve etkin bir genel başkanlık yapamaz.
Ana muhalefet partisi genel başkanları potansiyel başbakan adayıdırlar.
O zaman insana,  sen başbakan olduğun zamanda,  bu çevrelerin istedikleri her şeyi yapacak mısın diye sorarlar.
Ayrıca CHP,  bir daha AKP’ye yönelik olarak, “ iç ve dış politikada  ABD ve AB’nin talimatlarını yerine getiriyor”, propaganda silahını kullanamaz.
Tam aksine CHP’ye yönelik olarak her aldığı karardan sonra sen kimin talimatıyla bu kararı aldın diye sorulara muhatap olur.
Bütün bunların dışında Sarıgül, beklendiği kadar oy alabilir mi?
Asıl tartışılması gereken bu noktadır.
Siyaset bir algılatma sanatıdır.
Hayatında CHP’ye hiç oy vermemiş, bundan sonra da vermeyeceğini söyleyen insanlar, ne hikmettir bilinmez, hangi adayın CHP’ye daha çok oy getireceğini yazıp telkinlerde bulunuyorlar.
CHP’liler  bile önerdikleri adayları bu kadar içten ve çılgınca savunmuyorlar.
İktidarın Sarıgül’ü CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapmak isteyen gruplarla bir sürtüşmesi, bir çekişmesi yok mu? Bu bilinmeyen bir gerçek mi?
CHP Sarıgül’ün adaylığını açıkladığı andan itibaren siyasi iktidar, Sarıgül üstünden o grubun büyük abisine vurmaya başlayacaktır.
Dosyalar, suçlamalar havada uçuşacak, iktidar böylelikle hem o büyük abiye ve hem de CHP’ye dilediği gibi zarar verecektir.
Yargıyı yandaş hale getirmiş bir iktidarla mücadele edilirken, iktidarın hiç toz konduramayacağı, çamur atamayacağı adaylarla ortaya çıkmak gerekir.

İstanbul, dolayısıyla Türkiye AKP iktidarından kurtulmaya bu kadar yakın hiç olmamıştı.
Seksenli yıllarda , Bedrettin Dalan İstanbul Belediye Başkanlığını “kötü belediye başkanı” olduğu için kaybetmedi.Sırf büyük halk kitlelerinin Turgut Özal ve yakın çevresine duyduğu kızgınlıktan kaybetti.
Bugünde aynı şey, Tayyip Erdoğan ve yakın çevresi için söz konusudur.
Eğer milyonlar biranda siyasal iktidarın bütün baskılarına rağmen, alternatif Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapıyorsa, bunu iyi okuyup bu büyük kitlelerin taleplerine cevap verecek adayları bulup çıkartmak gerekmektedir.
Bu tip adaylar bulunduğu takdirde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar nedeniyle Tayyip Erdoğan’a yönelmiş kızgınlığı oya çevirmek mümkündür.
Ama bu ortamda seçilecek adayın hiç defosu olmaması gerekir.
Nitekim, o tarihte Bedrettin Dalan’ın karşısına çıkartılan Nurettin Sözen’in hiç defosu yoktu. Kişiliğine ve ahlakına yönelik hiçbir ciddi eleştiri getirilememişti.
İşte liderlik böyle durumlarda, krizi doğru yönetebilme sanatıdır.
Krizi doğru yönetemiyorsanız lider değilsinizdir.
Lider baskı yapılacak ortamı yaratmayan, yaratılmasına izin vermeyen  adamdır.
Baskı yiyeceğini düşündüğü, gördüğü  anda olayın önünü alıp, kesip atması gerekir.
  Sarıgül’ün  adı malum çevreler tarafından pişirilip ortaya sürüldüğü anda, kesilip atılsaydı, gerek Kılıçdaroğlu ve gerekse CHP açısından bu sıkıntılı, bulanık durum yaşanmazdı.
Bunu kesip atamadığın, birilerinin baskılarına direnemediğin anda artık lider değilsindir.





  

   



