Bugünlerde Chicago Üniversitesi’nde
Güvenlik Siyaseti Programı Müdür Yardımcısı John J Mearsheimer’in “Liderler
Neden Yalan Söyler” kitabında çok
çarpıcı açıklamalar var.
Yazara göre en tehlikeli yalanlar,
liderlerin kendi vatandaşlarına söyledikleri yalanlarmış.
Türkiye bunu bugün çok yoğun bir
şekilde yaşamaktadır.
Ülkenin Başbakanı, Gezi olayları
sırasında, Kabataş İskelesi’nde kucağında altı aylık çocuğu bulunan başörtülü
bir kadına, üstü çıplak, eli baltalı 100 kadar kişinin gündüz vakti saldırdığını ve hatta üzerine
idrar yapıldığını, böyle bir olayın
olmadığını bilerek söyleyebilmektedir.
Mobese kayıtlarından böyle bir
olayın olmadığı açıkça görülmesine ve hatta Gezi olaylarından sonra, İstanbul
Valisi Hüseyin Avni Mutlu, gazetecilere yaptığı bir açıklamada, olayla ilgili
bir görüntü kaydının olmadığını söylemiş olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan, bu
tehlikeli gerçek dışı hikayeyi ısrarla anlatmaya devam etmektedir
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçunu işleme pahasına da
olsa, doğrusunu bilmesine rağmen gerçeği saklamakta, inkâr etmektedir.
John J. Mearsheimer, yalan
söylemeyi şöyle tanımlıyor: Bir kişinin
diğerlerinin doğru olduğunu düşünmesi umuduyla yanlış olduğunu bildiği veya
şüphelendiği bir beyanda bulunmasıdır.
Prof. Mearsheimer bu tarifi Tayyip Erdoğan’ın
Kabataş İskelesi hikayesini önüne koymuş da yazmış zannedersiniz.
Tayyip Erdoğan bu gerçek dışı
hikayeyi, “türbanlı bir kadını” kullanarak kime yönelik anlatıyor?
Kendi tabanına, yani AKP li seçmene,
bir anlamda kendini mütedeyyin olarak tanımlayanlara anlatıyor.
Amerikalı Prof. Kitabında “Yalan hedef kitleyi aldatmak için
tasarlanmış pozitif bir eylemdir.” demektedir.
Yani AKP li seçmen
vatandaşlarımız, AKP’ye gönül vermiş insanlar, başbakan sizi aldatıyor, sizi kazıklıyor, bu sizlere yapılmış en büyük
haksızlık ve her şeyin ötesinde saygısızlıktır.
Sizleri kandırılabilecek
zavallılar olarak görmektedir.
Sizleri bu ülkede, on yıllardır
beraber yaşadığınız insanlara karşı tahrik ediyor. Onlara düşmanlık duyguları
beslemenizi istiyor.
Devamlı olarak bu gerçek dışı
hikayeyi anlatarak, sizi bu yanlış
olduğunu bildiği hikayeye inandırmaya çalışıyor.
Bu ülkede hiç kimse (polis hariç)
bir kadına anlatıldığı şekilde alenen saldırıp dövmeyi, yerlerde sürümeyi
aklından bile geçiremeyeceği gibi, toplumsal tepkiden duyduğu korkudan dolayı böyle
bir şeye cesaret bile edemez.
Tayyip Erdoğan, gerçek dışı
olduğunu bildiği bu hikayeye, bir de bu
hikayenin kahramanı yaptığı hanımı da kullanarak halkı inandırmaya çalışıyor.
Bir kadın düşünün ki, yüz kişi
tarafından darp ediliyor üzerine, idrar yapılıyor ve hem de AKP li bir
yetkilinin gelini, hemen olayın arkasından veya birkaç saat sonra bir karakola başvurup
şikâyetçi olmuyor.
Bir doktor raporu almak beş gün sonra aklına
geliyor.
Bu gerçek dışı, çarpıtılmış hikaye
kendi oy tabanını yönlendirmek için maalesef Tayyip Bey tarafından kullanılıyor.
Peki, işlerine geldiği zaman basın
özgürlüğünü savunan gazetecilere ne demeli. Elbette haberin namusu vardır,
yorum gazetecinin kişisel görüşüdür.
Ama gazeteci her olaya şüpheyle bakması gereken insandır. Kendisine gelen haberde, haber
kaynağının, bu haberin kullanılmasında kişisel menfaati olup olmadığını göz
önüne almadan, bırakın haberi, buna dayanarak kesin yargıya vararak yorum yapması gazetecilik etiği ile bağdaşır
mı?
Elbette bağdaşmaz, ama asıl toplum
açısından tehlikeli olan ve sırf Başbakan’a, AKP İktidarına şirin gözükmek uğruna, Gezi Parkı
eylemcilerine karşı nefreti körüklemeye çalışmış olmalarıdır.
Gündelik hayatımız için zararlı,
halk kitlelerini birbirlerine karşı kin
ve düşmanlığa tahrik edecek türden olmasına rağmen, Başbakan bu gerçek dışı
hikayede hala ısrar ediyor. Battıkça da batıyor.