16 Temmuz 2014 Çarşamba

AHLAK


Bütün dinler ahlak temelinin üstüne oturur. Hiçbir din yoktur ki ahlaksızlık öğütlesin. Bütün dinler inananlarına AHLAKLI olun derler.
Yalan söylemek bir ahlaki sorun olduğu için bütün dinler yalan söylemeyi de en büyük günah sayarlar.
Bu nedenledir ki, her ebeveyn çocuklarına dürüst bir insan olmayı ve bunun doğal sonucu olarak da yalan söylememeyi öğütler.
Zaman zaman çocuksu yalanlar ortaya çıktığında da, ailenin sosyal ve kültürel yapısına uygun ceza uygulanır.
Toplum önderleri, toplumun takip ettiği, ona benzemeye çalıştığı insanlardır.
Siyasetçiler toplum önderleridirler, en azından bir kısım halk için böyledirler, o nedenle onların söz ve davranışları çok önemlidir.
Bu nedenle siyasetçi dürüst olmak zorundadır. Yalan söylemeyi, gerçeklerin çarpıtılması olarak görmek zorunda olduklarından, aldatıcı tavırlar içine girmemelidirler.
Ancak günümüze gelindiğinde, yalan söylemek ve özellikle yaşını başını almış siyasetçiler açısından her dakika başvurulan bir tarz haline geldi.
İşin acı tarafı bu yalana başvurmanın toplumu ayrıştıracağını, topluma çok büyük zararlar vereceğini bilmelerine rağmen bunu yapmaktadırlar.
Sırf birilerine hoş görünmek, toplumun belli kesimine sempatik görünmek için yalan söylüyorlar.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin en yetkili kişisi, doğmamış çocuğunun kendisine mektup yazarak duyduğu özlemi dile getirdiğini söyleyebilmektedir.
Bu ve bunun gibi Türk siyasetinde etkin konumdaki kişiler, toplumda büyük düşmanlıklar, büyük ayrışmalar yaratacak konularda yalan söyleyebilmektedirler.
Aynı şahısların, aynı konuda taban tabana zıt bir biriyle çelişen açıklamalarını artık kanıksadık.
O kadar kanıksadık ki, “Ey efendi sen üç gün evvel böyle söylemiştin, şimdi böyle söylüyorsun, bu söylediklerinden hangisi doğru” demeyi bile düşünmüyoruz.
Bu çelişkiler o kadar sıradanlaştı ki, gazeteler açısından haber değeri bile kalmadı.
Hem de Abdullah Gül’ün önüne gelen her yasayı onaylamamsının haber değeri olduğu bir ortamda.
Bunun en sık yaşandığı alan ise Cumhuriyete ve onun kurucularına duyulan, kin ve düşmanlık nedeniyle yapılan yalan saldırılardır.
Bunu bir kısmı Cumhuriyet ve laiklik düşmanı olmaktan diğerleri ise  etnik köken ve bölgecilik nedenleriyle yaparlar.
Sanki birbirlerine rakipmiş gibi davranırlarken, bilerek veya bilmeyerek aynı kişi ve kurumlara değişik gerekçelerle ama aynı sonucu almaya yönelik tamamı yalan beyanlarla saldırırlar.
Ne Atatürk’ün, ne de İsmet Paşa’nın diktatörlüğü kalır.
Ama geriye döner bakarsınız, bu iki insanın ne milletvekillerine boş kağıt imzalattıklarını görürsünüz ve ne de onların milletvekillerinin ülkeyi ve partiyi ilgilendiren konuları, o zaman tv olmadığından, radyodan öğrendiklerinin, tek örneğini gösteremezsiniz.
Biri kalkar hiç yüzü kızarmadan  CHP ne yaptı der.
CHP ne mi yaptı.
Devlet kuruluyor, Osmanlı’dan kalan borçlar ödeniyor, bu arada dış borç alınmıyor, dünya büyük ekonomik krizini yaşıyor, bir de üstüne ikinci Dünya savaşı çıkıyor.
Bu arada ne mi yapılıyor.
1923-1949 arasında, devletin tek değerini de şimdi yapıldığı gibi satmadan, ülkeyi gırtlağına kadar borca sokmadan, yapılanları sadece isimlerini yazdığım zaman, dokuz adet A-4 sayfası oluyor.
Devletin bütün arşivleri elinde olan bir insan bu yalanı söylüyorsa, bir sorunu var demektir.
Anladın mı O CHP’nin ne yaptığını?
“Değiştik biz O CHP” değiliz” diyenler.
O dönemde,” benim dediğimi tıpış tıpış yapacaksınız” diyen lider hiç olmadı, ki onların arkasında büyük askeri ve siyasi başarılar vardı.
Dürüst bir insan sırf o döneme,  İsmet Paşaya çamur atmak için “Sebahattin Ali’yi CHP öldürttü” demez.
İki sayfa kitap okursa gerçeği öğrenir, eğer gerçeği bile bile bunu söylüyorsa bundan sonra da birisine hiçbir şey söyleyemez.
Nazım Hikmet CHP zamanında yurt dışına kaçtı demez.