28 Ocak 2015 Çarşamba

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI YALANI


Bu yazıyı kaleme alırken Strazburg’da tarihi oturum henüz başlamamıştı.
Anladığım kadarı ile bazıları bu davanın önemini kavrayamıyor, bu davayı Doğu Perincek’in ifade özgürlüğünün kavgası olarak algılıyorlar.
Bu dava, salt bir ifade özgürlüğü davası değildir,  Sevr’i yırtıp atanlara duyulan kin ve nefrete karşı verilen bir savaştır.
Bu davanın konusu, bir ulusun haksız bir hukuki saldırı karşısında kendini hukuki yollardan savunma hakkının sınırlanmasına, hatta ortadan kaldırılmasına karşı verilen bir hukuk kavgasıdır.
Türkiye bugüne kadar bu sözde Ermeni Soykırımı iddialarına karşı yıllarca sessiz kalarak, gerekli tepkiyi vermeyerek bazılarının “şımarıkça” davranmalarına sessiz kaldı.
Tarihi süreci 1915 den başlatanlara gerekli cevaplar verilmediği için bundan rant elde eden bazı gazeteci televizyoncular da bunlara çanak tuttu.
Bu ülkenin televizyonlarında “Türk kötü, Türk katliamcı” demek, bir alışkanlık haline getirildi.
Şükrü Server Aya’nın yazdığı gibi “Soykırım mızıkacıları, her vesilede, 1.5 milyon Ermeni’nin, sırf  ‘Hristiyan oldukları için, şeytanca bir planla yok edildiklerini iddia eder. Bazı Türk yazarlar da kolay şöhret ve kazanç uğruna, her hangi bir akademik dayanak olmaksızın bu gibi söylemlere arka çıkarak, amaçlarına kısa sürede var” dılar
Bu “Bremen Mızıkacıları” na, “soykırım mızıkacılarına” gerçekleri çarpıtmak için her türlü imkân sağlandı. Yanlışlıkla bunların arasına zaman zaman düşen aksi görüş sahibi insanlar da moderatör dediğimiz kişiler tarafından engellendiler.
Siz hiç bu ülkede, sözde Ermeni soykırımını dile getiren “sözde İnsan Hakları Savunucularından” 1821-1913 arasında Balkanlar’da kırıma, kıyama, zorunlu göçe zorlanmış insanlar hakkında tek kelime söylediklerini duydunuz mu?
On iki ila on beş milyon arasında tahmin edilen,  bu insanların tek “suçlarının” Müslüman ya da kendisini Türk olarak nitelemek olduğunu bilmiyorlar mı?
Tarihle yüzleşmek yanlısı olan bu “Sözde İnsan Hakları Savunucuları” gerçekten insan hakları savunucusu olsalar, bunları da dile getirmeleri gerekmez miydi?
Bu çağda, tarihten husumet çıkartmak uygar olduğunu söyleyen insanlara elbette yakışmaz.
Türkiye’nin her büyük sorunu olduğunda, örneğin Musul, Kerkük, Hatay meseleleriyle boğuşulduğu dönemlerde,   dış mihrakların teşvikiyle ayaklanmış insanların bugün bu coğrafyada yaşayan çocuklarına düşmanlık mı besleyelim?
Sözde “Ermeni soykırımı ile yüzleşelim” pankartının arkasında yürümeyi içlerine sindirenler, Balkanlarda  kırıma, kıyama, zorunlu göçe zorlananlar hakkında hiç  tek kelime söylemeyi akıllarına getirdiler mi?
Bugün bu sözde Ermeni soykırımı arkasına sığınıp Sevr’i hortlatıp bu ülkeyi bölmek isteyenlerin davranışı Loyd George’un deyimiyle “Modern haçlı seferlerini” hortlatmak çabasıdır.
Bizim dış politikamız elbette “Yurtta sulh cihanda sulhtur.” Ama bu demek değildir ki, kan ve göz yaşı ile çizilmiş bu hudutları, emperyalist batı istiyor,  diye onların istediği şekilde tekrar çizelim.
Bu “soykırım mızıkacıları, “sözde insan hakları savunucuları” daha çok yakın tarihte olduğu gibi, Batılı güçler, Orta Doğudan istediğini elde ettiği anda, arkasına bakmadan, sizleri bir daha kullanması gerektiği zamana kadar bırakıp gidecektir.
Bremen mızıkacılarının bulup ortaya çıkartması gereken, Osmanlı Hükümeti’nin katliamıyla ilgili verdiği tek bir resmi emirdir.Bu bir zorunluluktur
İstanbul’un işgalinde Osmanlı’nın bütün arşivi işgal kuvvetlerinin elindeydi. Malta yargılaması sırasında ne Osmanlı arşivlerinde ve ne de diğer ülkelerin arşivlerinde tek satır bir emir bulamadılar.
Onun için bugün Strazburg’da görülen dava sadece bu uğurda büyük kavga veren Doğu Perinçek’in ifade özgürlüğü davası olmayıp, BİR EMPERYALİST YALANI, aynen Sevr’i yırtıp attığımız gibi yırtıp atma kavgamızdır.











