29 Ocak 2012 Pazar

GÜNDEM YARATABİLMEK

CHP yönetimi,  kendi dışında gelişen olaylar hakkında ciddi bir hazırlık yapmadan iktidarın peşine takılıp sürüklenmektedir.
 Parti içinde bazı kişiler de kendilerini gündeme taşımak ve ideolojileri doğrultusunda gündem yaratmak çabasıyla, devleti ve Cumhuriyeti kuran, ülkeye demokrasiyi getiren ulusal çıkarları savunan partiye gönül verenleri rahatsız eden, “dersim olayları” hakkında “orada katliam yapıldı bunu Atatürk biliyordu”, “Türk adı anayasadan çıksın”, “biz Atatürk devrimlerinin bekçisi değiliz”    gibi olmadık konuları ortaya atmaktadırlar.
1915 olaylarının yüzüncü yılında, Türk milletinin  boynuna, soykırım yapan millet yaftasını (!) geçirme gayreti içinde olanlara karşı sessiz kalan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olduğu için Türkiye Cumhuriyeti Devletini ileride maddi ve manevi bedeller ödemeye götürecek gelişmeleri sadece izleyen, alınması gereken önlemler hakkında görüş belirtmeyen bu nedenle gündem oluşturmayan bir CHP yönetimi ile karşı karşıyayız.
Maalesef CHP nin Ermeni olayları ile ilgili bir çalışması, bir planı yoktur veya varsa bile kamuoyu bunu bilmemektedir. Böyle olunca da iktidarı yönlendirip gündem yaratılamadığı gibi, yapılan açıklamalarla da  sadece hükümetin çalışmalarını desteklemekten ibaret kalmaktadır.
CHP’nin siyaset anlayışı, Ermeni Olayları ile ilgili olarak Fransız Parlamentosu’nun karar aldığı bir süreçte, halk ozanlarının sosyal güvenlik sorunu, Meclis çatısı altında sazlı sözlü halk ozanı atışması ile gündeme getirilmektedir.
Bu kadar ciddi olayların yaşandığı bir dönemde, kendi içinde ciddiyet taşıyan bir konunun  böyle bir hafiflikle gündeme getirilmesi yakışmamıştır.
Günümüzün en önemli konusu, ülkeyi bir bölünmeye ve rejim değişikliğine götürecek AKP’nin TBMM Başkanı eli ile yürüttüğü Anayasa çalışmalarıdır.
CHP, Meclis Başkanı’nın çabasıyla oluşturulmuş gibi gösterilen aslında, AKP’nin gizli gündeminin bir organizasyonu olan “uzlaşma komisyonu” na üye vererek, AKP’nin  değirmenine su taşımaktadır.
Zira Başbakan CHP’nin muhakkak ikna edilmesini istemektedir.
Basına yansıdığı kadarıyla terör örgütüyle görüşmelerin tekrar başladığı bir dönemde bu komisyondan biran önce çekilerek, AKP nin özel gündemine alet olmamak gerekir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında hazırlanan bir fezleke için CHP Grup toplantı salonunda, Meclis çatısı altında söylenen her sözün dokunulmazlık zırhı altında bulunduğu bilmezden gelerek, milletvekillerine, Genel Başkanı’nın hakkında fezleke düzenlenmesine neden olan olan sözlerini, ilkokul müsameresi kıvamında tekrar ettirilerek siyaset gündemi oluşturulmaya çalışılmakta, bu da  tarihi CHP ile Tayyip Erdoğan’a “bunların içinde hiç mi hukukçu yok” sözleri ile  dalga geçme şansı tanımaktadır. 
Son günlerde Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, Sayın Baykal’la ilgili kaset olayının, özel yetkili savcılığa intikali ile ilgili olarak bir panik içinde, CHP içinde karışıklıklar çıkacağını söyleyebilmektedir.
CHP yönetiminin yapması gereken şey; savcılığın bugüne kadar bekleyerek geç kaldığını, olayların sonuna kadar peşinden gidip, eğer CHP içinde böyle soysuzlar var ise onlarında açığa çıkartılmasını istemesi gerekirdi.
Ama maalesef böyle yapılmamış, bir panik havası yaratılmıştır.  
 Tüzük Kurultayı toplanması için imza atan delegelere her türlü baskı yapılıp imzaları geri aldırılmak istenirken, bu imzalar geri alınsa bile Anayasa Mahkemesi kararı karşısında , “kollektif bir hakkın kullanımından” dönmenin de “kollektif şekilde olması” gerçeği bilinmeden o delegeler toplum nezdinde itibarsızlaştırılara böylece . Tayyip Erdoğan’ın  içinizde bir tane ciddi bir hukukçu yok mu? Söylemini de haklı kıldırıyor.

