29 Aralık 2013 Pazar

2014’e GİRERKEN

Bu yazı 2013’ün son yazısı.
Yeni yıl telaşı içinde insanların gazete okuyabileceklerine pek inanmıyorum; onun için çok kısa yazdım.
2013’ün son günlerinde , “Bu yıl hiç düzgün giden bir şey olmadı” diye düşünmeye başlarken, biranda 17 Aralık günü, ülkemizi yöneten paralel devletin  ortakları arasındaki uzlaşma bitti ve bütün pislikler ortaya dökülmeye başlandı.
Yıllardır, beraberce ülkeye yönetirken, hukuk devletini ortadan kaldıran, kamuda liyakati değil, yandaş ve cemaat üyesi olmayı asıl kabul eden, biri malı götürürken, öbürü diğerinin saflığından ve cehaletinden istifadeyle devlet yönetimine egemen olan koalisyonun ortakları kapıştılar.
Bu kapışmanın en büyük faydası kendini aydın zanneden bazı liboşların “AKP’nin ülkeyi yönettiği on küsur yıl içinde sesiz bir devrim yaptığı” yanılgısını onlara göstermiş olması.
Bana göre 2013 yılındaki tek olumlu olay budur.
2014 ülkenin bölünmez bütünlüğünün korunabildiği,
İnsan haklarına saygılı; etnik köken vurgusu yapmayan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin yaşama geçirildiği, düşünce ve fikir özgürlüğünün önündeki bütün engellerin kaldırıldığı bir yıl olmasını temenni ediyorum.
Düzmece deliller ve elde edilmiş gizli tanık beyanlarıyla özgürlüklerinden mahrum bırakılmış, Silivri, Hasdal, Kandıra,Sincan ve diğer cezaevlerinin zindanlarında çile çeken, aydınlarımızın, siyasetçilerimizin, en yüksek rütbelisinden en küçük rütbelisine kadar şanlı ordunun asil evlatlarının ailelerinden, yakınlarından uzakta geçirecekleri yeni yıllarını bütün içtenliğimle kutluyorum.

2014’ün tüm Türk milletine hayırlı olsun  

25 Aralık 2013 Çarşamba

BRAVO BAYRAKTAR


Dün yazımı yazarken,adı yolsuzluk soruşturmasına karışmış bakanlardan Çevre ve şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar hem bakanlıktan  hem de milletvekilliğinden istifa etti.
Bayraktar, “Soruşturma dosyasındaki imar planları Başbakan’ın onayı ile yapılmıştır. Tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Bugün bize bir istifa metni ve deklarasyon metni gönderildi. Böyle bir durumda bunun yanlış olacağını düşünüyorum. Hayırlı olsun” diyerek hem bakanlıktan  hem de Milletvekilliğinden istifa etti. Ederken de “Başbakan istifa etmeli” dedi.
Açıklama elbette demokrasimiz açısından önemlidir.
Ama daha önemlisi, Başbakan’ın nasıl diktatörleştiğini, diktatörleşirken de nasıl korkuya kapıldığını ortaya koymaktadır.
Bakanları Anayasa’nın kendisine verdiği yetkiyi, hakkında açıklamalar yaparlar korkusuyla, kullanamıyor ve bakanın istifa ederken bile ne söyleyeceğine Başbakan dikte etmeye çalışıyor.
Bir anlamda bakan istifa ederken bile kendi düşüncesini söylemekte özgür değil.
Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti bakanların, bürokratların, “Benim bakanım, benim genel müdürüm, benim valim derken” bir çok insan, hatta bu aşağılamaya muhatap olanlar bile  buna sessiz kaldı.
Bu aşağılamaya muhatap olanlar zamanında gereken tepkiyi vermezlerse, istifa mektubunda neler söyleyecekleri bile EMREDİLİR.
Açıklamanın asıl can alıcı noktası, bakan hukuka aykırı olan ve soruşturma dosyasında  belirtilen imar planlarının Başbakan’ın onayı ile yapıldığını söylemiştir.
Bu açıklama Bayraktar’ı kurtarmayacaktır. Zira Başbakan’ın imar planı değişikliği düzenleme yetkisi olmadığına göre, bunun anlamı şudur;
“Hukuka aykırı imar planı değişikliklerini bana Başbakan emretti, bende yaptım”dır.
Bu Erdoğan Bayraktarı elbette sorumluluktan kurtarmayacaktır.
Burada yolsuzluğun ve nüfuz suiistimalinin ne noktalara geldiğini ortaya koymaktadır.
Şimdi Tayyip Erdoğan’a düşen, kendisinin, eşinin, çocuklarının mal varlığını son meteliğine kadar açıklamaktır.
Artık, “Yetim hakkı yiyen”  gibi hamasi nutuk atmak  yetmiyor.
Namustan, şereften bahis eden Başbakan, Avrupa Konseyi’nin bünyesinde yolsuzluklarla mücadele konusunda çalışan, üye ülkelerdeki durumu inceleyip hükümetlere önerilerde bulunan GRECO isimli kuruluşun   20 Nisan 2010 tarihli basın açıklamasında Türkiye’den yapılmasını istediği  noktaların hiçbirisini yerine getirmemiştir.
AB Komisyonunun da-  12 Ekim 2011 ve  2013 yılı  Türkiye ilerleme raporlarında ki tavsiyelerinin hiçbiri yerine getirilmemiştir.
Ama ne yapılmıştır? İkiz devlet yapılanmasındaki koalisyon ortağı başbakanı ısırmaya başlayınca, efeler diyarının çocuğu Yılmaz Özdil’in sıraladığı gibi iktidar sadece “ahlaksızlar, şerefsizler, alçaklar, kirli ittifak, kökü dışarıda, karanlık odak, çete, şebeke, hain, tezgah, komplo, ajan, orduya kumpas kurdular, elinizi kırarız, inine gireceğiz” demişlerdir.
Başbakan hamasi nutuklar atacağına, GRECO örgütünün ve AB’nin yolsuzlukların önlemesi için yaptıkları bütün önerilere uysaydı Dünya Şeffaflık Örgütünün yolsuzluk endeksinde Türkiye 53. sırada yer almaz, yolsuzluk iddiaları bu hale gelmezdi.
Bütün bunlar olurken bir şeye de çok dikkat etmek gerekiyor. Türkiye’de çözüm bekleyen pek çok sorun varken, siyasetin Hükümet- Cemaat çatışmasına odaklanması ve siyasetin sağlıklı bir yapıya kavuşması için bu çatışmadan medet umulması yanlış olur.
Bayraktar’ın yaptığı açıklama, AKP hükümetinin bir  üyesi kral çıplak dediği için çok önemlidir.
Artık kral çıplak.
Kral çıplak dediği için bravo Bayraktar.


 

  
.

