25 Ağustos 2017 Cuma

Bugün 26 Ağustos


Bugün 26 Ağustos büyük tearuzun başlayışının 94. Yıldönümü.Bu gün 30 Ağustosta, kan ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir kuşağın, emperyalizmin uşaklarına karşı kazandığı zaferin başlangıcıdır. 20. Yüzyılın başından beri cepheden cepheye koşmuş, cephelerde en yakınlarını yitirip kendi elleriyle toprağa bırakan yorgun gövdelerin zaferinin başlangıç yıldönümüdür.
26 Ağustos 1922 sabahı Afyonkarahisar çevresinde toplanmış İngilizlerin deyişiyle                                                                                                                                                   “kiralık silah”             Yunan mevzilerine topçu bataryalarının açtığı ateş, Akdeniz kıyılarında  sona erecek büyük taaruzun başlama işareti oluyordu.
30 Ağustosta kazanılan bu zafer sadece emperyalizme karşı bir başkaldırının simgesi değildir. Yorgun, bitap bir ulusun kendisine duyduğu özgüvenin, misak-ı milli sınırlarını korumak için nasıl harekete geçtiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.
Sakarya Meydan savaşı ile Mustafa Kemal’in emir ve komutasındaki Türk Orduları stratejik bir zafer kazanmışlardı. Sakarya Meydan savaşı ve onu izleyen başarıların gerçek anlamını kavraya bilmek için bu gelişmelere ulusal sınırları da aşan bir açıdan  bakmak gerekir. Emperyalizme karşı kazanılan bu büyük zafer, sömürülen bütün doğu halkları Mustafa Kemal’de bir ön savaşçı, bir gün bağımsızlığa açılacak olan girişimin ışıklarını görüyorlardı.
Nitekim, Hint Ulusal Kongresi Önderi Gandi,, Mısır VAFT partisi kurucusu Said Zaglul, Rif Boylarında Fransız ve İspanyol sömürgecilerine karşı savaşan Faslı önder Abdülkerim, Afgan Kıralı Emanullah’tan gelen yüreklendirici  mektuplar, Mustafa Kemal’in evrensel mesajının tüm ezilen uluslarda karşılık bulduğunun birer belgesiydi. 
Hindistan’da Türkiye çalışmalarının öncüsü olan  Prof. Dr Mohammed Sadig Türk Devrimi ve Hindistan Özgürlük Hareketi adlı önemli araştırmasında  diyor ki: “Onun etkisi Türkiye’nin sınırlarını aşarak çok uzaklara uzanmış ve sömürü tutsaklığı altında inleyen herkese esin kaynağı olmuştur. O yeni bir uyanışın kapısını açmış, Asya da özgürlüğü başlatmıştır. O yeni bir uyanışın kapısını açmış. Asya’da Özgürlüğü başlatmış.Türkiye’deki kurtuluş akımıyla Ankara’da sömürgeciliğin ölüm çanlarını çaldırmıştır”  (Prof. Dr Türkkaya Ataöv’den naklen)
Mustafa Kemal’in bu büyük askeri başarıları sömürülen bütün doğu halklarına bir ışık olurken, bu ülkede bugün olduğu gibi o günde emperyalizmin uşakları vardı.
Dıs düşmanla uğraşan Mustafa Kemal ve arkadaşları aynı zamanda iç isyanlarla da uğraşıyorlardı.
26 Ağustostan başlayarak Mustafa Kemal Türk Ordusunu zaferden zafere koşturdu, Türk ulusu bağımsızlığını , Türkiye ülke bütünlüğüne kavuştu. Atatürk’ün deyişiyle “ Amacımız ulusal sınırlarımız içinde  toprak bütünlüğümüzü, aynı zamanda da  tam egemenliğimizi elde etmektir.Bizi bu amaçtan alıkoyacak her hangi bir güce karşı savaşacağız.”
Ulusal kurtuluş hareketinin lideri, düşmanı sadece askeri olarak yenmenin yetemeyeceğini Osmanlı İmparatorluğu deneyinden ötürü çok iyi biliyordu.Askeri alanda düşünülen taktik ve stratejik planların siyasi alanda da uygulanması gerektiğinin bilincindeydi.
Birinci Dünya savaşının mağlubu dört devlet içinde yalnız Türkiye, kendine galip devletlerin zorla imzalattıkları Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı kabul ettirerek savaştaki zaferinin ardından bir de diplomasi zaferi  eklemiştir. Birinci Dünya savaşının dört mağlubundan ne Almanya Versay, ne Avusturya  St Germain, ne Macaristan Trianon  ve ne de Bulgaristan  Neuilly antlaşmalarını kendileri değiştirebilmiştir.
Bize  tam bağımsız bir ülkenin çocukları olma hakkını veren başta Mustafa Kemal ve arkadaşlarının,  acılı ve yorgun savaşçılarını saygıyla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eyiliyorum.    



