Bilindiği üzere 2007 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlarının görev süresi beş yıla indirilmiş ve ikinci defa seçilme hakkı tanınmıştı.
Yani Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi Ağustos 2012 de sona eriyordu. Bunun böyle olduğunu sadece Anayasa Hukukçuları değil anayasa ile ilgilenen herkes biliyor ve söylüyordu.
Anayasa koyucunun abesle iştigal edeceği düşünülemeyeceğine göre, eğer böyle bir iradesi olsa idi, Anayasa’ya geçici bir madde koyarak Gül’ün görev süresinin yedi yıl olduğunu Anayasa maddesi haline getirirlerdi.
Bu yapılmamış ve fakat bir Anayasal düzenleme, normal bir uyum yasası ile Tayyip Erdoğan’ın işine geldiği şekilde değiştirilerek Abdullah Gül’ün görev süresi yedi yıl olarak tespit edilmiştir.
Abdullah Gül, Ağustos 2012 den sonra o koltukta oturmaya devam edecek olsaydı, makamı işgal etmesinin meşruiyeti tartışılmaya başlanırdı.
Abdullah Gül, kendisini ilgilendirse bile açıkça Anayasaya aykırı bu hükmü, kendisi Anayasa Mahkemesi’ne götürmemiş, adeta Ana muhalefet partisini basın üzerinden yönlendirmiştir.
Salı günü grup toplantısı çıkışında Kemal Kılıçdaroğlu, yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götüreceklerini ilan etmiştir.
Bu yasanın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesinin Ana muhalefet partisi açısından hiçbir mantıki ve siyasi getirisi yoktur.
Bu maalesef AKP’nin iç çatışmasına taraf olmaktır.
Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı’na aday olur mu? Olmaz mı?
Aday olursa kazanır mı? Kazanmaz mı? Bunlar ayrı konu.
Ama asıl olan Tayyip Erdoğan’ın bir rakibini tasfiye işlemine ortak olmak gerekir mi? Gerekmez mi? Bunu çok iyi irdelemek gerekir.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı koltuğunu işgal eden zatın, ABD yetkililerine, CHP’nin her yasayı Mahkeme’ye taşıyarak demokratikleşmenin önünü tıkadığını söylediği ortalara saçılan Wikkileaks belgelerinde görüldü.
Bir partinin hükmi şahsiyetine karşı bu kadar hasmane bir davranış içinde bulunan bir kişinin başında bulunduğu bir Mahkemeye baş vurmanın akıllıca olmadığı kanısındayım.
Ana muhalefet partisi tarafından açılacak bu dava Mahkeme tarafından red edildiği takdirde, anayasaya aykırılığı açık olan yasa tartışılamaz hale gelmiş olacak ve aynı zamanda Tayyip Erdoğan kendi partisi içindeki bir rakibini Ana muhalefetin yardımıyla tasfiye etmiş olacaktır.
Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ile yasal olarak tek söz söyleme hakkına sahip olan Yüksek Seçim Kurulu’nun söz söyleyemez hale getirilmesi içinde gerekçe yaratılacaktır.
Böyle bir davranışın CHP’ye hiçbir yararı yoktur. Bu AKP içindeki tartışmaları, düşünülenin aksine bitirecek Tayyip Erdoğan’ın elini güçlendirecektir.
Halbuki Ana muhalefet partisi Anayasa yargısına bu işi taşımasaydı, Ağustos 2012 den itibaren Abdullah Gül tartışılır hale gelecekti.
O bunu göze alamayacağına göre Ağustos ayından en az 60 gün evvel görevi bırakmak zorunda kalacak ve Tayyip Erdoğan’ın oyununu bozulacaktı.
Anayasa yargısına gidip gitmemek her zaman hukuki değil, bazen tamamıyla siyasi bir tercihtir.
Abdullah Gül, “anayasaya aykırı bu yasa sadece beni ilgilendirir o nedenle Anayasa Mahkemesi’ne ben gitmiyorum” diyemez.
Zira ettiği yeminde , anayasa ve hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağına yemin eden bir kişinin, önüne gelen yasa benim şahsımı ilgilendiriyor, bu nedenle bunu ben yargı denetimine götürmüyorum demek hakkına sahip değildir.
Bunu Anayasa Mahkemesine götürmeyerek, açıkça anayasaya aykırı bir yasaya göz yummuş olmuştur.
Kendisini de yüce Divan’a kadar götürme tehlikesi olan, MİT Musteşarının suçlandığı olayda, Ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemleri yargı denetiminden kaçırmak için MİT yasasındaki değişikliği süratle imzalayan Cumhurbaşkanı o günde ettiği yemine sadık kalmamıştır.
İşte bu yasayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacak Ana Muhalefet Partisi, maalesef AKP’nin değirmenine su taşımış olmaktadır.
Tayyip Erdoğan bundan daha iyisini bulamazdı. CHP kendi davranışlarıyla AKP’nin elini rahatlatmıştır.
Hayırlısı olsun.