  

22 Aralık 2013 Pazar

NEREDEN NEREYE TAYYİP BEY


Bir zamanlar “Yeni Türkiye” diye belli dönemlerde bir kitap yayınlanırdı.
Her görüşten insan burada kısa yazılar yayınlardı. Bana göre de iyi bir kitaptı.
İşte onun 1997/13 sayılı nüshasının 981-982. Sayfalarında   Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kapalı Toplum-Açık Toplum Ekseninde  Siyasal Yozlaşma” başlıklı bir makalesi yayınlanmış.
Bu makalede bakın Tayyip Bey neler söylemiş: Siyasi gücü elde edenlerin, bu konumlarına paralel bir kişisel çıkarı edinmekten geri durmayacaklarını, hatta  mevki-makam sahiplerinin kendi keselerini doldurmak, yakınlarına kaynak aktarmak gibi davranışlarının adeta bir doğa yasası gibi tekrar ettiğini ortaya koymaktadır” diye yazmıştır.
Doğrudur bu yazdıkların, sanki bugünü görmüşte yazmışsın gibi.
Bugün yaşanan yolsuzluk depreminde bir bakanın doğrudan kendisinin, üç bakanında kendilerinin ve çocuklarının adı karışmış. İki bakanın çocuğu tutuklanmıştır.
Elbette  tutuklanma masumiyet karinesini ortadan kaldırmaz. Suçluluğu kesinleşmiş bir mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
Ama iktidar sahibi olarak, böyle bir operasyondan sonra,  bir şeylerin üstünü örtmek istercesine bir cadı avı başlatırsan, bütün yazdıklarının, söylediklerinin sen iktidar sahibi oluncaya kadar olduğunu, iktidar sahibi olduktan sonra değişmiş olduğunu insanın aklına getiriyor.
Aynı yazında: “Tek parti döneminde bir kişinin elinde toplanan kayıtsız ve denetimsiz güç, sanki demokrasiye geçilince parti başkanlarının eline geçmiştir” diye yazmışsın.
Bu cadı avının dayanağı, senin TBMM AKP Grubu  üstünde sahip olduğun kayıtsız ve denetimsiz güç mü?
Hangi demokratik ve kuvvetler ayrılığının egemen olduğu bir ülkede, bir savcının bir soruşturma için kolluğa verdiği emrin ta valiye kadar intikal ettirilmesine rastlanmıştır.
Tek parti döneminde bile böyle bir fütursuzluğa rastlanmamıştır.
Yine o yazında yazdığın “Devlet ricali, hesap vermez hesap alır” cümlesi aynen bugün senin yaptıkların için söylenebilir.
Bugün senin yasama üstündeki egemenliğine Tek Parti döneminin yöneticileri bile sahip değildi.  
Bu başlattığın cadı avının sebebi, çocuklarının yöneticisi oldukları vakfa kaynak aktarılmasının ortaya çıkmasını  engellemek istemen mi?
Bu vakfa kaynak aktarımı, yazında sözünü ettiğin “yakınlarına kaynak aktarmak”  olarak nitelenmez mi?
Yukarıda belirttiğim yazında söylediklerini  içselleştirmiş olsaydın, döner o soruşturmayı yürütenlerin işlerini sağlıklı olarak yapabilmeleri için gerekeni yapar ve  adı yolsuzluğa karışan bakanları azlederdin.

Onlarda siyaset kurumuna zarar vermemek için istifa etmediler.
Evinde ayakkabı kutusunda para saklayan banka genel müdürüne sadece zavallı denir..
Şimdi kalkıp “Faiz haram, onun için paraları evinde saklıyordu” demeyeceksin herhalde.
Ama banka müdürün  bu yolu denemiş, gazetelerin yazdığına göre, ayakkabı kutusundaki 4.5 milyon doların, Makedonya da kurulacak Balkan Üniversitesi ve Osmancık’da İmam Hatip Lisesinin yapımında kullanılacağını söylemiş.
Dediğim gibi herhalde faiz haramdır diye düşünmüş olacak ki, paraları evinde tutmuş. Eğer paranın kaynağı belli ve meşru ise bankaya yatmasında hiçbir mahzur yoktu ve bunu da en iyi bilecek kişi de kendisidir.
Tayyip Bey gene o yazında, “Her türlü yozlaşmanın temelinde gizlilik vardır” demişsin.
Yolsuzlukların üstü örtülsün, daha ileri gidilmesin diye idari tedbirler alma.
Belediyecilikten geldiğin için, en büyük yolsuzluğun, hırsızlığın kent rantında yapıldığını bilebilecek durumdasın.
Bu iktidar gücünle, bir yasa çıkartmak iki dudağının arasındayken, niye kent rantını vergilendirme yoluna gitmedin.
Bir dönem açık toplumu savunurken, kendin iktidar olunca, bırak bunu yasal olarak düzenlemeyi, seni eleştiren gazetecilere bile tahammülün kalmadı. Onlarca gazeteciyi işinden ettin, zindanlara tıktırdın.
1997 de açık toplumdan söz ederken, bugün yolsuzlukların üstünü örtmeye çalışan muktedir  oldun.
Nereden Nereye Tayyip Bey.  



18 Aralık 2013 Çarşamba

TAYYİP BEY YAŞAYARAK ÖĞRENDİN

Geçtiğimiz Salı sabahından beri Türkiye’de kıyamet kopuyor. Bir grup siyasetçi iş adamı yakınlarının adının karıştığı iddia edilen yolsuzluk operasyonu yapılıyor. Onlarca kişi göz altına alındı.
Bir siyasi iktidar, iktidarını bir başka grupla paylaşmayı baştan göze almışsa, yani paralel bir devletin varlığını sırf devleti ele geçirmek için kabullenmişse, menfaat çatışmasının başladığı yerde, paralel devlet ortağı diğerini ısırmaya başlar.
Ülkede sana bağlı bir yargı yaratma hevesine kapılıp, birilerine senin iktidar olman için yardım ediyorlar diye, devlet içinde örgütlenmelerine izin verirsen, zamanı geldiğinde diz çöktürmek için her türlü operasyonu yaparlar.
Son bir iki yıldır, paralel devlet ortakları arasında yaşanan sürtüşme ve gizli saklı yapılan  bilek güreşi, dershanelerin kapatılması olayı ile artık saklanamaz hale geldi.
Bu ülkenin Başbakanı, paralel devlet ortağına “Ne istediniz de yapmadık” diyerek, ortaklığını daha doğrusu nasıl teslim olduğunu ifşa etmek zorunda kalmıştır.
Doğrudur, her istenilen aynen yerine getirilmiştir. Kim milletvekili yapılmak isteniyorsa, Başbakan’a onun ismi verilmiş, o da buna aynen uyarak o şahsı/şahısları milletvekili yapmıştır.
Bu bir tahmin değil gerçektir.
Bu ülkenin bakanı, AKP’den istifa eden Milletvekili için, “Emir verdiler geldi, emir verdiler gitti” diyebilmiştir.
Bütün Türkiye bilmektedir ki, iktidar partisinin milletvekili kadrolarının son belirleyicisi AKP Genel başkanı olarak sizsiniz.
O zaman bu istifacı milletvekilinin, listelerde seçilecek yerden aday gösterilmesi, o bakanın söylemine göre, başbakan’a yani size “emredilmiştir”.
İstifa için sizin onayız da  gerekmediğinden, bu kez “istifa et” emri doğrudan milletvekiline verilmiştir.
İstifadan sonra, bu milletvekilinin, sadece partiden değil milletvekilliğinden de istifa etmesi gerektiğini söyleyebildiniz.
Bunu söylerken CHP’den istifa eden Adıyaman milletvekili Salih Fırat’ı merasimle AKP’ye aldığınızı unutmuş görünüyorsunuz.
Siyasal çıkarların uğruna paralel devlet ortaklığı kurup bunu içine sindirebiliyorsan, ortağın ayağına bastığı zaman da ağlamayacaksın.
Bindirilmiş kıtalar da olsa kalabalıkları karşında gördüğün zaman “içerdeki, dışarıdaki düşmanlar” edebiyatı yapmayacaksın.
Ne istediniz de vermedim deyip, emirle milletvekili atadıktan sonra, yüksek perdeden atıp “Diz çökmeyeceğiz” demeyeceksin.
Diz çökmüşsün, sana diz çöktüren görünürdeki paralel devlet ortağın değil onu yönetenlerdir. Onlar bütün dünya da bu oyunu oynadıkları için, bu işlerin nasıl yapılacağını senden iyi bilirler.
Bu nedenle önce yargıyı ele geçirdiler, sen sana bağlı bir yargı yarattığını zannederek ellerini ovuştururken, onlar seni de kuşatıyorlar dı farkında bile olmadın.
O yargıyla, sivil asker aydınları zindana tıktırırken, eğer bu bir başarıysa sen kendi başarın zannettin,  bu onların  başarısıydı.
Seni kuşatmışlardı. Sen devletin bütün mekanizmalarını ele geçirdiğini, artık seni hiçbir gücün engelleyemeyeceğini düşünüp, paralel devlet ortağını tasfiye etmeye çalıştığın zaman, işin senin düşündüğün gibi olmadığını anladın ama, artık iş işten geçmişti.
Demokratik bir toplumda, en büyük dayanağın, en emin sığınağın yansız ve tarafsız bir yargı olduğunu anladın ama bu ülkeye yıllar kaybettirdin.
Yargıda  paralel devlet ortağın söz sahibidir. Kendini egemen zannediyordun ama değildin. Yaşayarak öğrendin.
Parlamenter demokratik sistemde herkes için, hatta senin için bile en büyük güvence, kimseden talimat almadan işleyen GERÇEKTEN YANSIZ VE TARAFSIZ YARGIDIR.
Paralel Devlet ortağının  arkasındakilerin  ülkelerinde yargı her şeye kadirdir.
Ama bize geldiği zaman ve hele de  senin gibi derinliği de olmayan siyasileri de bulunca, “yargıçlar oligarşisi”, “parlamentonun üstünde güç yoktur” safsatalarıyla istediklerini yaparlar.
Hiçbir komplekse kapılmadan süratle yansız ve tarafsız yargının kurulması kurulmalıdır. Bu seni paralel devlet ortağından ve onun arkasındakilerden de

