1 Ekim 2014 Çarşamba

DIŞ POLİTİKA’DA ESARET


Geleneksel Türk dış politikası, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmamak, Arapların içişlerine karışmamak üzerine kurulmuş idi.
Yıllar boyu iktidarlar değişse bile bu hiç değişmemişti. Bu yapılırken asıl amaç komşu ülkelerin toprak bütünlüklerini koruyarak, o coğrafyada bir kaos yaşanmasını önlemektir.
Komşu bir ülkede kamu nizamı çökerse orada oluşan olayların, hemen yanındaki sınırdaşı ülkeleri etkilememesi mümkün değildir.
Ne zaman ki AKP iktidar oldu, Arapların içişlerine  karışmama prensibinden vaz geçilerek, Arapların içişlerine, “büyük ağabey”edasıyla müdahale edilmeye başlandı.
Tayyip Erdoğan’ın yıllarca “kardeşim” dediği, beraber yaz tatili geçirdiği, müşterek Bakanlar Kurulu toplantıları yaptığı Esad’ın bir anda büyük bir kıyıcı olduğunu, halkına zulüm ettiğini keşfetti.
Mavi Marmara olayı ile yitirdiği prestijini, Suriye’de kazanacağını düşünerek,  Suriye’de muhalifleri desteklemeye başladı.
Bunu yaparken de “mezhepçi” bir politika izledi.
ABD ve AB ülkeleri “aşırı gruplara” gider endişesiyle “ılımlı” olarak niteledikleri gruplara bile silah yardımı yapmaz iken, Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın kaprisi ve öngörüsüzlüğü nedeniyle, Esad’ı üç günde devirip, Şam’da namaz kılmak ham  hayaliyle hiçbir ayırım yapmaksızın bütün Esad muhaliflerini silahlandırdı ve onlara lojistik destek verdi.
Başarıyla sayemizde Suriye kan gölüne çevrildi.Şu ana kadar onbinlerce insan öldü milyonlarca insan yerinden yurdundan, topraklarından oldu.
Tevatür o ki, Türkiye’nin yaptıkları insanlık suçu oluşturuyordu. Nitekim, Başkan Obama, 2012 yılı Ağustos ayında Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon konuşması sırasında, elinde beyzbol sopası tuttuğunu gösterir fotoğraflarını, diplomatik nezaket kurallarını da aşarak Dünya basınına servis ettirdi.
Bununla da yetinmedi, Mayıs 2013 de iki ülke heyetleri arasında yapılan görüşmeler sırasında, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dönerek “Suriye’deki radikallere neler yaptığınızı biliyoruz” diyerek tam argo tabiri ile “fırçaladığı” Amerikan basınına sızdırıldı.
Obama’nın bunu durup dururken söylemediği muhakkakı, Aralık 2013 de ünlü araştırmacı gazeteci Semour Hersh yayınladığı makalesinde, Şam’da yüzlerce sivilin öldüğü kimyasal saldırının Suriye muhalifleri tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığını yazdı ve 2014 Nisan’ında da, bu kimyasal saldırının Türk Hükümeti’nin sağladığı bileşenlerle gerçekleştirildiğini yazdığı yeni makalesinde bunun ses kayıtlarının bulunduğunu belirtti.
ABD Dışişleri Bakanı Kerry CNN İnt TV kanalına verdiği demeçte, Türkiye’yi kast ederek, bazı bölge ülkelerinin, muhalif gruplar içinde “çürük yumurtalar” olacağını düşünmeden “Esad’ın çok kısa bir süre içinde devrileceği ümidiyle” bütün muhalif gruplara yardım yaptığını açıkladı.
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Riccardone, Türkiye’nin aşırı dinci El-Nusra örgütüyle çalıştığını bildiklerini açıkladı.
Bu arada Almanya’nın Türkiye’deki siyasetçi ve bürokrat bir çok kişiyi dinlediği basına yansıtıldı.
Bu tür bilgiler basına, muhatap ülkeye, yani Türkiye’ye göz dağı vermek için servis edilir.
Gerek ABD ve gerekse Almanların davranışları Türkiye’deki bir çok  siyasetçilye ve ama özellikle de AKP’li yöneticilere ve bürokratlara “dediklerimiz yapmazsanız bu iş mahkeme de biter” tehdidir.
Bu kadar  net açıklamalar gösteriyor ki, son üç yılda yabancı devletlerin elinde, devletin en üst kademesinden başlayarak, bir çok siyasetçi ve bürokratı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devletini çok zor durumda bırakacak  görüntülü ve sesli malzemeler var.
Durum böyle olunca, dış politikada esaret dönemi başlamıştır. Bu büyük bir ulusal güvenlik riski oluşturur.