8 Ağustos 2012 Çarşamba

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ



24 Temmuz iki mutlu olayın yıldönümü, biri Lozan Antlaşmasının imzalanmasının, diğeri ise “sansürün” kaldırılışının, aslında ikisi de özgürlüğü ve  bağımsızlığı simgeliyor.
Biri bir ulusun özgürce yaşamasını, diğeri ise ulusu oluşturan bireylerin veya onlar adına aslında bir kamu görevi yapan gazetecilerin özgürce yazmalarını güvence altına alıyor.
Aslında kamuoyu yanlış bir düşünceyle, aynen hâkim teminatında olduğu gibi, basın özgürlüğünü  de sanki gazetecilere tanınmış bir imtiyaz gibi algılıyor.
Nasıl hâkim teminatı, yargılamanın taraflarının haklarını güvence altına almak için ise, basın özgürlüğü de vatandaşın haber alma özgürlüğünün teminat altına alınması için gereklidir..
Yıllarca biz basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün siyasal iktidarlar tarafından baskı altına alındığını söyleye geldik.
Eğer bu ülkede sade kitap makale yazdıkları, bilimsel görüşlerini açıkladıkları için, eline  silah değmemiş insanları zindanlara tıkabiliyorsak, bu ülkede basın özgürlüğünden, düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsede bilmek mümkün değildir.
Basın özgürlüğü engellendiği zaman, halkın ülkede olup bitenlerden haberdar olması engellenmektedir. Yani vatandaşlar gerçekleri öğrenemediği zaman demokratik tercihlerini de doğru yapmaları engellenmektedir.
Basın özgürlüğü kısıtlandığı zaman, aslında haber alma hakkı engellenen vatandaşımız hiç tepki verir mi? Vermez.
Bunca gazete TV basıldı arandı, kendi haber alma hakları engellenen on binlerin o aranan binaların  önünde sessiz tepki toplantılarına tanık olduk mu? Hayır, mümkün mü? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.
Hâlbuki gerçekleri öğrenme hakkı elinden alınan vatandaşa yılan dokunmaya başlamıştır bile.
Hayret edilecek bir olay yaşıyoruz Silivri cezaevinde yüzlerce gazeteci, düşün adamı zindanlarda çürüyorlar, herkes kendi arkadaşı için ağıt yakıyor, kendi arkadaşları tahliye olduktan sonra diğerleri unutuluyor.
Kendi haber alma özgürlüğü sınırlanmasına rağmen buna tepki vermeyen bir toplumun uygar olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bazı meslekler dikta rejimlerinde bile en iyi şekilde yapılabilinir.Belki bu kişiler sadece çevresinde olup biten, hırsızlıklardan, soysuzluklardan haberdar olamamanın sıkıntısını yaşayabilirler, ama kendi mesleklerini en iyi şekilde yapabilirler.
Nitekim, totaliter ülkelerden ünlü birçok baletler, balerinler, sinema, tiyatro, resim sanatçıları, sporcular, mühendisler, doktorlar, bilim adamları çıkmıştır. Belki bir çırpıda bazılarının  isimlerini bile sayabiliriz.
Ama böyle bir ülkede bir basın mensubunun mesleğini bizim anladığımız şekilde  yapabildiğini söylemek mümkün müdür?  Değildir.
Bunun için bir gazeteci, fikirlerine iştirak etsin veya etmesin, düşünce bazında en sert tartışmalara girdiği karşıt fikirdeki gazetecinin özgürlüğünü savunmak zorundadır. Bu gazetecilik etiğinin gereğidir.
Geçmiş yıllarda ART Televizyonu basılıp aranırken, CHP Milletvekili olarak oraya gitmiş ve binanın önünde çekim yapan TV kameralarına ve gazetecilere “Bugün burada bu olayın çekimini yapıyorsunuz, ama eğer buna bugün tepki vermezseniz yarın sizin kurumlarınıza da aynı operasyon yapılırken,  sizi çekecek kimse de olmayacak” demiştim.
Olaylar o kadar geliş tiki, Özgürlüğü savunması gereken basın kendi kendini sansürleyerek, halkın haber alma özgürlüğünü kısıtlar hale geldi.
Aydınlı Gazetesi altmış bin tiraja sahiptir. Gerçek tirajı yani bayi satış rakamı altmış bin olan Gazete, sabahları TV kanallarının tamamına yakını tarafından görmezden geliniyor.
Bu siyasal iktidarın suçu değil, “acaba ne derler”  kompleksinin dışa vurumudur.
Burada suçlu gazete patronları değil, kraldan çok kralcı olan gazete yöneticileridir.
Ben hiçbir  gazete patronun telefon açıp ta, TV veya gazetece yöneticisine şu gazeteyi görmeyin, buna atıf yapmayın dediğine inanmıyorum.
 Sansürün en tehlikelisi olan, basının kendi kendini sansür etmesi başladı.