korur.

15 Aralık 2013 Pazar

NE EDEPSİZLİK, NE HAİNLİK


2004 yılına ait MGK ve MİT  fişleme belgelerinin bavullu gazeteci Mehmet Baransu tarafından yayınlanmasıyla ikiyüzlülükleri ortaya çıkan  Tayyip Erdoğan ve şürekası ağlamaya başladılar.
Önce Bülent Arınç “Bu, gazetecilik değil. Edepsizlikten başka bir şey değil” dedi.
Arkasından Tayyip Erdoğan “Bu belgeleri ifşa etmek vatana ihanettir” buyurdu.
Baransu’nun bavulundan ilk defa belgeler çıkmıyor. O bavuldan çıkan ve büyük kısmının  düzmece olduğunu  herkesin bildiği belgeler yüzünden, aydınlar, gazeteciler, askerler tutuklanırken ellerini ovuşturarak seyredenler, “ ülke bağırsaklarını temizliyor” diyenlerin  bugünkü halleri   hakikaten içler açısı.
Tayyip Erdoğan’ın yardakçıları, 2004 MGK kararlarının altına “askeri vesayet” nedeniyle imza atıldığı inancını yaymaya çalışırlarken, aynı tarihlerde askeri şura kararlarına muhalefet şerhi konulduğu ve bunun da o tarihte kamuoyuna , güç gösterisi olarak sunulduğunu unutmuş görünüyorlar.
Yüksek Askeri Şura kararlarında  “dik durabildiklerin” söyleyenler, iş MGK kararları olunca “Askeri vesayet” demeye utanmıyorlar.
Bunu kimsenin yemediğini görünce de şimdi, bu belgelerin yayınlanmasını birisi “edepsizlik” bir diğeri ise “vatana ihanet” olarak niteliyor.
“Edepsizlik” düzmece belgelerle insanların hapse girmesini sağlamaktır. Gerçek bir belgeyi açıklamak “edepsizlik” değil, gazeteciliktir.
Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) nın kararlarını hukuki değil ama siyasi bağlayıcılığı vardır.
Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının MGK kararlarını paşa paşa hiçbir baskı altında kalmadan imzaladıkları 2004 yılında,  BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Rapotörü Ambeyi Ligabo, AGİT Medya Özgürlüğü Özel Temsilcisi Miklos Hraszti ve Amerikan Devletleri Teşkilatı İfade Özgürlüğü Raportörü Eduardo Bertoni’nin, birlikte Medya Özgürlüğü Konusunda “Bilgilere Erişim ve Gizlilik Mevzuatı Hakkında Ortak Bildiri” de bugün “edepsizlik” ve “ihanet” diye nitelenen olaylar hakkında bakın neler söylemişler.
Rapor da:
 “Kontrolleri altındaki meşru mahrem bilgilerin gizliliğini korumak konusundaki yegâne sorumlular, kamu otoriteleri ve onların personelidir. Gazeteciler ve sivil toplum temsilcileri dahil, diğer bireyler, hile ve suç olan başka bir fiile bulaşmamış olmak koşuluyla, bilgilerin kendilerine sızdırılıp sızdırılmadığına bakılmaksızın, bu bilgileri yayınlamaları veya başka surette yaymaları dolayısıyla kesinlikle sorumlu tutulmamalıdırlar. Devletin gizli belgelerinin yayılmasına ilişkin sorumluluğu, bunları resmen bulundurmakla yetkili olanlarla sınırlandırmayan ceza yasası hükümleri iptal edilmeli veya değiştirilmelidir.” denmektedir.
Yani rapora göre asıl “edepsiz” ve “hain” olanlar” bu belgeleri sızdıranlardır. Baransu bu belgeleri suç işleyerek elde etmemişse, yani hırsızlık, rüşvet gibi kanunların suç saydığı bir eylemle elde etmemişse, sırf ona sızdırıldığı için onu sorumlu tutamazsınız;  “edepsizlik” ve “ihanetle” hiç suçlayamazsın.
Bu sıfatları ona,  aydın, asker ve bilim adamlarının  hapse girmesine neden olmuş düzmece belgeleri kendisi düzenlemişse veya da düzmece olduğunu bile bile bu belgeleri savcıya vermişse söyleyebilirsiniz. Yoksa gerçek bir belgeyi, suç olmayan bir şekilde elde edip yayınladı diye bu şekilde niteleyemezsiniz.
Raporun diğer bir paragrafında, belirli bilgilerin ulusal güvenliğin veya başka ağırlıklı çıkarların korunması amacıyla meşru şekilde gizli olabileceği kabul edildikten sonra, bilinmesinde kamuoyunun  çıkarı olan bilgilerin açıklanmasının önlenmesinin kötüye kullanılmasının engellemek için “ulusal güvenlik” kavramının açıkça belirtilmesi gerektiğine yer verilmiştir.
Yani Tayyip bey ve beş adamının oturup, hangi belgelerin gizli sayılacağına karar vermeleri kabul edilemez.
Yani “gizlilik” verilecek belgelerin, kanunda tarif edilecek “ulusal güvenlik” kavramı niteliğine uygun olması gerekmektedir.

Baransu’nun 2004 yılına ait MGK ve MİT’e ait fişleme belgelerinin yayınlaması, belgeler evvelkiler gibi düzmece olmadığından, ne edepsizliktir ve ne de hainlik.