25 Ocak 2015 Pazar

GERÇEKLERDEN KORKMAK


Doğal bile olsa her ölüm acıdır. Hele bir insanın hangi nedenle olursa olsun kahpe bir saldırıyla can vermesi daha da acıdır. Bu nedenle sekiz yıl evvel Hrant Dink’in böyle bir kahpe saldırıyla öldürülmesi de çok acıdır.
İnsan olan herkes için acıdır.
Ama bundan daha acısı, bu  insanlık ayıbının birileri tarafından, özellikle Sevr beklentisi içinde olanlar tarafından, bir anma günü olmaktan çıkartılıp, onun aziz hatırasını istismar ederek bir emperyalist yalanı destekleme eylemi haline getirilmesidir.
Böyle kahpe kurşunla öldürülüp de gerçek katilleri bugüne kadar bulunamayan daha onlarca Türk Aydını, Asala kurbanı diplomatlarımız  vardı, aynen Hrant Dink gibi.
Hrant Dink’i anma yürüyüşünde en önde “Yüzleşin, Hrant’la, soykırımla” pankartı vardı.
Bu pankartın hemen arkasında, bu pankartı tutarak en önde yürüyenler arasında CHP Genel Başkan Yardımcıları Şafak Pavey,  Sezgin Tanrıkulu ve bazı CHP milletvekilleri vardı.
CHP parti programını bilmeyen insanlar açısından bu doğal ve hatta doğruda karşılanabilinir.
Ancak CHP üyeleri, partiye kayıt olurken, kabul anlamına gelen “Parti tüzük ve programını okudum” diyerek imza atarlar.
Bütün parti üyeleri ve özellikle parti yöneticileri, parti tüzk ve programına uygun davranmak zorundadırlar.
Kurultay’ından geçerek kabul edilmiş olan parti programı, değişinceye kadar tüm parti üyelerini bağlar, her partili buna uymak zorundadır.
Hiçbir partili bu program da yazan şeyleri yok kabul ederek bildiği gibi davranamaz, hele parti yöneticisi olanlar bunu hiç yapamazlar.
CHP’nin parti programında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önceki dönemde cereyan ettiği iddia edilen sözde Ermeni soykırımı için aynen :
“Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi de, bu ülkenin işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi, dünyadaki Ermeni örgütleri vasıtasıyla Türkiye’ye karşı uluslararası hukuka aykırı biçimde soykırım iddiasıyla girişimlerde bulunmaktan vazgeçmesi ve Ermeni devletinin resmi belgelerinde Türkiye’ye ait bazı topraklarda Ermenistan’ın emelleri olduğu izlenimini veren ifade ve sembollerin çıkartılması koşullarına bağlıdır.
CHP, sözde Ermeni soykırım iddiası ile ülkemizin haksız önyargılarla suçlanmasına karşı bugüne kadar partimiz öncülüğünde sürdürülen kararlı duruşa sahip çıkmaya devam edecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önceki dönemde gerçekleştiği iddia edilen sözde Ermeni soykırımı konusunda ülkemizi suçlayıcı keyfi kararlar alınmaktadır.CHP, 1948’’de BM Genel Kururlu’nda oybirliği ile kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi tarafından yapılan açık tanım çerçevesinde, konunun bağımsız tarihçiler tarafından Türkiye, Ermenistan ve Rusya dahil ilgili tüm ülke arşivlerine erişim olanakları kendilerine tanınarak, iddiaların gerçekçi ve doğru zeminde, önyargılara kapılmadan incelenmesi gerektiği görüşündedir.” diye yazıyor.
CHP yöneticisi sıfatını taşıyanlar bu görüşe karşıysalar ve yürekleri, bilgileri yetiyorsa bir program kurultayı isterler bu konuları tartışılırlar.Ancak  Kurultay görüş değiştirinceye kadar da bu programa uymak zorundadırlar.
Bir şeyin altını çizmekte fayda var, bu sözde Ermeni soykırımının arkasına sığınıp Türkiye Cumhuriyetine küfür edenler,  ya bölücü ya da numaralı Cumhuriyetçilerdir.
Bir noktayı bazı bölücülere anımsatmakta yarar var. Emperyalistler kendi çıkarları uğruna geçmişte, Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan bir devlet vaat ettikleri  Ermenileri, işleri bittiği zaman  nasıl kaderleriyle baş başa bırakıp çekip gittilerse,  aynısını da sizlere yapacaklar.
Kuyruğu koptuğu zaman, dananın kimin elinde kaldığını hep beraber göreceğiz.
Dün Ermenilerin geldiği bu oyuna bugün siz gelmeyin.
Ermeni soykırımı ile yüzleş pankartını taşıyanlar,1919 da Ermenistan Başbakan’ı olan Kaçaznuni’nin, “karşılıklı kırımlar oldu. Müslüman nüfusu katlettik” diyen raporunu okuyunca yüzleri kızarır mı, bilmiyorum?
Hadi gelin gerçeklerden korkmadan, neyle yüzleşmek istiyorsanız  yüzleşelim, ama ölmüş insanların aziz hatıralarını incitmeden.