27 Ekim 2013 Pazar

DIŞ İLİŞKİLER CİDDİYET İSTER

  
Siyaset çevreleri son üç dört gündür CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Ankara Sheraton otelinde,  ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone ile gizlice buluşarak baş başa bir akşam yemeği yemesini konuşuyor ve eleştiriyor.
Eleştiri konusu yapılan husus, Büyükelçiyle yemek yemesi değil, bunu gizlice ve hatta parti yönetiminden bile kimsenin bilgisi olmadan yapılmış olması.
Siyasi Partilerin Genel Başkanları dilediği her kişi ile dilediği ortamda görüşür. Ama bunun bir usulü, bir adabı vardır.
CHP geleneğinde bu tür görüşmelerin Parti Genel Merkezinde ya da Genel Başkan’ın belirlediği bir yerde olmasıdır.
Ana Muhalefet Partisi Genel başkanı bir ülkenin büyükelçisi ile gizli kapaklı görüşemez. Zira gizlilik şüphe yaratır. Bu nedenle görüşmesini alenen yapar. Görüşmeden sonra da muhakkak bir “görüşme tutanağı” düzenler.
Bu olayı gazetelerde okuyunca geçmişte ve hem de 12 Eylül cuntası zamanında yaşadığım bir olayı anımsadım.
12 Eylül sonrası Rahmetli Bülent Ecevit’in avukatlığını yapıyordum. Bir gün Or-An semtindeki evine çağırmıştı.
Gittiğim zaman o tarihteki ABD Büyükelçisi Jozeph Strauz Hupe evde idi. Ben, konuğunu kabul ettiği odanın yanındaki odaya alındım. Büyükelçi’nin ziyareti bitip gittikten sonra Sayın Ecevit benle tek kelime konuşmadan, o meşhur emektar daktilosunun başına geçti ve bir görüşme tutanağı hazırladı. Biter bitmez  de yanlış hatırlamıyorsam Dışişleri Bakanlığına telefon etti, gelen memura bu görüşme tutanağını verdi.
Rahmetli o tarihte yasaklı bir siyasetçi olduğu gibi,  CHP Genel başkanlığından da istifa etmişti.
12 Eylül cuntası tarafından siyaset dışına itilmeye çalışılıyordu. Siyasi demeç vermesi toplantı yapması yasaklanmıştı.
Bunu şunun için yazdım, CHP Genel başkanlığı devlet ciddiyetinden taviz verilmeyecek bir makamdır.
CHP Genel Başkanı sıradan bir kişi değildir, Atatürk’ün koltuğunda oturan kişidir. Bir yabancı büyükelçiyle gizlice görüşmez. Büyükelçiyle ne zaman nerede görüşeceğini daha başından basına açıklar.
Görüşmeden sonra da çıkar hangi konularda ne mesaj verdiğini  basına açıklar.
Kıbrıs Barış harekatı devam ederken bile görüşmeler basının gözleri önünde büyük bir açıklıkla gerçekleştirilmişti.
Hatta eğer Büyükelçi Türk iç ve dış politikasını ilgilendiren bir konuda görüş bildirmişse bir tutanak ile de bunu Dışişleri bakanlığına da bildirilmesi gerekir.
Bu devlet adamlığının ve özellikle de CHP Genel Başkanı olmanın gereğidir.
Nitekim, her Büyükelçi de yaptığı bu tür görüşmeleri kendi merkezine bildirir. ABD Büyükelçisi de Sayın Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmeyi kendi merkezine doğal olarak bildirecektir. Bildirmiştir de.
CHP’nin  dış işlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısını bu görüşmeden  habersiz olması da ayrı bir sorundur.
Dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısının haberi olmadan gerçekleştirilen bu görüşme, Davutoğlu’nun Obama tarafından parmak işaretiyle çağrılması kadar onur kırıcı bir davranıştır.
Ama maalesef Türk dış politikası iktidarı ile muhalefeti ile devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan bir tarzda götürülüyor.
 Başbakan ABD’ye resmi geziye çoluk çocuk gayri ciddi bir tavır içinde gidiyor.
Türk Dışişleri Bakanını, Obama parmak işaretiyle yanına çağırabiliyor, o da bu laubali  çağrıya uyuyor.
Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı ABD Büyükelçiyle gizlilik içinde buluşuyor.
Görüşmede Partinin Genel başkan yardımcısı bulunmuyor; ama Büyükelçiliğin getirdiği, yani ABD Büyükelçiliğin görevlisi tercüman bulunuyor.
Kapalı kapılar arkasında ne konuşuldu, kimse bir şey bilmiyor. Bilinmediği içinde varsayımlar üstüne fikir yürütülüyor.  
Dış ilişkiler ciddiyet ister. Herkesin buna özen göstermesi gerekir.
En azından görüşmenin bir tutanağa bağlanıp CHP’nin arşivine konması gerekir. Bu makamlar geçici, yarın bu makama oturacak bir başka kişi, ABD’ye her hangi bir taahhütte bulunuldu mu? Bulundu ise bunlar nelerdir,  bilmek zorundadır.
Bu taahhütleri kabul veya red ayrı bir sorundur.

   