21 Ağustos 2017 Pazartesi

ÖĞRENME HAKKI


Demokratik bir ülkede iktidarı elinde bulunduranların denetimi, gözetim altında tutulması, demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelenen medyanın-basının- demokratik işlevlerinin önemli bir boyutudur.
Demokrasinin geliştiği batı ülkelerinde özgürlükler -basın özgürlüğü de-soyut şeyler değildir. Uzun mücadeleler sonrasında aydınların, kanaat önderlerinin mücadele içinde ağır bedeller ödeyerek öğrendiği bir takım kazanılmış haklar olarak karşımıza çıkar.
Daha da öz bir biçimde ifade edersek “ Basın Özgürlüğü” bireyin siyasal iktidarlara karşı yürüttüğü yiğitçe,  kahramanca bir savaş olarak görülüyordu.
Bugün gelinen noktada, insanların yaşadıkları toplumda olan biteni öğrenme hakkı, bu mücadelenin sonucudur..
Bu olan biteni öğrenme hakkı özellikle de  demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla oturmadığı ülkelerde siyasi iktidarlar tarafından  çeşitli gerekçelerle  kısıtlanmaya, engellenmeye çalışılmakta ve insanların yaşadıkları toplumda olup biteni öğrenmesinin önüne geçilemeye çalışılmaktadır.
Geniş anlamda iletişim özgürlüğü diye niteleyebileceğimiz bu söz ve basın özgürlüğü, halkın demokratik tercihini en doğru en sağlıklı şekilde kullanabilmesinin olmazsa olmaz bir şartıdır.
Bireyin ve dolayısıyla bireyler topluluğu olan halkın demokratik tercihini en doğru ve sağlıklı bir şekilde yapabilmesi için fikirlerin düşüncelerin özgürce ifade ve açıklanmasının  hiçbir şekilde Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 10. Maddesinde sayılanlar dışında kısıtlanmaması gerekir.
Bunun tek istisnasının hürriyetleri yok etme hürriyeti tanınamayacağıdır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesinde, hürriyetlerin demokratik bir toplulukta zaruri tedbirler mahiyetinde olarak sınırlandırılabileceği belirtilmiştir.Bunlar Milli Güvenlik, toprak bütünlüğü ve kamu emniyetidir.
İnsanların yaşadıkları toplumda olup biteni öğrenme yani bilgiye ulaşma  hakkı olduğu tartışmasız olduğunu göre, bu özgürlüğün salt gazetecinin özgürlüğü düşüncesi ve kavramı artık çok gerilerde kalmıştır.
Bu özgürlük, gazetecinin değil halkın haber alma, bilgi edinme  özgürlüğüdür. 
Artık Türkiye’de de basın özgürlüğünü gazetecinin özgürlüğü biçiminde algılamayacağız, iletişim hakkını, aydınlanma hakkı çerçevesinde, bireyin vaz geçilmez temel hak ve özgürlükleri çerçevesinde   anlamak zorundayız.Bu özgürlük, yani bilgiyi yayma ve bilgi edinme hakkı  demokrasiler için kurucu nitelik taşımaktadır.
Gazetecilik bunu gerçekleştiren iletişim araçlarından sadece bir tanesidir.Basın özgürlüğünün kısıtlandığı alan Milli Güvenlik, toprak bütünlüğü ve kamu güvenliğidir.
Milli Güvenlik sınırlamasını, bir bilginin aktarılmasının engellenmesi değil, bozguncu söylemlerin yasaklanması olarak algılamak gerekir.
Milli Güvenlik:  Devletin anayasal düzeninin  milli varlığının  bütünlüğünün  milletler arası alanda siyasi sosyal  kültürel ve ekonomik bütün çıkarlarının yanı sıra  uluslar arası anlaşmalarla kararlaştırılan haklarının  her türlü iç ve dış tehditlere karşı korunması ve kollanması olduğuna göre, bunu ihlal etmeyen her türlü düşünce açıklaması, haber bu gerekçelerle sınırlanamaz, insanlar bu gerekçelerle özgürlüklerinden yoksun bırakılamaz.
Etnikcilik yapmak, mezhep kavgasını kışkırtmak, ayrlıkcılığı tahrik etmek elbette düşünce ve ifade özgürlüğü içinde düşünülemez ve himaye edilemez.
Yani öğrenme hakkı içinde engellenmesi gereken demokrasinin zehiri olan kargaşa ve kavgadır.
Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, kargaşa ve kavga çıkartmayı kendilerine bölüp parçalayıp hükmetmeyi bir amaç olarak gören emperyalistler, yurt içinde kendilerine uygun, kullanabilecekleri hainleri her zaman bulurlar.
İşte bunlar ülke bütünlüğünün en büyük düşmanıdır.    




