İNANILMAZ LAFLAR
Tayyip Erdoğan Hızlı Tren İstasyonun
açılışında "....Ne var o Misak-ı Milli’de. Ben Lozan dedim, rahatsız
oldular. Niye rahatsız oluyorsun? Burnumun dibindeki adalar, bağırıyoruz,
çağırıyoruz; bu adalar bizimdi. Bu adalarda bizim eserlerimiz var, tarihimiz
var, camilerimiz var, kervansaraylarımız var. Rahatsız oluyor adam. Niye
rahatsız oluyorsun? Bunların altına kim imza attıysa sorumludur,
sorumlu....
"Çünkü artık eski Türkiye yok. Bu
mücadeleyi pısırık şekilde sağa sola yalpalayarak değil, hedeflerimize
yürüyerek vereceğiz. Kazanacaksak adam gibi kazanacağız, öleceksek adam
gibi öleceğiz. Artık bunun ortası kalmadı....” dedi.
Lozan Antlaşmasına, sınırlar üzerinden ısrarla ve alenen saldırıyor.
Sınırlara ve Ege'deki adalara ilişkin olarak yaptığı yanlışları bir kenara
koyuyorum.
Lozan yalnızca sınırları belirleyen bir antlaşma değildir. Her şeyden önce
bir barış antlaşmasıdır. Siyasal ve ekonomik çok çeşitli hükümler içerir.
Bu hükümlerin içinde, örneğin, azınlıkların haklarına ilişkin olanlar çok
önemlidir. Lozan, Türkiye'deki azınlıkları sadece din üzerinden tarif ediyor ve
Türkiye'deki gayri Müslimlerin hakları ile Yunanistan'daki Müslüman azınlığın
hakları arasında bir denge kuruyor. Bu hüküm, ülkemizde etnik azınlıklar
yaratmak isteyen dış güçlere karşı en güçlü dayanak noktasıdır.
Batılı emperyalist çevreler Lozan Antlaşması'nın artık eskide
kaldığını uzun yıllardır bazen zımnen, bazen açıkça savunurlar. Amaçları
arasında, bir yanda, Türkiye'deki azınlık tanımını değiştirerek etnik temelde
azınlıklar yaratmak, diğer yanda, Yunanistan'daki Türk azınlığı korumasız
kılmaktır.
Ben Tayyip Bey’in amacının bu olmadığını düşünmek istiyorum.
"Kazanacaksak adam gibi kazanacağız, öleceksek adam gibi öleceğiz,
ortası yok" sözü yayılmacılık
(irredentism) dir. Bu emperyalistlerin arzusu olan Lozan barışını ortadan kaldırmaktır.
Bu gidişin ülkemiz için nasıl felaketler yarata bileceğinin farkında değil
anlaşılan.
Lozan kaldırılırsa ortada Sevres
Antlaşması ve Wilson prensipleri kalır. Sevres, malum, Anadolu topraklarında
bir Ermenistan yaratıyor ve Kürdistan'nın da yolunu açıyordu.
Başkan Woodrow Wilson, 1918 Ocak ayında Kongre’de yaptığı konuşmada,
ABD'nin savaşa hangi ilkeleri gerçekleştirmek için girdiğini 14 noktada
özetlemişti.
Bunlardan 12. ilke Osmanlı İmparatorluğunu ilgilendiriyordu. Bu ilkeye
göre, İmparatorluğun Türk kısmının güvenlik içinde egemen olmasının garanti edilmesi
gerektiği söyleniyordu. Ancak, Türk yönetimi altındaki diğer
uluslara da yaşamlarını güvenlik içinde sürdürecekleri ve herhangi bir
müdahaleye uğramaksızın muhtar (otonom) gelişim fırsatından yararlanacakları
konusunda güvence verilmeliydi.
Wilson, bu ilkelerle, “self determination” adını koymadan,
halklara kendi kaderlerini tayin etme hakkı verilmesi gerektiğine vurgu yapmış
oluyordu. Nitekim, bu düşüncesine sonraki beyanlarıyla adını da koyarak açıklık
getirmişti.
Fransa ve –özellikle- İngiltere, Osmanlıya karşı melanetin başı olan
Mekke Şerifi Hüseyin’e, hizmetleri karşılığında, bağımsız bir Arap devleti
kurması için, Orta Doğu’nun büyük bölümünü vaat ettiler. Bir yanda
bunu yaparken, diğer yanda da, 1916 Sykes-Picot gizli anlaşması ile Hüseyin’e
vaat ettikleri toprakları kendi aralarında paylaştırdılar. Savaş sonrası
Orta-Doğu’yu, Arap halklarına hiç danışmadan ve yapay sınırlar oluşturarak,
kendi aralarında bölüştürdüler.
Pekiyi, Araplar için rafa koydukları self determination hakkını o zaman bir
tek hangi etnik gruba tanıdılar? Sevres ile Kürtlere.
Tarihi olayları doğru okumak gerekiyor.