23 Ekim 2013 Çarşamba

FENERBAHÇE


Değerli araştırmacı Sinan Meydan 2006 yılında yayınlanan “Sarı Lacivertli Kurtuluş” isimli eserinde, “Fenerbahçe geçmişte 'vatan ve özgürlük mücadelesi' vermiş bir ulusal teşkilatın adıdır. Fenerbahçe, emperyalizme karşı verilen ilk bağımsızlık savaşının aktif katılımcısı, emperyalist kuşatmayla çevrilen bir ulusun tek moral kaynağı, tek umut ışığıdır. Fenerbahçe, Mustafa Kemal'in önderliğinde gerekleşen Kurtuluş Savaşı'nın sarı-lacivert rengidir. Fenerbahçe, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal'in gönül verdiği takımdır.”diye yazmış.
Bu nedenle de o Cumhuriyetle sorunu olanların ele geçirmek istediği son kalelerden biridir Fenerbahçe Cumhuriyeti.
Fenerbahçe’nin 2010-2011 yılını şampiyon olarak bitirmesinden sonra, bir anda “Türk Futbolu bağırsaklarını temizliyor” denerek Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor ve diğerleri maç sonuçlarını kurmakla (şike yapmakla) suçlandılar.
Ama asıl hedefe oturtulan Fenerbahçe Kulübü ve onun Başkanı Aziz Yıldırımdı, diğerleri gerçek iradeyi saklama aracı idiler.
Bu saldırının asıl nedeni  Kemalist duruşu olan Fenerbahçe’yi bitirmekti.
Basın, sanat gibi toplumu etkileyen, yönlendiren alanlarda hoşlanmadığı yazar ve çizerleri,  siyasal gücünü kullanarak bertaraf eden Tayyip Erdoğan’ın hedefinde Fenerbahçe vardı.
Güya özerk Türk sporunu dilediği gibi yöneten, kimin Federasyon başkanı olacağına kadar müdahale eden Tayyip Erdoğan, Gülen Cemaatiyle beraber Fenerbahçe’yi de ele geçirmek istedi.
Ama bu kulübün genlerinden gelen Kemalist çizgi buna izin vermeyince, bir şike (!) soruşturmasıyla,Başkanı  önce göz altına alındı, arkasından mahkûm edildi.
Bütün bu baskılar karşısında muhteşem bir dayanışma örneği gösteren Fenerbahçe camiası, bu işgal planının hayata geçirilmesine  izin vermedi.
Bundan sonra da vereceğini zannetmiyorum.
Bütün zor zamanlarında  en iyi kenetlenen camia, Fenerbahçe camiasıdır. Büyüklüğü de, sportif başarılarının yanında oradan da gelir.
Nitekim, 1932 yılında kulüp binasından çıkan yangından sonra, bu büyük camia, ülke çapında bir dayanışma örneği göstererek o zor günleri de aynen bugün olduğu gibi atlatmıştır.
Kulübe ve onun Başkan ve yöneticilerine karşı büyük bir yıpratma kampanyasından sonra Başbakan’ın hoşuna gidecek önceki Futbol Federasyonu başkanı Fenerbahçe kulübü Başkanlığına aday oldu.
Aziz Yıldırım, hiç biri sahaya yansımamış, yani sonuca etkili olmamış varsayımlar üstünden mahkum edilirken, başkan aday adayı, kendi ağzı ile “Ben Fenerbahçe’yi kurtarmaya çalıştım” diyerek yetkisini  kötüye kullandığını açıkça itiraf etmiş bir kişidir.
Fenerbahçe kimsenin himmetine muhtaç olmayacak kadar büyük bir camiadır.
Fenerbahçe’yi kurtarmak bu zatın ne haddi ve ne de görevidir. Türkiye Futbol Federasyonu başkanlarının görevi sadece Türk Futbolunu yönetmek ve gerekiyorsa kurtarmaktır.
Fenerbahçe sadece bir spor kulübü değildir. Fenerbahçe ülkenin dış politikasında bile var olan bir kurumdur.
Onun için her dönemde siyasilerin iştahını kabartan bir kuruluştur.
İkinci Dünya savaşı sırasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den başlayarak, Adnan Menderes ve hatta en son olarak da Tayyip Erdoğan Fenerbahçe’yi diplomatik ilişkilerde kullanmışlardır.
Bu nedenle önümüzdeki kongrede Fenerbahçe kongre üyelerinin Başbakanın ve cemaatin  bu ele geçirme operasyonuna karşı Aziz Yıldırımı desteklemek yönünde vicdani sorumlulukları vardır.
Aziz Yıldırım’ın kusurları yok mudur? Elbette vardır. Ama kusurları ile sevaplarını tartıya vurduğunuz zaman sevapları her zaman daha ağır basar.
Bu kulüpte bugüne kadar yapılmamış, yapılamamış tesisleşme hamlesini başlatmış ve büyük oranda gerçekleştirmiş başkandır. 
Ama onun da, emperyalist kuşatmayla çevrilen yalnız ve güzel ülkemin,  son Kemalist kalelerinden biri olan Fenerbahçe’yi, Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyetle sorunları olanlara  teslim etmemesi gerekir.


20 Ekim 2013 Pazar

CHP DİZ ÇÖKMEZ (Dİ)


CHP son altı yedi aydır CHP’den ihraç edilmiş Mustafa Sarıgül’le yatıyor, Sarıgül’le kalkıyor.
CHP’den ihraç edilen insanların CHP’ye nasıl tekrar dönebileceği Parti tüzüğünde düzenlenmiştir.
Bu iki yöntemle olur.
İlki, ihraç edilen kişi kendisini disipline sevk eden İl Yönetimine “Af talebiyle” baş vurur. İl yönetimi, bu başvuruya kendi görüşünü de ekleyerek Merkez Yürütme Kuruluna gönderir. O da Parti Meclisine sevk eder. Parti Meclisi gizli oyla karar verir.
İkincisi, Parti Meclisi disiplin cezalarını doğrudan kendisi af  eder.
Sarıgül, yakının da bulunanlar aracılığı ile “ dönüyor” ,”başvuruyor” gibi haberler yayarken, kendisi de aynı zamanda çıkıp “Ben başvurmam onlar beni davet etsin” diyerek reklamını yaparken, parti içindeki yandaşlarının zavallılığı nedeniyle de tarihi çınar CHP’yi kendi önünde diz çöker konumuna getiriyor.
Bu reklam işinde onun iki tür yandaşı var.
Bunlardan bir grup, hayatında CHP’ye hiç oy vermemiş, bundan sonra da vermeyeceğini açıkça söyleyen yandaş medyadaki bazı “beslemeler”, diğerleri de kamuoyu araştırma şirketleri.
“Beslemeleri” anlamak mümkün, CHP içinde çıkacak her türlü çatışma, tartışma,  her konuda dibe vuran AKP’nin işine yarayacağı için bu tavırları normaldir.
Bunların tavırları normaldir de, normal olmayan bu kadar basit bir gerçeği göremeyen CHP yönetiminin tutumudur.
Yıllarca CHP’ye küfür etmiş, hayatında bir kere oy vermemiş  “Beslemelerin” Sarıgül hayranlığını anlayamamış olmalarıdır.
Araştırma şirketlerine gelince en kolay onların tutumu anlaşılabilir.
Son güne gelinceye kadar bunlar ekonomik ilişkileri nedeniyle “sözde bilimsel olduğu iddia edilen”  araştırmalar yayınlarlar.
AKP’ye yakınlığı ile bilinenler, iç ve dış  politikada dibe vurmuş, ekonomi uçuruma doğru sürüklenirken AKP’nin işine gelecek rakamları havada uçuştururlar.
Elbette CHP adayının da en zayıf halka olmasını isterler, bu en zayıf halkayı parlatırlar.
Parlatırlar ki; zamanı geldiğinde iktidarın bir ufak parmak darbesiyle yıkılsın, parça parça olsun.
Ya maazallah CHP doğru bir aday seçerde İstanbul’u alıverirse, eşe dosta rant yaratma düzeni gümbür gümbür yıkılacaktır. AKP’nin akıbeti de Anavatan gibi olacaktır.
O zaman bunu engellemeleri gerekir, onlarda  bunu engellemek için kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. 
Peki diğer araştırma şirketlerinin tutumunu anlamak mümkün müdür.
İlk bakışta hayır, ama ekonomik ilişkilerine bakarsan çok açık.
Bir taraftan AKP’nin İstanbul’da CHP’nin yirmi puan önünde olduğunu ilan edeceksin (ki ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum, yani CHP yüzde otuz bir, AKP yüzde elli bir)
CHP seçmenin yüzde yetmiş beşinin Sarıgül’ü istediğini, bu nedenle Sarıgül aday gösterilirse, AKP ile aradaki puan farkının iki puana indiğini söyleyebilmek hakikaten anlaşılabilir gibi değildir.
Bu doğru ise  BDP’nin, MHP’nin İstanbul’da ancak yüzde ikişer oy potansiyeli olduğunu  kabul etmek gerekir  ki, bunun gerçekle bir ilgisi yoktur.
Bana göre muhteşem yalanlardan biri de yine Sarıgül ve çevresini yaydığı, “İstanbul’un beyazları Sarıgül’ü istiyorlar” yalanıdır.
En ufak bir iktidar darbesiyle  yıkılacak, tuzla buz olacak bir adaya bu insanların  destek verdiklerini söylemek,  Dünya sıralamasında yer bulan bu insanların zekasıyla alay etmek olur.
Eğer gerçek hakikaten böyle olsaydı, bunlardan TESEV’den Kılıçdaroğlu ile ilişkisi olanlardan biri gelir, Sarıgül’ü istediklerini söyler, bu ricaları(!) da  derhal yerine getirilirdi.
Ama yiğidi öldürüp, hakkını yememek lazım.
Sarıgül, karşısındakilerin yeteneklerini anladığı için bunu çok iyi kullanıyor.
Kendini devamlı gündemde  tutuyor.
Aslında Sarıgül’ün  bu kadar gündemi işgal etmesini sağlayan, tutarlı bir davranış sergileyemeyen CHP yönetimidir. 
Olağanüstü Kurultay’da Sarıgül’e sorulan sorular hala ortada dururken,  bu işi kestirip atmalar gerekirdi.
Ama maalesef yapamadı.
Acz içindeki bu tutumu ile dev çınar CHP’yi Sarıgül önünde diz çöker konuma getirdi.
CHP kimsenin önünde diz çökmez (di)


