15 Mayıs günü Soma’daydım. Yüz bin
nüfuslu bir kent acı içindeydi.İnsan olmanın gereği sanki her evden bir cenaze
çıkmışçasına duyulan ıstırabı, üzüntüyü görmemek, hissetmemek mümkün değildi.
Ama konuştuğum herkes ister
madenci yakını , ister kurtarma ekiplerinin mensupları, ister sıradan
vatandaşlar olsun verilen rakamların
doğru olmadığını söylüyorlardı.
Bunu çok doğal karşılamak
gerekiyor. Faciadan sekiz dokuz saat geçtikten sonra, resmi ağızlar 17-18
cenazeden bahis ederken, bizlere ulaşan bilgilere göre o saatteki cenaze sayısı yüz seksendi.
Herksin bildiği bazı gerçekler,
hangi gerekçeyle olursa olsun saklanırsa, bunu yapanlar inançsızlığı tahrik ederler, tepkilere yol açarlar.
Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde,
yetkililer cenaze sayısını üçyüz bir diye
açıklarken, KÖYLER HARİÇ, Belediyelere
defin bilgisi verilen ve resmi defin kaydı yapılarak memleketlerinde toprağa
verilen cenaze sayısının 321 olduğu sosyal medyada paylaşılırken, siz hala
çıkar bu sayıyı 301 diye açıklarsanız, size kimse inanmaz.
Ama insanların resmi ağızlardan yapılan
açıklamalardan daha çok, söylentilere inanmasının sebebi de, başta başbakan
olmak üzere yine hükümet yetkilileridir.
Oraya giden iktidar mensuplarının,
hatta tüm siyasilerin belli tepkilere muhatap olmaları çok doğaldı.
Siyasetçi için alkış kadar tepki
de olağandır ve olgunlukla karşılanması gerekir.
Bu tepkileri, doğal karşılaması
gereken Başbakan, adam tokatlarsa, bir başkasına “Yuh çekersen tokadı yersin”
derse, Başbakan’ın özel kaleminde çalışan bir zavallı iki polisin yere yatırdığı bir genci, onların
arasında tekmelerse, bu bütün dünya basının da yer alırsa, sizlere kimse inanmaz.
Hele göğsünde Yahudi Nişanı’nı
taşırken, bir nefret suçu oluşturacak şekilde, bir vatandaşına ve hem de bu
ülkede Yahudi vatandaşlarımızın varlığına rağmen, Başbakan “Yahudi dölü” diye, kendince küfür edebiliyorsa, artık size
inanılmasını, saygı gösterilmesini beklemek mümkün değildir.
Facianın ortaya çıktığı ilk gün
yalan yanlış, insan aklıyla alay edercesine 1860 lardan 1907 lerden çok can
kayıplı maden kazalarından örnekler verirseniz, ama uygar ülkelerde, son elli
yıldır ölümlü kazalar olmadığını söylemezseniz, size kimse inanmaz.
Kazadan hemen sonra, daha kaza
mahalline inilip bilirkişi incelemesi
yapılmadan, nasıl olurda, şirketi korurcasına bu ülkenin başbakanı
açıklamalar yapabilir.
Daha vahimi ve ülke yargısının ne
hale geldiğini ortaya koyan, “Göz altı
yapamıyoruz, zira göz altına alınması gereken mühendislerde ocakta öldüler” diye
bilen savcı açıklaması, resmi ağızların hiçbir sözüne inanılmaması gerektiğini
ortaya koymaktadır.
Savcı bey nereden biliyor, o
aşağıda canlarını veren mühendislerin sorumlu olduğunu.
Aşağıda olması gerekip te olmayan,
olsa bile yetersiz olup olmadığı ancak
bilirkişi incelemesi ile ortaya çıkacak hususlar hakkında nasıl bu kadar emin konuşabiliyor.
İşte böyle saçma sapan, akıl ve mantık dışı davranış ve konuşmalar “Ne saklanıyor”
şüphesini geliştirir.
Temel sorun, Türkiye'nin hala Dünya Çalışma Örgütü (ILO) nun
" Madende Sağlık ve Güvenlik" başlıklı 176 sayılı Sözleşmesini niçin hala imzalamamış
olmasıdır.
Sözleşmenin bugüne kadar imzalanmamış olmasının sebebi maden sahiplerine ve hükümetlere yükümlülükler getiriyor olması mıdır?
Uygar ülkelerde son elli yıldır
ortadan kalkan ölümlü iş kazaları, tedbirler zamanında ve yeterince alınırsa
mesleğin fıtratında, doğasında ölüm olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu durum facianın tek sorumlusunun
AKP hükümeti olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de ki, insan ve bilgi
birikimi tüm bu sorunları çözmeye yeter. Yeter ki iktidarlar, bu siyasi iradeyi
ortaya koyabilsinler.
Yaşanan büyük facia ve yapıldığı iddia edilen denetim raporlarının
sonuçlarına bakıldığı zaman, iş güvenliği ve işçi sağlığını denetleyen
kurumların özerk hale getirilmesi bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmıştır.
Beşiktaş seyircisinin dediği gibi
“bu ne kaza, ne kader, katliamlar bitsin
yeter”