11 Aralık 2013 Çarşamba

VİCDAN

       
Birebir yaşayarak tanık olduğum  bir olayda yapılan bir haksızlık nedeniyle bugün uzun yazmak içimden gelmiyor.
Ama bir gerçeği Türk halkının bilmesinde fayda umduğum için yazmak gereğini duydum.
2011 Seçimlerine yaklaşan günlerdeydi. Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan Silivri’ye duruşmaya izlemeye gittiğim bir gün benimle görüşmek istediklerini söylediler. Öğlen arasında  “Bu adamlar bizi tahliye etmeyecekler, lütfen Kılıçdaroğlu’na söyle bizi aday göstersinler” dediler.
Konuşmayı Kemal Kılıçdaroğlu’na aynen böyle anlattım. Bana “Bu şimdilik aramızda kalsın, spekülasyon olur duyulmasın” dedi.
Bu çok doğru bir  düşünceydi, ben ne Mustafa’nın  ne de Tuncay’ın benim aracılığımla yaptıkları öneriden ve ne de Kılıçdaroğlu’nun bana söylediklerinden kimseye söz etmedim.
Bu süreçte her iki dostumun da adaylık için istemde bulundukları basına sızmıştı.
Aradan bir süre geçtikten sonra tekrar Kılıçdaroğlu’nu tekrar ziyarete gittim ve bu iki arkadaşımızın durumunun ne olacağını sordum.
Kendisi bana, Mustafa’nın aday gösterileceğini ama Tuncay’ın olamayacağını söyledi.
Ben de kendisine, böyle bir davranışın çok yanlış olacağını,  Tuncay’ı kamu vicdanında mahkum edeceğini söyledim.
Buna genelde yaptığı gibi sessiz kaldı.
Bugün gelinen noktada hemen hemen aynı suçlamalarla tutuklanıp mahkum olmuş, iki sanıktan birisi milletvekili seçildiği için tahliye olurken, diğeri ne gerekçeyle olduğunu bilemediğim şekilde aday gösterilmedi için halen zindanda.
Böyle özel bir görüşmeyi yazmamam gerektiğini düşünenler olabilir, bunu
CHP ile hiç ilgisi olmayan insanları, Atatürk düşmanlarını, bölücüleri,  CHP’den milletvekili yapan  Kılıçdaroğlu’nun, Tuncay’ı sevenlere, kamuoyuna niçin hangi gerekçeyle Tuncay’ı  aday göstermediğini anlatmak zorunda olduğuna inandığım için yadım.
Nazlıcan’a ulaşıp  iznini alamadığım için onun yaşadığına burada yer veremedim.
Başını yastığa koyduğunda vicdan hesabı yapar mı, yapmaz mı bilemiyorum?
Ben insan olarak Mustafa Balbay’ın tahliyesini buruk bir sevinçle  karşıladım.
Sevgili Balbay’a geçmiş olsun diyor, zindanda bulunan dostlara da sabır diliyorum.
Sevgili Tuncay,
Çok  farklı bir ruh hali yaşıyorum, Mustafa’nın tahliyesine elbette sevindim, ama senin uğradığın haksızlığı da içime sindiremiyorum
Uğradığın haksızlık bu yaşananlarla ikiye katlanmış oldu.
Ancak fizik olarak dışarıda olup da, birileri gibi ruhen  tutsak olmaktansa, senin gibi zindanda da olsa ruhen  özgür olmak evladır.
Senin bir vicdan sorunu yaşadığını düşünmüyorum, bırak onu başkaları yaşasın.







8 Aralık 2013 Pazar

TAYYİP BEYİN DEMOKRASİSİ


Vatan Gazetesinde önce Can Ataklı, sonra Mustafa Mutlu ve şimdi de Ruhat Mengi. Belki de bu yazının yayınlandığı gün eşi Güngör Mengi de işine son verilenler kervanına katılmış olacak.
İlk defa bir gazeteci işinden olmuyor, bugüne kadar belki yüzlerce gazeteci işinden atıldı.
Ama hiçbir tarihte bu kadar gazeteci siyasi iktidarın hoşuna gitmiyor diye işinden atılmadı.
Çok iddialı söylüyorum, 12 Eylül faşist cuntası bile bu kadar çok gazetecinin işinden kovulmasını patronlardan istemedi.
O dönemde bir gazetenin yayının durdurulması sıkıyönetim komutanın iki dudağının arasındaydı.
Üniversite hocaları, kamu görevlileri 1402 Sayılı Sıkıyönetim yasasının komutana verdiği yetkiyle işinden atılabiliyordu,  o dönemde bile ben her hangi bir gazetecinin askerler istemiyor diye patronlar tarafından işinden atıldığını hatırlamıyorum.
Belki hafızam  beni yanıltıyor, ama yanılmadığıma inandığım husus bu kadar gazeteci işinden atılmamıştı, bu kadar gazeteci kulp takılarak zindanlara tıkılmamıştı
Patronlar, faşist askeri cunta karşısında bile dik durabiliyorlardı.
Hiçbir gazete patronuna bugün yapılan baskılar o gün yapılmadı,
O tarihte de yalaklar yok muydu, elbette vardı.
Cunta liderinin elini öpen, cunta liderine evinde ziyafetler verip methiyeler düzen  ama şimdi demokrasi havarisi kesilen omurgasız, küçük dev adamlar  vardı.
O günlerde de cunta yanlısı basın vardı.Askeri rejimle iyi geçinmek uğruna gazetecilerine yön vermeye çalışan patronlar vardı ama daha bugünkü kadar ileri gidememişlerdi.
O gün gazeteciler her şeye rağmen bugünkünden çok daha fazla çalıştıkları gazete yönetimlerine güveniyorlardı.
Çünkü o zaman askeri cunta, gazete idarehanelerine müfettiş baskını düzenleyip, ekonomik baskı uygulamıyordu.
Yapılan siyasi baskılara da  direniyorlardı.
Bir gazete patronu o tarihte ve hem de rahmetli Ecevit siyasi yasaklıyken düşüncelerini kolaylıkla topluma ulaştırsın diye, onun dergisini finanse edebiliyordu.
Ama o gün Türkiye’de, hatalarıyla sevaplarıyla bugünkünden çok daha  adil bir  yargı vardı.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde  yargılananlar bile adaletin varlığına, bugün olduğundan çok daha fazla inanıyorlardı.
Açın inceleyin bir o günün mahkeme ve Yargıtay kararlarına bakın bir de bugünkü mahkeme ve Yargıtay kararlarına, aralarındaki fark kanınızı dondurur.
Bu gün ileri demokrasiye geçtik değil mi?
Bugün bir sayın bakalım, Tayyip Bey yazdıklarından hoşlanmıyor diye, kaç gazeteci işinden oldu.
Kaç gazeteci yazdıkları nedeniyle  bugün zindanlarda?
Tayyip Bey kendinden o kadar geçtiki, yurt dışında bile kendisine soru soran bir gazeteciyi fırçalamayı hak görür hale geldi.
Bunların hepsi Tayyip Beyin ileri demokrasisinde oluyor.
Tarihten husumet çıkartmak için değil, tarihten ders almak için son altmış yılı bir inceleyin, diktatörleşmeye başlayan sivil siyasetçilerin dönemlerinde gazetecilere yapılan baskılar askeri rejimleri bile aratır.
Gelinen noktada, eğer bu ülkede demokrasiyi egemen kılmak istiyorsak, çözülmesi gereken temel konu basındır, basın özgürlüğüdür, gazetecinin editoryal özgürlüğüdür.
Sağcısı solcusu, Tayyipçisi, karşıtı, bu gazetecilik mesleğini yapanlar, hislerinden ve kişisel çıkarlarından uzak durarak, Türkiye’de Basın özgürlüğü, gazetecinin editoryal özgürlüğü üzerinde düşünmek ve bunu sağlamak için mücadele etmek zorundadırlar.
Özgür basın demokrasinin temel direğidir. Bu nedenle uğrunda fedakârlık yapılmak zorunluluğu vardır.
Ateş çemberinden geçmeden, büyük fedakârlıklar yapılmadan elde edilen hak ve özgürlükler, dikta heveslisi yöneticiler tarafından, bugün olduğu gibi kolaylıkla geri alınır.
Ne zamana kadar geri alınabilinir, toplum demokrasi denilen rejime kelimenin tam anlamıyla sahip çıktığı zamana kadar. Düşmanına yapılan hukuksuzluğa karşı isyan etmesini öğreninceye kadar.
Düşmanına yapılan haksızlığa isyan etmeyi içselleştiremediğin  sürece Tayyip Beyin demokrasisi ile yetinmek zorunda kalırsın.