18 Ağustos 2017 Cuma

TEHDİT


Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit ediyor.
Tehdidin nedeni MİT tırları davasında HAKSIZ VE HUKUKSUZ OLARAK MAHKUM OLAN Enis Berberoğlu’nun kendisini bulaştıracağı yönünde HAPİSHANEDEN GÖNDERDİĞİ HABERLERMİŞ
Enis BerberoğlU ile hiçbir samimiyetim yoktur hatta hürriyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeniyken yaptığımız bir telefon konuşması da çok sıcak geçmemişti.
Enis Berberoğlu’nun Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit edeceğini aklımın kenarından bile geçirmem.Onu yakından tanıyanlar da benimle aynı düşüncede.
Ayrıca MIT tırları haberinin yayınlanmasında suçlu kim? Bu sır kendisine ulaştırılan  siyasetçi Enis Berberoğlu’mu, Enis Berberoğlundan bu haberi alıp yayınlayan gazeteci mi?
Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de “devlet sırlarını” ilk defa ortaya çıkaran suçludur. İlk defa bunu elde eden kişiden alan veya yayınlayan gazeteci suçlu olmaz.
Nitekim, wikileaks. Org’a bilgileri veren  Julıan Assange isimli bir hacker suçlandı. Dünyanın hiçbir uygar ülkesinde wikileaks.Org veya oradan “devlet sırlarını” alan kişiler ya da  yayınlayan gazeteciler sorumlu olmadılar.
MİT tırları haberi bir devlet sırrıysa bunu bulup ortaya çıkartan kişi Enis Berberoğlu değildir. Devlet bu sırları ortaya çıkartanı değil, haber kendisine ulaştırılan siyasetçi ve haberi yayınlayan gazeteciyi suçlayıp mahkum etmiştir.
Ayrıca bu TIRlar iktidar sahiplerinin ileri sürdüğü gibi Türkmenlere insani yardım taşıyorsa bu bir  devlet sırrı da değildir.
Böyle bir yargılamanın ve sonucunda mahkumiyetin demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yaşandığı, basının özgür olduğu   uygar bir ülkede olması mümkün değildir.  
Enis Berberoğlu, bu bilgi ve belgeyi TBMM’de genel kurulda söylese ve gösterseydi veya TBMM  çatısı altında bir basın toplantısı yapıp açıklasa sorumluluğu olacak mıydı? Elbette olmayacaktı.
Enis Berberoğlu demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yaşanan bir ülkenin vatandaşı, siyasetçisi, gazetecisi olsaydı böyle bir hukuksuzluğa muhatap olur muydu?
Elbette olmazdı.
Aslında bir hukukçu olarak, böyle bir olay karşısında Mahkemenin “ böyle bir uygulamanın, ülke güvenliğini, demokrasiyi savunmak bahanesiyle demokrasiyi baltalama, hatta ortadan kaldırma tehlikesini kendi içinde taşıdığı” gerekçesiyle beraat kararı vermesini  beklerdik. 
Kürsü masuniyeti dışında, dokunulmazlık elbette olmamalıdır. Nerede olmamalıdır, hep sözünü ettiğimiz gibi, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği, yargı bağımsızlığının tam ve  tartışmasız olduğu bir ülkede  olmamalıdır.
Ayrıca Yasama dokunulmazlığının temel amacı, Parlamento üyesinin, parlamento fonksiyonu dışındaki fiilleri nedeniyle toplantılara katılmasını engellemeyi önlemektir; temel amacı budur.
Kesinleşmemiş bir karar sonucunda milletvekilinin tutuklanması milletvekilinin parlamento çalışmalarına katılmasını engellemektir ki, hukuk bunu kabul etmez.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasından yana olabilirsiniz, o zaman bunun bir anayasa değişikliği ile ve yargı bağımsızlığının tam ve eksiksiz sağlanmasından  sonra savunursunuz.
    Enis Berberoğlu, eyleminde şiddeti savunmamış, onu meşru göstermemiş, sadece kendisine ulaştırılan bir bilgiyi, halkın haber alma hakkına duyduğu saygı  nedeniyle bir gazeteciyle paylaşmıştır. Enis Berberoğlu’na uygulanan, davranış halkın bilgi edinme hakkının ihlali ve basın özgürlüğüne müdahaledir.
Aslında AKP iktidarı tarafından KILIÇDAROĞLU’NA YÖNELİK BU TEHDİT GÜNDEMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN KULLANILIYOR. MAALESEF CHP’LİLER DE BUNA ALET OLUYORLAR.
Aslında Türkiye’nin gerçek gündemi, ülke güvenliği için büyük tehdit oluşturan Yunanlıların işgal edip askeri üst kurduğu, kayalıklar, adacıklar ve adalardır. Turizm deki felakettir. Açlık sınırı altında yaşayan milyonlardır.Uluslararası ilişkilerdeki yalnızlıktır.
.