    


16 Ekim 2013 Çarşamba

DÜNYA LİDERİ TAYYİP ERDOĞAN!



Tayyip bey son zamanlarda Dünya’ya nizam verme derdine düştü.
ABD Dişileri Bakanı’nın neyi söyleyebileceğinden başlayıp BM Güvenlik Konseyi’nin yapısına şekil vermeye kadar her konuda konuşuyor.
 BM Güvenlik Konseyinin  yapısının adaletsiz olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.
2 Ekim 2013 günü şunları söylemiş:
“Biz…Birleşmiş Milletler (BM) ve BM Güvenlik Konseyi başta olmak üzere, küresel yönetimde söz sahibi uluslararası örgütlerin yapılarında reforma gidilmesi gerektiğini savunuyoruz. Zira sürekli tıkanan, ideolojik yaklaşımlarla maalesef kendini yenileyemeyen bir BM Güvenlik Konseyi'nin, dünya barışına katkı sağlaması mümkün değildir.
Şu anda da BM Güvenlik Konseyi'ni doğrusu ben de felç bir halde görüyorum. Felç olmuş bir halde görüyorum. 5 ülkenin iki dudağı arasına sıkışmış bir adalet olamaz. Bunun bir değişkenliğinin olması lazım. Bu değişkenlik olmadığı sürece icabında bir ülkenin iki dudağı arasında adalet bekleyemezsiniz. Bir ülke 'Hayır' dedi mi her şey bitiyor. Bu nasıl bir dünya 196 üyesinin olduğu BM'den siz karar çıkaramıyorsunuz. Niye? Bir değişim yok. 10 tane geçici üye var, bu geçici üyelerin hiçbir kıymeti yok. Her şey o 5 tane üyenin. O beş tane üyeden bir üye 'hayır' derse mesele bitmiştir. Böyle bir adalet mümkün değil. Artık biz Birinci Dünya Savaşı'nın, İkinci Dünya Savaşı'nın sonrası dönemleri yaşamıyoruz. Onlar çok geride kaldı. Bunun da update edilmesi lazım, güncellenmesi lazım. Bu güncellenmezse bizim netice almamız mümkün değil. Bir taraftan 'demokrasi' diyeceksiniz ama demokrasiyi birilerinin istediği şekilde yaşayacaksınız. Bu olmadığı sürece otokrasiden kurtulmak mümkün değil."
Hiç olayları bilmeyen  birisi olsanız “Aferin adama. Büyük liderlik vasıfları ve engin bilgi birikimi ile Dünyaya ayar veriyor. İlk defa bir başbakanımız uluslararası toplumun bir sorununa daha parmak basıyor. Küresel adaletsizliğe isyan ediyor. Bütün ülkelere liderlik yapıyor” diye düşünebilirsiniz.
Başbakan’ın bu açıklaması “Öğleden sonra günaydın” sözüne tam uyuyor.
Zira, Başbakanın şimdi söylemeye başladıklarını, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi hariç, hemen bütün ülkeler yıllardır dillendiriyor.
Bunun nedeni , şimdiki jeopolitik gerçeklerle, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısının oluşturulduğu 2. Dünya Savaşı sonrası gerçeklerin çok farklı olmasıdır. 
O nedenledir ki, Birleşmiş Milletlerin tümünün reformdan geçirilmesi yaklaşık yirmi yıldır hem Teşkilat içinde hem de dünyada tartışılıyor. Bazı sonuçlar da elde edilmiş durumda.
Ülkeler kendi aralarında gruplar oluşturmak suretiyle  tartışmalara katılıyorlar. En faal grup, Almanya, Japonya, Brezilya ve Hindistan’dan oluşan ve (G-4) rumuzuyla bilinen gruptur. Bu grup üyeleri, BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik talep ediyor.
Türkiye ise, kendisine “Oydaşma için Birlik” adını veren ve İtalya’nın öncülük ettiği grupla birlikte hareket ediyor. İşin ilginç yanı, bu grup, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeler kategorisinde değil, geçici üyeler kategorisinde genişlemesini savunuyor.
Bu durumda dünya lideri Tayyip Bey’e  sormak gerekir. Türkiye, daimi üyeler kategorisinde bir değişikliği savunmuyorsa, adaletsizlik nasıl giderilecek? Veya, adaletsizliğin giderilmesi için Türkiye’nin somut teklifi ne?
Devlet adamlığı zor ama, boş konuşmak kolaydır!
Tabii, bir alt yapın olmadan kulaktan dolma konuşursan  çelişkiye düşersin. Başbakan, o konuşmasında şöyle diyor:
 10 tane geçici üye var, bu geçici üyelerin hiçbir kıymeti yok. Her şey o 5 tane üyenin. O beş tane üyeden bir üye 'hayır' derse mesele bitmiştir”.
Eğer  geçici üyelerin hiçbir kıymeti yoksa, Türkiye daha 2009/2010 döneminde BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği yapmışken ve bunu büyük bir diplomatik başarı olarak göstermişken, 2015/2016 dönemi için yeniden niye aday oldu o zaman?
Kampanya için onca para boşa mı harcanacak?
Tabii dünya lideri Tayyip Bey’e sorulacak soru çokta, bunu soracak adam lazım.

