Ülke yangın yerine dönmüşken, ülkenin
bakanının bir sokak serserisine hitaben, onu korumak anlamına gelen “önüne
yatarım” pisliği, “Kabataş yalanı”, Bakanların ve Başbakanın çocuklarının
önlenemez servet artışları varken, bu dış politika yazısı da nereden çıktı
denebilir.
Bu toz duman arasında, yerel seçim
hesaplarının da yapıldığı bugünlerde dış
politikada vahim olarak nitelenecek tavizler veriliyor.
Bunun sebebi, önce Suriye’deki iç
çatışmada dinci teröristlere yapılan
yardımların ortaya çıkması üzerine, Orta Doğu politikaları iflas etmiş olan
hükümetin, Gezi olayları nedeniyle ABD ve AB indinde iyice yitirdiği prestijini
şirinlik gösterileriyle tekrar kazanabilmek çabasıdır.
Önce, Dış İşler Bakanı Davutoğlu, ABD ve
AB’nin gözüne girmek için, hiç gereği yokken, yanına bazı tanınmış Türk
vatandaşı Ermenileri de alıp Karadeniz İşbirliği teşkilatı toplantısına
katılmak üzere Erivan’a gitti.
İki ülke ilişkilerinin normalleşmesinin
ön şartı olarak da Ermenilerin işgal ettikleri Azeri topraklarını boşaltmasını
istedi.
Ama Ermeni Anaysası’nın 11.
Maddesindeki “Ermenistan Cumhuriyeti,
1915’de Osmanlı Türkiye’sinde ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen soykırımın
uluslararası alanda tanınması ödevine destek verecektir” söyleminin
kaldırılmasına hiç değinmedi.
Değinemezdi, zira Erivan’a giderken uçakta “tehcirin tümüyle yanlış ve insanlık dışı
bir uygulama” olduğunu düşündüğünü söyleyerek, sırf şirin görünmek uğruna Türkiye’nin on yıllardır savunduğu
görüşleri yerle bir etti.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da Almanya
seyahatinde, “çok uysal davrandığını !” Alman basını yazıyor.
Almanya’daki Türk toplumunun asimilasyonundan
hiç söz etmemesini de bunun bir göstergesi olarak gösteriyorlar.
Bir diğer şirinlik göstergesi de,
Türkiye’nin uzun yıllardır imzalamayı çok haklı gerekçelerle reddettiği, AB ülkelerine giden mültecileri geri kabul
edeceği yönündeki anlaşmayı 16 Aralık 2013 tarihinde imzalamasıdır.
Bu anlaşmayla aynı zamandaTürkiye 1951
tarihli BM Mülteci hakları sözleşmesine koyduğu, “Mülteci” hukuki Statüsünü sadece batıdan gelenlere tanıyacağı şerhini
kaldırmayı kabul etti.
Bu durum sayıları milyonları bulan
Suriyelilere, siyasi iltica talebinde
bulunarak BM şemsiyesi altında ülkemizde sürekli olarak kalabilmemin önünü
açacaktır.
AB ilişkileri gene şirinlik budalalığı
üstüne kuruluyor. bölünmenin önünü açan
30 Eylül 2013 tarihli “reform paketi” nin açıklanmasından sonra
Fransızlar “Tam üyelikle ilişkili” olduğunu ileri sürerek bloke ettikleri 22 nolu fasıl üzerindeki blokajını 5 Kasım
2013 de de hemen kaldırıyor.
Bu fasıl “Bölgesel Politikalar”
başlığını taşıyan ve içeriği itibariyle çözüm sürecinde AB’nin Güneydoğu Anadolu ile daha fazla
ilgilenebilmesinin yolunu açıyor.
Ayrıca Fransa’ya özel bir tavizde ihmal edilmeyip Sinop Nükleer santrali
ihalesi, aralarında Fransız Areva
şirketinin bulunduğu bir konsorsiyuma veriliyor.
Kıbrıs
sorunu ise Rumların istediği şekilde bir çözüm sürecine girmiş görülüyor.
Bunun en çarpıcı göstergesi 11 Şubatta ilan edilen Ortak
Deklarasyonda, Kıbrıs’ı kuran
anlaşmalara ve en vahimi Garanti
anlaşmasına atıf yapılmaması ve Türk
tarafının yıllardır büyük bir
duyarlılıkla üstünde durduğu “tarafların egemen eşitliğinden” vazgeçiliyor
olmasıdır.
Üzerinde uzlaşılıya varılan ilke ise
“Tek devlet, tek vatandaşlık, tek egemenliktir”
Açıklanan bu ortak deklarasyonda
Türkiye’nin adı hiç geçmiyor. Çözümün BM Güvenlik Konseyi Kararları ve Avrupa
Birliği İlkeleri doğrultusunda olacağı vurgulanıyor.
Türkiye’nin Kıbrıs’daki askeri
varlığından vaz geçmesinin yolu açılıyor.
Kıbrıs’ta neleri olabileceğini
görebilmek için Grit’in ve Balkanların nasıl elimizden çıktığını öğrenmek
kafidir.
Dış politikada Türkiye ne yapacağını
şaşırmış bir vaziyette oradan oraya
savruluyor, savrulurken de aşağılayıcı tavırlara muhatap oluyor.
Dış politikada verilen bu vahim tavizler,
yoğun iç politika gündemi yaratılarak, muhalefetin de duyarsızlığı nedeniyle,
kamuoyunun dikkatinden kaçırılıyor.