  

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Şahin Mengü: BALKANİZASYON

Şahin Mengü: BALKANİZASYON: Bazı siyasilerle numaralı Cumhuriyetçiler Anayasamızdaki “Türk” adı çıksın  diyorlar. Bizim anayasamızda yer alan “Türk” adı bir ırkın ...

BALKANİZASYON


Bazı siyasilerle numaralı Cumhuriyetçiler Anayasamızdaki “Türk” adı çıksın  diyorlar.
Bizim anayasamızda yer alan “Türk” adı bir ırkın adı değildir.Misakı Milli  sınırları ile çevrilmiş Türk vatanı üzerinde yaşayan insanları tasada, kıvançta, ülküde birleştiren bir kavramdır.
Irk temeline dayanmayan bu Türklük, başkalarını küçümseyen,hodbin bir ırk anlayışı da değildir.
Böyle de olamazdı zira; hangi dil ya da etnik gruptan olursa olsun, tarihin her döneminde bu coğrafya da yaşayan insanlar bir arada yaşamışlardı.  Ortak bir kültürleri ve dilleri vardı. İşte Türk ulusu bu nitelikler nedeniyle oluşmuştu.Türk ulusunu yaratmak gibi, bir ulusun oluşumunu sağlayan kökler, tarihin derinliklerinde saklıdır.
Bu nedenle Anayasadaki Türk adını çıkartırsan, bu coğrafyada yaşayan insanları, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkeş, Boşnak, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi  diye ayırırsın, bu da 90 yıllık  Türkiye Cumhuriyetini, bölüp, parçalayıp, hükmetmeyi kendisine hedef koyan emperyalizme hizmet etmek olur.
Aynen Yugoslavya’da yakın tarihte yaşandığı gibi, bir büyük Yugoslavya’nın yerine küçük küçük devletçikler ortaya çıkması gibi, bunları yönetmek emperyalistler açısından da artık çok kolaydır.Bu nedenledir ki, içerdeki maşaları aracılığı ile bunu teşvik ediyorlar.
Yugoslavya’daki bu bölünmenin asıl sebebi bir ulus yaratılamamış olmasıdır. İnsanları, toplumları etnik kökenlerine göre bölerseniz, onları bir arada tutan, tutabilen lider öldüğü zaman bölünme kaçınılmaz olur. Emperyalistlerde bunu isterler.   
 Anayasamızdan “Türk” lük çıksın diyenler ya cahildirler ya da haindirler.
Tito eğer Yugoslavya’da birliği sağlayıp Yugoslavya’yı kurarken ve kurduktan sonra  bir ulus yaratabilseydi bugün Yugoslavya’dan bir çok küçük devletçik çıkmazdı.