 






4 Aralık 2013 Çarşamba

BUNU SEN YAPACAKSIN TAYYİP BEY


Son günlerde yazılanlardan çizilenlerden anlaşılacağı üzere,  gene özel hayata saldırı niteliği taşıyan kasetler havada uçuşacağa benziyor.
Özel hayatın gizliliği Anayasamızla teminat altına alınmış olmasına rağmen ihlal ediliyor.
Bunu engellemek elbette ülkeyi yönetenlerin görevidir.
Ama bizde devleti yönetenler, hukuk kuralları bir kere çiğnenmeye başladı mı, onun nerede duracağını  idraktan yoksundurlar.
Siyasi rakiplerinin özel hayatı çiğnendiği zaman, bunu ellerini ovuşturarak seyredenler, bir gün aynı şeyin  kendilerini veya  çok yakınlarının  başına gelebileceğini  düşünmeliydiler.
 Siyasi rakibinin özel hayatının çekirdeğine tecavüz edildiği zaman, bunu müstehzi bir şekilde seyredenler böyle tehditlere boyun eğerler.
Bu ülkede yasaların suç saydığı bir eylemi engellemek, engelleyememişse failini bulup çıkartıp adalete teslim etmek,  devleti yönetenlerin görevidir.
Hangi gerekçeyle olursa olsun, bir kısım belgelerin birilerinin ellerinde olduğu tehdit olarak söylenebiliyorsa, bu çok vahim bir durumdur.
Bu durum karşısında, ellerini başlarının arasına alıp düşünmesi gerekenler, ülkeyi yönetenlerdir.
Hukuksuzluk bumerang gibidir. Bir kere hoş görüyle karşılandığında nere de duracağı bilinmez.
Devletin gizli belgeleri, iktidar mensuplarının yakınlarının kasetleri elden ele dolaşıyor da, iktidarı elinde bulunduranlar buna ses çıkartamıyorlarsa, kendileri ile ilgili çok daha başka bilgi, belge ve kasetin varlığını ya biliyorlar ya da korkusu içindedirler.
Parlamenter demokratik rejimlerin geçerli olduğu ülkelerde elbette baskı grupları, iktidarları siyasi karar süreçlerinde etkilerler, etkilemeye çalışırlar.Etkileme yöntemlerinden biri de tehdittir.
Bir ülkenin Başbakanı, “şimdi seçim var, hesabınızı seçimden sonraya bırakın”,  “ne istediniz de yapmadık” diye biliyorsa ülkeyi kimlerin ve nasıl yönettiği ortadadır.
Bu tür yakarmalar iktidar sahiplerinin tehditler karşısında nasıl acz içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunlar  korkunun işaretleridir. Kendisinden ve yakın çevresinden emin olan bir siyasetçi, tehditler karşısında “Ulan, elinde ne varsa yayınla, yayınlayamıyorsan da al ananı git” der.
Yapılan açıklamalardan, savrulan tehditlerden,  haberleşmenin gizliliğinin ihlal edildiği, kişiler arasındaki konuşmaların dinlenip,kayda alındığı, özel hayatın gizliğinin ihlal edildiği ve kişisel verilerin kaydedildiği anlaşılmaktadır.
Ülkede bırakın hukuk devletini, kanun devleti bile egemen kılınamaz hale gelmiş durumda.
Bavul sahibi gazeteciye kimse kızmasın, hangi gazeteciye devletin gizli belgeleri, devletin etkin ve yetkin kişileri ile ilgili bilgi ve belgeler ulaşırsa, özel hayatın çekirdeğini teşkil eden  girilemez alana yapılmış saldırılarla ilgili kaset gelirse bunu muhafaza eder, yargılanmayı da göze alırsa bunu yayınlar
Ama teknoloji öyle bir hale geldi ki, ABD de kurulu bir domain şirketinden mezar taşında yazılı isim üzerine alınmış alan adı kullanılarak bir internet sitesi kurulur ve tehdit konusu belge,bilgi ve kasetler yayınlanabilir.
O zaman bu durumun önüne geçebilmek için, hukuk dışı olarak haberleşmenin gizliliğinin ihlal edilmesine, kişiler arasındaki konuşmaların dinlenip,kayda alınmasına, özel hayatın gizliğinin ihlal edilmesine ve kişisel verilerin kaydedilmesine  engel olunması gerekir; bunu yapmakta iktidarların görevidir.
İktidar ağlama dert yanma,  yakarma makamı  değil, olaylar karşısında hukuka uygun şekilde tedbir alma makamıdır.
Tehditler karşında yalvarırcasına, “şimdi seçim var, hesabınızı seçimden sonraya bırakın”,  “ne istediniz de yapmadık” demeyeceksin, işin gereğini yapacaksın.
Bu gazeteciye,  birilerini rahatsız eden, iktidarı tehdit etme cesaretini gösterecek kadar önemli belgeler nasıl ulaşmıştır. Evvela onu bulup çıkartacaksın.
Bunu da sen yapacaksın Tayyip Bey.