21 Ocak 2015 Çarşamba

AKP ERİRKEN


Dört eski bakan hakkında salı günü başlayıp çarşamba sabahının ilk saatlerine kadar süren Yüce Divan oylaması beklendiği şekilde bakanların ŞİMDİLİK lehlerine sonuçlandı.
Bu elbette kamu vicdanında bir aklanma değil, “Biz gidersek sende gidersin” tehditleriyle elde edilen bir oylama aklamasıdır!
Artık AKP bagajında bu şaibeyi taşımak zorundadır. Bu muhalefet için çok büyük bir avantajdır.
Ancak bu avantajı iyi kullanmak gerekiyor.
Muhalefet, bundan sonraki seçim mücadelesini sadece AKP’nin sırtındaki bu kambura yöneltirse gene hüsrana uğrar.
Salı günü elime Kadir Has Üniversitesi Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasının özeti geçti.
Değerlendirmeler 2011-2014 yıllarını kapsıyor.
Burada en çarpıcı değerlendirme 2013 yılında yolsuzluk %14.2 gibi yüksek  bir oran ile öne çıkarken 2014 yılında yolsuzluk %0.7’ye gerilemiştir.
Ama işsizlik 2011 den 2014 yılı dahil birbirlerine çok yakın oranlarda ülkenin en büyük sorunu olarak görülmektedir.
Terör, yıllara göre dalgalanmalar gösterse de ülkenin ikinci büyük sorun olarak görülmektedir.
Bunun da hemen altında “Ekonomik Kriz” yer almaktadır.
Muhalefet tarafından sağlıklı bir değerlendirme yapılırsa bu ilk üç konunun gündemde tutulması, bunlara çözüm önerileri geliştirmek gerekmektedir.
AKP’nin kurmayları, muhalefetin ülkenin gerçek gündemini yakalayamadığı gerçeğini iyi değerlendirip, gündemi işsizlik, terör ve ekonomik kriz konularından uzaklaştırıp, halkın %3.6 lık bir bölümünün sorun olarak algıladığı paralel yapı üstüne kuruyorlar.
Muhalefette bu sözde gündemin peşine takılıp sürükleniyor.
Tabii o zaman bütün olumsuzluklara rağmen AKP hala birinci parti konumunu koruyor.
  Muhalefet halkın sorunlarına çözüm önerileri geliştiremez ise halk da umut yaratamaz, o zaman da iktidar alternatifi olamaz.
Eğer bir ülkede seçmenin %10.6 sı oy kullanmayacağım diyorsa bu bizim ülkemiz için çok vahim bir durumdur.
Oy kullanmayacağım diyenlerin oranı 2. Muhalefet partisinin kararsızlar dağıtılmadan evvel ki oy oranına eşit çıkıyorsa demokrasi için çanlar çalıyor demektir.
Halka rağmen siyaset yapılmaz. Demokrasilerde siyasetçinin görevi halkın sorun olarak algıladığı konulara çözüm üretmektedir.
Türk halkının büyük bir kesimi, Dış Politikada tam bağımsızlığı savunuyorsa, ABD’nin Türkiye’nin dostu, müttefiki olduğuna inanmıyorsa siz onun gözünün içine baka baka “Biz ABD’nin yeni partneriyiz” derseniz, halk size sıcak bakmayacaktır.
Halkın %14’ü kendisini beş etnik gruptan birisine aidiyetle tarif ederken siz kalkar da etnik köken siyaseti yaparsanız, halk size çarpık bakar.
Mütedeyyinlerden oy alacağım diye, her salı grup toplantılarında cuma hutbesi kıvamında konuşarsanız yanlış yaparsınız.
Unutmayın Kurtuluş Savaşı sırasında, o savaşı verenler halife tarafından dinsizlikle suçlanmışlardı. Ama Anadolu halkı buna hiç yüz vermedi, hakiki dindar ile sahtesini ayırmıştı. Bugünde ayırır.
O nedenle siz iktidar partisinin oyununa gelip din bezirganlığı yapmayın.
Eğer bir muhalefet partisi ve onun Genel Başkanı %70 lere varan oranlarda başarısız bulunuyorsa, bu sadece yakın çalışma arkadaşlarının başarısızlığı olarak algılanamaz, algılanmamalıdır.
Hele bu başarısız bulanların oranı her yıl artarak yükseliyorsa Genel Başkanların ciddi olarak konumlarını düşünmeleri gerekir.
Demokrasilerde alternatif olabilecek muhalefet yoksa demokrasi daima tehlikeye girer.
Avrupa’da demokrasinin yerleşmiş olmasının nedeni lider kadroların başarısız olmaları durumunda kendiliğinden çekilmeleridir.
Avrupa’da partiye oy veren kitleler ile parti,  üye yapısı, yönetim kadroları benzerlik  gösterir.
Ülkenin bir felakete sürüklenmeden ciddi bir muhalefete ihtiyacı vardır.
Öncelikle gelinen noktada bir Genel Başkandan öte, inandırıcı, halka güven veren, kitleleri peşinden sürükleyen  bir lidere ihtiyacı var.
AKP erirken onun yerine geçebilecek, halka umut verebilecek bir muhalefet boşluğu vardır.
İşte Türkiye bugün bunun sıkıntısını yaşıyor.







18 Ocak 2015 Pazar

TARİH, DERS ALINSAYDI TEKERRÜR EDER MİYDİ?