Böl, parçala, hükmet yani günümüz değimiyle  Balkanizasyon ulus devletleri yıkarken etnikcilik ve mezhepcilik  yaparak faşist bir zhniyetin ürünü olduğunu kanıtlamıştır.
Türkiye de etnik ayrımcılık yapanlar bilerek ya da bilmeyerek, faşizme hizmet etmektedirler.
Türkiye hem bir Balkan devleti ve hem de bir orta doğu ülkesi olarak yani coğrafi konumu itibariyle emperyalistlerin iştahını kabartan bir ülkedir.
Bu nedenle emperyalistler Türkiye’nin bölünmesi için bütün hainlerle işbirliği yaparlar. Yani Henry Kissinger’in söylemiyle kendi ülkelerindeki hainlerini öldürürken, bizim gibi ülkemizdeki hainlerin de sırtını sıvazlarlar.
Nitekim 1922 de  dönemin Amerikan Başkanı Wilson, “Amerikan kapitalizminin hedefi zayıf ülkelerin ham maddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun için diplomasi ve gerekirse zor kullanılmalıdır” demiştir.
Nitekim Vietnam’dan sonra ABD’nin  yurt dışındaki ikinci büyük  üssü olan  Bondsteel Kampı’nın Kosova’nın başkenti Priştine yolu üzerinde kurulmuş olmasının  Yugoslavya’nın bölünmesindeki amacı net bir şekilde ortaya koymaktadır. 
Türkiye tam da Başkan Wilson’un tarif ettiği bir Balkan ülkesi olarak Asya petrol ve doğal gaz nakil hatlarının üstündedir,aynı zamanda da bir orta doğu ülkesi olarak da bu kıymetli madenlerin en büyük rezervlerinin olduğu bölgededir. 
Bugün emperyalistler, Türkiye üzerine oynamak istedikleri oyun ile, bunun için de ülke içindeki maşalarını kullanarak, Türkiye’nin bölünmesini ve bu coğrafyada en az beş güçsüz  devletçiğin kurulmasını hedefliyorlar ki, diledikleri gibi oynayabilsinler.
Yani emperyalistlerin hedefi, yerli işbirlikçileri ile birlikte Türkiye’de Balkanizasyondur.
Erdem Erem isimli genç bir hukukçu “Balkanizasyon, Çözülme ve Matruşka Devletler” isimli bir kitap yazmış. Bu araştırmayı yazmak içinde bölgeyi dolaşmıştır. Bana göre herkesin ve özelliklede bilgisizliklerinden dolayı anayasadan Türk kelimesi çıkarılsın diyen, belli gruplara  sempatik görünmek çabasındaki siyasetçiler okusunlar da bilgisizlikten neye hizmet ettiklerini anlasınlar.