25 Ocak 2012 Çarşamba

UYAN EY HALKIM REJİM DEĞİŞİYOR

Bilim, sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün “Artık bu fiilen yarı başkanlık sistemidir. Yeni Cumhurbaşkanı halkın lideri ve İcranın başı olur.  Fransa’da da yarı başkanlık sistemi var.Fransa Başbakanı’nı kim tanıyor”  diyerek AKP daha doğru bir söylemle Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki düşüncenin, bir rejim değişikliği olduğunu ortaya koymuştur.
Olayın yurt dışı planlayıcıları, rejim değişikliği için ortamı çok müsait hale getirecek projeleri hazırlayıp buradaki piyonlarına verip uygulamalarını istemişlerdir. Atatürkçü, laik ve devrimci olmak toplumun her kesiminde, hatta onun iki büyük eserimden biri dediği, Cumhuriyet Halk Partisinde bile suç haline gelmiştir.
Ulusalcılar, Kemalistler, ülkede bulundukları kurum ve kuruluşlardan, ordudan, yargıdan, basından, CHP’den  tasfiye edilmeye çalışılmaktadırlar Batı tarafından tasfiye işiyle  görevlendirilenler en azından şimdilik büyük başarı kazanmışlardır.
Yurt içinde “şimdilik başarılı olmuş” olanlar, bu başarıyı kendi beyinsel güçleri ile değil, dışarıdan kendilerine dikte edilen talimatları harfiyen uygulayarak elde etmişlerdir.
Yıllar evvel ABD ve AB yetkilileri tarafından hazırlanan raporlarda Türkiye’nin Kemalizm ve Atatürk’ten kurtulmadan batının bir parçası olamayacağı, ileri demokrasiye geçemeyeceği yer almakta, bunun propagandasını yapmak üzere kendisine aydın denen insanlar bir şekilde elde edilmiştir.
Kemalizm; tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik temeline dayanır. Onun dünya görüşünde ABD’ye gidip biz anti Amerikancı değiliz demek yoktur. Onun dünya görüşünde sadece mazlum milletlerden yana olmak ve Türkiye Cumhuriyetinin ve onu kuran Türk halkının yararlarını savunmak vardır.
Arap Baharı denen bir olay yoktur, yer altı servetlerinin kontrolü ile İsrail’in güvenliğini sağlama operasyonu vardır. Bu nedenle CHP’nin ABD ve AB nin Suriye politikaları ile örtüşüyoruz, hükümetin bu konudaki politikasını destekliyoruz demesi, komşuların içişlerine karışmama prensibinden vazgeçmesi ABD’ye sempatik görünmek için onun kuyruğuna takılmaktır
Atatürkçülük bazı hayâsızlar tarafından, topluma “tehlikeli ve totaliter bir ufuk sunuyor” olarak gösterilmektedir.
Atatürkçülük totaliter bir ufuk değil, olsa olsa demokratik bir ufuk sunar. Atatürkçülüğün bu ülkedeki en büyük düşmanları, otoriter bir düzen kurmayı kendilerine hedef olarak seçmiş olanlardır.
Kendi kurduğu partiye bile zorla devşirilenler, Atatürk’e “katliamcı” diyebilme cesaretini gösterebilmekte, ona tepki verilmezken buna karşı çıkanlar disiplin tehdidi altında tutulmaktadırlar.
Bazıları, hatta kurucusu olduğu partinin bazı mensupları, onun adının ve “Türk” sözünün Anayasada yer almaması gerektiğini söyleyebilmektedirler.
Yargıda, basında, hayatın her alanında Kemalizme sahip çıkanlar tasfiye edilerek ülke kendisini bölünmeye götürecek iktidarı ve muhalefeti için dikensiz gül bahçesi haline getirilmektedir.
Bu ülkede , bir anayasa hazırlığı toplantısında,  Meclis Başkanı “cemaatlerinde görüşünü alacağız” diyebilmekte, buna hemen yanında oturan CHP milletvekili sesini bile çıkartamamaktadır.
İşte Kemalistler ve ulusalcılar tasfiye edildikten sonra artık bir yeni anayasa yapmak, başkanlık sistemine geçilerek, yerel yönetimlere özerklik verilmek, yani ülke fiilen bölünmeye götürülürken buna tepki verecek herhangi bir kurum kalmadığından ABD ve AB  Ortadoğu haritaları değiştirme konusundamutlu sona erecektir.
Şu anda, iktidarla muhalefet partileri arasındaki tartışmalar sadece göstermeliktir. İktidarla muhalefet temel konularda uzlaşmışlardır.
Kemalistlerin ve Ulusalcıların tasfiyesi bir rejim değişikliğinin önünü açmanın olmazsa olmazıdır. Hepimizin bu konuda çok uyanık olmamız gerekiyor, ülke bölünüyor ve rejim değişiyor



 