1 Aralık 2013 Pazar

SEÇİM ŞAİBELİ HALE GELİR


Yüksek Seçim Kurulu, geçtiğimiz günlerde, önümüzdeki Yerel Genel seçimlerde şu anda bakan olanların,görevlerinden çekilmeden Belediye başkan adayı gösterilmelerinde bir sakınca olmadığı yolunda bir ilke kararı aldı.
Alınan bu ilke kararı hukuken yanlış olduğu gibi, seçimlerin dürüst ve adil yapılması ilkesine de gölge düşürecektir.
Muhalefetten gelen itirazlara da AKP Genel Başkan Yardımcısı, “cehalet” diyerek cevap verdi.
Bu cevabı verirken de, milletvekilliği genel seçimleriyle, mahalli idareler seçimlerini aynı kefeye koyarak mukayese etti.
Bu konuyu incelerken dikkate alınması gereken husus, yasa koyucunun, Milletvekili seçimi ve Mahalli idareler seçim kanunlarını ayrı ayrı düzenlemiş olmasıdır.
Mahalli İdareler seçim yasasının 17. Maddesinde Milletvekillerinin bu seçimlerde aday olabileceği açıkça belirtilmiştir.
Milletvekili seçim yasasında ise sadece Milletvekilliğine seçilme engelleri sayılmıştır. Milletvekilliği ve Bakanlık işin doğası gereği engel olarak sayılmamıştır.
Mahalli idareler seçimi  yasasında ise milletvekilliğinin mahalli idarelere aday olmaya engel olmadığı anlaşılmaktadır. Ama bakanlık bu kapsamda sayılmamıştır.Eğer kanun koyucu bakanlığı yerel yönetimlere adaylığa engel görmeseydi, bunu da milletvekilliğini belirttiği gibi açıkça belirtirdi.
Bunun nedeni Bakanların kamu görevlisi olmalarıdır.
Zira, bakanlar sadece milletvekilleri arasından değil, TBMM dışından da seçilebilinirler.
Bakanlar sadece Anayasanın “Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma” başlıklı 68 ve “Milletvekili seçilme yeterliliğini” düzenleyen 76. Maddelerinin uygulanması açısından kamu görevlisi sayılmazlar. Yani bu genel kuralın istisnasını teşkil eder.
Diğer bütün işlerde bakanlar kamu görevlisidirler.
Kamu görevlileri, görevlerinden ayrılmadığı sürece seçimlerde aday olamazlar.
Kamu görevi yapanların aday olmaları halinde görevlerini bırakmalarının nedeni, seçimlerin adil bir ortamda yapılmasını temin ederek, meşruiyetine gölge düşürmemek içindir.
“Bakan”, muayyen bir hizmet alanında icrai kararlar almak yetkisine sahip ve kamu gücünü kullanan, en yüksek kamu görevlisidir.
Sayın Fatma Şahin Gaziantep’ten aday gösterildi. Orada görev yapan kamu görevlilerin tarafsız ve adil davranmaları düşünülebilinir mi?
Fatma Şahin’in Gaziantep’teki astları olan vali ve kaymakamlar, üstleri olarak bakanın verdiği emri yerine getirmek zorundadırlar.
Bu yarışın adil ve eşit şartlarda yapılması ilkesine  gölge düşürmeyecek midir?
Sayın Binali Yıldırım’ın İzmir büyükşehir belediye başkanlığına aday gösterileceği yaygın olarak söylenmektedir.
Eğer ölçü milletvekilliği Genel Seçimi ise Anayasanın 114. Maddesine göre Ulaştırma bakanları istifa eder, bu durum karşısında Yüksek Seçim Kurulu’nun bu ilke kararı Anayasa aykırı olmayacak mıdır?
İşin doğası gereği Milletvekili seçilmeye engel olmayan bakanlardan, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanları’nın istifaları seçim güvenliğini sağlamak ve seçim sonuçları üzerinde bir şaibeye neden olunmaması içindir.
Her şeyi yasaların dar yorumunda ararsanız, demokrasi anlayışımız bir milim ileri gitmeyecektir.
Anayasada hüküm olmamasına rağmen bütçesi red edilen bakanlar kurulunun istifa etmesi demokrasinin gereği olarak kabul edilmekte ve bugüne kadarda böyle uygulana gelmiştir.
Yüksek Seçim Kurulu’nun mantığı ile hareket edilseydi anayasa da böyle bir zorunluluk yok, hükümetin istifasına da gerek  yok denebilirdi.
Bu düşünce tarzı demokratik olabilir mi?
Biran için bakanların istifası için yasal bir zorunluluk olmadığını kabul dahi etsek, onlar istifa erdemini gösterip, bakanlık görevlerinden çekilerek, yerel seçimler üstünde oluşacak şaibeyi en azından bu noktadan engelleyebilirler.
Kamu görevlisi olan bakanların  görevlerinden çekilmeden katılacakları bir yerel yönetim seçimi geniş halk kitleleri indinde de şaibeli hale gelir.

                                             

   


    

SEÇİM ŞAİBELİ HALE GELİR


Yüksek Seçim Kurulu, geçtiğimiz günlerde, önümüzdeki Yerel Genel seçimlerde şu anda bakan olanların,görevlerinden çekilmeden Belediye başkan adayı gösterilmelerinde bir sakınca olmadığı yolunda bir ilke kararı aldı.
Alınan bu ilke kararı hukuken yanlış olduğu gibi, seçimlerin dürüst ve adil yapılması ilkesine de gölge düşürecektir.
Muhalefetten gelen itirazlara da AKP Genel Başkan Yardımcısı, “cehalet” diyerek cevap verdi.
Bu cevabı verirken de, milletvekilliği genel seçimleriyle, mahalli idareler seçimlerini aynı kefeye koyarak mukayese etti.
Bu konuyu incelerken dikkate alınması gereken husus, yasa koyucunun, Milletvekili seçimi ve Mahalli idareler seçim kanunlarını ayrı ayrı düzenlemiş olmasıdır.
Mahalli İdareler seçim yasasının 17. Maddesinde Milletvekillerinin bu seçimlerde aday olabileceği açıkça belirtilmiştir.
Milletvekili seçim yasasında ise sadece Milletvekilliğine seçilme engelleri sayılmıştır. Milletvekilliği ve Bakanlık işin doğası gereği engel olarak sayılmamıştır.
Mahalli idareler seçimi  yasasında ise milletvekilliğinin mahalli idarelere aday olmaya engel olmadığı anlaşılmaktadır. Ama bakanlık bu kapsamda sayılmamıştır.Eğer kanun koyucu bakanlığı yerel yönetimlere adaylığa engel görmeseydi, bunu da milletvekilliğini belirttiği gibi açıkça belirtirdi.
Bunun nedeni Bakanların kamu görevlisi olmalarıdır.
Zira, bakanlar sadece milletvekilleri arasından değil, TBMM dışından da seçilebilinirler.
Bakanlar sadece Anayasanın “Parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma” başlıklı 68 ve “Milletvekili seçilme yeterliliğini” düzenleyen 76. Maddelerinin uygulanması açısından kamu görevlisi sayılmazlar. Yani bu genel kuralın istisnasını teşkil eder.
Diğer bütün işlerde bakanlar kamu görevlisidirler.
Kamu görevlileri, görevlerinden ayrılmadığı sürece seçimlerde aday olamazlar.
Kamu görevi yapanların aday olmaları halinde görevlerini bırakmalarının nedeni, seçimlerin adil bir ortamda yapılmasını temin ederek, meşruiyetine gölge düşürmemek içindir.
“Bakan”, muayyen bir hizmet alanında icrai kararlar almak yetkisine sahip ve kamu gücünü kullanan, en yüksek kamu görevlisidir.
Sayın Fatma Şahin Gaziantep’ten aday gösterildi. Orada görev yapan kamu görevlilerin tarafsız ve adil davranmaları düşünülebilinir mi?
Fatma Şahin’in Gaziantep’teki astları olan vali ve kaymakamlar, üstleri olarak bakanın verdiği emri yerine getirmek zorundadırlar.
Bu yarışın adil ve eşit şartlarda yapılması ilkesine  gölge düşürmeyecek midir?
Sayın Binali Yıldırım’ın İzmir büyükşehir belediye başkanlığına aday gösterileceği yaygın olarak söylenmektedir.
Eğer ölçü milletvekilliği Genel Seçimi ise Anayasanın 114. Maddesine göre Ulaştırma bakanları istifa eder, bu durum karşısında Yüksek Seçim Kurulu’nun bu ilke kararı Anayasa aykırı olmayacak mıdır?
İşin doğası gereği Milletvekili seçilmeye engel olmayan bakanlardan, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanları’nın istifaları seçim güvenliğini sağlamak ve seçim sonuçları üzerinde bir şaibeye neden olunmaması içindir.
Her şeyi yasaların dar yorumunda ararsanız, demokrasi anlayışımız bir milim ileri gitmeyecektir.
Anayasada hüküm olmamasına rağmen bütçesi red edilen bakanlar kurulunun istifa etmesi demokrasinin gereği olarak kabul edilmekte ve bugüne kadarda böyle uygulana gelmiştir.
Yüksek Seçim Kurulu’nun mantığı ile hareket edilseydi anayasa da böyle bir zorunluluk yok, hükümetin istifasına da gerek  yok denebilirdi.
Bu düşünce tarzı demokratik olabilir mi?
Biran için bakanların istifası için yasal bir zorunluluk olmadığını kabul dahi etsek, onlar istifa erdemini gösterip, bakanlık görevlerinden çekilerek, yerel seçimler üstünde oluşacak şaibeyi en azından bu noktadan engelleyebilirler.
Kamu görevlisi olan bakanların  görevlerinden çekilmeden katılacakları bir yerel yönetim seçimi geniş halk kitleleri indinde de şaibeli hale gelir.