13 Ekim 2013 Pazar

AKP İLE ANAYASA YAPMAK ZAVALLILIKTIR



AKP İLE ANAYASA YAPMAK ZAVALLILIKTIR
Türk siyasi hayatının bitmeyen  tartışmalarından biri, 1924 Anayasası hariç, bütün anayasaların askerler tarafından yapıldığı iddiasıyla, değişik gerekçelerle de olsa değişik kesimlerden gerek 1961 Anayasasına ve gerekse de 1982 Anayasasına eleştiriler getirilmiştir.
Ama bu eleştirilerin hiç birisi, devletin kurucu felsefesini ayaklar altına alacak bir şekilde,  yeni baştan tümden bir anayasa yapalım boyutunda olmamıştır.
AKP ve ona yardakçılık yapan bu ülkenin sözde aydınları tarafından, 177 maddelik anayasanın yaklaşık 120 maddesi, halkın oylarıyla seçilmiş TBMM’ce değiştirildiği ısrarla görmezden gelinerek, yeni bir sivil anayasaya yapılması gerektiği  ileri sürülüyor.
AKP’nin istediği gibi tümüyle yeni bir anayasa yapmak demek,  devleti yeniden kurmak, yeniden örgütlemek demektir
Demokratik bir rejim olabilmenin evrensel bir ölçütü olan yargılamanın bağımsızlığı ve yargıcın tarafsızlığı 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklikleriyle artık söz konusu değildir.
 AKP’nin varmak istediği hedefin önüne hiçbir hukuki engel çıkartmayacak şekillendirilmiş bir Anayasa Mahkemesi; bağımsızlığı ve yansızlığı kalmamış bir adli ve idari  yargı.
Tayyip Erdoğan’ın şu anda tek hedefi ülkeyi kuruluş felsefesinden uzaklaştırmak,   Cumhurbaşkanı tekrar eskisi gibi TBMM’ye  seçtirmek ve Anayasa’nın 101. Maddesinin son cümlesinde ki,  partisi ile ilişkisi kesilir cümlesini” kaldırtmaktır. 
AKP,  BDP+Bağımsızlar+Devşirmelerle işbirliği yaptığı anda  oluşacak üç yüz yetmişi aşan bir milletvekili grubuyla,istediğini yapabilecek sayısal çoğunluğa sahip olur.
BDP ve bölücüler  bağımsız Kürdistan’ın önünü açan her türlü işbirliğine sıcak bakarlar .Bu nedenle BDP, kendilerine  özerklik verildiği anda her değişikliğe evet diyeceklerdir.
Bunun yanında CHP li bir milletvekili de çıkıp “Özerklik artık tartışılmalıdır” diyorsa ve  parti yönetiminden  hiçbir eleştiri gelmiyorsa, özerkliğin anayasaya girmesi artık çok kolay olacaktır.
Üniter devleti savunması gereken CHP bile özerkliği tartışılabilir kabul ediyorsa, bu sadece AKP’nin ve bölünmeden yana olanların elini güçlendirir.
Ülkenin bütün vatandaşları, hangi etnik kökenden gelirse gelsinler, bu ülkenin asli sahipleridirler. Özerklik Kürtleri “etnik azınlık” haline getirir.  Azınlıklar, korunması gereken topluluk olarak kabul edilirler. Yani bu Kürt kökenli vatandaşlarımız tarafından şiddetle red edilmesi gereken bir statüdür.
Bu ülkeyi seven hiç kimse kendi vatandaşına ikinci sınıf vatandaş olmayı telkin edemez, etmemesi gerekir.
Siyasi parti yöneticileri de insandır. Her insan gibi hata yapabilirler. Ancak yapılmak istenen anayasa değişikliklerinin devletin temel felsefesini ortadan kaldıracağı, Atatürk devrimleriyle oluşturulan ulus devletin,  etnik gruplara ve mezheplere bölünmeye götüreceği  bu ülkenin gerçek aydınları tarafından her fırsatta yüksek sesle haykırılırken, bunu duymazdan gelmek bu ülkeye ihanet etmektir.
Tümden yeniden bir anayasa yapılmak istenmesinin temel amacı, Türkiye’nin siyasal yapısını silkeleyip, bozup, başkalaştırmaktır.
Siyasal yapı bu ülkenin kurucu iradesinin ortaya koyduğu bir durumdur.
Kurucu iradeye rağmen yapılacak  anayasa değişikliği, meşru ve kabul edilebilir bir değişiklik  olmayacaktır. Zira kurucu irade, meclisteki parmak hesabıyla değiştirilemeyecek bir üstün iradedir
Dünya da hiçbir devlet kurucu iradesini yok sayarak canı istediği zaman yeni bir anayasa yapmaz, yapamaz.
Bütün gayesi, bu kurucu iradeyi bir karşı devrimle ortadan kaldırmak olan  AKP ile müştereken bir anayasa çalışması yapmak, eğer bu çalışma AKP’nin gerçek hedefi  bilinmesine rağmen yapılıyorsa ihanettir.
Ülkenin namuslu siyasetçileri, aydınları AKP’nin zihniyetini, varmak istediği hedefi, her gün ve her fırsatta yüksek sesle dillendirmelerine rağmen, gerçekleri göremeyip de, onunla  birlikte bir Anayasa değişikliğine kalkışmak, kimse kusura bakmasın tam bir zavallılıktır.   