22 Ocak 2012 Pazar

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMININ MEŞRUİYETİ

Geçtiğimiz hafta Abdullah Gül’ün görev süresinin yedi yıl olduğuna ve Abdullah Gül ve ondan evvel bu görevi yapanların bir daha aday olamayacaklarına ilişkin anayasaya aykırı  yasa TBMM den geçti.
Bu yasa, anayasaya aykırı olduğu gibi, AKP iktidarının onun değiştirilemez hükümlerinden biri olan hukuk devleti ilkesini açıkça çiğnemesidir.
AKP’nin oy çokluğuna dayanarak yaptığı bu yasal düzenleme, çok tehlikeli bir yöntemdir. Bugün keyfi olarak süreyi yedi yıla çıkaranlar, yarın yine yeni bir düzenlemeyle de dört yıla da indirebilirler. Bu yolu açmak ülkeyi çoğunluğun diktasına götürür.
Anayasada,  Anayasanın Cumhurbaşkanlığının görev süresini ve seçim şeklini düzenleyen 101 ve 102.maddelerinde, 2007 yılı Mayıs ayında değişiklik yapılırken bir geçici madde ile 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün süresinin ve 2.defa seçilme yasağının eski düzenlemeye tabii olduğu hüküm altına alınabilir ve bugün hiçbir tartışma söz konusu olmazdı.
Zira; Cumhurbaşkanlarının seçilme şekli ve süreleri Anayasa’da düzenlenir.Yasal  düzenleme sadece seçim hukuku ile ilgili olabilir.
Ancak, 2007 yılında Sayın Abdullah Gül henüz eski düzenlemeye göre Cumhurbaşkanı seçilmeden önce Anayasa’nın 101 ve 102. Maddelerinde  TBMM de yeterli çoğunluk bulunarak Anayasa değişikliği yapılmıştır.
Bu değişikliği yapan TBMM de görev yapan  Sayın Abdullah Gül’de bu anayasa değişikliğine AKP milletvekili olarak destek vermişti.
O tarihte görev başında bulunan 10. Cumhurbaşkanı  Sayın Ahmet Necdet Sezer bu Anayasa değişikliğini onaylayarak yayınlanmak üzere Resmi Gazeteye göndermedi, yürürlüğe girip girmemesini halkın oyuna sundu.
Yani Abdullah Gül, son defa TBMM tarafından, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi yönündeki kanun meclisten geçip yasalaşıp ve fakat yürürlüğe girmeden önce seçilmiştir.
Kanunların ve Anayasa değişikliklerinin yürürlüğünde, aksine bir hüküm yok ise, derhal uygulanması kuraldır.Yani yayınlandığı tarihte yürürlüğe girer.
 Yani Sayın Abdullah Gül anayasa değişikliği halk oyundan geçip yürürlüğe girdiği tarihte, değişiklikte de 11. Cumhurbaşkanı’nın görev süresiyle ilgili geçici bir madde de bulunmadığından,   görev süresinin beş yıldır, o da bunu biliyordu.
Anayasa hukukçuları bugün sürenin beş yıl mı? yedi yıl mı? olduğunu tartışıyorlar. Benim hukuki görüşüme göre bu süre yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı beş yıldır.
Bu sürenin dolmasından sonra, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamını işgal etmesi kendi meşruiyetini tartışılır hale getirir.
Anayasaya aykırı bu düzenlemeyle, AKP hem bu meşruiyet tartışmasını gündemden düşürmüş ve  Tayyip Erdoğan’ın iki haftalık rahatsızlığı sırasında nasıl dağınık bir görüntü sergilemiş olmalarının verdiği rahatsızlık ve son olarak da  Başkanlık sistemine geçişte iki yıllık bir geçiş süresi sağlamıştır.
Burada en dikkatli  davranması gereken CHP sidir. Cumhurbaşkanı,  yetkisi olmasına rağmen, bu anayasaya aykırı yasayı kendisi Anayasa Mahkemesine götürmeyerek, CHP’yi tahrik etmektedir.
İstedikleri şekilde şekillendirilmiş bir Anayasa Mahkemesi ve bu Mahkemenin, CHP sini demokrasinin önünü tıkayan bir kurum olarak ABD Büyükelçisi’ne şikayet eden başkanı varken, anayasaya aykırılığı tartışmasız olan bir yasayı bütün bunları bile bile o mahkemeye götürmek, Abdullah Gül’ün beşinci yıldan sonra, o makamda oturmasının meşruiyetini tartışılır olmaktan çıkartacaktır.
Abdullah Gül, CHP’yi tahrik ederek yasayı Anayasa Mahkemesine götürterek kendi meşruiyetini tartışılır olmaktan çıkarabilir veya bu yasanın Anayasaya aykırı olduğunu kamuoyuna şimdiden açıklayarak, görev süresinin 5. Yılını dolmasına altmış gün kala istifa ederek makamı boşaltarak AKP çoğunluğunu Anayasaya uygun davranmaya zorlayabilir.
Siyasal etik bunu gerektirir. 