İktidar sahipleri, uzunca süre iktidarda kaldıkları zamanlarda otoriterleşmeye başlarlar. Özellikle serbest seçim sonucunda iktidara gelen siyasi oluşumlar, iktidarda kalma süreleri uzadıkça kendilerini her konuda hak sahibi görürler.
Bunlar seçmen çoğunluğunun siyasal tercihini milli irade olarak kabullenirler ve halka da öyle anlatmaya başlarlar.
Birde bunlar karşılarında kendilerini sıkıştıracak, zorlayacak muhalefet olmadığını anladıkları anda dilediklerini yapmayı kendilerinde hak görürler.
Bunlar bütün gücün kendi ellerinde olmasını isterler. Özellikle de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı bunları çok rahatsız eder.
Bunlar her istediklerinin de yargı tarafından onaylanmasını isterler. Eylem ve işlemlerinin hukuksuz olduğuna karar veren yargı bunlar için muhakkak ezilmesi gereken bir düşmandır.
Aslında yansız ve bağımsız yargının kendi güvenceleri olduğunu düşünemezler.
Seçimler sonucu beliren seçmen çoğunluğunun siyasal tercihini, artık dünya da kullanılmayan Fransız devriminin bir söylemi olan milli irade olarak nitelemeye bayılırlar.
Parlamentodan çıkan bir yasayı  Anayasa Yargısı iptal mi etti; söylem hemen hazırdır; bu milli iradeye karşı gelmektir, bu bir darbedir.  
Bunları yanıltan  O meclisin duvarında yazan “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” vecizesidir.
Orada yazan egemenliğin bir aileye değil, halka ait olduğudur. Yoksa o parlamentoda çoğunluğu ele geçirenler millet iradesini temsi ediyorlar değillerdir.
Millet geçmişten geleceğe uzanan, yani geçmiş nesilleri ve gelecek kuşakları da kapsayan bir manevi kavramdır.
O bakımdan onun bir iradesi olamaz. İngiliz ve Amerikan Parlamentolarında bu sözü hiç duydunuz mu?
Duyamazsınız; zira onlar, parlamentoya yansıyan tablonun bir milli irade olmadığını, sadece seçimlerde oy kullanan, yani sandığa giden  seçmenin bir sayısal tercihi olduğunu bilirler.
Siz hiç ABD de Başkanın veya İngiltere’de iktidarın kendilerinin milli iradeyi temsi ettikleri saçmalığını dile getirdiklerini duydunuz mu?
Duyamazsınız. Çünkü orada ki demokrasi anlayışı bizdeki gibi çarpık bir demokrasi anlayışı değildir.
Şimdi bizde bir de “Darbe” lafı çıktı.
Yargı kararı hoşuna mı gitmiyor. Yapıştır “Bu Milli İradeye karşı bir darbedir”
Hırsızlıklar, yolsuzluklar ortaya dökülmeye başladı mı, düne kadar can kuşun olan F tipini bir anda darbeci ilan et.
Tarihten husumet çıkartmaktan yana olanlardan değilim ama maalesef bu ülkemizde ilk defa yaşanmıyor.
Çok partili rejime geçtiğimizden bu yana bu milli irade safsatası üçüncü defadır yaşanıyor.
Milli iradeyi temsi ettiğine inanan iktidarlar geçmişte de hürriyetleri kısıtlayıp, anayasa çiğnenirken hep aynı terane dile getirilmiş, “Biz milli İradeyi Temsil ediyoruz. Hiç kimse hiçbir şey bu iradenin karşısına çıkamaz”
Ama sonu hep hüsran olmuş.
1961Anayasası bu teranenin dile getirilmesine engel olmasına rağmen 1960 lı 70 li yıllarda bu gene tekrarlanmış.
AKP iktidarı biliyorsunuz hep yeni düşmanlar yaratmakta çok mahir. O zaman yeni bir düşman yaratmak lazım.
Suçlu Anayasa.
Niye çünkü artık parlamentonun üstünlüğü değil Anayasa’nın üstünlüğü söz konusu.
O zaman Anayasayı çarmıha gerelim. Nasıl olsa yandaş bulunur. Nitekim bulunuyor da, bölücüler, numaralı cumhuriyetçiler.
Vur anayasaya hem de ne adına? Milli irade adına.
Rahmetli Prof.Dr. Munci Kapani Hocamız 27 Şubat 1966 tarihinde Milliyet Gazetesinde çıkan bir yazısında “… Seçmen çoğunluğunun  siyasi tercihine ‘milli irade’ yaftasını yapıştırmak sadece yanlış olmakla kalsa üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Bu yalnız hatalı değil aynı zamanda tehlikelidir.Milli iradeyi temsil ettikleri zehabında ve iddiasında olan iktidarlar çoğu zaman sakat demokrasi anlayışı içinde  ters davranışlara sürüklenmektedir. Bunlar ‘demokrasiyi düpedüz bir sayı üstünlüğü rejimi’ olarak anlamak eğiliminde olduklarından çoğunluğun sırf çoğunluk olmak itibariyle daima  haklı olduğu ve her istediğini yapabileceği sanısına kapılmışlardır……” demiş.
Ne kadar bugünlere benziyor değil mi.
Tarih, ders alınsaydı tekerrür eder miydi?