9 Ekim 2013 Çarşamba

ADALET BAŞKA BAHARA


Bizim hukuk sistemimizde davalara isim vermek yoktur. Davalar esas numaraları ile anılırlar.
Ama son yıllarda ve de özellikle Silivri yargılamaları ile beraber davalara “Ergenekon, Balyoz gibi isimler verilmesi adet haline geldi.
İşte bunlardan Yargıtay aşamasından ilk geçen “Balyoz” davası diye bilinen davadır.
Hani o “Çıkmadık candan ümit kesilmez”  sözüne olan inancımız nedeni ile  Balyoz davası ile ilgili Yargıtay Kararı’ndan hukuk çıkmasını beklemiştik.
Hukuka aykırı olarak elde edilmiş delil konusunda örnek olacak bir karar beklemiştik.
Bu hala hukuktan umut kesmememizden kaynaklandı.
Bağımsızlığı ve yansızlığı kalmamış bir yargıdan adalet çıkacağını beklemek gibi bir yanılgıya düştük.
İktidarın yargı operasyonunda Yargıtay’da bile bazı dairelerin şekillenmesine özel önem verdiğini göz ardı ettik.
Bir dava da elde edilen dijital verilerin düzmece olduğu, yirmiye yakın bilirkişi raporu ile tespit edilmişken; hayati önem taşıyan bir tanığın ifadesi sanıklar talep etmiş olmasına rağmen alınmamışken; Yargıtay bütün bunları görmezden gelip kararı onuyorsa, bundan böyle bu ülkede  hiç kimsenin yargı güvenliği kalmamış demektir.
Yansızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş bu yargı siyasi iktidar tarafından  bir silah olarak kullanılmaktadır.
Artık, herkes için, hepimiz için düzmece belgelerle başımıza bir çorap örülmesi mümkün hale gelmiş demektir.
Bu davada sanık daha savcılıkta ifade verirken, televizyon kanalları, “tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi” diye alt yazı geçmişse  hangi adaletten bahis ediyoruz.
Aynı şekilde Mahkeme’nin tutuklama kararı verdiği, daha mahkeme başlamadan evvel televizyonlardan alt yazı ile duyurulmuşsa, hangi adaletten bahis ediyoruz.  
Bu davayı Türk aydınlarının doğru değerlendirmesi gerekir.
Balyoz davası farklı kesim ve kişilerin Türk silahlı kuvvetleri ile hesaplaşmasıdır. Özellikle de Deniz kuvvetleri ile.
Bakacağız Doğu Akdeniz’de, Boğazlar da ve Karadeniz de Deniz Kuvvetleri “Leventler” kimlerin ayağına bastı. Hani bir reklam filimin de söylendiği gibi “Bu Türkler de çok mu oluyorlardı”.
 Atatürk’ün söylemiyle “Düşmanlar herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılarlar”
Kim di bu onlar?
Elbette subaylar ama  ülkelerini seven subaylar.
Bu yaşadıklarımız bunun tipik örneğidir.
Bundan sonraki hedef PKK terör örgütünün isteklerini yerine getirmektir. Bunların içinde terör örgütü için  en önemli olanı terörist başına af çıkartmaktır.
Balyoz bitti, Ergenekonda bittikten sonra, infaz kanununda bir değişiklikle belli suçlardan bir yıl yatanı yedi yıl yatmış gibi hesap edip herkesi, bu arada Öcalan’ı da tahliye edecekler.
Bu davaların açılma nedenlerinden biri de budur.
Bu dava hakikaten bir suç işlendiği için açılmamıştır. Bu dava okyanus ötesi işbirliği yapanların ve onların Türkiye’deki uzantılarının bir kurum ve kişilerle hesaplaşması davasıdır.
Bu dava bir dönemin yargılanmasıdır. BOP’un ve .Abdullah Öcala’a af çıkartıp siyasete girmesinin önünü açma temizliğidir..
Türkiye’de hiç kimse 12 Mart ve 12 Eylülü yaşadıktan sonra elbette “askeri darbeleri” savunamaz. Askeri darbeleri savunamamak demek, hukukun çiğnenmesine göz yummak değildir.
Silivri Mahkemelerinde hukuk alenen çiğnenmiştir. Bir Mahkeme kararının Yargıtay’dan geçmiş olması, orada hukukun tam uygulandığını göstermez.
Nitekim, Birleşmiş Milletlerin Keyfi Tutuklama çalışma Grubu, “Balyoz davası mağdurların keyfi olarak tutuklandıklarını, savunma haklarının yok sayılarak adil yargılanmadıklarını ve bu uygulamanın ağır bir insan hakları ihlali olduğunu” tespit etmiştir.
Hak ihlalleriyle oluşturulmuş bir karar hukuka uygun olamaz, Yargıtay kararı da onu hukuki kılmaz.
Hukuk bir kere çiğnenmeye başladığı zaman duracağı yer bilinmez.
Bugün bu kararı ellerini ovuşturarak seyredenleri tanrı aynı hukuksuzluktan korusun.
Bütün bu yaşananlardan sonra adalet başka bahara kaldı.