18 Ocak 2012 Çarşamba

ÖRGÜT YOKMUŞ

Hrant Dink davası sonuçlandı, tuyler ürperten bir karar çıktı. Örgüt üyeliğinden tüm sanıkların “beraatlarına”.
Türk silahlı kuvvetlerinden yasal emir komuta zinciri içinde örgüt yaratan zihniyet, üç beş çapulcunun becermesi mümkün olmayan planlı projeli bir eylemde örgüt tespit edememiş.
Aynı salonda veya ceza evinde birbirlerini ilk defa gören, normal hayatta bir araya gelip, sohbet etmeleri mümkün olmayan insanlardan “terör örgütü” yaratan zihniyet Hrant Dink davasında örgüt olmadığına karar vermiş.
Biz bu örgüt olayını dün bugün söyleyenlerden değiliz. Davanın daha en başında, Cumhuriyet Halk Partisi adına, o zamanki yönetim tarafından, davayı izlemekle görevlendirilen komisyonun üyeleri olarak, yazılı ve görsel basının önüne çıkıp yaklaşık : “Bugün bu salonda yargı önüne çıkartılanlar basit birer tetikçidirler. Bu işin asıl hazırlayıcılarını çıkartabilmek için Trabzon Emniyet Müdürü, Jandarma komutanı,İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Müdürü ve istihbarat şube müdürünün, Hrant Dink’in öldürülmesinden bir yıl evvel onu İstanbul Valiliğine çağırıp, ‘böyle yazmaya devam edersen başına iş gelebilir’ diyen MİT görevlilerinin sorgulanması gerekir” demiş idik.
Necip Türk basını o gün bu söylediklerimizi maalesef ciddiye almamıştı.
Bu olayın içinde adı geçen bazı polis memurları, hangi tarikatın mensuplarıdır. Bu soruşturma örgüt yapısını ortaya çıkartmaya yönelirse, bu iş nizam-ı alemcilere mi? Işık Evlerine mi ? Dayanacak korkusuyla mı? Örgüte çeteye sokulmamıştır. Ergenekon soruşturmasını yürüten polislerin içinde acaba bu işe adı karışan polisler varmıdır?
Yakalanan ve cinayeti işleyen tetikçi Ogün Samast, İstanbul’a ilk defa geldiğini söylemişti. İstanbul’a ilk defa geldiğini söyleyen bir insan, bu mega kentte kimsenin yardımı ve planlaması olmadan gelip bir gazeteciyi öldürebilecek. Buna inanmak için saf olmak gerekir.
Harant Dink ölümünden bir yıl evvel “başına bir iş gelebileceğini” söyleyenler niye koruma tedbirleri almamışlardır.
Bütün bunlar sorgulanmadan gerçek ortaya çıkartılamaz.
Kamu vicdanı bu kararla tatmin olmamıştır. Bu işi biraz yakından takip eden herkes bu cinayet olayında bir örgüt olduğu kanısındaydı.
Suçluların içinde suçsuz, eline silah almamış kimi Siyasi Parti Liderlerini, gazetecilik faaliyetlerinden dolayı gazetecileri, yazarları çizerleri, çete suçlamasıyla yargılayan zihniyet, tetikçi yakalandığı zaman Türk bayrakları önünde poz verdirip, “aslanım”, “koçum” diyen emniyet görevlilerini mahkeme huzurunda sorgulamak gereğini bile duymamıştır.
İddianamede bu olayın Trabzon da bir hücre örgütlenmesinin eylemi olduğu, ancak üst yapı ile arasındaki organik bağın tespit edilemediği belirtilmiştir.
Eğer siz AKP iktidarına yakın bir kısım üst düzey sivil bürokratlarla polis şeflerini mahkeme huzuruna getirip sorgulamazsanız, bu hücrenin üst yapı ile bağını buldurmamak çabası içinde olduğunuz gerçeğini kimsenin gözünden kaçıramazsınız.
Bu davanın bu şekilde sonuçlanması elbette kamu vicdanını sızlatır/sızlatmıştır.
Bu mahkemelere ve uygulamalarına toz kondurmayanlar, bu özel yetkili mahkemelerde kendilerinden görmedikleri insanlar haksızlığa uğrarken sesleri çıkmayanlar, kendilerini rencide eden, yaralayan bir karar çıktığı zaman feveran etmelerini anlamakta hakikaten zorluk çekiyorum.
Çünkü hukuk herkese eşit ve yansız olarak kullanıldığı ve uygulandığı zaman bir ülkede hukuk devletinin varlığından söz edilebilinir.
AKP İktidarı, kendi yapılanmasını bitirmiş artık kendi otoriter rejimini kurmak için elinden gelen çabayı göstermektedir. Sonucu doğrudan veya dolaylı olarak kendini ve cemaate ulaşabilecek her soruşturmayı engellemektedir.
İleri demokrasi herhalde böyle bir şey olsa gerek.