   


    

27 Kasım 2013 Çarşamba

FIKRA GİBİ


Basında yer alan haberlere göre,  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin (Amerika, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin) Daimi üye olmayan Almanya’yla birlikte Cenevre’de İran’la yürüttüğü müzakereler olumlu sonuç vermiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlayacak ve Amerika’nın ve diğer Batılı ülkelerin İran’a karşı yürüttüğü yaptırımları hafifletecek bir antlaşmaya varıldığı, anlaşılıyor.
Gerçek acaba böylemi? Batılıların istediklerimi oldu yoksa:
BM Güvenlik Konseyi 2006’dan beri İran’ın nükleer programı konusunda altı karar kabul etti. Bu kararların hepsinde İran’dan, barışçıl olduğuna ilişkin güven sağlanıncaya kadar,  nükleer programını “askıya alması” talep ediliyordu. Son varılan Cenevre anlaşmasına göre, BMGK’nın beş daimi üyesi kendi aldıkları kararın etrafından dolaştılar.  Altı ay boyunca, İran’ın uranyum zenginleştirme yapmasına onay verdiler. Böylece, BMGK kararlarının delinebileceğini göstermiş mi oldular? 
Daha net bir söylemle,ABD ve İsrail İran’ın bütün uranyum zenginleştirme faaliyetlerin durdurmasını isterken bunu başaramamışlar mıdır?.
Barışçıl amaçlarla kullanılmak şartıyla, uranyum zenginleştirme, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na göre her devletin hakkıdır. P5+1 İran’ın bu hakkını teslim ediyorlardı (zaten Antlaşma bu hakkı veriyor), ama, pratikte uygulamasına karşı çıkıyorlardı. Cenevre anlaşmasına göre, şimdi pratiğe de onay verdiler. İran, zenginleştirilmiş uranyum stokunu arttırmamak kaydıyla, mevcut kapasitesini kullanarak,  zenginleştirme çalışmalarına devam edebilecektir.
Bu İran’ın lehine olan ve ileride çok rahat kullanabileceği bir kazançtır.
  Zaten, Cenevre anlaşması, ileride varılacak kapsamlı bir anlaşmanın da genel bir çerçevesini çiziyor.
İran’ın ilerideki uranyum zenginleştirme çalışmalarının ihtiyaçlara göre karşılıklı anlaşma ile belirleneceğini söylüyor. Yani, İran’ın nükleer tesislerinin tümüyle sökülmesi ve çalışmalarının durdurulması artık gündemden düşmüş oluyor. 
Sadece bu değil, İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyum stoklarını Türkiye üzerinden nükleer yakıta değiştirilmesi yolunda Türkiye ve Brezilya tarafından 2010 yılında yapılan öneride aynı şekilde gündemden düşmüş oluyor.
Bu önemli ilkesel kazançları karşılığında, İran, genel hatları itibariyle, mevcut nükleer altyapısını ve çalışmalarını altı ay süreyle genişletmemeyi, her hangi bir zorunluluk olmadan  gönüllü olarak  kabul ediyor.  
Yayılan iyimser havaya rağmen,  kapsamlı anlaşmaya varmak kolay olmayacak. Zira, İran’ın batı ile sorunları yalnızca nükleer dosya ile sınırlı değil. Batı, İran’dan, terörizme (Hizbullah, Hamas gibi) verdiği desteği kesmesini, İsaril'i tehdit etmekten vazgeçmesini isteyecek
. İran ise, özellikle ABD’den, rejimini tanımasını talep edecek. Bunlar kolay halledilebilecek konular değil.
Ancak, İran ve ABD bir nihai anlaşmaya varırlarsa, bu, bölgede bütün taşların yerinden oynaması anlamına gelecek. İran’ın bölgedeki eli rahatlayacak. Bu durum, özellikle körfez bölgesinde yeni sorunların önünü açabilecek. Bölgede rahatlayınca, İran, “devrim ihracı” politikasını yeniden döner mi, özellikle bizim dikkat etmemiz gerekecek.
           O nedenle, İran’ tahrik edecek “mezhepçi” dış politika anlayışını biran evvel terk etmemizde hayati yararlar var.
Cenevre’de varılan geçici anlaşma hiç olmazsa altı ay süre ile İran’a yapılacak bir askeri müdahaleyi gündemden düşürüyor. Ancak, bu süre sonunda kapsamlı bir anlaşma ortaya çıkarılamaz ise, bu defa müdahale olasılığı ciddi biçimde artacak.
Varılan anlaşma ile Batı, İran'ın Suriye'ye aktif müdahalesini de zımnen kabul etmiş oldu. Nitekim, İran'ın 22 Ocak'da yapılacak ikinci Suriye konferansına davet edilebileceği konuşuluyor.
            Dünde basınında fıkra gibi bir haber vardı.  Davutoğlu’nun son haftalarda aktif diplomasi yürüttüğü ve taraflara uzlaşmaya varmaları telkininde bulunduğu ve Cenevre  antlaşmasında katkısı olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor.


