Bundan 268 sene önce Montesquieu’nun
söylediği gibi, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir
sistemde hiçbir şekilde hürriyet olamaz.
Böyle durumlarda kişi güvenliği kalmaz.
Çağdaş demokrasilerde kişi için en büyük
güvence bağımsız yargının varlığıdır. Zira kişi uğradığı bir haksızlık
karşısında kendisi için güvencenin bağımsız yargı olduğunu düşünür ve ona
güvenir.
Modern dünyada her kişi bir şekilde, davalı,
davacı, sanık, müşteki (şikayetçi) olarak yargı önüne çıkabilir.
Eğer o ülkede yargı gerçekten bağımsızsa,
yargı karşısında kişi kendisini güvencede hisseder.Adaletin tecelli edeceğine
inanır.
Ama ülkemizde durum maalesef böyle değil, bu
ülkede kendisini Başbakan zanneden kişi çıkıp Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
görülmekte olan 28 Şubat davası sanıkları hakkında “En ağır cezaları” alacaklardır, diyebilmektedir.
Maalesef bu saçmalık karşısında bu ülkenin
ne basını, ne üniversiteleri ve ne de kendisini aydın zannedenleri en ufak bir
tepki vermemişlerdir.
Uygar bir ülkede böyle bir söz söylense en
önce parlamento ayağa kalkar, o saçma sapan lafı söyleyen siyasetçiden bunun
hesabını sorardı.
Ama maalesef parlamento da bunu yapacak,
daha doğrusu bu vahameti algılayarak buna demokratik bir tepki verecek siyasi parti kalmamıştır.
Sorarsanız bunlar demokrasinin vaz geçilmez
unsurlarıdır.
Parlamentoda bulunan ana muhalefet partisi,
açıkça Anayasaya aykırı bu davranış karşısında, “Bize askeri vesayetçi derler” kompleksi içinde, bir diğeri zaten
iktidar partisinin yancısı olduğu için, diğer
üçüncüsü ise Türkiye partisi olamadığı ve Türk Silahlı kuvvetleri 40 yıldır
bölücü PKK terörüyle mücadele ettiği ve
Türk Silahlı Kuvvetlerine düşmanlık duymaları nedeniyle askerlere yapılan bu haksızlıktan mutlu
olduğu için, yani bir anlamda düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı içinde, sessiz kalmaktadır.
Türkiye’de yargı özellikle 2010 Anayasa değişikliğinden bu yana siyasi iktidarın güdümü altındadır.
Şimdi kalkıp da kimse “bizde yargı bağımsızdır” demesin. Kendisini gerçekten başbakan zanneden kişinin bu saçma
sapan eyleminden önce de yaşadığımız bir Türk asıllı Alman gazeteci olayı var
ki, evlere şenlik.
Türk asıllı Alman gazeteci bu ülkede
Cumhurbaşkanı’nın söylemiyle, eldeki belgelere göre ajan provokatör iken ve
hatta Cumhurbaşkanı kendisi bu görevde olduğu sürece serbest kalamayacak bir
kişi olarak tanımlanırken, Binali Bey’in Alman şansölyesiyle görüşmesinden bir
gün sonra, duruşma yapılıp ifadesi bile alınmadan bir yıldır yattığı cezaevinden
tahliye edildi ve Alman sefareti tarafından tahliyeden iki gün evvel kiralanmış
bir özel uçakla Almanya’ya uçtu.
Şimdi siz Dünya da kimi inandıracaksınız
bizde Yargı bağımsızdır diye. Bu olayın en yakın tanığı Almanlar. Demek ki,
Binali Bey Almanlara Türk asıllı Alman Gazetecinin tahliye edileceğinin sözünü
vermiş ki, Alman Şansölyesi de kendisine randevu vermiş.
İnsan olarak bir gazetecinin gazetecilik
faaliyetinden ötürü hapsedilmesini kabul etmemiz mümkün değildir. Ama adamı
önce casus diye suçlayıp sonra, Almanlardan randevu alabilmek uğruna tahliye
ediyorsanız, bu Türk Milletinin onuruyla oynamaktır.
Onun için Binali Bey’in 28 Şubat davası
sanıkları ile ilgili söylediği “ En ağır
cezayı alacaklar” cümlesi açıkça yargıya emir vermektir.Bunu kendi başına
yapamaz ancak başkalarından aldığı emri seslendirebilir.
Anayasamızın 138. Maddesinin 2. Fıkrası “
Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat
veremez genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü
taşımaktadır.
Binali Bey, Anayasa’nın bu hükmünü
çiğneyerek, sadık kalacağına yemin ettiği Anayasayı çiğnemiştir. Zaten bu husus AKP iktidarı tarafından vakıa adi
yeden olmuştur.
Bu ülkenin aydın geçinenleri son bir sözde
sizlere, yargı bağımsızlığı yoksa ne kişi güvenliği kalır ve ne de hürriyet.