15 Ocak 2012 Pazar

ATATÜRK'Ü UNUTTURMA ÇABASI

Atatürk devrimleri Türk toplumuna insanca ve  muasır medeniyeti de aşarak yaşatmayı hedefler. Bu nedenledir ki, Türk devriminin yaratıcısı, gençliği devrimlerin savunucusu ve devamlılığını sağlayan unsur olarak kabul eder.
1960’lı yıllara gelinceye kadar, gençliğin bir toplumsal ve siyasal güç olduğunun önemini Dünya henüz anlamaya başlamışken, çağın yetiştirdiği en büyük siyasi ve askeri deha olan Ulu Önder Atatürk, daha  20. yüz yılın başında gençliğin önemini, çağdaşlarından  farklı olarak kavramıştır.
Birinci Dünya savaşı sonrası batı dünyasının önde gelen liderleri tek tip kafalı, üniformalı gençler yetiştirip, emperyalist emellerini gerçekleştirmek için başlattıkları savaşlarda ölüme gönderirken; aynı dönemde Atatürk, gerçekleştirdiği devrimi genç kuşaklara emanet etmiştir. Bu, fikri ve vicdanı hür devrimci bir gençlik yaratmanın önemini görmüş olmasından kaynaklanmıştır.
Dünya’da devrimlerini ve kurduğu laik cumhuriyeti, gelecek kuşakların temsilcisi olan gençlere emanet eden bir başka lider yoktur.
 İşte Atatürk devrimlerini yozlaştırıp, devrimlerinin gereği olan demokrasiyi yıkarak yeni Osmanlıcılık hayali ile yaşayanlar, onu unutturarak Kemalizm’le hesaplaşma noktasına gelmişlerdir.
Önce vasiyeti 12 Eylül faşist cuntası tarafından çiğnenmiş, arkasından bugün “Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar” diyen bir şahsın başında bulunduğu hükümet, emperyalizme karşı bir milletin muhteşem şahlanışının askeri olarak zafere ulaştığı gün olan 30 Ağustos zafer bayramı kutlamalarını, deprem bahanesi arkasına sığınarak iptal ettikten sonra, şimdi de 19 Mayıs Geçlik ve Spor Bayramını kutlamalarını Ankara dışındaki illerde yalnız  okullarda kutlanması Milli Eğitim Bakanı tarafından bir genelgeyle istenmiştir.
Kimdir bu Bakan?
İntihal yaparken yakalanmış,  Atatürk ve laik Cumhuriyete karşı olduğu bilinen bir kişidir.
İşte bu bakan “Anıtkabir’de sap gibi duruyorlar” diyen şahıs tarafından Atatürk’ü unutturma göreviyle bilinçli bir şekilde bu bakanlığa atanmıştır.
Bunu nereden anlıyoruz ? Aslan Bulut’un yazısına belirttiği “Bilgi ve Hikmet adlı dergide yer alan yazısında : “Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik,  cumhuriyet ve milliyetçilik gibi  birçok temel ilkenin  yerini daha çok katılımcı, daha ademi merkeziyetçi daha Müslüman  bir yapıya devretmesi zorunluluğu ulunduğunu ve artık bunun zamanını geldiği düşüncesini taşıyorum” demesinden.
Bu zihniyet Cumhuriyete karşıdır.
Bu zihniyet demokrasinin olmazsa olmazı olan laikliğe karşıdır.
Bu zihniyet milliyetçiliğe yani ulusal bağımsızlığa karşıdır, yerelci ve Küreselcidir.
Bu nedenledir ki, bu devletin kuruluşunun başlangıcı olan 19 Mayıs 1919’u içlerine sindiremezler.
19 Mayıs 1919 dan başlayıp 9 Eylül 1923’e uzanan süreçteki aç, çıplak, özetle yoksul bir milletin emperyalizme karşı ulusal şahlanışının izlerini silmek arzusu içindedirler.
Laik, demokratik cumhuriyeti oluşturan devrimlerin emanet edildiği gençliğe son kırk yıldır ne verdik, sevgi verdik mi? Hayır. Umut verdik mi? Hayır. Mutlu bir gelecek vaat edebildik mi? Hayır. Her şeyden önce, tüm devrimlerin emanet edildiği gençlere DEĞER VERDİK Mİ? Hayır.
Halbuki  o “NUTKU” nu bitirirken, bütün olabilecek, bugünküne benzer olumsuzlukları sıraladıktan sonra, bu topraklar üstünde yaşayacak olan genç kuşaklara şöyle sesleniyordu “Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait için de dahi vazifen Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır”  
19 Mayıs gösterileri ile ilgili şimdilik getirilen kısıtlamalar, karşı devrim tamamlanıp başarılı olduktan sonra tamamıyla kaldırılacaktır.Bunu unutmamak gerekir.