    

14 Ocak 2015 Çarşamba

Bir Tek Günahsızın Ölümü Dahi Bütün İnsanlığı Rahatsız Etmelidir


11 Ocak Pazar günü,  yaklaşık 1.5 milyon insan teröristler tarafından,  mizah dergisi Charlie Hebdo’nun 12 çalışanı ve bir Yahudi marketinde  öldürülen dört kişi ile ilgili olarak, hem terörizmi telin ve hem de düşünce ve ifade özgürlüğünü desteklemek için Paris’te yürüdü.
Bu katliamı nefretle kınamamak mümkün değildir. Kınamamak da ayrıca insanlık ayıbıdır.
Basına yansıdığı kadarı ile bu yürüyüşte 50 ülke, devlet ve hükümet başkanları, bakanlar ve büyükelçileri aracılığı ile temsil edildiler.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü de, bu dayanışma yürüyüşüne temsilcileri vasıtasıyla katılan bazı  ülkelerin  yürüyüşte bulunmalarını, o temsilcilerin ülkelerinde gazetecilerin işkenceye maruz kalmaları,  hapis edilmelerinden dolayı etik bulmadıklarını, hatta bunu hakaret kabul ettiklerini açıkladılar.
Bu ülkelerden biri de maalesef Türkiye idi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü 2014 yılı ifade özgürlüğü değerlendirmesinde Türkiye’nin 2012, 2013 ve 2014 yıllarında gazeteciler için  dünyadaki en büyük cezaevi olduğunu tespit ile Türkiye’yi 180 ülke arasında  154. sırada değerlendirmiştir.
Rusya, Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri, Gabon bile bizim üstümüzde yer almışlardır.
Bu bizim açımızdan çok üzücü bir tablodur, elbette bu utanç tablosundan biran evvel çıkmamız lazım.
Bunun tek yolu da, yakın tehlike arz etmeyecek, şiddet ve ayrımcılık içermeyen düşünce açıklamaları önündeki bütün engelleri kaldırmamızdan geçiyor.
Bunu biran evvel gerçekleştirmeliyiz ki¸batının ikiyüzlülüğünü, uyguladığı çifte standardı yüzlerine vurabilelim.
Düşünce özgürlüğünün şampiyonluğunu yapan ülkelerin bir kısmında, “Ermeni soykırımı büyük bir yalandır” söyleminin dile getirilmesini suç kabul etmektedirler.
Bu nasıl bir anlayıştır. Bu tamamıyla bir Turkofobinin, haçlı mantığının, Sevr’in intikamını alma duygusunun  dışa vurumudur.
Eğer bir ülkede, Ermeni soykırımı olmuştur” denebiliyorsa, bunun aksini savunmanın da, düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünün doğal bir sonucu olarak kabul etmek gerekir.
Ama tabii kendimiz de defo çok olduğu için bu iki yüzlülüğü bile dile getiremiyoruz.
Eğer bu tür defolarımız olmasa, batının en başta da Fransa’nın uyguladığı çifte standardı, yüzlerine vurabilirdik.
Bu iki yüzlülük nedeniyle, Türkiye’nin  o yürüyüşte, Başbakan düzeyinde değil  Büyükelçi düzeyinde  temsil ettirilmesi kafiydi.
Böylece de Başbakan ön sırada yer  kapmak için çabalarken, protokolün kendisine saygısızlık etmesine de sebebiyet vermemiş olurdu.
Davutoğlu’nun kişiliğinin  elbette hiç önemi yoktur ama maalesef oraya Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı sıfatıyla katılmıştır,  muhatap olduğu muamele doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’ni, yani hepimizi ilgilendir.
Tekrar ediyorum, Paris katliamını savunmak, insan olarak bundan üzüntü duymamak mümkün değildir.
Aynı tepkinin Dünyanın neresinde olursa olsun, terörün her türlüsüne karşı verilmeliydi.
Yıllarca bu ülkede yaşanan bölücü teröre Pazar günü kol kola yürüyen, Fransa, Almanya, İsrail ve diğer Avrupa ülkeleri destek vermediler mi?
Bu ülkenin günahsız insanlarının canına kast eden Sevr’ci Kürt ve Ermeni terör örgütleri, Sevr anlaşmasının mimarlarının bugünkü torunları tarafından desteklenip, kollanmadılar mı?
Paris katliamını elbette en sert şekilde eleştireceksin ama oraya Başbakan düzeyinde katılmayacaksın ve bu ülkede kol kanat gerdikleri bölücü terörün kurbanlarını da kendilerine anımsatacaksın.
Bir tek günahsızın ölümünün  dahi bütün insanlığı rahatsız etmesi gerektiğini, bencilliklerini bir kenara bırakıp, sadece Paris’te ölenler için değil, dünyanın hangi noktasında olursa olsun teröre kurban verilen insanlar için aynı tepkinin  verilmesi gerektiğini, terörist faaliyetlere bakışın milli çıkarlara değil, yüksek ahlaki değerlere endeksli olması gerektiğini  Avrupalı devlet adamlarına  anlatacaksın.