11 Ağustos 2017 Cuma

DİL DEVRİMİNE SALDIRI


Birkaç gün evvelki bir gazetede, Sözcü Gazetesinde,  kamusal alanda da artık Arapça harflerin kullanılmaya başlandığına ilişkin bir haber vardı.
Bu çok şaşırtıcı değil Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başbakan ve cumhurbaşkanı olarak harf ve dil devrimine defalarca saldırdı. O saldırılar yapılırken, toplumdan bir tepki gelmediği gibi, o devrimleri savunmak görevi olması gerekenlerden de     hiç ses çıkmadı. 
Erdoğan' Haziran 2013 de yeni Osmanlı Arşivi Hizmet Binası'nın açılışında yaptığı konuşmasında  
".... Bizim nice belgemiz okunmadı, nice belgemiz de tasnif edilemedi. Osmanlı gibi büyük bir devletin tarihi, belgeler yoluyla bilimin, insanlığın hizmetine sunulamadı. Bizim şah damarımız kesildi aslında, şah damarımız. Bu gençlik, acaba Osmanlı Arşivleri'ne girdiği zaman, oradaki belgeleri okuyabiliyor mu? Tüm bu zenginlik kayboldu, gitti. Bizi, kopardılar, tarihimizden kopardılar".
 Şah damarını kestiğini iddia ettiği harf devrimi! Bizi tarihten kopardığı iddia edilenler de, harf devrimini  yapanlardı tabii. Yani Atatürk’tü ama bu açık açık söylenmeye cesaret edilemiyor.
Recep Tayyip Erdoğan ,Ocak 2014 de de yine  İstanbul'da, "Yüzyılın İslam Kültür Hizmeti Onur ve Hizmet Ödülleri" töreninde de
"Bütün bir islam coğrafyası aslında ilme olan aşkını, sevdasını, şevkini yitirdi. Kitaplar arasındaki irtibatı yitirdi. Kitapları okumak için lazım olan dilini yitirdi. Kitapların hepsine sahip olsa da, kitapları anlayacak harflerini yitirdi…………………………Bütün kitaplarımız yakılsa, bütün kalemlerimiz kırılsa,bütün harflerimiz çalınsa da, bizim medeniyetimiz kendi kendisini yeniden inşa etmeyi her seferinde başardı…….Yine başaracağız. Yaşadığımız fetret gelip geçer...”  

“Türkiye’de iktidar eliyle bu yapılanlar ve varılmak istenen sonuç bir karşı devrimdir” denilince bazı çevrelerin olmadık hakaretlerine maruz kalınıyor
.O zaman ki  Başbakan’ın ve şimdiki Cumhurbaşkanının dil ve harf devrimini hedef alan yukarıdaki sözleri bir karşı devrim yürütüldüğünün ilanıdır. Tabii bir de izaha muhtaç olan "harflerimizi çalanları"  söylese de aydınlansak! Söylediği o Fetret Devri cumhuriyet midir? Zira fetret:Devletin bir hükümdarın ya da yöneticinin önderliğinde güzel geçen günlerinin duraksamaya uğraması demektir. Bu duraksamanın sebebi hükümdarın değişmesi sonucunda, devletin ya bir süre hükümdarsız kalması ya da yeteneksiz bir hükümdarın iş başına gelmesidir.

 Recep Tayyip Erdoğan , harf ve dil devrimine daha önce  yukarıda belirttiğimiz saldırılarını bir kez de  TÜBİTAK'da Aralık 2014 de  yaptığı konuşmasıda da sürdürmüş. ve "En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin bilim yapmaya, üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şimdi yabancı dillerle, kelimelerle bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutturuldu. Sözlüklerden çıkarıldı. Kelime ve kavram üretmeye son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi"
 Recep Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle "Yatmadan önceki" dilimiz Arapça kelimelerin istilası altındaki bir dildir. Yani, Recep Tayyip Erdoğan’a göre, “Arapça bizim dilimiz"dir. Oysa, Recep Tayyip Erdoğan’ın  "yabancı" olarak nitelediği batı dilleri bize ne kadar "yabancı" ise, Arapça da o kadar "yabancı"dır. Ancak, dert başkadır. Amaç toplumun Araplaştırılmasıdır.Ama bunu yaparken kendi çocuklarını Arap ülkelerine değil, Amerika’ya, Avrupa’ya göndermiştir
  Ülkemize doluşturulan 4 milyon Suriyeli de bu karşı devrim  projesinde araç olarak kullanılmaktadır.