11 Ocak 2012 Çarşamba

DEMOKRASİ VE BASIN

           Bir ülkede  sadece düşüncelerini  yazan ve olumsuzlukları eleştiren gazetecinin kafasına yumruğu indirdikleri zaman bu toplumda kendini aydın zannedenler kıyamet koparmıyorsa, ya da kafasına yumruk ineni benim düşüncemden veya karşı taraftan diye ayırıp buna göre tepkisini ortaya koyuyorsa o ülkenin demokratikleşme ve çağdaşlaşmakta çok yol alması gerekir.
Basın sorunu ile demokrasi sorununu ayırmak mümkün değildir. Gerçek demokrasi muayyen aralıklarla seçim sandığının ortaya konması değildir. Basın özgürlüğünün olmadığı, muayyen aralıklarla ortaya seçim sandığının konduğu ama demokrasiden bahis edilemeyecek o kadar çok ülke var ki.
Bir ülkede basın ister yasal düzenlemelerle ister AKP hükümetlerinin yaptığı gibi acımasız ekonomik baskı tedbirleriyle susturulsun, artık orada gerçek demokrasinin varlığından söz edilemez.
Meclisteki AKP çoğunluğunun oylarıyla Meclis İçtüzüğünde yapılacak değişiklikle, muhalefetin zaten cılız çıkan sesi artık  Mecliste de iyice  kısılacak, ve böylece meclis dikensiz gül bahçesine dönecektir.
Bu operasyon da tamamlanınca, özgür  basına her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız olacağı muhakkaktır.
Yasama ve yargıda AKP’nin kontrolünde olduğundan,artık onu dizginleyebilecek, yapılan yanlışları ortaya koyarak halkın gerçekleri öğrenmesini sağlayacak sadece basındır.
Despotlaşma eğiliminde olan hükümetler, halkın çevrelerinde ve dünyada olup bitenlerden habersiz olmalarını istedikleri için de; basını aynen Türkiye’de olduğu gibi susturmaya çalışırlar, bunda da büyük üçlüde başarılı olurlar.
On yıllık  AKP İktidarı, önce televizyonları bitirdi, sonra gazetelerle oynadı ve birçok kalem ya kırıldı ya da  teslim oldu.
Gazeteci demokrasilerde, yapılan haksızlıkları, namussuzlukları, hırsızlıkları yandaş kayırmalarını korkmadan yazmak zorundadır. Bu onun yaptığı görevinin ve  meslek etiğinin gereğidir.
Eğer bunları yazamıyorsanız, muayyen aralıklarla ortaya konan sandıkta oy kullanan seçmenin de tercihini doğru yapmasını  bekleyemezsiniz.
 Bu nedenledir ki gazeteci kamu görevlisidir. Zira halkın ülkede olup bitenlerden yansız ve doğru olarak haberdar olması; bir kamu görevi olarak yapılan gazetecilik mesleğinin gereği gibi yapılmasına bağlıdır.
Sağlıklı demokratik rejimler, iktidarı elinde bulunduranlara, işlem ve eylemlerinde kamu yararını gözetmeleri zorunluluğunu getirir. Bunun denetlenmesi işlevini de yasama ve yargının yanında dördüncü kuvvet olarak nitelenen özgür basın görür.
Akıllı iktidarlar, her an denetim altında olmanın kendileri için büyük bir güvence olduğunu bilirler. Biran için yasama ve yargı denetiminin en tesirli şekilde yapıldığını kabul dahi etsek, bunların denetimi tam ve eksiksiz yapılabiliyorsa çok etkilidir; ancak zaman alır.
 Demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelen  basının toplum adına yaptığı denetim ani ve devamlıdır.
Otuz yedi yıllık Avukatlık meslek yaşamının en az otuz iki yılını basın avukatlığıyla geçirmiş bir kişi olarak, askeri rejim dönemlerinde bile basının bu kadar köşeye sıkıştırıldığına tanık olmadım.
Bugün Aydınlık, Ulusal Kanal ve Sözcü gibi siyasal iktidarın ve küçük işletmecilik yapmaları nedeniyle diğer güç odaklarının baskılarına direne bilen medya kuruluşları, halkın gerçekleri öğrenme hakkı adına tehlikeleri de göze alarak dürüst ve yürekli  habercilik yaptıkları için tirajları ve reytingleri artmaktadır.
Aydınlık, Ulusal Kanal ve Sözcü gibi medya kuruluşları aslında demokrasinin geleceği açısından da, iktidar baskısının basın üstünde bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde çok önemlidir.
Demokrasi basın ilişkileri üzerine düşünenler, basının görevini tam ve eksiksiz olarak yerine getiremediği ülkelerde, demokrasinin iyi işlemeyeceğini ve hatta ağır aksak yürütülmeye çalışan demokrasinin bile tehlikeye gireceğini söylerler.

8 Ocak 2012 Pazar

HUKUK HERKESE LAZIM    Bir kısım siyasetçiler için demokrasi varılmak istenen hedefe ulaşmak için gerekli olan   bir araçtır.
Hatırlanacağı üzere Tayyip Erdoğan da geçmiş yıllarda, demokrasi bizim için bir araçtır, zamanı geldiğinde ineriz demişti.
Demokrasiyi bir araç olarak kabul edip, onun nimetlerinden istifade ederek iktidara gelenler, parlamenter demokrasinin  en zayıf noktası olan yürütmenin yasamaya egemen olmasından da istifade ederek, toplumu baskı altına alarak hedeflerine ulaşmak için önce özgür basını sustururlar.
Basın özgürlüğü gerçek demokrasilerde özel bir önem taşır. Zira, demokrasinin en büyük erdemi her şeyin doğru yapılması değil, tam aksine yapılan yanlışlıkların, düzeltilebilmesinin sağlanmasıdır. Ama bu yanlışlıkların ortaya konup düzeltilmesini isteyebilmek için, önce bu yanlışların özgürce söylenip tartışılabilinmesi mümkün olmalıdır. Bu ancak özgür, araştırabilen sorgulayabilen bir basının varlığı ile söz konusu olabilir.
Bu nedenle, AKP iktidarı önce basını ekonomik baskılarla susturup konuşamaz hale getirmiştir. Sonra, bu ülkeye dolayısıyla da kendisine  yapılabilecek en büyük kötülüğü yaparak, demokrasilerde denetim ve fren mekanizması olan yargıyı da ele geçirme operasyonunu başlatmış ve buna da 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile ulaşmıştır.
Yürütmenin yasamaya egemen olmasıyla, yani parlamento denetimi en aza indirgendikten sonra demokrasilerde en tehlikeli olanı birde yargının siyasallaşmasıdır. Böylece kuvvetler birliği sağlanarak siyasal İktidarı denetleme ve frenlemek artık mümkün olmaz.
İşte Türkiye bugün tam bu noktadır.
Yargı o kadar siyasallaşmıştır ki; istediği hedefe ulaşabilmek için kendisini şekillendiren iktidarın yaptığı Anayasayı bile yok sayarak, Anayasa’ya göre Yüce Divanda yargılanması gereken Genel Kurmay Başkanı’nı özel yetkili ağır ceza mahkemesinde yargılayabilirim diyebilmektedir.
Bu artık hukukun üstünlüğünün bittiğinin, bir yargı despotizminin, yargı vesayetinin başladığının açık göstergesidir.
İktidar, batı basının yazdığı gibi orduyu da güdümüne almak için generalleri tasfiye ederek “kartları yeniden karma” yanlışına girmiş görünüyor. Yarın aynen kendisi gibi, demokrasinin nimetlerinden istifade ederek has bel kader iktidarı elline geçiren bir başka iktidarda bu sefer yargının kartlarını yeniden kararsa ne olur?
Çok bilinen bir hikâyedir. Güney Amerika da, hukukun diktatörden diktatöre değişerek uygulandığı ülkelerinden birinde, darbeye teşebbüsten yargılanan Albay’a, hakim ortaklarının kim olduğunu sorar. Albay çok rahat, hatta küstah bir edayla kısa bir cevap verir,  sendin diye. Hâkim hiddetlenir, saygısızlık etme der. Albay gene aynı rahatlık ve umursamazlıkla, çünkü başarsaydım, bugün benim adıma yargılama yapacaktın, der.
İşte hukuk herkese, her zaman lazım olan ve herkese eşit uygulanması gereken en güçlü  sığınaktır.
Anayasaya göre Yüce Divan’da yargılanması gereken,  dünyanın dördüncü büyük ordusuna komuta etmiş bir Genel Kurmay Başkanı’nı, emekli olduktan bir buçuk yıl sonra, görevinin başındayken yapmadığı darbeyi planlamak, Türk Silahlı Kuvvetlerini terör örgütü, onun 26. bir numarasını da terör örgütü yöneticisi olmak iddiaları ile;  yargılanması gereken yüce divan yerine özel yetkili mahkemelerde yargılamaya kalkarsanız bunun ileri demokrasiyle bir alakası da olmaz. Olsa olsa hukukun ayaklar altına alınması olur.
Yarın biri de kalkar, yargıda kartları yeniden kardıktan sonra, Bakanlığınız, Başbakanlığınız zamanında yaptığınız iddia edilen bir yolsuzluktan ötürü ve hem de benzer bir mantıkla; yolsuzluk yapmak, çoluğuna, çocuğuna menfaat sağlamak, görevinle ilgili değildir, bu nedenle yüce divan yerine özel yetkili ağır ceza mahkemesinde yargılanman gerekir diyebilir.
İşte o zaman hukuka ne kadar ihtiyacınız olduğunu, hukukun eşit ve yansız uygulandığı zaman ne kadar emniyetli bir sığınak olduğunu anlarsınız.