    

11 Ocak 2015 Pazar

BÜTÜN PİSLİKLER DÖKÜLÜYOR


Cuma günü satışa sunulan Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un “İN Baykal Kaseti, Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar” isimli kitabını okudum.
Diğer olayları bilmem, ama biz CHP’lileri ilgilendiren CHP’nin “kalıba dökülmesi”, “yeniden dizayn edilmesi” ne neden olan “Baykal Kaseti” bölümünü çok dikkatli okudum.
Hayatta olan kişilerle ilgili bir konu yazılıyorsa o kişinin de görüşüne başvurulması gerektiği kanısındayım.
Ancak bu yapılmamış. Örneğin Baykal’ın Pensilvanya ile telefonla görüştüğü yazılmış, Baykal Pazar günü yani dün yayınlanan Milliyet Gazetesinde bu iddiayı şiddetle reddetmiş.
Kendisine sorularak, bu doğrulanabilinirdi.
Ayrıca kitaba baktığınız zaman olaylar karşısında tek suçlu olarak F tipi Cemaat gösteriliyor.
Bu bir suç şebekesi ise bunun diğer ortağı da AKP İktidarıdır.
Ergenekon, Balyoz gibi davalar için o tarihte Başbakan olan Tayyip Erdoğan “Ben bu davanın Savcıyım” dememiş miydi? “Ne istediniz de vermedik” diyen yine aynı zat değil miydi?
Daha iki gün evvel Bülent Arınç Bursa’da yaptığı konuşma da “Cemaatin önünü açtıklarını” ikrar etti.
Demek ki, kumpas operasyonlarının tek suçlusu Cemaat değilmiş.
Baykal kaset operasyonunda, ismi belli bir çilingir var. Onu götürüp kapıyı açtırıp operasyonu yapan beş polisten söz ediliyor. Kitaptan anlaşıldığına göre bu çilingir devamlı Emniyet için çalışan işinin ehli bir zanaatkâr.
Devamlı çalıştığına göre, kendisini götüren polisleri tanıması lazım. Niye bu beş polisin kim olduğu ortaya çıkartılmıyor.
Bu arada sosyal medya’ya başka bir tweet düşüyor. Bir zamanlar can kuşları olan, şimdi düşman ilan ettikleri Mehmet Baransu isimli gazeteci “1-Sözde barış sürecinin önünde en büyük engel Baykal görüldüğü için birileri düğmeye basmış mıydı? 7 Şubat mit dosyası açılsın. Kasetçiler????” “2-7 Şubat MİT dosyasını açıklamaya var mısınız? Tepindiğiniz Baykal kasetinin tüm ayrıntıları o dosyada olabilir mi? Baykal Türkmendi değil mi” şeklinde iki tweet atarak, iktidarın kaset olayının içinde olduğunu ima ediyor, imadan da öte haykırıyor.
Sosyal Medya’ya da  Tayyip Erdoğan’a Baykal kasetinin getirilip, onun da bunu gözlüklerini itinayla takarak seyrettiğinin görüntüleri düşmüştü.
Kitapta da yazıldığı gibi, Kılıçdaroğlu bu komplonun ardında Recep Tayyip Erdoğan’ın olduğunu iddia etmişti. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı doğru söylememekle itham ettikten sonra “O görüntüleri izlerken gözlüğünü nasıl taktığını çok iyi biliyorum” , “Bir değil, birden fazla görüntüyü izlediğini de çok iyi biliyorum” demişti.
Şimdi cevaplanması gereken sorular çok net.
1-Operasyonu yapan bu beş polis kimlerdir?
2-Tayyip Erdoğan’ın gözlüklerini itinayla takarak ve hiçbir şaşkınlık emaresi göstermeden seyrettiği kaseti veya kasetleri kendisine kim getirmiştir.
3-Tayyip Erdoğan’ın bu kaseti veya kasetleri  seyrederken çekilen görüntüsünü, Kemal Kılıçdaroğlu’na  kim veya kimler vermiştir.
4- Bu Mehmet Baransu’nun sözünü ettiği 7 Şubat tarihli MİT raporunun içinde ne var?
5-Sözde açılımın önündeki en büyük engel Baykal görülerek CHP dizayn edilmişse, kalıba dökülmüşse, Kılıçdaroğlu’na gölge CİA diye nitelenen Stradford isimli ABD’li kuruluşun TR-705 Kod numaralı, Atatürk’ü, İsmet Paşayı “katil, katliamcı” olarak nitelemekten çekinmeyen haber kaynağı da bu şekillendirmenin kendisine dayattığı bir isim midir?
6-CHP’de Baykal’la beraber, diğer bütün ulusalcılar, sözde açılımın önünde engel görüldükleri için mi tasfiye edildiler? Bu öneri, telkin kimden kimlerden geldi?
7-Ekmelettin İhsanoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesini de aynı çevreler mi telkin etti?
7-Cemaatle yakınlıkları bilinen Kılıçdaroğlu tarafından partiye devşirilen başta Erdoğan Toprak ve diğer cemaatçiler de bu “dizayn”,”kalıba dökme” olayının   bir parçası mıdırlar?
Bu  ve buna benzer sorular olay anında Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan ve CHP’ni dizayn edilmesi sonucunda CHP Genel Başkanı olan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından cevaplanmak zorundadır.

    

7 Ocak 2015 Çarşamba

ASIL OLAN KAMU VİCDANIDIR.