24 Kasım 2013 Pazar

DÜNYA LİDERİ TAYYİP


Dış politikada yeni ağır bir darbe yedik.
Mısır, Türkiye ile diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşürme kararı aldı Mısır Ankara’daki  Büyükelçisini geri çekerken, Türkiye’nin de Kahire Büyükelçisi’nin  Mısır’ı terk etmesini istemiştir, yani daha açık söylemiyle “istenmeyen kişi” ilan etmiştir.
Buna gerekçe olarak da; içişlerine müdahale edilmesi, Türkiye’nin, uluslar arası toplumu Mısır aleyhine tahrik, ülkede istikrarsızlığa  yol açmaya  çalışan kuruluşlara  yardım etmesini ve Mısır halkının 30 Haziranda ortaya koyduğu iradeyi küçümsemeye devam etmesi olarak gösterilmiştir.
AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye’nin Arap dış politikası, Arap ülkelerinin içişlerine karışmamak, Araplar arası ihtilaflarda  taraf olmamak üstüne kurulmuştur.
Tayyip Erdoğan iktidarı ile ve özellikle  değeri kendinden menkul, yeteneksiz ama yeteneksiz olduğu kadar  da hırslı   Davutoğlu’nun  Dışişleri Bakanı olmasından sonra, Türkiye Arap coğrafyasında yürüttüğü geleneksel dış politikadan uzaklaşarak, Arap İslam dünyasında liderliğe soyunmaya başlamıştır.
Bunu yaparken de hiçbir zaman istikrarlı bir tutum sergileyememiş, zikzaklar  çizerek ülke itibarını da  zedelemiştir.
Örneğin önceleri, karşılıklı aile ziyaretleri yaptığı, dostu, kardeşi Esad’ın , ABD’nin füze kalkanı önerisini red etmesi üzerine, bir anda ABD öyle istiyor diye “diktatör, insan haklarına saygısı olmayan, kendi halkını öldürmekten çekinmeyen” bir insan ve düşman olarak ilan edildi.
Esad rejimini devirmeye çalışan, büyük çoğunluğu Suriyeli olmayan isyancılara yardım ettik. Yurt içinde ve yurt dışında Esad’ın on onbeş günlük süresi kaldı derken, ABD’nin Rusya ile anlaşıp Esad’la masaya oturulmasını kararlaştırınca, Türkiye bir anda Suriye Konusunda yalnız kaldı, elimizde de kala kala, sosyal ve ekonomik sorunlar yaratan  yüz binlerce Suriyeli sığınmacı kaldı.
Aynı dış politika yanlışları İsrail ilişkilerinde de  yaşandı. Önce verilen liyakat madalyaları kabul edildi arkasından, “One minute” krizi yaratıldı, verilen demeçlerle astık kestik ama hiçbir şey yapamadık, yapamadığımız gibi Deniz Kuvvetlerimizin kolu kanadı kırıldıktan sonra da, İsrail’in, Doğu Akdeniz’deki mavi vatanımız ve ekonomik çıkar alanlarımızda Güney Kıbrıs Rum yönetimiyle ortak petrol ve doğalgaz aramasını,yani cirit atmasını da, Tayyip Erdoğan sayesinde  mahsun mahsun seyrediyoruz.
Irak ve Kürt politikamız tümüyle iflas etti. Gözümüzün içine baka baka dört ülkedeki Kürtlerin birleştirilmesinden bahis edildi, yani bu ülkeden toprak talebinden bahis edildi hiç sesimiz çıkmadı, çıkamadı.
Bir bölge liderine devlet başkanı muamelesi yaptık.
İran, Amerikan ilişkilerinde önemli bir yumuşama gözle görünür halde, bu durumda İran Amerikan ilişkilerinde zaman zaman Türkiye’nin soyunduğu arabulucu rolüne gerek kalmayabilir  ve dolayısı ile en azından bu sorunda Türkiye’nin jeopolitik önemi azalabilir.
Türk ekonomisine pompalanan İran parası kesilir. Bu ekonomide büyük sorun yaratır.
Bütün bu yanlış dış politika uygulamalarının temelinde, Dış İşleri Bakanlığının deneyimli bürokratlarının  devre dışı bırakılması ve Tayyip Erdoğan’ın hayal aleminde  kurgulanan bu coğrafyanın lideri olmak ihtirası yatmaktadır.
Uluslar arası  lider olabilmek, her şeyden önce teslimiyetçi olmamayı ve başka ülkelerin hukukuna saygı göstermeyi gerektirir.
Ayrıca, liderler yaşadıkları coğrafyayı ve o bölgenin tarihini en azından kendisine anlatılanın yalan olup olmadığını anlayacak kadar  bilmeleri gerekir.Yani geçmişinden okunmuş bir şeyler olmayı gerektirir.
İslam dünyasındaki tüm  Arap ülkelerinin  son kertede yüzlerini Mısır’a döneceklerini bilmek gerekir. Zira Mısır, Arapların  gerçek lideridir.
İlk etapta Mursi’yi destekleyen Suudi Arabistan ve Kuveyt’in nasıl bir anda Sisi rejimini desteklediklerini yaşayarak gördük.
O nedenle Dünya lideri olmak Tayyip beyin boyunu aşan çok zor iştir.
 

      


20 Kasım 2013 Çarşamba

ÇOCUKLARINIZIN, TORUNLARINIZIN YÜZÜNE BAKAMAMAKTAN KORKUN.


 
AKP İktidarının teröristle mücadeleyi bırakıp müzakereye başladığı andan itibaren, daha açık bir söyleyişle Türkiye Cumhuriyeti Devleti terörist başıyla müzakerelere başlayıp, onun terör örgütü önünde diz çöktüğü andan itibaren “Büyük Kürdistan” projesini gerçekleşmesi için adımlar atılmaya başlandı.
Artık,bölücüler dört ülke coğrafyası içinde yaşayan Kürtlerin birliğinden, bir federasyondan çekinmeden söz etmeye başladılar.
AKP iktidara gelinceye kadar Türk siyasetçileri  özenle ayrılıkçıların kullandığı bölge ve şehir isimlerini kullanmazlardı.
Ama maalesef artık iş iyice çığırından çıktı. Bir bölgesel yönetimin başına, Türkiye Cumhuriyetinde sadece misafir devlet başkanlarına uygulanan protokol uygulanarak,kendisi sanki bağımsız bir devletin başkanıymış  gibi,  bölgesel yönetimin bayrakları asılarak karşılandı.
Dört ayrı ülkede yaşayan Kürtleri birleştirmek idealinden bahis etti, buna en ufak bir tepki gelmedi
Kendisine uygulanan Devlet Başkanı muamelesi karşısında, buna o bile inanamadı.
“Rüyamda görsem inanmazdım” dedi.
Bu ülkeyi ziyaret eden herhangi bir ülke eyalet başkanına, bugüne kadar devlet protokolü uygulandığına hiç tanık  oldunuz mu?
Ama geçtiğimiz hafta sonu, Diyarbakır’da maalesef bu yapıldı.
Başbakanların muhatabı  yerel yönetimlerin  liderleri değil, ülkelerin başbakanları olur. Ama bu da görmezden gelindi.
 BM Güvenlik konseyi kararlarıyla ve kendi anayasası ile verilmiş olan, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetini engelleme görevini yapmamış, bölgesinden Türkiye’ye terörün girmesine göz yummuş, terör örgütüne kucak açmış bir başka ülkenin yerel bölge lideri ile görüşmek, hayal edilen  Büyük Kürdistan’a ABD böyle istedi diye onay vermektir.
Bu Kuzey Irak Kürt yönetimine ve Bağdat rejimine “Türkiye olarak ben, Kuzey Irak yönetimini bağımsız bir devlet olarak tanıyorum veya en hafifinden onlar bağımsızlık ilan ederlerse ben buna göz yumarım, sessiz kalırım” mesajı vermektir.
Aslında Diyarbakır’da olan bitene çok sert tepki verilmesi gerekirken, bu bir normalleşme olarak görülebilir ve böyle algılatılmaya çalışılmasına tepkisiz kalınabilinir mi?
Kalınamaz, kalınmaması gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin  bölünmesi çabaları,  normalleşme olarak kabul edilemez.
 Başbakanı’nın “Yeni Türkiye” derken  neyi kast ettiğinin kendisinden  sorulması gerekmez mi?
Birinci Mecliste Atatürk de “Kürdistan” demişti, o da mı o zaman bölücüydü diyen Tayyip Erdoğan’a, yakın tarih dersi verecek bir siyaset adamı yok muydu?
Diyarbakır’da yaşananlar sadece Ahmet Kaya isimli ölmüş bir kişinin “Gezi olaylarında” kimin yanında olacağı gibi basit bir olaymış gibi görünebilinir mi?
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “Kuzey Kürdistan”dan kastının ne olduğunu sormak gerekmiyor  muydu?
Dört ayrı ülkede yaşayan Kürtlerin birliğinden kast edilenin , Büyük Orta Doğu Projesinin hedefi olan Büyük Kürdistan olup olmadığını sormayacak mıyız?
Başbakan buna tepki veremeyecek durumda ise, bu zavallıya haddini bildirecek bir kimse yok mu?
Türkiye’nin Doğu ve Güney doğusunun adının ne zamandan beri “Türkiye Kürdistanı olduğunu sormak, ulusça  hakkımız değil mi?
İşlerine  geldiği zaman “dostluk, kardeşlik” nutukları atanlara ve bu ülke insanın çok büyük bir kesiminin ortak değeri olan “Kemalizm” için tarihin çöplüğüne atıldı diyen küstaha, kimse cevap vermeyecek mi?
Atatürk’ün kurduğu ve emperyalizme karşı büyük bir başkaldırı olan Kurtuluş savaşını yürütmüş bu Mecliste görev yapan  AKP li  Milletvekilleri, genel başkanınızdan korkmayın; bu sessizliğiniz, bu tepkisizliğiniz sonucu Türkiye’den  koparılacak “Kürdistan” nedeniyle çocuklarınızın, torunlarınızın  yüzüne bakamamaktan korkun.