14 Mart 2012 Çarşamba

TÜRKİYE'DE 1940 LI YILLAR


Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde “AKP İktidarına karşı mücadele ederken, ben bazen kendimi 1940ların CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum. Çünkü AKP İktidarı aynı 1940 ların CHP iktidarının ortamını yarattı” şeklinde Cumhuriyet Halk Partisini aşağılayan bir söylemde bulundu.
O 1940 lı yıllara bir göz atarsak bu ülkenin nasıl büyük bir badire atlattığını idrak eder, eleştirilerimizi de ona göre yaparız.
1939-45 arasında yaşanan ve sonunda tüm Dünyada yaklaşık yetmiş milyon insanın öldüğü, 2. Dünya Savaşı, kendi halklarını soylu üstün bir ırk olarak gören faşistlerin Avrupa’yı işgal etmeleri ile başladı.
İşgal ettikleri ülkelerin insanlarını köle seviyesine indirgeyen Mihver Devletlerden Almanya, daha savaşın ikinci yılında Bulgaristan’ı yutup Trakya hududuna dayandığı tarihte, Türk Ordusu’nun durumu hiç te iç açıcı değildi.
Bu tarihte Almanlar daha hiç harp kaybetmemişlerdi ve o günlerde hala Dünyanın en güçlü ordusu durumundaydılar.
Harbin sürdüğü beş yıl süresince, Türkiye büyük ekonomik sıkıntı içinde olmasına rağmen güvenliği ve bu vatan için olmazsa olmaz ordusunu büyük fedakârlıklarla beslemiştir.
O tarihte yaşayan insanların nüfus cüzdanlarında bulunan “patiska verildi”, “Çay Şeker verildi” ve bunun gibi damgalar, bu milletin onur belgesidir.
Bu 1940’ lı yıllarda ülkeyi yönetenlerin en büyük başarısı, Dünyada 70 milyon insan ölürken, ülkesini harbe sokmayarak, Türkiye’de kimsenin burnunun kanamamasını sağlamış olmalarıdır.
  1940’ lı yılların CHP hükümetlerini, bazıları iptidai mektep kültürüyle, kahve sohbeti düzeyinde  suçlarken, ünlü İngiliz Devlet Adamı W. Churchill, Dünya’da, elindeki tüm egemenlik haklarını tek başına kullanırken, yani diktatörlük yetkilerine sahipken, ülkesine demokrasiyi getiren tek örnek İsmet Paşa’ya, İktidarı  Demokrat Partiye devretmesinden sonra, 31 Mayıs 1950 tarihinde yazdığı mektupta, bizim insanımızın, hatta kendi partisi mensuplarının  kendisinden esirgediği kadirşinaslığı daha o tarihte göstermiştir.
O mektubunda Churchill : “Aziz Generalim,
Her ne kadar benim Türk politika işlerine karışmaklığım doğru olmayabilirse de, Türkiye’nin mukadderatına yön verdiğiniz  uzun devrenin kapanmış olduğunu, şahsen büyük teessür duyarak öğrenmiş bulunuyorum.
Bana öyle geliyor ki tarih, kazandığınız zaferlerden başka, Türkiye Cumhuriyeti’ni ikinci Dünya Savaşı’nın vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından zorlu mücadelelerle kurulmuş olan liberal ve ilerici hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir.
Dostça ve zevkli olan mülakatlarımızı hatırlayacağım. İktidardan şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yollarım” diyerek bir gerçeği tarafsız bir gözle ortaya koymuştur.
O dönemi haksız ve mesnetsiz olarak eleştirenler, ülkenin harbe sokulmayıp, insanlarını evlatsız, kocasız, babasız bırakmadıklarına bile saygı gösterememektedirler.
  1940’lı yılları suçlanmasına bir kısım bölücülerin, numaralı Cumhuriyetçilerin yapması karşısında  “Bunlar görevlidirler” der geçersin.
Ama bu çirkin ve düzeysiz saldırılar, Devleti kuran, Cumhuriyeti Kuran partinin içinden geliyorsa, bundan ızdırab duymamak ve isyan etmemek mümkün değildir.
Tarihle yüzleşmek istiyorsak, sadece olayın olduğu güne, o tarihe bakarak sonuca varmak bizi yanlış yorumlara götürür.
Ama son günlerde, kimileri araştırmacı görüntüsüyle, kimileri sureti haktan gözükmek için, yakın tarihimizi, sebep sonuç ilişkisi kurmaksızın, birilerine hoş görünmek için yapılan açıklamalar insanı, “ bu açıklamaları yaptıran bir üst irade mi var” diye düşünmeye sevk ediyor.