Dört eski Bakan hakkında kurulan soruşturma komisyonu, AKP li üyelerin oylarıyla Yüce Divana sevklerine gerek olmadığına kararı verdi.
Bu bir aklanma olmadığı gibi, TBMM’nin son kararı da değildir. Yüce Divan’a sevk edilip edilmeyecekleri konusunda son sözü, TBMM Genel Kururlu söyleyecektir.
Buradan da Yüce Divan’a sevk kararı çıkmasının zor olduğunu düşünüyorum. Ama yanılmayı da çok arzu ediyorum.
Bütün milletin gözleri önünde cereyan etmiş, mide bulandıracak konuşmalar, rüşvetlerin nasıl verildiği ortalara saçılmış ve en sonunda da bir kamu kuruluşu olan MASAK uzmanın soruşturma komisyonuna verdiği rapora rağmen Yüce Divan’a sevk edilmeme kararı kamu vicdanını kanatmıştır.
Tayyip Erdoğan ve onun sözünden çıkamayan AKP’liler 17/25 Aralık soruşturmalarını, insan aklıyla alay edercesine,  bir darbe olarak niteliyorlar.
Eğer 17/25 Aralık süreci bir darbe süreci idi ise bu dört eski bakanı niye görevlerinden istifa ettirdiniz. Niye bu insanları o zaman savunmadınız da şimdi darbe süreci diyorsunuz.
Sizde bunun bal gibi bir yolsuzluk operasyonu olduğunun farkındasınız.
Önce dokunulmazlığı olmayan bakan çocuklarını ve İranlı enişteniz hakkında, takipsizlik kararı verdirdiniz.  Sonra buna yapılan itirazı Adalet bakanınız tarafından atanmış Sulh Ceza Hakimine “itiraz edenler fiilden zarar görenler olmadıkları” gerekçesiyle ret ettirdiniz, ondan sonra da çıkıp hiç yüzünüz kızarmadan, bakanların çocuklarını aklayan mahkeme kararı var diyorsunuz.
Takipsizlik kararı bir mahkeme kararı değildir, yeni bir delil çıkması halinde her zaman soruşturma tekrar açılabilinir.
AKP li komisyon üyelerinin Yüce Divana göndermeme yönünde kullandıkları oyları, vicdanlarının sesi yönünde değil, Tayyip beyin arzusu yönünde olmuştur.
Büyük bir ihtimalle de TBMM Genel Kurulundan da aynı yönde bir karar çıkacaktır.
Tayyip bey çıkıp milli irade darbeyi önledi diyecektir. Bir Allahın kulu da çıkıp kendisine “Meclisteki çoğunluğunuz ve hatta tüm Meclis Genel Kurulu Milli iradeyi temsil etmez, olsa olsa sandığa gidip oyunu kullananların siyasal tercihini temsil eder demeyecektir.Bugüne kadar denmediği gibi.
Bu eski bakanlar hakkında  Genel Kuruldan da Yüce Divan’a sevk edilmeme kararı çıkartsanız dahi bu o ın aklandığı anlamına gelmez.
Bunun tek anlamı vardır, o da  ŞİMDİLİK kurtulmuş olduklarıdır.
Asıl olan kamu vicdanında aklanmaktır. Bu kararlar onların aklanmasını sağlamamaktadır.
Nitekim, bir suçu örtme telaşı içinde olduğunuz o kadar açık ki; Bakanların çocuklarıyla yaptıkları telefon konuşmalarının tapelerini, bunların birbirleri aleyhine tanıklıktan çekinme hakları olduğu gerekçesiyle imha edeceğinizi söylüyorsunuz.
 Bu işleminiz delilleri karartmak olur.
Burada bakanlar ve çocukları birlikte suç işlemek şüphesi altındadırlar, bu nedenle bu kişiler arasındaki telefon dinlemesi,  dinleme ve kayıt yasağına tabi değildir. 
 Ne yaparsanız yapın ne söylerseniz söyleyin, kimse bu söylediklerinize inanmıyor.
Her dakika kamuoyu araştırması yaptırıyorsunuz, hadi yüreğiniz yetiyorsa, tarafsız, sizden nemalanmayan bir kamuoyu şirketine, hem de kendi seçmeniniz arasında bir kamuoyu araştırması yaptırında görün, size oy verenlerin bile yüzde kaçı yapılanın yolsuzluk olduğuna inanıyor.
Asıl olan parmak hesabıyla aklanmak değil, asıl olan kamu vicdanın ne dediğidir.
Bu davranışınızla halkın siyasetçiye ve Yüce Gazi Meclise  saygısını yitirttiniz.
 Sizin hayaliniz bütün gücün  Tayyip Erdoğan’ın elinde toplandığı bir otoriter rejim, ama olmayacak, bundan başarılı olamayacaksınız.
Elli beş, altmış tane, vicdanının sesini dinleyecek, Tayyip Erdoğan’dan değil, halkın küçümseyen bakışlarından, çocuklarının yüzüne bakamamaktan korkacak dürüst milletvekiline ihtiyaç var.
Bu Milletvekilleri Yüce Gazi Meclisin onurunu koruyacaklardır ve ben böyle Milletvekillerinin var olduğunu düşünüyorum, umut ediyorum.