7 Ağustos 2017 Pazartesi

ATATÜRK’E SAYGI


Kimine göre bir meczup kimine göre bir hain ama kesin olan şu ki bir AKP'li şahıs "yeni bir devlet kuruyoruz....bu devletin lideri de Recep Tayyip Erdoğan'dır" deyince Y-CHP'li arkadaşlar görünüşte çok kızdılar.Ama Tepkiler çok cılız kaldı.İktidar Abdülhamit’e gösterdiği saygı ve korumayı Atatürk’e göstermedi.Göstermesi de beklenmezdi zaten

Cumhuriyetin bütün kurumları birer birer yıkılırken,Türk aydınlanmasının en büyük adımı olan laiklik anayasada içi boş bir kavram haline getirilirken, anayasal koruma altındaki tevhid'i tedrisat fiilen yok edilirken, aynı şekilde Anayasal ve yasal koruma altında olan Atatürk toplumun ve devlet hayatının tüm  kesitlerinden silinmeye cüret edilirken, Öyle anlaşılıyor ki, bazılarının gönlünde Atatürk'ün cumhuriyetine son verip farklı bir ideolojiye ve dünya görüşüne dayalı yeni bir devlet kurma niyeti yatıyor. Türkiye'de bir dinci yönetim anlayışı  bütün kurumlarıyla yerleştirilirken sadece göstermelik  boş laf üreterek bu gelişmelerin hiçbirine engel olamayanların şimdi samimiyetle tepki verdiklerine kim inanır? 
 2. Cumhuriyetçileri parti kadrolarına alan, yıllardır AKP/RTE'nin dilinden düşmeyen, "yeni Türkiye" kavramına karşı bir duruş ortaya koymayan, .Aynı tarihlerde üstelik, "dev çınar, yeni filiz" sloganını icat edip, ve 6 oklu amblemini, bayrağını inkar ederek kendi yönetimlerindeki CHP için de "yeni" tanımını kullanan bu arkadaşlar değil miydi? 6 oku kendilerine bayrak edinenlerin, Sevr’i yırtıp Lozan’ı yapanlar olduğunu düşünmeden
Kızmış gibi davranıp rol yapacaklarına, bunlarla ciddi şekilde mücadele etmeleri gerekmiyor mu?
Şimdi hakkında kullanılacak sıfat bulamadığım bir AKP'li "bir  yeni devlet kuruyoruz" deyince kızmış gibi yapmak da aynı AKP üst yönetimin yasak savmasına benziyor. CIA'nin eski Türkiye masası şefi Graham Füller'in 2007 yılında yazdığı "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabının verdiği mesaj da, adından anlaşılacağı gibi farklı değildi. Aynı tarihlerde yayınlanan Atlantic Council'in raporunda da Türkiye'nin yeni bir anayasa hazırlaması ve bu anayasada Türk kelimesinin geçmemesi öneriliyordu. Anlaşılan  o ki Türk milleti sözünü kullanmaya karşı çıkanlar arasında yabancılar da var.
Hadi kendileri mücadele edemiyorlar, parti üst kademelerindeki hukuk fakültesi diploması taşıyanlar Siyasi Partiler Yasasının “Atatürk’e saygı” başlığını taşıyan  85. Maddesini anımsatabilirler idi.
Böylece AKP üst yönetiminin, “Kendi şahsi görüşü partiyi bağlamaz” sözlerinin toplumdan gelen tepki nedeniyle yasak savmak için söylendiğini teşhir etmiş olurlardı.  
Tabii bu çirkin saldırıya sessiz kalan sadece YCHP’liler değil, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da bu çirkin saldırıya tepkisiz kalamaz. Kanun amir hükmünü çiğneyen bu adamın AKP’den çıkarılmasını isteyebilir, bu yerine getirilmediği zaman da partiye müeyyide uygulanması için Anayasa Mahkemesine başvurması gerekir.
Yüksek yargıçlardan oluşan Yüksek seçim Kurulu’nun açıkça kanun amir hükmünün çiğnenmesine göz yumduğu da düşünülürse, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının o yürekliliği gösterebileceğine  olan inancımızın sadece bir hayal olduğunu gösteriyor.