Vatan Gazetesinde önce Can Ataklı, sonra
Mustafa Mutlu ve şimdi de Ruhat Mengi. Belki de bu yazının yayınlandığı gün eşi
Güngör Mengi de işine son verilenler kervanına katılmış olacak.
İlk defa bir gazeteci işinden olmuyor,
bugüne kadar belki yüzlerce gazeteci işinden atıldı.
Ama hiçbir tarihte bu kadar gazeteci
siyasi iktidarın hoşuna gitmiyor diye işinden atılmadı.
Çok iddialı söylüyorum, 12 Eylül faşist
cuntası bile bu kadar çok gazetecinin işinden kovulmasını patronlardan istemedi.
O dönemde bir gazetenin yayının
durdurulması sıkıyönetim komutanın iki dudağının arasındaydı.
Üniversite hocaları, kamu görevlileri
1402 Sayılı Sıkıyönetim yasasının komutana verdiği yetkiyle işinden
atılabiliyordu, o dönemde bile ben her
hangi bir gazetecinin askerler istemiyor diye patronlar tarafından işinden
atıldığını hatırlamıyorum.
Belki hafızam beni yanıltıyor, ama yanılmadığıma inandığım
husus bu kadar gazeteci işinden atılmamıştı, bu kadar gazeteci kulp takılarak
zindanlara tıkılmamıştı
Patronlar, faşist askeri cunta
karşısında bile dik durabiliyorlardı.
Hiçbir gazete patronuna bugün yapılan
baskılar o gün yapılmadı,
O tarihte de yalaklar yok muydu, elbette
vardı.
Cunta liderinin elini öpen, cunta
liderine evinde ziyafetler verip methiyeler düzen ama şimdi demokrasi havarisi kesilen omurgasız,
küçük dev adamlar vardı.
O günlerde de cunta yanlısı basın
vardı.Askeri rejimle iyi geçinmek uğruna gazetecilerine yön vermeye çalışan
patronlar vardı ama daha bugünkü kadar ileri gidememişlerdi.
O gün gazeteciler her şeye rağmen
bugünkünden çok daha fazla çalıştıkları gazete yönetimlerine güveniyorlardı.
Çünkü o zaman askeri cunta, gazete
idarehanelerine müfettiş baskını düzenleyip, ekonomik baskı uygulamıyordu.
Yapılan siyasi baskılara da direniyorlardı.
Bir gazete patronu o tarihte ve hem de rahmetli
Ecevit siyasi yasaklıyken düşüncelerini kolaylıkla topluma ulaştırsın diye,
onun dergisini finanse edebiliyordu.
Ama o gün Türkiye’de, hatalarıyla
sevaplarıyla bugünkünden çok daha adil
bir yargı vardı.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde yargılananlar bile adaletin varlığına, bugün
olduğundan çok daha fazla inanıyorlardı.
Açın inceleyin bir o günün mahkeme ve Yargıtay
kararlarına bakın bir de bugünkü mahkeme ve Yargıtay kararlarına, aralarındaki
fark kanınızı dondurur.
Bu gün ileri demokrasiye geçtik değil
mi?
Bugün bir sayın bakalım, Tayyip Bey
yazdıklarından hoşlanmıyor diye, kaç gazeteci işinden oldu.
Kaç gazeteci yazdıkları nedeniyle bugün zindanlarda?
Tayyip Bey kendinden o kadar geçtiki,
yurt dışında bile kendisine soru soran bir gazeteciyi fırçalamayı hak görür
hale geldi.
Bunların hepsi Tayyip Beyin ileri
demokrasisinde oluyor.
Tarihten husumet çıkartmak için değil,
tarihten ders almak için son altmış yılı bir inceleyin, diktatörleşmeye
başlayan sivil siyasetçilerin dönemlerinde gazetecilere yapılan baskılar askeri
rejimleri bile aratır.
Gelinen noktada, eğer bu ülkede
demokrasiyi egemen kılmak istiyorsak, çözülmesi gereken temel konu basındır, basın
özgürlüğüdür, gazetecinin editoryal özgürlüğüdür.
Sağcısı solcusu, Tayyipçisi, karşıtı, bu
gazetecilik mesleğini yapanlar, hislerinden ve kişisel çıkarlarından uzak
durarak, Türkiye’de Basın özgürlüğü, gazetecinin editoryal özgürlüğü üzerinde
düşünmek ve bunu sağlamak için mücadele etmek zorundadırlar.
Özgür basın demokrasinin temel
direğidir. Bu nedenle uğrunda fedakârlık yapılmak zorunluluğu vardır.
Ateş çemberinden geçmeden, büyük fedakârlıklar
yapılmadan elde edilen hak ve özgürlükler, dikta heveslisi yöneticiler
tarafından, bugün olduğu gibi kolaylıkla geri alınır.
Ne zamana kadar geri alınabilinir,
toplum demokrasi denilen rejime kelimenin tam anlamıyla sahip çıktığı zamana
kadar. Düşmanına yapılan hukuksuzluğa karşı isyan etmesini öğreninceye kadar.
Düşmanına yapılan haksızlığa isyan etmeyi
içselleştiremediğin sürece Tayyip Beyin
demokrasisi ile yetinmek zorunda kalırsın.