 



  

6 Ekim 2013 Pazar

YETER ARTIK

           
CHP eski İzmir İl başkanı Kemal Karataş’ın nitelemesiyle “Demokrasi Paketi Değil Yok Oluş Paketi”ni Tayyip Erdoğan  geçen  Pazartesi “demokratik açılım” paketi diye açıkladı.
Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı paket, bir demokratikleşme paketi olmayıp,  Cumhuriyetin temel değerleri olan, ulus devlet, üniter yapı ve laikliği ortadan kaldırmaya yönelik açık bir saldırıdır.
Bu nedenle bütün Türkiye bu “Yok Oluş Paketi” için CHP’nin ne diyeceğini merakla bekledi.
Böyle bir saldırıya CHP’nin tümüyle ve en sert şekilde karşı çıkması gerekirdi.
Ama “Biz Yeni CHP’yiz” diyen CHP yönetimi açılan paketle yapılmak istenen “karşı devrimi”  sadece yetersiz buldu.
Çok sert bir muhalefet beklerken sadece yetersizlik itirazı  Tayyip Erdoğan’ı çok rahatlattı.
Türkiye’de laikliğe yönelik  ciddi bir tehlikenin ortaya çıktığı, batı basını tarafından “Türkiye laiklikten sapıyor” anlamına gelen yorumlarla dillendirilirken, CHP yönetimi bu paketin nesini eksik bulduğunu  açıklamalıdır.
Anayasadan laikliği çıkartalım denmesi mi bekleniyor ve isteniyordu  da, onu mu bulamadılar?
CHP’li  üç milletvekili, Genel Merkezin bilgisi dahilinde, Tunceli isminin “Dersim” olarak değiştirilmesi için yasa teklifi vermişken, bunun pakette açıkça yer almaması mı eksikliktir?
“Dersim” ismi bir bölgenin ismidir, bir ilin değil, bunu yaparak bir bölgenin tarihe gömülmüş isminin “Kürdistan” isminin kullanılmasının önünü CHP olarak açtıklarının  farkındalar  mı?
Farkında olunduğu muhakkak, zira  partiye bilerek getirilen  bir milletvekili CHP de “Özerklik düşünülmelidir” diyerek, üniter yapının bozulması yönünde parti tüzük ve programına aykırı bir şekilde bölücülere  destek verilebilmektedir?
Bütün bunlar bilerek ve isteyerek yapıldığından CHP yönetimi tarafından “yok oluş Paketi”nin  yetersiz bulunması çok normaldir.
Bir CHP milletvekili  2012 yılında, birilerine şirin görünmek kastıyla, Türkçeden başka dillerde propaganda yapılması için yasa teklifi verirse, pakette çıkan X,Q,W nin yasaya aykırı bir şekilde yönetmelikle kullanılmaya başlatılmak istenmesi elbette yetersiz bulunulur.
Ana dilin milli eğitimimize  sokulmasına sessiz kalınılırsa, Anayasa’dan Türk adının çıkartılıp vatandaşlık kavramının kullanılmasını tartışalım dersiniz, “ANDIMIZIN” okullarımızda söylenmesinin yasaklanmasına nasıl karşı çıkacaksınız.
Buna büyük tepki gelince de bir TV programında yaptığınız gibi takiye yaparak Atatürk’e atıf yapıp içi boş laflar söylersiniz.
CHP li olmadığı  bilinerek milletvekili yapılan bir zavallı, Atatürk’ü çirkin  ve aşağılık bir şekilde “katil” ilan ederken,   buna sessiz  kalındı.
Cumhuriyetin temel değerlerini garanti altına alan ilk üç maddesini “güçlendirmek” adına da olsa değiştirilebileceğini söyleyen milletvekiline destek verildi.
En vahimi de CHP’nin temel kabullerinden olan   “terörle mücadele edilir, müzakere edilmez” söyleminden  dönüldü ki, CHP milletvekilleri “bizde terörist başıyla görüşelim” dediler.
Bütün bunları alt alta konunca  şimdiki CHP yönetimi tarafından  “Yok oluş Paketi”nin yetersiz bulunması çok doğaldır.
CHP’nin temel değerlerine aykırı olarak bu yapılanların ne yenilikçilikle, ne ilericilikle bir alakası yoktur.
Bu CHP’yi, Büyük Ortadoğu Projesini planlayanların istediği kalıba sokarak başkalaştırma  çabasıdır.
CHP çağdaş uygarlığı yakalayıp onun önüne geçmeyi savunur. Bunu yapmak demek, ülkenin ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğünden, laiklikten, tevhidi tedrisattan vaz geçmek veya bu tür uygulamalara destek vermek değildir.
Cumhuriyetin kurulması, demokrasiye geçilmesi arkasından ilk hedefler bildirgemizde yer alan hususların ve sonradan toplu sözleşme grev hakkının hayata geçirilmesi ilerilikçilik, yenilikçiliktir.
Bugünkü tutumunuzla, bu devrimci akımın, tarihsel iddiamızın, bu onurlu işlevimizin önünü tıkayarak, CHP’yi başkalaştırıyorsunuz.
Yeter artık.