  






4 Ocak 2015 Pazar

CHP TARİHİNDE BÖYLE BİR REZALET YAŞANMADI


Türkiye günlerdir Şişli Belediyesinde yaşanan  rezaletle çalkalanıyor. Yaşanan rezalet, kifayetsiz muhteris sözde Başbakanın bile ağzında.
CHP’de benim hatırladığım  böyle bir rezalet hiç yaşanmamıştır.
Ortaya çıkan durum  Ceza Kanununu  ilgilendiren bir olaydır.
Hayri İnönü, kendisinden mafya vari yöntemlerle, tehditle bir istifa mektubu alındığını söylüyor.
Bu istifa mektubu, olayların içinde olmayan İhsan Özkes isimli milletvekilinin cebinden çıkıyor.
Şimdi araştırılması ve ortaya çıkartılması gereken husus, bu mektup İhsan  Özkes isimli, Kılıçdaroğlu tarafından tarafları barıştırmakla görevlendirilen Milletvekilinin eline nasıl geçmiş olabileceğidir.
Tehditle Hayri İnönü’den alınan bu mektup,  ya doğrudan Sarıgül ya da aracılar vasıtasıyla Kılıçdaroğlu’na ulaştırmış olmalıdır ki; kendisi tarafından tarafları barıştırmakla görevlendirilen İhsan  Özkes’in eline geçebilsin.
Zira İhsan Özkes, Kılıçdaroğlu tarafından Sarıgül ve Hayri İnönü’yü barıştırmakla görevlendirilinceye kadar Şişli olayının hiçbir yerinde  adı geçmiyordu.
Kılıçdaroğlu, bir kişinin elinden mafya vari tehditle bir istifa mektubunun alınmasının TCK açısından suç teşkil edeceğini bilmesi gerekir.
Hesap uzmanlığı, SSK Genel Müdürlüğü ve sonunda Milletvekilliği ve CHP Genel Başkanı olmuş bir kimsenin tehdit ve şantaj yapmanın suç olduğunu bilmediğini düşünmek mümkün değildir.
Gerek Hayri İnönü ve gerekse eşi, çocuklarının öldürüleceklerini kemiklerini kimsenin bulamayacakları tehdidi aldıklarını basına açıkladılar.
Olayın buraya kadar olan kısmı İnönü ailesi ile Sarıgül arasındaki,  Türk Ceza Kanun 106. Maddesinde  ifadesini bulan tehdit  suçunu oluşturan bir olay gibi düşünülebilinir.
Ancak suç teşkil eden bir fiilin işlendiğini öğrenen kişinin, bununla ilgili makamlara haberdar olduğu suçu  bildirmek  görevi vardır.
 “Suçu Bildirmeme” durumu Türk Ceza Kanunun 278. Maddesinde tarif edilmiş suçu oluşturur.
Kılıçdaroğlu, tehditle alındığı ileri sürülen bu mektuptan haberdar olmuş ise; ki olayların seyri haberdar olduğunu gösteriyor, haberdar olduğu andan itibaren bunun üstünü örtmeye çalışması, yukarıda belirttiğimiz TCK’nın 278. Maddesindeki suçu oluşturur.
Bu yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, işin ceza hukuku tarafı, birde olayın siyasi boyutu var.
Ciddi bir Genel Başkanın yapması gereken, partisi içinde böyle bir olayın varlığını duyduğu  anda, parti içindeki hukukçulardan bir komisyon kurarak işin araştırılmasını istemesidir.
Tedbir olarak da bu kişilerden aklanıp gelmeleri istenmeliydi.
CHP tarihinde böyle olaylar vardır.
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Celal Doğan’dan hakkındaki söylentilerle ilgili olarak“aklanıp gelmesi” istenmiş, o da buna istifa ederek cevap vermişti.
Sarıgül’den de hakkındaki iddialardan “aklanıp gelmesi” istenmiş, o bunu kabul etmediği için disiplin kurulu tarafından partiden ihraç edilmişti.
Kılıçdaroğlu, ne hukuki ve  ne de siyasi sorumluluğunun gereğini ya  yerine getirmemiştir, ya da çeşitli nedenlerle getirememiştir.
Bir parti Genel Başkanı, partisini her türlü saldırıdan korumakla yükümlüdür.
Olayların akışından anlaşılıyor ki, Şişli halkının iradesi ifsat edilmiştir.Bu Şişli Yerel Seçimlerinin yenilenmesine kadar gider.
Eğer böyle bir olayla karşılaşılırsa bunun sorumlusu Sadece Sarıgül ve Hayri İnönü müdür?
Bu yaşananların tek sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur. CHP’ye bu zilleti yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur.
CHP tarihinde böyle bir rezalet yaşanmadı.Kılıçdaroğlu bugün istifa etmeyecekdirde ne gün istifa edecektir.
CHP’de bu yaşananlar, Baykal döneminde yaşanmış olsaydı, şimdi CHP’deki olayları sessizce seyreden Merkez Medya kıyameti koparırdı.
Olayları sessizlik içinde seyreden CHP’liler ve Kılıçdaroğlu’nu eleştirmekten özenle kaçınan Merkez Medya bu yaptıklarıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar.
Unutmayın ki; Türkiye’nin kurtulması CHP’nin bu işgalden kurtulmasıyla mümkün olur, Kılıçdaroğlu kimseye güven vermiyor, söylemleriyle de toplumda heyecan yaratmıyor.