4 Ocak 2012 Çarşamba

CUMHURBAŞKANI’NIN TERCİHLERİ


        Cumhurbaşkanı’nın Türk Dil ve Tarih Kurumu’na yaptığı iki atama, Uludere de otuz beş vatandaşımızın hayatını kaybetmesinin tartışılması sırasında toplumdan hak ettiği tepkiyi görmedi.
 Ulu önder Atatürk Türk Dil ve Tarih Kurumlarını, hayata iken,  siyasal iktidarların baskısından ve yönlendirmelerinden uzak kalabilmeleri için Dernek Statüsünde kurdurmuştur. Gelir olarak da İşbankası’nda  sahibi olduğu hisselerin  kar paylarını  vakfetmiştir. 12 Eylül’ün faşist diktatörü Kenan  Evren’in Atatürk’ün vasiyetini çiğneyerek kurdurduğu, bu iki kuruluşu da içine kattığı “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” nun o iki kurumla hiçbir alakası yoktur.
Alakası yoktur ama Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek kurulan bu kuruma Atatürk’ün vasiyet ettiği paralar da arzusu dışında aktarılmakta yani yasal bir düzenleme ile gasp edilmektedir.
Her Cumhurbaşkanı olduğu gibi, bu Cumhurbaşkanı da  göreve başlarken “Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma” …. “görevi tarafsızlıkla” yapacağım diyerek yemin ederler.
Yeni kurulan ve Atatürk’ün vasiyetinden nemalanan bu kurumun yasasının  “Amaç ve Kapsam” başlıklı” 1. Maddesinde “Atatürk’ün manevi himayelerinde” ……. “Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını ……” tanıtmak, yaymak olarak nitelenmiştir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bugüne kadar yargıda yaptığı atamalarla tarafsız olmadığını yeminine sadık kalmadığını/kalmayacağını ortaya koymuştur.  Ama dini duygularının kuvvetli olduğunu düşünerek, vasiyetin İslam inancında da çok kutsal bir yeri  olduğunu da göz önüne alarak,  Atatürk’ün vasiyetinin ruhuna uygun davranacağını, onun vasiyet ettiği  paralarla yönetilen bir kuruma, ona hakaret etmeyen, onun ilke ve inançlarına sahip kişilerin atamasını beklerdim, yanılmışım.
Kendisinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde ona oy vermeyerek ne kadar doğru davrandığımı şimdi daha iyi anlıyorum.
Atananlardan bir tanesi Mümtazer Türköne, bu zat  kendisine “Atatürkçü denmesini hakaret” sayarım diyen, Atatürkçülüğün “darbe ideolojisi olduğunu” söyleyen, “ Atatürkçülüğü askeri vesayet düzeninin kendini topluma benimsetmek için ortaya koyduğu ve abarttığı totaliter resmi ideoloji” olarak niteleyen bir kişidir.
Bir diğeri de  İrticai faaliyetleri nedeniyle  Ordu’dan atılan sonradan devletin resmi belgelerini bir gazeteciye sızdırdığı iddia edilen bir kişi.
Bu atamalar tarafsız  olmadığını perçinlediği gibi  ileride Cumhurbaşkanlığı işinde bir sorun çıkması tehlikesine karşılık, şimdiden tedbir alarak,  Cemaate yakın Zaman gazetesi yazarlarını yanına almak için bu atamaları yaptığını da ortaya koyuyor.
Bu işin Cumhurbaşkanını ilgilendiren kısmı, ama bir de bu atamaları kabul eden kişiler açısından olayı irdelemek lazım.
Öyle veya böyle isminin önünde “Prof. Dr” yazan  Mümtazer Türköne’nin  bu atamayı kabul etmemesi gerekirdi. Elbette hiç kimse için Atatürk’ü sevmek zorunluluğu olmadığı gibi, çağın yetiştirdiği en büyük devlet adamının da buna ihtiyacı yok, ama herkesin ve özellikle öğrencilerine örnek olması gereken bir üniversite hocası asgari ahlak anlayışına sahip olmak zorundadır
Küfrettiğin insanın vasiyetinden nemalanmaman gerektiği gibi, onun manevi himayelerinin devam ettiği bir kurumda  Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını tanıtmakla ilgili görevi de kabul etmeyeceksin.Zira bu görevi layıkıyla yapman mümkün değildir.
Diğer atanan şahıs yani İskender Pala eğer basına yansıdığı kadarıyla düzmece Askeri belgeleri basına sızdıran kişi ise, ondan böyle bir atamayı red etmesini beklemek de hayal pereselik olur.
Bu atamalarla eğer Atatürk’ü silebileceklerini düşünüyorlarsa bunda büyük yanılgı içindedirler.