  
  
 



2 Ekim 2013 Çarşamba

BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN AÇILIMI


AKP’nin milletimize “demokratik Açılım” paketi diye sunduğu şeyin demokrasi ile bir alakası olmayıp, tamamıyla ülke bütünlüğüne ve ulusal yapının parçalanması yolunda, anayasaya aykırı  atılmış adımlardır.
Açıklanan sözde demokrasi paketinde, demokrasi ile ilgili hiçbir şey yoktur, sadece terörist başına verilen, temelinde Türk düşmanlığı  yatan, sözlerin yerine getirilmesi ve muhafazakar çevrelerin gözünü boyama vardır.
Ulus devlette egemen olan insandır. Onun  mezhebi, etnik kimliğinin hiçbir etkisi yoktur.Devlet etnik kördür.Kişinin mezhebi, etnik kimliği sadece onu ilgilendirir, onun şerefidir.
Bu yapılacağı söylenen düzenlemelerle,çok tehlikeli bir şekilde,  insanların etnik kökenlerine göre bir yapı oluşturulmak istenmektedir.
Asıl olarak devletin, yani iktidarı elinde bulunduranların yapması gereken, bu ülkenin kuruluş felsefesine egemen  uygun olarak, ülke bütünlüğünün, ulus devlet anlayışının korunması olmalıdır.
Şimdi,yapılmak istenen ise, bunun tam aksine, ülke bütünlüğünü  ulus devlet anlayışını ortadan kaldırmaktır.
Demokratikleşme olarak sunulan konulardan biri de “Andımızın” ilk okullarda okunmasının kaldırılmasıdır.
Bu andda geçen “Türk” sözcüğü bir ırkın adı değil, bir  kültür kavminin adıdır.
Ama CHP Genel Başkanı bile, bilerek veya bilmeyerek , Türk demokrasisi yerine “Türkiye demokrasisi” diyorsa, “Türk adı anayasadan çıkabilir” diyorsa, “Andımızın” kaldırılmasına hiç ses çıkartamaz.
Bizdeki andın benzeri yetmiş iki milleten oluşan ABD de olabilir, Arap’ın, Türkmen’in yaşadığı Kürdistan özerk bölgesinde olabilir.
Ama bizde asla.
Anadil konuşma yasağının kaldırılmasından sonra, Ortak “resmi Cumhuriyet dilimiz” olan Türkçe’nin yanında, Türkiye’nin her köşesinde yaşayan Kürt, Arap, Boşnak, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut, Roman gibi farklı etnik kimliklere sahip insanlarımızın kendi ana dillerini, kültür ve folklorlarını daha iyi yapmaları önünde hangi engel vardır?
Kendi alt kimliklerini, yani ben Kürdüm, ben Arnavut’um gibi,  iftiharla dile getirmelerini engelleyen bir yasak mı var?
Kendi ana dillerinde  gazete, televizyon yayınına, müzik yapmalarına engel mi var?
Ana dillerinde, devletin denetiminde  özel kurslar açmalarına  engelleyen  yasal düzenlemeler mi var?
Bu soruların hepsine “yok” diye cevap verilir.
Üniversitelerde araştırma enstitüleri kurulmadı mı?
Kuruldu.
Yapılmak istenen,   İngilizler’in  hedeflediği gibi, Türkleri zayıflatmak amacıyla,  Kürtleri Türklerden dikkatli ve temkinli bir şekilde kopartmaktır.
İç destekçiler vasıtasıyla da bu adım adım gerçekleştirilmektedir
Kürtçülüğün en büyük teşvikçilerinin başında gelen İngilizlerin, Musul’a yerleşmesinden itibaren Kürt Milliyetçiliği teşvik edilmeye başlanmıştır.
Daha 19 Ocak 1919 da Paris Konferansı metnine Lloyd George tarafından “..Ermenistan, Suriye, Mezopotamya ve Kürdistan’ın …. Osmanlı Devletinden tamamen ayrılmalıdırlar” cümlesi koyduruldu.
Bugün oynanan bu oyun, varılmak istenen bağımsız Kürdistan hedefin sondan bir önceki aşamasıdır.
Bu oyun o gün ağırlıklı olarak İngilizler tarafından oynanıyordu, bugün ise Büyük Ortadoğu Projesinin dış ve iç destekçileri tarafından oynanıyor.
Dış güçlerin başta Türkiye olmak üzere, İran Irak ve Suriye’den koparılacak topraklar üzerinde, kendilerine bağlı bir devlet kurdurmak istedikleri biliniyordu.
Ama içeriden kendilerine güçlü destek bulmaya başlamaları, Türk siyasi yaşamında  merkez sağda ve merkez soldaki tüm ulusalcıların tasfiyesi ile olmuştur.
Bugün Türkiye’de “Türk” ismini ret  eden bir iktidar ve ona bu konuda payanda olan bir muhalefet söz konusudur.
Demokratikleşme diye sunulan paketin en çirkin yanı, bu ülkenin muhafazakar insanlarının gözünü,  fiilen olmayan “Türban Yasağını” kaldırıyoruz diye boyayıp, ülkenin bölünmesine verecekleri tepkiyi ortadan kaldırmaya çalışıyor olmasıdır.
Bu açıklanan pakete illa  bir isim vermek gerekirse , BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN  AÇILIMI demek gerekir.
.