2 Ocak 2012 Pazartesi

HER YENİ YIL BİR UMUTTUR

2012 yılının hepimize ve bütün insanlığa hayırlı olmasını diliyorum. Hayırlı olmasını dilerken iyimser olamadığımı da belirtmek isterim.
İşçi,memur, emekli,çiftçi, küçük esnaf ağlarken mutlu bir ülkede yaşadığımız yalanları ile kandırıldık.
Çöplüklerden yiyecek arayan insanların varlığını görmezden geldik.
İşsizlik gençlerin belini büküp en büyük sorun olarak ortada dururken, bu geçliğe nasıl bir gelecek sunacağımızı anlatamadık bile.
Öğretmene ben seni tayin edemiyorum, sen kendine başka iş bul derken, birçok okulda öğretmen açığını halkın gözünden sakladık.
Sağlık sektörünü yabancı sermayeye peşkeş çekmek için doktorları hastanelerden kaçırırken, kendimizi ameliyat ettirmek için o kaçırdığımız doktoru özel izinle getirdik.
Ülkemizde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar 10. yılına giren AKP iktidarı döneminde iyice artmış içinden çıkılmaz hale gelmiştir.
Dış politika iflas etmiştir. Komşularla sıfır sorun derken ihtilaflı olmadığımız komşu ülke kalmamış gibidir.Önce Libya da NATO’nun ne işi var derken herkesten önce gemilerimizi Libya açıklarına gönderdik. Suriye ile ortak Bakanlar kurulu yaparken bir anda müdahale edecek noktaya geldik.
Bu ve buna benzer daha birçok olumsuzluk yaşadık.
İleri demokrasi dedik, elindeki tek silahı kalemi olan yazarları, çizerleri, bilim adamlarını, bu ordunun namuslu subaylarını darbe yapmayı planladılar diye zindanlara attık. İnsanlar neyle suçlandıklarını bilmeden yıllardır ceza evlerinde yatıyorlar.
Örgütün kasası diye hapis edilen kişi ceza evinde öldü, parasızlıktan cenazesini belediye kaldırdı.
Halkın oyunu alarak TBMM’ne seçilmiş insanları içerde tutmayı demokrasi ile bağdaştırabildik.
Yurt dışında görev yaparken, kendi arzusu ile gelip ifade veren subayı “Kaçma şüphesi var” diye tutukladık.
Olmayan gemiye komutan atadık.
Yıllardır içerde olan tutukluyu “delilleri karartma şüphesi var” diye tahliye etmiyoruz.
Bütün bunları ileri demokrasi adına yaptık.
Aslında yeni bir yıla girerken güzel şeyler yazmak, düşünmek herkesin umudu olabilmeli ama maalesef böyle olamıyor.
Yine bu yılbaşını çocuklarının yanında geçiremeyecek olan bütün fikir suçlularının, başta hocam Doğu Perincek’in, dostlarım Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’ın, Prof. Dr Yalçın Küçüğün, Prof. Dr Mehmet Haberal’ın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin onurlu, saygın komutanlarını, basın emekçisi gazeteci arkadaşlarımızın, isimlerini sayamayacağım, Silivri ve Hastal’da yatan tüm yurtseverlerin yeni yılını içim burkularak kutluyorum.
Biran evvel özgürlüklerine kavuşup, bu ülkeye, insanlığa bıraktıkları yerden hizmet etmeye devem etmeleri en büyük temennimdir.
Dostluğun, kardeşliğin sevginin egemen olduğu bir Türkiye özlemi ile bu ülkenin bütün güzel insanlarının yeni yılını kutluyorum.